hanifler.com Kuran odaklı dindarlık

hanifler.com Kuran odaklı dindarlık (http://www.hanifler.com/index.php)
-   Meleklere İman (http://www.hanifler.com/forumdisplay.php?f=180)
-   -   Cebrail, Ruh-ül Kudüs, Ruh-ül Emin, Ruhullah, Cibril (http://www.hanifler.com/showthread.php?t=1562)

Apollonius 22. March 2010 09:25 PM

Cebrail, Ruh-ül Kudüs, Ruh-ül Emin, Ruhullah, Cibril
 
[B]RUHÜ'L-KUDÜS:[/B] " روحRuh" ve " القدسkudüs" sözcüklerinden meydana gelmiş bir izafet [belirtili isim tamlaması] olan ve Kur'an'da dört yerde geçen "Ruhü'l-Kudüs" ifadesi, "kudüsün ruhu" demektir. Bu ifadenin bir sıfat tamlaması olarak "kutsal ruh" olarak çevrilmesi yanlış, hatta büyük bir cinayettir.
Bu ifade ile ilgili olarak klâsik eserlerde ciddî bir tahlile dayanmayan, tamlamanın yapısına aykırı ve tamlamayı oluşturan sözcüklerin anlamlarına uymayan birçok açıklama mevcuttur. Onlara bağlı olarak hazırlanan bazı ansiklopediler de aynı yanlışları devam ettiren birçok açıklamayla doludur. Ne yazık ki, bunun sonucu olarak "Ruhü'l-Kudüs" ifadesi hakkında ileri sürülmüş birçok yanlış anlam elden ele, dilden dile dolaşmaya devam etmektedir.
Konuyla ilgili olarak klâsik kaynaklarda yer alan yanlışlara şu örnekler verilebilir:
ZEMAHŞERÎ: "Ruhü'l-Kudüs", "er-Ruhu'l-Mukaddeseti [Tertemiz Ruh]" demektir. Bununla İsa'nın ruhu kastedilir. Çünkü İsa'nın ruhu babanın belinde ananın rahminde kirlenmemiştir.
Denildi ki:
Ruhü'l-Kudüs, Cebraildir.
Ruhü'l-Kudüs, İncil'dir.
Ruhü'l-Kudüs, İsa'nın ölüleri diriltirken okuduğu İsm-i A'zamdır.
(Keşşaf; 1/294)

Beyzavi de Zemahşeri'nin dediklerini aynen nakletmiştir.

RAZÎ: Rûh`dan Maksat; âlimler ayetteki "rûh" kelimesi üzerinde bazı görüşler belirterek ihtilâf etmişlerdir.
a- Bu Cebrail (as)'dır. Cebrail (as) birkaç yönden böyle isimlendirilmiştir:
1- Rûhu'l-Kudüs'ten maksat, er-Rûhu'l-Mukaddese [Kutsanmış, Kutsal Ruh] demektir. Nitekim "Racülün sıdkun hatemü'l-cûdi" denilir. Böylece Cenâb-ı Hak Cebrail'i, kendi katında mertebesinin yüce olduğunu açıklamak ve onu şereflendirmek için bu şekilde nitelemiştir.
2- Cebrail (as)'e bu ad verilmiştir, çünkü beden nasıl ruhla dinliyorsa, din de Cebraîl (as) ile hayat bulmaktadır. Çünkü Cebrail (as), peygamberlere vahiy getirmeyi üstlenmiştir. Bu hususta mükellef olanlar ise, onun getirdikleriyle dinlerini ihya etmiş olurlar.
3- Cebrail (as)'in gâlib vasfı, O'nun ruhanî bir varlık oluşudur. Diğer melekler de böyledir. Ne var ki, O'nun ruhanî bir varlık oluşu daha tam ve daha mükemmeldir.
4- Cebrail (as) "Rûh" diye adlandırılmıştır. Çünkü ne erkeklerin sulbü, ne de kadınların rahmi onu barındırmamıştır.
b- Ruhü'l-Kudüs'ten maksat, İncil'dir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'an'da "... emrimizden bir rûh ..." (Zuhruf/52) buyurmuştur. İncil böyle adlandırılmıştır. Çünkü din İncil ile hayat bulur, dünyevi işler de onun vesilesiyle bir intizama girer.
c- Bu, Hz. İsa'nın, kendisi sebebiyle ölüleri diriltmiş olduğu ismidir. Bu görüş, İbn Abbas ve Saîd b. Cübeyr'den rivayet edilmiştir.
d- Bu, Hz. İsa'ya üflenen ruhtur. Kudüs ise, bizzat Allah'tır. Böylece, Hz. İsa'yı bir yüceltme ve teşrif olsun diye, onun ruhu Cenâb-ı Hakk'a muzâf kılınmış, nispet edilmiştir. Nitekim "........" ifâdesi de böyledir. Bu görüş Rebî'den rivayet edilmiştir. Buna göre, ayetteki ruhtan murad, insanın sayesinde hayata kavuştuğu ruhtur. Bil ki, rûh isminin Cebrail'e, İncil'e ve İsm-i A'zam'a ad olarak itlâk edilmesi mecazdır. Çünkü rûh, insanların hayat mıntıkalarında, damarlarında ve menfezlerinde dönüp dolaşan hava demektir. Malûmdur ki, yukarıda zikredilen Cebrail, İncil ve İsm-i A'zam böyle değildirler. Ancak bu üçünden her birine teşbih üslubuyla rûh adı verilmiştir. Çünkü rûh nasıl ki insanın canlılığının sebebi ise, Cebrail (as) de, ilimleri vasıtasıyla kalplerin hayat bulmasına sebeptir. İncil de, şeriatların meydana çıkması ve yaşamasının sebebidir. İsm-i A'zam da, maksatlara ulaşma vesilesidir. Ancak rûh ismiyle Cebrail arasındaki benzerlik, birkaç yönden daha uygun görülmektedir.
a- Çünkü Cebrail, lâtîf ve nûranî bir havadan yaratılmıştır. Bu sebeple, bu ikisi arasındaki benzerlik daha mükemmeldir. Binaenaleyh "rûh" ismini Cebrail'e vermek daha evlâdır.
b- Bu ismi Cebrail'e vermek, diğerlerine vermekten daha belirgindir.
c- Hak Teâlâ'nın "Ve biz onu Ruhü'l-Kudüs ile takviye ettik" buyruğunun mânası, "biz onu takviye ettik" demektir. Bu takviyeden maksat ise ona yardım etmektir. Yardımı Cebrail'e isnâd etmek hakiki, İncil ve İsm-i A'zam'a isnâd etmek ise mecazdır. Bu sebeple, rûh ismini Cebrail'e vermek daha evlâ olur.
d- Hz. İsa'nın Cebrail (as) ile bir arada bulunması, bir benzeri başka hiçbir peygambere nasip olmayacak bir şekilde tahsis olunca, biçimlerinin en kuvvetlilerindendir. Çünkü Cebrail (as) Meryem'e, bir çocuk doğuracağını müjdelemiştir. Hz. İsa (as), Cebrail (as)'in üflemesinden meydana gelmiştir. Bütün durumlarda Hz. İsa'yı terbiye edip eğiten Cebrail'dir. Onunla beraber onun gittiği yere giderdi. O, göğe çıktığında da onunla beraberdi.
(Razi, Mefatihü'l-Gayb; Bakara 87. ayet ile ilgili açıklama)

KURTUBÎ: "Ruhü'1-Kuds" Ebû Mâlik ile Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan, Ma'mer'in de Katade'den rivayetine göre Cebrail Aleyhisselam'dır. "Ve biz onu Ruhü'l-Kudüs ile takviye ettik."
Hasan b. Sabit de şöyle demiştir:
"Cibril de aramızda Allah'ın rasûlüdür Ve o Ruhu'l-Kuds'tür; bunda hiçbir kapalılık yoktur."
Nehhâs der ki: Hz. Cebrail'e "ruh" denilip "kuds"e izafe edilmesinin sebebi, Yüce Allah'ın tekvini ile var olup kendisini doğuran bir baba olmaksızın ruh olarak yaratılmış olmasındandır. Bu sebepten dolayı Hz. İsa'ya da "ruh" adı verilmiştir.
Galib b. Abdullah Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: el-Kuds, aziz ve celil olan Allah'tır. el-Hasen de aynı şekilde el-Kuds Allah'tır, onun ruhu ise Cibril'dir, demiştir.
Ebu Ravk, ed-Dahhâk'tan; o da İbn Abbâs'tan "Ruhu'1-Kuds ile" buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bu, Hz. İsa'nın kendisi vasıtasıyla ölüleri dirilttiği isimdir. Bunu aynı şekilde Said b. Cübeyr ve Ubeyd b. Umeyr de söylemiş olup Allah'ın ism-i azamıdır [derler].
Ruhu'l-Kuds'ten kastın İncil olduğu da söylenmiştir. Kur'ân-ı Kerim'e yüce Allah'ın şu buyruğunda "ruh" adı verildiği gibi, Yüce Allah İncil'e de bu şekilde "ruh" adını vermiş bulunmaktadır: "Böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik." [Şûrâ/52] Ancak birinci görüş daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
(Kurtubi; Bakara/87. ayet ile ilgili açıklamaları)
Görüldüğü gibi, "Ruhü'l-Kudüs" ifadesine verilen anlamlar "Denildi ki" temeli üzerine kurulmuş, ancak bu sözleri diyenlerin kimliği de, bu dediklerini hangi delile dayanarak söyledikleri de açıklanmamıştır. Yani bu ifadelerin hiçbir ilmi kıymeti yoktur; hepsi zandan ibarettir ve dolayısıyla hiç birisi gerçeği yansıtmamaktadır.

[B]"RUHÜ'L-KUDÜS" TAMLAMASININ TAHLİLİ:[/B]
"Ruh" ve "Kudüs" sözcüklerinden oluşan "Ruhü'l-Kudüs" tamlamasının tahliline önce bu tamlamayı oluşturan sözcükleri tek tek ele alarak başlamayı, tamlama ile ilgili değerlendirmeyi ise sonraya bırakmayı daha doğru buluyoruz.

[B]الرّوحRUH[/B]
"Ruh" sözcüğünün esas anlamı "can [vücudu diri tutan cevher]" demektir. (Lisanü'l-Arab; c. 4, s. 290. Ruh mad.) Ancak sözcük Kur'an'da bu anlamda değil, "kişi ve toplumları toplumsal hayatta diri, sağlıklı kılan can, vahiy" anlamında kullanılmıştır. Bu hususun ayrıntıları Kadr suresinin tahlilinde belirtilmiştir. (Tebyinü'l-Kur'an; c:1, s:482-490)

[B]القدسKUDÜS[/B]
"Kudüs" sözcüğünün ne anlama geldiği, bu sözcüğün hangi sözcükten geldiğine dair yapılacak kabule bağlıdır ve bunun için iki olasılık söz konusudur:
1- Sözcüğün "temizlik" anlamındaki "kuds" sözcüğünden geldiği kabul edilirse, "kudüs" sözcüğü de "temiz" anlamına geliyor demektir. "Kuds" sözcüğü ve onun "mukaddes", "mukaddesat", "nükaddisü" gibi türevleri Kur'an'da on bir yerde geçmektedir.
2- Sözcüğün Allah'ın isimlerinden biri olan " قدّوسKuddüs" sözcüğünden bozulduğu kabul edilirse, "kudüs" sözcüğü de "tüm kirliliklerden arınık, tertemiz" anlamına geliyor demektir. Sadece Allah için kullanılan "Kuddüs" sözcüğü, Haşr suresinin 23. ve Cuma suresinin 1. ayetlerinde olmak üzere Kur'an'da iki yerde geçmektedir.

[B]RUHÜ'L-KUDÜS[/B]
"Ruh" ve "kudüs" sözcüklerinin anlamları belli olduğuna göre, "Ruhü'l-Kudüs" tamlamasının anlamının da yukarıdaki her iki anlamdan hangisinin kabul edileceğine bağlı olarak iki şıklı olması söz konusudur.
1- "Kudüs" sözcüğünün anlamının "temiz" olduğu kabul edilirse, "Ruhü'l-Kudüs" tabiri de "temizin canı" demek olur ki, bu ifade anlamsızdır. Lâkin klâsik eserlerde " رجل صِدقRacülün sıdkın" ve " خاتم الجودhatimi'l cud" şeklindeki iki tamlamanın Araplar tarafından kullanılmış olduğu hususu yer almaktadır. Bu tamlamalar yapısal olarak birer isim tamlaması olmalarına rağmen sıfat tamlaması gibi kabul edilmişler ve ona göre anlamlandırılmışlardır. Bir isim tamlaması olan "Ruhü'l-Kudüs" ifadesi de, eğer klâsik eserlerde belirtilen istisnai örneklere eklenir ve kural dışı olarak sıfat tamlaması kabul edilirse, bu zorlamayla tamlamanın manası "temiz can" demek olur. "Ruh" sözcüğünün yerine "vahy [ilâhî bilgi]" konduğunda ise "Ruhü'l-Kudüs" de "Temiz ilâhî bilgi, Allah'tan gelen temiz bilgi" anlamına gelir. "Ruhü'l-Kudüs" tamlamasının bu anlamıyla eş anlamlı olan bir diğer tamlama da "er-Ruhü'l-Emin [güvenilir, sağlam ilâhî bilgi]" tamlamasıdır. Bu tamlama Şuara suresinde yer almıştır:

Şuara 192-194: Kesin olan şu ki, o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine "er-Ruhü'l-Emin [Güvenilir Ruh]" indi.

2- Allah'ın isimlerinden olan "el-Kuddüs"ün zamanla halk ağzında değişerek "Kudüs" şekline dönüştüğü kabul edilirse, "Ruhü'l-Kudüs" tamlamasının anlamı da "Tertemizin [tüm eksikliklerden temizlenmiş olan Allah'ın] ruhu [canı], vahyi, bilgisi" demek olur. Nitekim klâsik tefsircilerden Mücahit ve Rebii de "el-Kudüs" sözcüğünün Allah'ın isimlerinden biri olduğunu söylemişlerdir. Bu kabul doğrultusunda "Ruhü'l-Kudüs" ifadesinin "Allah'ın ruhu" anlamına geldiği görüşü zaten Kur'an'dan da destek bulmaktadır. Çünkü Kur'an'da geçen her "ruh" sözcüğü Allah'a nispet edilmiştir. Meselâ Âdem'e ve Meryem'e "Ruhumuzdan üfledik" denildiği gibi, elçi Zekeriyya'nın Meryem'e ilettiği bilgiler için de "Ruhumuz" ifadesi kullanılmıştır:

Meryem 17: Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu gönderdik. O [ruhu getiren elçi] ona [Meryem'e] mükemmel bir beşeri örnek verdi.

Sonuç olarak, "kudüs" sözcüğünün geliş yerinin farklılıklarını da hesaba katmak üzere sözcüklerin anlamlarından yola çıkılarak yapılan tahlil, "Ruhü'l-Kudüs" tamlamasının anlamının "Allah'ın ruhu, Allah'ın vahyi, Allah'tan gelen bilgi" olduğunu göstermektedir. "Ruhü'l-Kudüs" tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır:

Bakara 87: Ve ant olsun ki, Musa'ya Kitap'ı verdik. Ve ondan sonra birbiri ardı sıra resuller gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da açık açık deliller verdik ve kendisini Ruhü'l-Kudüs ile destekledik. Bir resulün size, nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiği her seferinde büyüklük tasladınız mı? Sonra da bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürüyorsunuz.

Bakara 253: İşte elçiler; Biz onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kıldık. Onlardan bir kısmı Allah'ın konuştuğu ve bazısının derecelerini fazlalıklı kıldığı kimselerdir. Ve Meryem oğlu İsa'ya açık kanıtlar verdik ve onu Ruhü'l-Kudüs ile destekledik. Ve eğer Allah dileseydi onların ardından gelenler, açık mesajlar kendilerine ulaştıktan sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin ayrılığa düştüler de onlardan bazısı iman etti, bazısı inkâr etti. Ve eğer Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Velâkin, Allah dilediğini yapar.

Maide 110: Hani Allah demişti ki: "Ey Meryem oğlu İsa! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni Ruhü'l-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikteyken ve yetişkinken insanlarla konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrailoğulları'na apaçık mucizelerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin "Bu ancak apaçık bir sihirdir" dedikleri zaman seni, onlardan korumuştum."

Nahl 102: De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l-Kudüs hakk ile inmiştir.

Böyle olmasına rağmen mevcut meallerde Nahl suresinin 102. ayetinin çevirisinde yapılmış olan yanlışlıklar, bizim bu ayet üzerinde biraz daha durmamızı gerektirmektedir. Çünkü bu ayet genellikle Ruhü'l-Kudüs"ün "Cebrail" olduğu peşin kabulü sebebiyle: "Onlara de ki: Kur'an'ı Cebrail, iman edenlere sebat vermek, Müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için Rabbinin katından hak olarak indirdi" şeklinde çevrilmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan mealdeki çeviri:
Ey Muhammed! De ki: "Kur'an'ı, Ruhu'l-Kudüs [Cebrail] inananların inançlarını sağlamlaştırmak, müslümanlara doğru yolu göstermek ve onlara bir müjde olmak üzere hak olarak indirdi."

Yaşar Nuri Öztürk'ün çevirisi:

De ki: "İman edenleri güçlendirip kökleştirmek için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olarak, Ruhulkudüs onu, senin Rabbinden indirdi.

Elmalılı Hamdi Yazır çevirisi:

Söyle onlara: "Onu Rabbinden hak olarak Rühu'l-Kudüs [Cebrail], iman edenlere sebat vermek ve müslümanlara bir hidayet ve bir müjde olmak için indirdi."

Suat Yıldırım çevirisi:

Söyle onlara: "İman edenlere tam bir sebat vermek ve Allah'a teslimiyet gösterecek Müslümanlara bir hidâyet ve müjde olmak üzere Kur'ân'ı, Rabbin tarafından gerçek olarak getiren, Ruhu'l-Kudüs'tür.

Oysa bizim çevirimizde "Ruhü'l-Kudüs"ün indirmesi değil, inmesi söz konusudur.
Ayetin "Kul [De ki]" ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101-103. ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:

Nahl 101-103: Ve Biz bir ayet yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen- onlar, "Sen, ancak bir uydurucusun" dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l-Kudüs hakk ile inmiştir.
Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar "Sadece, ona bir beşer öğretiyor" diyorlar. Ona [Peygambere] öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu [Kur'an] ise apaçık bir Arapçadır.

Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur'an'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur'an'ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur'an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. ayette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. ayette geçen " نزّلnezzele" filinin aslı " نزلnezele"dir ve anlamı "indi" demektir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" fiili, kural gereği burada Tef'il babından "nezzele"ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef'ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, ayetteki "nezzele" fiili "çok çok indi" anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve "indirdi" olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin "enzele" kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Ayette geçen "bilhakkı" ifadesindeki " بbe" harf-i cerri ise مصاحبةmusahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dil bilgisinin bu kuralları gereği ayetteki "nezzelehü ruhu'l-kudüsü" ifadesinin anlamı, "Ona birçok ruhü'l-kudüs [vahy] inmiştir" demektir. "Ruhü'l-Kudüs"ü, yani "vahy"i kimin indirdiği ise 101. ayette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur'an'da geçen "Ruhü'l-Kudüs" ifadeleri, "Vahy, Allah'tan gelen temiz, sağlam bilgiler" demek olup kesinlikle "Cebrail adı verilen vahiy meleği" demek değildir.

[B]ER-RUHÜ'L-EMÎN[/B]
Bu ifade Kur'an'da bir tek yerde geçmektedir:

Şuara 192-194: Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine "er-Ruhü'l-Emîn [Güvenilir Ruh]" indi.

193. ayette bir sıfat tamlaması olarak "er-Ruhü'l-Emîn" şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi "ruh ül emin" şeklinde telâkki edilmekte ve böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur'an'ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, 193. ayeti "Onu Ruhü'l-Emin [Cebrail] indirdi" diye yanlış meallendirmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, ayetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem 192. ayetteki "O, âlemlerin Rabbinin [Allah'ın] indirmesidir" ifadesiyle hem de Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle de çelişmektedir. Bu çelişki de yine "nezele [indi]" fiilinin geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde "indirdi" olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce ayetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin ortadan kaldırılması için, ayette geçen "bihi" ifadesindeki "be" harf-i cerrinin "ilsak" için değil de "musahabe" için alınması yeterlidir. Bu takdirde "nezele" fiili geçişsiz anlamı ile "onunla indi" olarak ifade edilir ve diğer ayetlerle oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur.
Netice olarak, 193. ayette geçen "er-Ruhü'l-Emin" ifadesinin kişileştirilerek "Cebrail" olarak yorumlanması yanlıştır. Burada "emin, güvenilir, sağlam" olarak nitelenmiş olan ve uyarıcılardan olmasını sağlamak için peygamberimizin kalbine Allah tarafından indirilmiş olan "ruh, bilgi, vahy", Mücadele suresinin 22. ayetinde de açıkça ifade edildiği gibi, inananları güçlendirmek üzere yine Allah tarafından indirilmiştir.

[B]CEBRAİL: CİBRİL - CEBRİL[/B]
"Ruhü'l-Kudüs" ve "er-Ruhü'l-Emîn" ifadelerinden sonra tahlil sırası zorunlu olarak Kur'an'daki "Cibril" sözcüğüne gelmiş bulunmaktadır. Zira nakillere dayandırılan inanca göre "Ruhü'l-Kudüs", "er-Ruhü'l-Emîn" ve "Cibril" aynı şey olarak, yani Allah'tan vahiy getiren, Kur'an'ı indiren melek olarak kabul edilmektedir.
Bu konuda nakillere dayalı klâsik eserlerde yer alan değerlendirmelerden iki örnek aşağıdadır:

[B]Cibrîl Kelimesinin Okunuşunda Yedi Vecih[/B]
İbn Kesir, cim harfinin fethası, râ harfinin kesresi ve hemzesiz olarak kelimeyi جَبْريل şeklinde okumuştur. Hamza, Kisâî ve Âsim'dan rivayet ederek Ebu Bekr, cim ve râ harflerinin fethası ile ve hemzeli olarak, جبرئيل şeklinde, diğer kıraat âlimleri ise, cim ve râ`nın kesresi ile ve hemzesiz olarak, "Kandil" vezninde,جِبْريل şeklinde okumuşlardır. Bu kelimenin yedi okunuş şekli vardır. Üçünü söyledik, diğer dördü şu şekildedir: جبراعل vezninde olmak üzere جبرائل, جبراعيلvezninde olmak üzere جبرائيل , جبراعل vezninde olmak üzere جبرايل[ya`lı olarak]; ve nun`lu olarak جبرينşeklinde... Bu, marife ve A`cemî [Arapça asıllı olmayan] bir kelime olduğu için gayr-ı munsarıftır.
Cibril Kelimesinin Mânâsı:
Bazı âlimler Cebrail`in "Allah`ın kulu" mânasına geldiğini söylemişlerdir. Buna göre İbranice`de " جبرCebr", kul; " ئيلiyl" ise Allah manasınadır. Mîkâil de aynı şekilde Allah`ın kulu demektir.
Bu İbn Abbas (r.a) ve ehl-i ilimden bir grubun görüşüdür. Ebû Ali es-Sûsi ise bu görüşün iki bakımdan doğru olmadığını söylemiştir:
a- "Îyl" lâfzının Allah`ın isimlerinden olduğu meşhur değildir.
b- Eğer böyle olsaydı, "Cebrail" kelimesinin sonu mecrûr olurdu.
(Razi; Mefatihü'l-Gayb)

[B]Dil Âlimlerine Göre Cebrail (a.s) ve Mikâil (a.s) Kelimeleri:[/B]
Dil bilginlerinin bu iki kelimenin söylenişi ile ilgili olarak farklı açıklamaları vardır. Cebrail adının on şekilde söylenişi söz konusudur:
1- Cibril: Hicazlıların şivesinde böyledir. Hassan b. Sabit şöyle demiştir: "Ve Allah´ın elçisi Cibril bizim aramızda..."
2- Cebrîl: el-Hasen ve İbn Kesir´in kıraati bu şekildedir. İbn Kesir´in şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a.s)´i rüyada gördüm. O bunları
Cebril ve Mîkâil şeklinde okuyor idi. Ben de ebediyyen bu şekilde okuyup duracağım.
3- Cebraîl: Kûfeliler bu şekilde okurlar. Bu okuyuşlarına delil olarak şu beyti gösterirler:
"Savaşlarda bulunduk, zaman boyunca bizim bütün askerî birliklerimizin önünde mutlaka Cebraîl vardı."
Bu da Temim ve Kayslıların şivesidir.
4- Cebrail: (Medsiz olarak.) Bu da Ebu Bekr b. Âsım´ın okuyuşudur.
5- Bir önceki okuyuş gibi fakat sondaki lam´ı şeddeli okumak. Bu da Yahya b. Ya´mer´in okuyuşudur. [Cebrail şeklinde].
6- Cebrail: İkrime´nin okuyuşudur.
7- Onun gibi fakat hemzeden sonra yâ ile. [Cebrâyil şeklinde].
8- Cebrayîl: el-A´meş ve Yahya b. Ya´mer aynı şekilde böyle de okumuşlardır.
9- Cebraîn
10- Cibrîn: Bu da Esedoğulları'nın şivesidir.

Taberî der ki: Bu şekilde Kur´ân´da okunmuş değildir. en-Nehhâs -İbn Kesir´in de okuyuşunu sözkonusu ederek- der ki: "Arap dilinde Fa´lîl vezninde kelime yoktur. [Yani Ceb ril söyleyişi uygun değildir]. Bununla birlikte fî´lîl vezni vardır. [Yani Cibril söylenebilir]: Dihlîz, kıtmîr ve bırtîl kelimeleri gibi. Şu kadar var ki, Arap olmayanların dilinde Arapçada benzeri olmayan birtakım vezinlerin olması reddolunamaz. Yine bu söyleyişlerin çokça değişikliklere uğramayacağı da söylenemez. Nitekim Acemler´in İbrahim, İbraham, İbrahim, İbrahem, İbrahum ve İbrâhâm dedikleri bilinen bir husustur. Başkası ise şöyle demektedir: Cibril, Arapça olmayan bir isimdir. Araplar bunu Arapçalaştırmıştır. Bu bakımdan bu kelimeyi böyle değişik şekillerde söyleyebilirler; bundan dolayı zaten bu kelime munsarıf [çekimli] değildir.
Derim ki: Biz bu kitabın baş taraflarında bu kelimelerin Arapça oldukları görüşünün doğru olduğunu ve Cebrail´in apaçık bir Arapça ile bu kelimeleri bu şekilde inzal ettiğini söylemiş idik. en-Nehhâs der ki: Cibril kelimesi cem´i teksir [kırık çoğul] şeklinde Cebârîl diye gelir.
el-Maverdî der ki: Cibrîl ve Mikâîl iki ayrı isimdir. Onlardan birincisi Abdullah, ikincisi Ubeydullah [Allah´ın kulu ve Allah´ın kulcağızı] anlamındadır. Çünkü "îl" yüce Allah demektir. "Cebr" de "kul" demektir. "Mîkâ" ise "kulcağız" anlamındadır. Sanki Cibril Abdullah, Mikâil de Ubeydullah anlamını ihtiva eder. Bu İbn Abbas´ın görüşüdür. Müfessirler arasında ona bu konuda muhalefet eden kimse de yoktur.
Derim ki: Bazı müfessirler İsrafil´in Abdurrahman anlamına geldiğini de söylerler. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: "Cebr" kelimesini kul [abd], "îl" kelimesini de Allah diye açıklayan kimsenin: Bu Cebruîl´dir, Cebraîl´i gördüm, Cebriil´e uğradım" demesi gerekir. Ancak böyle bir şey denilmediğinden dolayı burada bu ifadenin Cebrail´in adı anlamına gelmesi söz konusu olur.
Başkaları ise şöyle demektedir: Eğer onların [müfessirlerin] dedikleri gibi [verdikleri anlam doğru] olsaydı, bu kelimenin munsarıf olması gerekirdi. Munsanf oluşunun terk edilmesi bunun muzaf olmayan tek kelimeden meydana gelmiş bir isim olduğunu göstermektedir. Abdulganî el-Hafîz, Eflet b. Halife´den -ki bu Hassan´ın babası Fuleyt el-Amirî´dir- o da Cesre bint Decâce´den o da Aişe (r.a)´dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cibril´in, Mîkâil´in ve İsrafil´in Rabbi olan Allah'ım! Cehennem ateşinin sıcağından ve kabir azabından sana sığınırım."
(Kurtubi; Bakara/97, 98. ayetlerin açıklaması)


[B]BİZİM TAHLİLİMİZ:[/B]
Arapçada " جبرائيلcebrail"den başka " جبريلcibril" şeklinde de sık kullanılan ve on üç tane söyleniş biçimi olan sözcüğün kökeni ile ilgili olarak araştırmacılar iki ihtimal üzerinde birleşmişlerdir:

1- Sözcük, " جبرcebr" ve " ئيلiyl" sözcüklerinden oluşmaktadır. "İyl" sözcüğü eski Arapçada "Allah" demek olduğu için tamlama halindeki "cibril, cebril veya cebrail" sözcüğü "Allah'ın gücü, onarımı" manasını taşır.

2- Aslı İbranice olup Arapçaya sonradan girmiş olan sözcük çekimsizdir. İbranicede "cebr" sözcüğü "kul", "il" sözcüğü de "Allah" demek olduğu için, sözcük tamlama hâlinde "Allah'ın kulu" anlamına gelir. Burada "cebr" sözcüğü, "güçlü insan" ma
Biz, sözcüğün Arapça olduğunu düşünüyor ve tahlilimizi birinci şıkka göre yapmış bulunuyoruz.

[B]الجبرCEBR[/B]
İbn-i Menzur, Lisanü'l-Arab adlı eserinde "cbr" maddesine Yüce Allah'ın "Cebbar [yapılmasına karar verdiği şeyi zorla yaptıran / en iyi onarımı yapan]" adı ile başlamış ve "cebr" sözcüğünün "büyüklük, zorbalık" anlamlarını beyan ettikten sonra bu sözcüğün temeline ait bilgileri çok ayrıntılı olarak vermiştir. Bu bilgilerin özü şudur:
"Cebr", " كسرkesr" sözcüğünün karşıtıdır. "Kesr" sözcüğü "kırılmak", bunun karşıtı da "kırılmış şeyin onarılması" demektir. Meselâ hakikat manasıyla "kemiği cebretti" derler. Mecazen de "fakiri ve yetimi cebretti" derler. Böylece hakikat anlamıyla "kırılmış kemiğin sarılıp onarılması", mecaz anlamla da "fakirin zenginleştirilmesi, yetimin kimsesizlikten kurtulması" anlatılmış olur. Ayrıca kurumaya yüz tutmuş bitkinin yaprak ve çiçek açması da "cebr" sözcüğüyle ifade edilir. (Lisan ül Arab; c:2, s:14-18)
Tacü'l-Arus'ta da Lisanü'l-Arab'takiler ile paralel beyanlar vardır. (Tacü'l-Arus; c:6, s:158-162)
Kur'an terimleri üzerine muteber kaynaklardan biri olan Müfredat'ta ise Ragıb el İsfehani şu açıklamalarda bulunmuştur:
"Cebr"in aslı, bir çeşit zor kullanarak bir şeyi onarmaktır. Hükümdarlara "cebr, cebbar" denilmesinin sebebi, insanları dilediklerinde zorlamaları ya da insanların işlerini düzeltmeleri, onarmaları nedeniyledir. Matematikte "cebr", düzeltilmek istenen şeyi düzeltmek için eklenen şeydir. "Cebr" sözcüğünün mübalâğa kalıbı olan "cebbar" sözcüğü, "hak etmediği yüksek bir makam sahibi olduğunu iddia ederek kendi kusurunu kapatmaya çalışan" demektir. Bu sözcük genelde kınama amaçlı kullanılır ve İbrahim/15, Meryem/32, Maide/22, Mümin/35, Kaf/45'te örnekleri görülür. (Müfredat; s:85, 86, "cbr" mad.)
Yukarıdaki açıklamalardan, "cebr" sözcüğünün öz anlamının "onarmak, islah etmek" demek olduğu anlaşılmaktadır. Yani "cebr", "bozulmuş, kırılmış şeylerin onarılıp tekrar işe yarar hâle getirilmesi" demektir. Nitekim Tıp'ta da "ameliyat", "kırk kemiğin sarılıp bütünlenmesi", "kırık ve çıkık organa sarılan tahta" hep "cebr" sözcüğüyle ifade edilmiştir.
Buna göre Rabbimizin "Cebbar" adını "dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli" olarak açıklamak yerine, "bozuk işleri, toplumları düzelten, onaran" şeklinde açıklamak daha uygun düşmektedir.

[B]ئيلİYL[/B]
"İyl" sözcüğü İbraniceden Arapçaya geçmiş olup her iki dilde de anlamı "Allah" demektir.
Bu durumda, "cibril - cebril" sözcüğünün Arapça ve İbranice dillerinde iki sözcükten tamlama yapılmak suretiyle meydana getirilmiş, tıpkı "Ruhü'l-Kudüs" gibi bir ifade olduğu anlaşılmaktadır. Bu tarz tamlamaların Arapçada kullanılan İsrail, İsrafil, İsmail, Mikail, Azrail gibi başka örnekleri de vardır.
"Cibril" sözcüğünü oluşturan "cebr" ve "iyl" sözcüklerinin her ikisi de Arapça söylenecek olursa, sözcük "cibrullahi" şeklini alır. Bu sözcüğün tamlama hâlindeki anlamı da "Allah'ın onarımı" yani "vahyin kişileri ve toplumları onarması" demek olur. Bu ise "Allah'ın vahyi; canlandırması, diriltmesi" anlamına gelen "ruhullah" veya "ruhulkudüs" ifadelerinin bir başka anlatım tarzıdır. Buradan ortaya çıkan gerçek şudur: "Cibril" ile kastedilen yine vahiydir ve vahy, kişileri ve toplumları canlandırdığı gibi aynı zamanda da onarmaktadır. Başka bir ifade ile; vahyin [Kur'an ayetlerinin] bir bölümü "ruh [can]", bir bölümü de "cibr, cebr [onarım, ıslah] görevi yapmaktadır. Bu gerçeğin konumuz itibariyle ifadesi ise üç kelime ile özetlenebilir: Cebrail [Cibril] Allah'ın vahyidir.
Gerçek bu olmasına rağmen "ilkbaharın yeşilliği" anlamındaki "hızır" sözcüğü nasıl kişileştirilip hayalî bir kimliğe dönüştürüldüyse, "Allah'ın vahyi, onarımı" anlamındaki "cebrail-cibril" sözcüğü de kişileştirilmiş ve "Cebrail veya Cibril" [Vahy getiren, Kur'an'ı indiren melek]" yapılmıştır. Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce ayetle alenen çelişen bu yanlış kabule kaynak olarak ise, peygamberimizin ölümünden iki yüz sene sonra ortaya çıkmış ama peygamberimizin yaşadığı döneme ait söylentiler gösterilmiş, hatta bu söylentiler ansiklopedilere bile aktarılmıştır:

Dört büyük melekten biri. Cebrâil (a.s.)`in görevi Allah ile peygamberleri arasında elçiliktir. Allah`tan aldığı emir ve hükümleri peygamberlere bildirir. Bütün kitap ve vahiyler Cebrâil vasıtasıyla indirilmiştir. Cebrâil (a.s.) her şekle girebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onu biri vahyin başlangıcında Hıra`dan Mekke`ye gelirken, diğeri Mirâc`dan dönüşte Sidretü`l-Münteha`da olmak üzere iki defa kendi aslî şekliyle görmüştür. (es-Saâtî, el-Fethu`r-Rabbânî, VIII, 5). Cebrâil (a.s.) bazan da insan kılığına girerek Rasülullah (s.a.s.)`a vahiy getirirdi. Bu durumda çoğu kez yakışıklı ve genç bir sahabî olan Dıhye el-Kelbî`nin sûretinde görünürdü (Tecrid-i Sarîh Tercümesi, IX, 35). Cebrâil (a.s.) İsrâ ve Mirâc hadîsesinde Rasûlullah (s.a.s.)`a Mekke`den Kudüs`e ve oradan Sidretü`l-Münteha`ya kadar eşlik etmiştir (Buhârî, Bed`u`l-Halk 6; Salât 1) (İslâm Ansiklopedisi)

Bu söylentiler arasında, Cebrail'i beyaz bir ata binmiş, beyaz elbisesinin üzerine zırh kuşanmış, elinde oku, yayı, kılıcı ile Bedir'de Mekke müşriklerine karşı savaşırken tasvir edenler de vardır (Buhari; Kitab ül Megazi, Meleklerin Bedir'de görülmesi Babı, 4-43. Hadisler). Bu çarpıtmada İsrailiyatın da etkisinin olduğu bir gerçektir. Zira Yahudi ve Hıristiyan kaynaklarında "Gabriel" şeklinde bir melek kişi vardır ve "gabriel" sözcüğü de "güçlü insan" anlamındaki "geber" sözcüğü ile "tanrı" manasındaki "el" sözcüğünden oluşmuştur. Kitab-ı Mukaddes'teki Daniael; 8/ 15-26, 9/ 21-27, Tobit; 12/15, Enok; 9/1, 9, 10, 20/ 7, 40/1-9, 54/6, Luka; 1/11-20. cümlelerde bu kişiden söz edilmektedir. Ama bu konudaki çarpıtmalar söylentilerde kalmamış, Tekvir, Necm ve Şuara surelerindeki ayetler de çarpıtılmış, Kur'an'daki "Ruhülkudüs", "er-ruhülemin", "güçlü elçi" ifadeleri hep Cebrail yapılmıştır.
Kur'an'da "cebrail" olarak değil de "cibril" olarak geçen sözcük, ikisi Bakara suresinin 97. ve 98. ayetlerinde biri de Tahrim suresinin 4. ayetinde olmak üzere üç kez yer almıştır:

Bakara 97, 98: De ki: "Kim Cibril'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz O [Allah], onu [cibrili], kendisinden öncekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine Allah'ın izniyle indirmiştir.
Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e, Mikail'e düşman olursa, bilsin ki, şüphesiz Allah da inkârcılara düşmandır."

Tahrim 4: Eğer ikiniz, Allah'a tövbe ederseniz... -çünkü kesinlikle ikinizin kalbi kaydı- Yok eğer ona [peygambere] karşı dayanışmaya girerseniz hiç kuşkusuz bizzat Allah, ona Mevla'dır [yardımcıdır, destekçisidir, koruyucudur, yol göstericidir]. Cibril ve iman edenlerin salihleri de. Ve bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar.

Bakara suresinin 97. ayetine dikkat edilirse orada "onu" ve "o" diye iki tane üçüncü şahıs zamiri vardır. Bu zamirler anlamlandırılırken maalesef genellikle "... onu [Kur'an'ı] O [Cebrail] ... indirmiştir" denilmektedir. Fakat böyle bir meal yanlıştır. Zira ayette, hatta pasajda "o" zamirinin gösterdiği "Kur'an" ya da "vahy" diye bir sözcük mevcut değildir. Bu ayet ayrı bir necm olmayıp Yahudileri tanıtan bir paragrafın ara cümlesidir. Ayetteki "onu" zamiri, ayetin kendi içindeki "cibril" sözcüğüne racidir. " فإنّهFeinnehü [bilsin ki şüphesiz O]" ifadesindeki "O" zamiri ise Allah'ı göstermektedir.
Bu ayette dikkat edilecek bir diğer husus, buradaki " نزّلnezzele" fiilinin, yukarıda sunduğumuz Nahl suresinin 102. ayetindeki "nezzele" fiilinin aksine, geçişli olarak "indirmiştir" anlamıyla çevrilmiş olmasıdır. Bunun sebebi, ayetteki " على قلبكala kalbike" ifadesinin başındaki " علىala" edatıdır. "Ala" edatı, genelde "üzerine" anlamını ifade eder. Ama Arap dilinde " بbe" edatının "ilsak [yaklaştırma, bağlama]" anlamı da çok kullanılır. Zaten dikkat edilirse tüm meallerde "kalbinin üzerine" diye değil, "kalbine" olarak verilmektedir. Ayetteki "ala" edatı "be" anlamına kullanıldığında Arapça dili kuralları gereği "lazım [geçişsiz]" fiili "müteaddi [geçişli]" hâle getirir. Burada da işte bu nedenle geçişsiz "nezzele [indi]" fiili, geçişli "enzele [indirdi]" anlamına dönüşmüştür. Bu durumun Kur'an'da onlarca örneği mevcuttur. "Nezele" fiilinin "tef'il" babından olan fiil ve mastarları incelenirse, ya lâfzen veya takdiren "harf-i cer" ile müteaddi yapıldığı, ya da sözcüğün "be" edatına gerek kalmadan kıraat farklılığı ile geçişli anlama dönüştürüldüğü görülecektir. Örneğin klâsik kaynaklarda, İsra suresinin 82. ayetindeki " ننزّلnünezzilü" sözcüğünün " نُنْزِلُnünzilü" ve " يُنْزِلُyünzilü" şeklindeki kıraatlerinin de varlığı görülmektedir. Yani İsra/82'deki "nünezzilü" ifadesi geçmişte "nünzilü" veya "yünzilü" olarak da okunmuştur. Şimdi de okunabilir. Bizim tercihimiz de bu yöndedir.
"Nezzele" fiilinin sadece geçişsiz anlamda manalandırıldığı Nahl/102. ve Şuara/194. ayetlerde değil, geçişli anlamda manalandırıldığı Bakara/97. ayette de, zamirler doğru isimlere gönderildiği takdirde görülmektedir ki, Kur'an'ın orijinal ifadesinde Cibril "indiren" değil, "indirilen"dir, yani "inen"dir.
Fakat tüm bunlara rağmen Bakara/97, Nahl/102 ve Şuara/194. ayetler çarpıtılarak Kur'an'ın "Cebrail" tarafından indirildiği anlamına gelen çeviriler yapılmıştır. Hâlbuki bu ayetlerin ön veya arkasında yer alan ayetlerde yine Kur'an'ı indirenin bizzat Allah olduğu açıklanmaktadır. Ne hikmetse, art arda gelen bu ayetlerdeki bu çelişki üstünde durulmamıştır, belki de işin farkında olunmamıştır.

[B]SONUÇ[/B]
Kur'an'da Kur'an'ın indirilmesi, kitabın indirilmesi, ayetlerin indirilmesi, surelerin indirilmesi, meleklerin [vahylerin] indirilmesi, hikmetin indirilmesi, Tevrat'ın indirilmesi, İncil'in indirilmesi, Furkan'ın indirilmesi ile ilgili üç yüz civarında ayet mevcuttur. Bu ayetlerin hepsinde de bunları indirenin Allah olduğu bildirilmiştir. Kur'an'ı başkasının indirdiğini bildiren hiçbir ayet yoktur, olamaz da. Çünkü Kur'an asla ve kat'iyen kendisiyle çelişmez.


[URL="http://www.istekuran.com/index.php?page=cebrail-ruh-uel-kudues-er-ruh-uel-emin-ruhullah-21-05-2008"]Hakkı YILMAZ[/URL]

Apollonius 22. March 2010 09:55 PM

Başka bir forumdaki arkadaşın yukarıdaki tahlile itirazıdır:

[QUOTE=haktansapmaz] [COLOR=blue]Selam, [/COLOR]
[COLOR=blue]Bu yazıyı okumak,*ehl’i olmayanları sıkabilir. Onun için önceden onlardan özür diliyorum. [/COLOR]
[COLOR=blue]MAVİLER BANA; SİYAH VE KIRMIZILAR HAKKI YIMAZ'A AİTTİR.*[/COLOR]
[COLOR=#402e01]RUHÜ’L-KUDÜS [/COLOR]
[COLOR=#402e01]*ER-RUHÜ’L-EMİN [/COLOR]
[COLOR=#402e01]CİBRİL [CEBRAİL][/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=#402e01]Şuara 192–194: * Kesin olan şu ki, o, âlemlerin Rabbinin [/COLOR][COLOR=red]indirmes[/COLOR][COLOR=#402e01]idir.[/COLOR]
[COLOR=#402e01] ** [/COLOR][COLOR=red]Onunla[/COLOR][COLOR=#402e01], uyarıcılardan olasın diye senin kalbine “er-Ruhü’l-Emin [Güvenilir Ruh[B]][/B]” [/COLOR][COLOR=red]ind[/COLOR][COLOR=#402e01]i. Hakkı YILMAZ[/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
ŞUARA 192-194: VE İNNEHU LE [COLOR=blue]TENZİLU[/COLOR][COLOR=#402e01] RABBİLALEMİN. [/COLOR][COLOR=blue]NEZELE[/COLOR][COLOR=#402e01] [/COLOR][COLOR=#ff9900]BİHİ[/COLOR][COLOR=#402e01] ERRUHUL’EMİNU [/COLOR][COLOR=blue]ALA[/COLOR][COLOR=#402e01] QALBİKE LİTEKUNE MİN EL’MUNZİLİN.[/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=blue]1-“ nezele” fiili, lazım (geçişsiz) dir. Hakkı Hoca’nın koyduğu kurala göre; “ala” ile muteaddi (geçişli) olmuştur. Bu sebeple, “indi.” değil, “ indirdi.” şeklinde çevirmeliydi. [/COLOR]
[COLOR=blue]Hakkı Hoca kendi çıkardığı kuralı kendisi ihlal etmiştir. [/COLOR]
[COLOR=blue]2-“ tenzil”, “nezzele”nin masdarıdır. Hakkı Hoca’nın koymuş olduğu kural gereği, geçişsizdir. Buna göre, “ indirmesi” yerine “inmesi” şeklinde çevirmeliydi. 2. kez kural ihlalı yapmıştır.[/COLOR]
[COLOR=blue][/COLOR]
[COLOR=blue]Ancak, bu ayete verdiği mana doğrudur. *“ ne-ze-le” fiili, geçişsizdir. Ama “ nez-ze-le” ve “tenzil”, kesinlikle geçişlidirler. Aslında “teaddi” özelliği, “ en-ze-le / inzal” babının özelliklerinden biri olduğu gibi, “nez-ze-le / tenzil” babının da özelliklerinden biridir.[/COLOR]
[COLOR=blue]“ Nezzele-tenzil” ve “ enzele- inzal” , “ne-ze-le” yi geçişli hale sokarlar.[/COLOR]
[COLOR=blue]Hiçbir bir dil bilimci “nezzele” için geçişsiz dememiştir. Zaten “nezzele” ve “ enzele” , nezele” yi geçişli yapmak için ayetlerde yer almışlardır. Aksi takdirde *onların yerine “nezele” *gelirdi.[/COLOR]
[COLOR=blue]Hakkı Hoca’nın çelişkili örneklerini aşağıda *göstereceğim gibi, yayınlayacağı mealinde de onlarcasını *müşahede imkanını bulacaksınız. [/COLOR]

[COLOR=#402e01]Nahl 102: *" [/COLOR][COLOR=red]De ki:[/COLOR][COLOR=#402e01] “İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, [/COLOR][I][COLOR=red]senin Rabbinden [/COLOR][/I][I][COLOR=olive]ona[/COLOR][/I][I][COLOR=red] birçok Ruhü’l-Kudüs hakk ile [/COLOR][/I][I][COLOR=green]inmiştir[/COLOR][/I][I][COLOR=red].[/COLOR][/I][COLOR=red] .[/COLOR][COLOR=#402e01] Hakkı YILMAZ[/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=#402e01]NAHL 102: QUL [/COLOR][COLOR=maroon]NEZZELEHU[/COLOR][COLOR=#402e01] RUHU’L KUDUSİ MİN RABBİKE BİLHAQQİ...[/COLOR]
[COLOR=blue][/COLOR]
[COLOR=blue]1-“ nezzele” geçişli fiildr. Anlamı kesinlikle “inmiştir” olamaz. “ indirmiştir /indirdi” olmalıdır.[/COLOR]
[COLOR=blue]2- “ Deki… ona… inmiştir.” İfadesi hem yanlış, hem de yamuktur. *“Nezzelehu” ya, Hakkı Hoca, “ona inmiştir” karşılığını vererek iki hatayı birden yapmıştır. “Deki” hitabından *sonra “ona” yerine “bana” demesi gerekmez miydi? Örnek:

[COLOR=blue]Bakara 176: “ … ENNELLLALAHE* [/COLOR]NEZZELELKİTABE* BİL-HAQQİ.”
[COLOR=blue]“… Allah Kitab’ı* [/COLOR]Haq ile indirdi.” Yerine bu ifade “NEZZELELKİTABU…”olamaz. Diyelim ki olur, o zaman da manası; “Kitap indirdi” olur. Daha iyi anlaşılması ,”KİTAB”’ın yerine yukarıda olduğu gibi “HU” zamirini koyalım: “ ENNELLAHE NEZZELEHU BİLHAQQİ.”: “Allah onu indirdi”. Denebilir ki, fiilin faili olan Allah, cümledeki yerini aldığı için öbür türlü mana verilemez de ondan. “Allah”, lafzı bu cümlede fail değildir. Fiilin faili “NEZZELE” de gizli “O”dur. Yani, “ALLAH” lafzını* cümleden kaldırsak da durum değişmeyecek. “NEZZELEHU BİLHAQQİ” : “O, onu indirdi” olur. Mana “ona” olabilmesi için “NEZZELE ALEYHİ” veya “İLEYHİ” olması icab ederdi. Bunun örnekleri Kur’an’da çoktur. *[/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=#402e01]102. ayette geçen “ [/COLOR][COLOR=#402e01]نزّل[/COLOR][COLOR=#402e01]nezzele” filinin aslı “ [/COLOR][COLOR=#402e01]نزل[/COLOR][COLOR=#402e01]nezele”dir ve anlamı “indi” demektir. Ge[/COLOR][COLOR=#402e01]çişsiz bir fiil olan “nezele” fiili, kural gereği burada Tef’il babından [I]“nezzele”[/I]ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef’ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, ayetteki “[I]nezzele[/I]” fiili [I]“çok çok indi”[/I] anlamına gelir. [/COLOR][COLOR=red]Geçişsiz bir fiil olan “nezele” sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve “indirdi” olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin “enzele” kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır.[/COLOR][COLOR=#402e01] Ayette geçen “bilhakkı” ifadesindeki “ [/COLOR][COLOR=#402e01]ب[/COLOR][COLOR=#402e01]be” harf-i cerri ise *[/COLOR][COLOR=#402e01]مصاحبة[/COLOR][COLOR=#402e01]musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dil bilgisinin bu kuralları gereği ayetteki [/COLOR][I][COLOR=#402e01]“nezzelehü ruhu’l-kudüsü”[/COLOR][/I][COLOR=#402e01] ifadesinin anlamı,[B] [/B][I]“Ona birçok ruhü’l-kudüs [vahy] inmiştir” [/I]demektir. “Ruhü’l-Kudüs”ü, yani “vahy”i kimin indirdiği ise 101. ayette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir. Hakkı YILMAZ [/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=blue]Hakkı Hoca’nın, yukarıda kırmızıya boyadığım iddiasının ne kadar tutarsız olduğunu aşağıdaki örneklerde görüyorsunuz. ÖRNEKLER:[/COLOR]
[COLOR=blue][/COLOR]
[COLOR=blue]1- Yukarıda Bakara 176’yı verdim.[/COLOR]
[COLOR=blue]2- 7/196:” İNNE VELİYYE-LLAHU NEZZELE’L-KİTABE...”: “ Çünkü benim yardımcım/koruyucum, Kitab’ı indiren Allah’tır.”[/COLOR]
[COLOR=blue]3- 39/23: “ALLHU NEZZELE EHSENEL’HADİSİ ...”:Allah hadisin en güzelini indird...”[/COLOR]
[COLOR=blue]4- 15/9: “İNNA NAHNU NEZZELNA EZZİKRE VE İNNA LEHU LEHAFİZUN.”[/COLOR]
[COLOR=blue][/COLOR]
[COLOR=blue]Ayrıca şu ayetlere de bakabilirsiniz: 29/63; 43/11; 47/26; [/COLOR]
[COLOR=blue]Onlar da doğrudan müteaddi oldukları halde mef’ulunun başında *cer harfi bulunanların numaralarını vermedimki, bunlarda geçişi sağlayan bu edatladır denmesin diye. Halbuki o edatlar bu fiili teaddi yapmıyorlar, yapanları olanlar da daha fazla teaaddi yapmak içindir. [/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=#402e01]Bakara 97, 98: ** [/COLOR][COLOR=red]De ki[/COLOR][COLOR=#402e01]: “Kim Cibril’e düşmansa[/COLOR][COLOR=red], bilsin ki şüphesiz O [Allah], onu[/COLOR][COLOR=#402e01] [cibrili], kendisinden öncekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine [/COLOR][COLOR=red]Allah’ın izniyle indirmiştir[/COLOR][COLOR=#402e01]. Hakkı YILMAZ[/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=#402e01]BAQARA 97: QUL MEN* KANE ADUVVEN Lİ CİBRİLE* FE İNNE HU NEZZELE HU ALA QALBİKE Bİ İZNİLLAH…[/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=blue]“O (Allah), onu ... Allah’ın izniyle indirmiştir.!!![/COLOR]
[COLOR=blue]Yorum yok.[/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=#402e01]Bakara suresinin 97. ayetine dikkat edilirse orada “onu” ve “o” diye iki tane üçüncü şahıs zamiri vardır. Bu zamirler anlamlandırılırken maalesef genellikle “… onu [Kur’an’ı] O [Cebrail] … indirmiştir” denilmektedir. Fakat böyle bir meal yanlıştır. Zira ayette, hatta pasajda “o” zamirinin gösterdiği “Kur’an” ya da “vahy” diye bir sözcük mevcut değildir. Bu ayet ayrı bir necm olmayıp Yahudileri tanıtan bir paragrafın ara cümlesidir. Ayetteki “onu” zamiri, ayetin kendi içindeki “cibril” sözcüğüne racidir. “ [/COLOR][COLOR=#402e01]فإنّه[/COLOR][COLOR=#402e01]Feinnehü [bilsin ki şüphesiz O]” ifadesindeki “O” zamiri ise Allah’ı göstermektedir.[/COLOR][COLOR=#402e01] Hakkı YILMAZ[/COLOR]
[COLOR=#402e01][/COLOR]
[COLOR=red]Bu ayette dikkat edilecek bir diğer husus, buradaki “ [/COLOR][COLOR=red]نزّل[/COLOR][COLOR=red]nezzele” fiilinin, yukarıda sunduğumuz Nahl suresinin 102. ayetindeki “nezzele” fiilinin aksine, geçişli olarak “indirmiştir” anlamıyla çevrilmiş olmasıdır. Bunun sebebi, ayetteki “* [/COLOR][COLOR=red]على[/COLOR][COLOR=red] [/COLOR][COLOR=red]قلبك[/COLOR][COLOR=red]ala kalbike” ifadesinin başındaki “ [/COLOR][COLOR=red]على[/COLOR][COLOR=red]ala” edatıdır. “Ala” edatı, genelde “üzerine” anlamını ifade eder.[/COLOR][COLOR=#402e01] Ama Arap dilinde “ [/COLOR][COLOR=#402e01]ب[/COLOR][COLOR=#402e01]be” edatının “ilsak [yaklaştırma, bağlama]” anlamı da çok kullanılır. Zaten dikkat edilirse tüm meallerde “kalbinin üzerine” diye değil, “kalbine” olarak verilmektedi[/COLOR][COLOR=#402e01]r. Ayetteki “[/COLOR][COLOR=red]ala” edatı “be” anlamına kullanıldığında Arapça dili kuralları gereği “lazım [geçişsiz]” fiili “müteaddi [geçişli]” hâle getirir. Burada da işte bu nedenle geçişsiz “nezzele [indi]” fiili, geçişli “enzele [indirdi]” anlamına dönüşmüştür. Bu durumun Kur’an’da onlarca örneği mevcuttur. “Nezele” fiilinin “tef’il” babından olan fiil ve mastarları incelenirse, ya lâfzen veya takdiren “harf-i cer” ile müteaddi yapıldığı, ya da sözcüğün “be” edatına gerek kalmadan kıraat farklılığı ile geçişli anlama dönüştürüldüğü görülecektir. Örneğin klâsik kaynaklarda, İsra suresinin 82. ayetindeki “ [/COLOR][COLOR=red]ننزّل[/COLOR][COLOR=red]nünezzilü” sözcüğünün “ [/COLOR][COLOR=red]نُنْزِلُ[/COLOR][COLOR=red]nünz ilü” ve “ [/COLOR][COLOR=red]يُنْزِلُ[/COLOR][COLOR=red]yünz ilü” şeklindeki kıraatlerinin de varlığı görülmektedir. Yani İsra/82’deki “nünezzilü” ifadesi geçmişte[/COLOR][COLOR=red] “nünzilü” veya “yünzilü” olarak da okunmuştur. Şimdi de okunabilir. Bizim tercihimiz de bu yöndedir. Hakkı YILMAZ [/COLOR]

[COLOR=blue]Bunların doğru olmadığını yukarıda anlatmıştım. [/COLOR]
[COLOR=blue]Ayrıca ,İsra/82. ayetteki “NUNEZZİLU” fiili de* “NUNZİLU” gibi muteaddi olduğundan dolayı ve de aynı manaya gelmeleri hasebiyledir ki biri diğerinin yerine kıraat edildikleri rivayetleri vardır. [/COLOR]
[COLOR=blue][/COLOR]
[COLOR=blue]Muhabbetle... *[/COLOR]
[COLOR=blue][/COLOR]
[COLOR=red][/COLOR]

[URL="http://www.hanifdostlar.net/forum_posts.asp?TID=4738&PN=0&TPN=1"]kaynak[/URL]
[/QUOTE]

dost1 23. March 2010 01:31 AM

Selamun Aleykum! Değerli Apollonıus Kardeşim!


Allah razı olsun. Hakkı Yılmaz Kardeşimizin astığınız yazıdaki sözkonusu olan, [B]vahyin bir bölümünün adı olan “Cebrail” in Kur’an’ın birçok ayeti ile çelişki oluşturacak şekilde kişiselleştirilerek aslı olmayan evham mahsulu bir yaratık oluşturulmasına yapılan itirazdır.[/B].

Söz konusu meali yapan Hakkı Yılmaz her yazısını “el ismetu lillahi vahdeh” diye bağlayan birisidir. Kimliği ve adresi bilinmeyen birisi değildir. Sitelerinde doğum yerinden mail adresine kadar her türlü bilgiler mevcuttur.

"Hakkı Hoca’nın çelişkili örneklerini aşağıda *göstereceğim gibi, yayınlayacağı mealinde de onlarcasını *müşahede imkanını bulacaksınız."

diye yazan bir kardeşimizin saptadığı hataları yazarına ulaştırması Müslüman olarak bir iman borcu değil midir? Bildirmemesi kendisini bildiği halde bildirmediği için vebal altına sokmaz mı?

Önemli olan, dil hakimiyeti ve yeterli Kur’an birikimi olan kardeşlerimizin belli bir , samimiyet içerisinde yazdıkları yazılarını ilgili kişiye ulaştırmalarıdır.

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet olunuz.

Apollonius 23. March 2010 02:55 AM

[QUOTE=dost1;5083]
diye yazan bir kardeşimizin saptadığı hataları yazarına ulaştırması Müslüman olarak bir iman borcu değil midir? Bildirmemesi kendisini bildiği halde bildirmediği için vebal altına sokmaz mı?

Önemli olan, dil hakimiyeti ve yeterli Kur’an birikimi olan kardeşlerimizin belli bir , samimiyet içerisinde yazdıkları yazılarını ilgili kişiye ulaştırmalarıdır.
[/QUOTE]



Selam;

Haklısınız, bence de öyle olması gerekir. Sayın Hakkı Yılmaz'ı da, alıntısını yaptığım şahsı da hiç tanımam. Farklı bir görüş olduğu için bulunsun istedim. Eğer dilerseniz, bu görüşünüzü kaynak verdiğim adresten kendisine bildirebilirsiniz

pramid 22. November 2010 01:09 PM

[QUOTE]Şuara 192–194: * Kesin olan şu ki, o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
** Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine “er-Ruhü’l-Emin [Güvenilir Ruh]” indi.[/QUOTE]

Şu’arâ 193 نزل به الروح الأمين

Şu’arâ 210 وما تنزلت به الشياطين

isra 105,hadid 16, saffat 177 ayetlerinede bir bakın allah nasıl kullanmış sözcükleri.

arkadaşlar yukarıda yazdığım ayetleri bir karşılaştıralım.. allah ilmimizi artırsın

birde word kuran bulabilirsen(diyanetmeal olarak arama motorundan arayıp indirebilirsiniz.) arapça olarak "nezele" "bihi el" "nezzele" olarak arama yapmanı öneriyorum. arapça kaideleride allah kuranda nasıl yazmış bir görelim bakalım.

Ali Rıza Borazan 24. November 2010 12:09 PM

KURAN’DA GEÇEN RUH CAN VE RUHUL-KUDÜS KELİMELERİNİN TANIMLANMASI
Kuranda kullanılan, hiçbir kelime hiçbir kelimenin yerine kullanılmamıştır. Her kelime kuran içerisinde farklı bir yer işkâl etmiştir. Dünya üzerinde yedi milyar insan varsa bu yedi milyar insanın parmak uçları hiç biri hiç birine benzemez. Bir Ağaç üzerinde milyonlarca yaprak olsa da bunların hiç biri diğer yaprakla aynı değildir. Allah Böyle Muazzam bir kâinat muazzam bir kitap göndermiştir.

İşte Kurandaki bir ayetin ve bir konun düzgün anlaşılabilmesi için o ayet ve konuda geçen kelimelerin önce ne anlama geldiği kuran içerisinde aranarak ne anlama geldiği tespit edilmesi gerekmektedir. Bir de Kuran dışından kuranda geçen bir kelime hakkında yapılan tanımlar, kuranda geçen kelimenin, tam anlamını veremediğinden kuranda geçen diğer kelimelerin tanımlarıyla çatışmakta böylece, ayetlerin ve konuların yanlış anlaşılmasına neden olmaktadır. Şimdi kuranda geçen konumuzun ana başlığını oluşturan ruh ve can kelimelerini ayrı ayrı kuranda arayarak düzgün tespit edersek bu kelimeler geçen ayet ve konuların doğru anlaşılmasına katkıda bulunacağını ümit ediyorum.

RUH
42/52- Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun.

Bu Hitap, son peygamber hz. Muhammet (sav) medir. “Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik” Vah yedilen ruh, peygambere, vah yedilen vahiy için kullanılmış. Bir başka deyişle gönderilen kurandır.

4/ 171- Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın elçisi ve kelimesidir. Onu (�L�kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve elçisine inanınız; "üçtür" demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek İlah'tır. O, çocuk sahibi olmaktan Yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa o’nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Şimdi bu ayette Geçen ruh ile ilgili cümleyi alalım.” . Onu (Ol kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Burada ruh kelimesi Hazreti isa peygamber için kullanılmıştır. O insanlara konuştuğu ve anlattıkları vahiydir. Bu sebeple Allahın bir kelimesini oluşturmaktadır.

15/29- "Ona bir biçim verdiğimde ve ona Ruhum'dan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın

Burada Kullanılan ruh; ona Ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın.
Burada insan olmanın özelliklerini ortaya çıkaran bir ruh oluyor. Bir başka deyişle Allahın kendi ruhundan üflediği, ruh insanda kullanılıyor. Bu insana üflenen ruh ile peygamberlere gelen ruhtan farklıdır. İnsanlarda bu ruh hem rahim sıfatı ile hem da cebbar sıfatı ile insan hayat buluyor. Bir başka deyişle insan her iki yöne de gidebilme özelliği le her iki yönde de hayat bulabiliyor.

16/ 2- Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: Benden başka İlah yoktur, şu halde Benden korkup-sakının, diye uyarın."

Bu Ayette de Allah’ın kendi emrinden olan ruhu kullarından dilediklerine “Benden başka İlah yoktur,” Burada dilediklerine derken yol seçme özgürlüğü olan insanlara vahyin yolunu tercih edenler, feraset penceresini açanlar anlamında kullanılmıştır. Yoksa Allah kimseye zulmetmez. İnsan fıtratından gelen o rabbim sen sin sözü ie kucaklaşan bir anlayışı yaşamına götüren anlamında olan ruhtur.

17/ 85- Sana ruhtan sorarlar; de ki: "Ruh, Rabbimin emrindendir, size ilimden yalnızca az bir şey verilmiştir."

Burada Tanımlanan ruh, diğer kuranda tanımladıklarının dışında olan bir ruhtur ki, “Ruh, Rabbimin emrindendir.” Allah hakkında olan bilgidir. Bunu başka ayetlerle açıklamamız gerekiyor.
91/1- Güneş'e ve onun parıltısına andolsun,
2- Onu izlediği zaman Ay'a,
3- Onu (Güneş) parıldattığı zaman gündüze,
4- Onu sarıp-örttüğü zaman geceye,
5- Göğe ve onu bina edene,
6- Yere ve onu yayıp döşeyene,
7- Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene',
8- Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).
9- Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.
10- Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğra
Kâinatı yaratıp arşa istiva eden ve kâinatta olup biten her şey onun kontrolü altın da olan ruhtur. Diğerlerine akseden ruh hep bu ruhun tezahürü ile olmaktadır.


19/ 7- Sonra onlardan yana (kendini gizleyen) bir perde çekmişti. Böylece ona ruhumuz (Cibril'i) göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü.

Düzgün bir beşer kılığında görülen elçi olan bir beşer ” Böylece ona ruhumuz (Cibril'i) göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü. Bu da diğer ayetlerin açıklamasına ihtiyacı var. Düzgün beşer olanlar hep kuranda peygamberler için kullanılmıştır.

18/110- De ki: "Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin İlahınızın tek bir İlah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın."
Düzeltilmiş olan beşerler peygamberlerdir. Her peygamber kendilerinden önceki gelen peygamberleri doğrular ve tasdik ederler ve kendilerinden sonra gelecek olan peygamberleri de müjdelerler. Bu Bile Kuranın bir insan uydurması olamadığına yeter ve artar bile.


21/ 91- Irzını koruyan (Meryem); Biz ona Kendi ruhumuzdan üfledik, onu ve çocuğunu insanlığa bir ayet kıldık. Buradaki ruh nahl suresi ikinci ayetteki anlatılan anlamında olan bir ruhtur.

32/ 9- Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?

Yine insana üfürülen ruhun insan üzerinde ne gibi bir etki gösterdiğini anlatan bir ruhtur. “Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?”

38/ 72- "Onu bir biçime sokup, ona Ruhum'dan üflediğim zaman siz onun için hemen secdeye kapanın."

Burada secde edecek konuma gelen bir halife anlamında bir insandan söz ediliyor.

40/ 15- Dereceleri yükselten Arş'ın sahibi (Allah), 'toplanma ve buluşma' günü ile uyarıp-korkutmak için, Kendi emrinden olan ruhu kullarından dilediğine indirir.

58/ 22- Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları Kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.
Burada tanımlanan ve kendinden bir ruh ile desteklenen kuranda örneği verilen muhacirler ve ensardan söz etmektedir. Bu tip müslümanlar bir birlerine kenetlenmiş o Allahın tanımladığı bir topluluığu oluşturmuşlardır Allah bunlardan razı olmuştur.


66/ 12- İmran'ın kızı Meryem'i de. Ki o kendi ırzını korumuştu. Böylece Biz ona ruhumuzdan üfledik. O da Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti. O, (Rabbine) gönülden bağlı olanlardandı.
70/ 4- Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.
78/ 38- Ruh ve meleklerin saflar halinde duracakları gün; Rahman'ın kendilerine izin verdikleri dışında olanlar konuşmazlar. (Konuşacak olan da,) Doğruyu söyleyecektir.
97/ 4- Melekler ve ruh, onda Rablerinin izniyle her bir iş için inerler.
Kuranda tanımlanan Ruhu Bu ayetleri anladıktan sonra şöyle izah edebiliriz.
RUH: Allah’ın Kendisine ait sıfatların kâinata yansıması ve onlarda tecelli etmesidir. Ve böylece gönderilen ruh ile onların hayat bulmalarıdır.
O zaman Kuranda Allahın ruhundan üfleyip de şekillenen varlıkları tanımlamaya çalışalım.
1- Allah peygamberlere gönderdiği vahiylere ruh demiş. Ve bu vahiylerle cehaletten kurtularak, vahye tabi olanların aydınlanması anlamında olan ruhtur.
2- Peygamberlerde olan ruh Bulunmuş olduğu kendi toplumlarında gönderilen vahiylerle bütünleşip toplumda örnek bir yaşam sergilemesi nedeni ile ruh anlamında kullanılmıştır.
3- Ruh İnsanda şekillenmiş insana hayat vermiş ruh olmuş.
4- Ruh Hazreti Meryem’de onu toplumla arasını ayırarak, Allahın vahiylerine gebe bir peygamber oluşmasına neden olmuş.
5- Ruh Evrene yansımış Evrende muazzam bir düzen intizam sağlamıştır.
KUTSAL RUH (Ruhul-kudüs)
2/ 87- Andolsun, Biz Musa'ya kitabı verdik ve ardından peş peşe elçiler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le teyid ettik. Demek, size ne zaman bir elçi nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?
2/ 253- İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve O�u Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelen (ümmet)ler, birbirlerini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır.
16/ 102- De ki: "İman edenleri sağlamlaştırmak, Müslümanlara bir müjde ve hidayet olmak üzere, onu (Kur'an'ı) hak olarak Rabbinden Ruhu'l-Kudüs indirmiştir."
5/ 110- Allah şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin iken de insanlarla konuşuyordun. Sana Kitab�, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde (bir şeyi) oluşturuyordun da (yine) iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, (yine) Benim iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun. İsrailoğulları�a apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkara sapanlar, "Şüphesiz bu apaçık bir sihirdir" demişlerdi (de) İsrailoğulları�ı senden geri püskürtmüştüm."
26/ 193- Onu Ruhu'l-emin indirdi.
Ruh: Allah’a has bir olgunun yaratıklara üflemesi veya vermesi ile onlardaki hayat biçimlerinde fiilen görülen emarelerdir.
Ruhu-l-Kudüs: Gönderilen peygamberler için kullanılmıştır. Peygamberler vahiylerin güdümünde Allah’ın Gösterdiği yolda yürüyen yanıldığı zaman düzeltilen, insanlarla kendisi arasında insanlara örnek bir modeldir.

CAN
Kuran’da geçen can kelimesi, Ruh kelimesinden nüans farkı ile ayrılmaktadır. Can ile Ruhu biri birinden ayıran temel özellik, Can her canlının dünya yaşamında ayakta kalmasının temel şartıdır. Ruh ise; canlıları kendi görevleri içerisinde görevlerine uygun bir hayat sergilemesidir.
Bir İnsan peygamber bir insan da peygamber değildir. Peygamberi peygamber yapan ondaki sadece canlılık olan olgu değil, onun tolumla olan iletişimin Allahın tanımladığı şekilde şekillenmesidir. Ama diğer insanlarda bu böyle değildir. Onlar takva yolunda gidebildikleri gibi fısk ve fücur yolunda da gidebilmektedirler. Onların düzelticisi kuran veya toplumlar peygamberlerdir.
2/ 2- Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."
2/ 155- Andolsun, Biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele
2/ 164- Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında, rüzgârları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.
3/ 54- Sonra kederin ardından üzerinize bir güvenlik (duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da, canları derdine düşmüştü; Allah'a karşı haksız yere cahiliye zannıyla zanlara kapılarak: "Bu işten bize ne var ki?" diyorlardı. De ki: "Şüphesiz işin tümü Allah'ındır." Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar, "Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilend
3/ 186- Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir.
42/ 29- Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir.
4/ 95- Mü'minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) va'detmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır.
5/ 45- Biz onda, onların üzerine yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir kefarettir. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır.
6/ 38- Yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.
6/ 93- Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken �ana da vahy geldi" diyen ve "Allah'ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim" diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: "Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz" (dediklerinde) bir görsen.
9/ 55- Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında azaplandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister.
15/ 27- Ve Cann'ı da daha önce 'nüfuz eden kavurucu' ateşten yaratmıştık.
55/ 15- Cann'ı da 'yalın-dumansız bir ateşten' yarattı.
Can, Ruh, Kutsal Ruh, Kelimelerini, Aktardığımız Ayetler ışığında tanımlayacak olursak,
CAN: Allahın Evrende yarattıkları, evrenin yasalarında olan kanunlarla bütünleşen, doğar, büyür ve ölür, yasalarıyla örtüşen varlıklarda onların bir süreç içerisinde eceline kadar diri tutan enerji olan ve dumansız ateşten yaratılan bir varlıktır.
RUH-ÜL KUDÜS: İnsanlar içerisinde Kendisini nefsin azgın tutkularından arındırtarak Allaha ulaşmak için çaba sarf edenlerin Allah’tan peygamberler için vahiyle diğer insanlardan peygamberlere tabi olanları, doğru bir yolda yürümelerinin Allah tarafından desteklenmesi ve onaylanmasıdır.
RUH: Her canlıda veya cansız varlıklarda, Allahın kendi özelliklerinden Yaratıklar üzerinde yansımasının bir tezahürüdür. İnsan olanlarda verilen tezahürü Onların kendi özgür iradeleriyle gittikleri veya gitmek istedikleri yönde yollarının açılmasıdır.
Peygamberlerde, Olan ruh Peygamberlerin Allahın şstediği şekilde yaşamasının tecellisidir.

pramid 25. November 2010 07:41 AM

ruh allahın bir bilgisidir. bu bilgi hem temiz hem güvenilirdir. bu ruh allahın bir mülkündendir. yani bilgi allahındır. bize ise bilginin çok az bir kısmı verilmiştir. bizim üzerinde anlaşamadığımız ve hayal edemediğimiz isayı oluşturan bilgi bize verilmeyen bir bilgi türü. bu nedenle hıristiyanlar sapıttı. çünkü o bilgi hakkında fazla bir birikimleri yoktu çünki az bir seviyede insana allah bildirdi.

cibril meselesine gelince

[QUOTE]19/ 7- Sonra onlardan yana (kendini gizleyen) bir perde çekmişti. Böylece ona ruhumuz (Cibril'i) göndermiştik, o da, düzgün bir beşer kılığında görünmüştü.[/QUOTE] bu ayette niye parantez içine almayı uygun gördünüz cibril kelimesini.

galiba hala bir bilgi tanrısının olması gerekiyor değilmi. allah şah(toplar) damarımız kadar yakın iken niye bir aracı kullanılıyor. melekleri hala bir canlı olarak mı düşünüyorsunuz.

Kur’an melek diye güç sahibi olmayı kastediyor. Allah’ın melekleri, Allah’ın güçleri demektir. Rüzgar, fırtına, gök gürültüsü, yağmur gibi tabiatta varolan kuvvetler… Tabiatta varolan bir takım işlevsel fonksiyonlar… Hatta insanın bir takım ruhi ve psikolojik durumları…

Peygamberimizin “Gök gürültüsü (ra’d) meleklerden bir melektir” ([B]Tirmizi; Tefsir 13, Kurtubi; 2/19 tefsiri[/B]) demesi bunu gösterir.

Dolayısıyla Kur’an’da bu kökten gelen kavramları tasnif edersek:
Mülk güç,
melik güç sahibi (özne),
meleke güç fiili (yüklem),
melek fiilin mef’ulu (yüklemin nesnesi),
melekut da fiil/yüklem alanı veya sahası oluyor.

Yani “el-melik”, “melekelerini” kullanarak “melaikeyi” ortaya çıkarıyor, bunların tezahür ettiği sahaya (alem) de “melekut” diyor. Bunu için de “mülk” O’nun oluyor. Bütün bunların mihverinde Allah var ve hepsi O’nunla ilgili…

Kur’an der ki: “Rabbiniz gökleri ve yeri altı evrede yaratan, sonra görkemli egemenliği ile iş ve oluşu çekip çeviren Allah’tır. Bu yaratma İKİNCİSİ OLMADAN yalnızca kendisinin iradesi iledir. İşte Rabbiniz Allah budur. Şu halde O’na ibadet ediniz. Bu zihin tutulması neden?” ([B]Yunus; 10/3[/B])

Yani: Allah gökleri ve yeri, O’nunla birlikte/O’na yardım eden ikinci bir aracı (şefi’) olmaksızın, tek başına yaratmıştır… Ayetteki şefi’ bu bağlamda “ikinci” anlamına geliyor. Çünkü ahirette günahkârlara şefaatçi bulunup bulunmayacağı değil; göklerin ve yerin yaratılışı anlatılmaktadır. “Allah bu yaratmayı yaparken (halen de yaratıyorken çünkü yaratma sürüyor) yanında ikinciler veya yardımcılar, aracı tanrılar, yarı tanrılar, tanrısal melekler vs. var mıydı?” gibi bir soruya cevap verilmektedir.

Çünkü eski dünya dinleri bir yüce tanrıdan başka ikinci, üçüncü alt tanrılar, yarı tanrılar, cinler, ifritler, tanrının yaratmada yardımcısı melekler anlayışı ile doluydu. Tanrı yaratmayı direk kendisi yapmaz, onlara havale ederdi. Bir kralın ülkesini oğulları arasında taksim etmesi ve bir çok yetkisini onlara devretmesi gibi Yahudi muhayyilesindeki “dört büyük melek” anlayışı da buradan geliyordu. Daha önceki dinlerde yüzlerceyken bunlarda dörde indirilmişti. Kur’an’ın tevhid ilkesi gereği bu, bir tek Allah’ın doksandokuz, bin, üç bin, beş bin, binlerce ismi, niteliği, melekesi, fonksiyonu, kuvveti haline getirildi. Çünkü Allah birdir (ehad) ve isimleri, sıfatları ve melekeleri ile bölünmez bir bütündür (samed)…

Yani Tanrı bir tanedir ve Tanrılık sadece O’nda toplanmış olup O’ndan kimseye geçmez. Yaratmada, iş ve oluşta kimseyi vekil tayin etmez, bütün her şeyi doğrudan kendisi yapar. Örneğin Yahudi muhayyilesinde geçtiği gibi bitkileri ve mevsim işlerini Mikail’e, ölüm işlerini Azrail’e, vahiy işlerini Cebrail’e, kıyametin kopuşunu İsrafil’e havale etmiş değildir. O’nun “şefi”i yoktur. Bütün bunları direk kendisi yapar…

şu atalar dinini terk edelim lütfen.

[B]ali rıza bey allah ilminizi ve ilmimizi artırsın.[/B] sizin yazılarınızı okuyorum ve taktir ediyorum.

kuranda benzeşen(müteşabih) kelimeler dışında hiç bir kelime farklı anlamlarda kullanılmamıştır.

pramid 25. November 2010 07:52 AM

[B]aşağıda kullanacağım ağır ithamlardan dolayı kusurada bakmayın. bu atalar dinini sevmiyorum.[/B]

meleklerin isimlendirilmesi ile ilgili

Bu isimler (Cebrail, Azrail, Mikail, İsrafil vb.) Allah’ın iş ve oluşu (şe’n/emr) meydana getiriyorken ki melekeleridir. O’ndan gayrı birer ikinci (şefi’) değil. İnsanlar zamanla Allah’ın yapıp edişini, edip eyleyişini (melekelerini) bu isimlerle ifadelendirmişler.
Cebr-El: Tanrı’nın gücü… Azra-El: Tanrı’nın durduruşu/engelleyişi… Mika-El: Tanrı’nın övülüşü, tesbihi… İsraf-El: Tanrı’nın soluğu, nefesi… Samu-El: Tanrı’nın işitişi/Tanrı’yı duyan… İsra-El: Tanrı’nın yürüyüşü/Tanrı ile yürüyen… Rafe-El: Tanrı’nın yüceliği/Tanrı’ya yükselen… Bunların hepsi İbranice… Böyle yüzlerce isim var. Yahudi isimleri genellikle böyledir.
Adı üzerinde Cebrail Allah’ın konuşma/vayhetme gücünü, Mikail mevsimleri yaratma gücünü, Ezrail ölüm, İsrafil hayat ve yaşam verme gücünü ifade eden özellikleri/melekeleridir. Bu isimlerin zamanla Tanrı’dan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklarmış gibi algılandığını görüyoruz. Kur’an yer yer bu muhayyileye hitap etmekle birlikte dönüştürmüş ve hepsini “tek bir Allah’ın” güzel isimlerinde toplayarak “Esmau’l-Hüsna”yı getirmiştir. Bu kültürden hareketle Abdullah (Allah’ın kulu), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Nurullah (Allah’ın ışığı), Nimetullah (Allah’ın nimeti), Lutfullah (Allah’ın nimeti) vb. Müslüman isimleri doğmuştur.
Demek ki bu isim ve sıfatlar Allah’ın “melekeleri” oluyor. O’ndan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklar değil; O’nun kendisi de değil; alemde yani tarihte, hayatta, tabiatta ve insanda tecelli eden iş ve oluşu, yapıp edişi, edip eyleyişi…
Kur’an’ın ilk muhataplarına sorsan bir Allah’a inanırlar ve fakat O’nun “samed” olduğunu kabul etmezlerdi. Gökte bir tanrıya inanmakla birlikte, O’nun, tanrılığı alt tanrılarla (min dunillah) bölüştüğünü, paylaştığını düşünürlerdi. İşte samed ilkesi bunu reddediyor. Allah’ın tanrılıkta bölünmez, paylaşma ve ortaklık kabul etmez bir bütün olduğunu ilan ediyor. Bunun içindir ki özellikle ilk sureler Allah isminden ziyade O’nun “melekelerine” vurgu yapar. Şunu demek ister: Bir Allah’a inanmak yetmez, O’nun alemle; tarihle, hayatla, insanla, tabiatla dinamik ilişki içinde olduğuna, güçleri, isimleri, melekeleri ile aramızda olduğuna da inanacaksınız… Şu halde “Her kim Allah’ın alemdeki tasarrufunun bin bir çeşit görünümlerine yani “melekelerine” düşman olursa Allah’a düşmanlık göstermiş olur” ne demek anlaşılıyor olmalı…
Keza “Kim Allah’a; meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına ve ahiret gününe iman ederse…” de şu oluyor: “Kim insanla, tarihle, hayatla ve tabiatla iletişim içinde olan Allah’a; alemde tecelli eden güçlerine (melaiketihi), tarih boyunca gelen elçilerine (rusulihi), kitaplarına/hitaplarına (kutubihi), gelecekte de (yevmu’l-ahir) hesap soracağına iman ederse… İşte böyle insanlıkla canlı ve dinamik ilişki içinde olan (hayyu gayyum) Allah’a iman ederse, bilsin ki, kopmayan bir kulpa yapışmış olur ki asıl iman da budur. Yoksa müşriklerin gökte oturup duran, yarattıkları ile iletişimsiz, yetkilerini alt tanrılara (dunillah) devretmiş, vurdumduymaz tanrısı o “Gökteki”ne (Mülk; 67/16-17) değil…
“Allah’ın meleklerle konuşması” ise metafiziği kavratma amaçlı olduğu için teşhis (kişileştirme) ve intak (dile getirip konuşturma) anlatım sanatları kullanılarak aktarılan Aliya İzzetbegoviç’in tabiri ile “semavi prolog” (gökteki ilk konuşma) oluyor.
Yunus Emre’nin “Sordum sarı çiçeğe” ilahisinde çiçekle girdiği diyalog veya Yusuf Has Hacip’in “Kutadgu Bilig” (Kutlu Bilgi) adlı eserinde dört şey: Devlet/adalet/hükümdar (Kün-Toğdı), mutluluk (Ay-Toldı), akıl (Öğdülmiş), akibet (Odgurmuş)’u birbiriyle konuşturması, kişileştirmesi, diyaloglaştırması gibi… Böyle anlatımlar çoktur. Bunlara edebiyatta gerçeküstücü öykülendirme deniyor.
Allah’ın melekler ve iblisle konuşması de böyledir. Yani sembolik olup aslında ortada Allah’tan başka kimse yoktur. Allah bir takım olay ve durumları kişileştirmekte, sonra da kişileştirdiğini dile getirip konuşturmaktadır. Aksi halde Allah’a yer, zaman, mekan, meclis biçmiş oluruz. Dağları, yeryüzünü, insanın iç dünyasını, vicdanını (ahd-i misak ayeti), ellerini, derilerini dile getirip konuşturması veya güneşi, ayı, yıldızları vs. dile gelip konuşmaya çağırması da böyledir. Bunlar metafiziği kavratma amaçlı yerlerde böyle olup Kur’an’da örnekleri çoktur. Fakat örneğin kıssalar böyle değildir. Onlara da toplumsal gerçekçi öykülendirme diyoruz.
Kendisine Allah hitap ederken Peygamberimizin algıladığı/gördüğü şeyin “Allah’ın gücü” olduğunu ve asasında “Cebrail” (Tanrı’nın gücü) diye buna dendiğini şu rivayetlerden de anlarız: “Resulullah (sav) buyurdular ki: “Bu gece Rabbimden bir (melek, elçi olarak) geldi. -Bir rivayette ise şöyle demiştir: “Rabbim bana en güzel bir surette geldi” ve “Ey Muhammed!” dedi…” (Tirmizi; Tefsir, Sad, 3231, 3232). Yani “Melek/Cebrail olarak bana en güzel surette görünen şey Rabbimin vahyetme gücüydü.” demek istiyor…
Yani “Gördüğü şey Allah’ın kendisi değildi; bilakis Allah’ın gücünün, eşiz güzelliğe sahip görkeminin her yanı kaplaması (zu merratin fe’steva), yüksek ufuk çizgisinde belirmesi (ufuki’l-a’la), yaklaşarak iyice sarkması (dena fetedella), aralarında iki yay hatta daha da yakın mesafeye (gabe gavseyni ev edna) kadar belirerek görünmesiydi” demek istiyorlar (Necm; 53/6-9). İşte buna Allah’ın gücü (Cebrail) diyoruz. Allah’ın kendisi değil; ondan ayrı bir varlık da değil; bilakis onun güç/konuşma/vahyetme melekesi… Bu melekenin kolay algılanması için “kişileştirme” yapılarak ifade edildiğine dikkat ediniz…
Keza “Yeryüzünde dolanan seyyah melekler vardır, zikr edenleri gözleyen melekleri vardır, rahmet melekleri, gazap melekleri vardır, ölüm meleği vardır, dağların meleği gelerek şöyle dedi…” vb. rivayetler hep tek bir Allah’ın aramızda dolanan gücünü, kudretini, bilmesini, görmesini, sevgisini, merhametini, öfkesini, kızgınlığını, yapmasını, etmesini, eylemesini yani binbir çeşit “melekelerini” kavratmak için kullanılan ifadelerdir. Allah’ın insanda ve alemde tezahür eden melekeleri ve bunun görkemi, büyüklüğü…
Kur’an’da melek, melekut, mülk, melekutu’s-semavati ve’l-arz kavram ve ifadeleriyle hep bu görkemin ve büyüklüğün anlatılmaya çalışıldığını görüyoruz. Örneğin (aynı kökten gelen) “Mülk” suresinin hemen başında şöyle denir: “Şu görkemli egemenliğin sahibi (bi yedihi’l-mülk) ne yücedir!” Sonra sure boyunca “bi yedihi’l-mülk”ten örnekler verilir: Hayat ve ölüm… Yedi kat gök…Işık saçan yıldızlarla süslenmiş dünya göğü… İnsanın iç dünyasında (zati’s-sudur) olup bitenler…Ürünlerle (rızk) dolu yeryüzü…Sıra sıra kanat çırparak uçuşan kuşlar…Kulaklar, gözler ve gönüller verilerek inşa edilmiş insan…Ve sure şöyle biter: “Bir sabah kalktınız sular çekilmiş, kim getirecek size suyu? (Mülk; 67/1-30)
Bütün bunlar Allah’ın güç ve kudret “melekelerinin” (melaiketihi) tezahürü sonucu (ez-Zahir) olan yerin ve göğün “melekutu”dur (melekutu’s-semavati ve’l-arz). Allah işte bu görkemli egemenliğin sahibidir (bi yedihi’l-mülk): “Haydi, çevir gözünü, bir kusur görebiliyor musun? Sonra tekrar tekrar bak, aradığını bulamayacak, yorulup aciz kalacaksın!” (Mülk; 67/3-4)…
Nedir insanoğlunun aradığı?
Görüneni bırakıp görünmeyenler üzerinden spekülasyonlar yapmak… Hayatı, ölümü, yeri, göğü, yıldızları, iç dünyasını, uçuşan kuşları, kulakları, gözleri, gönülleri vs. atıp tutmaların konusu yapmak, yani bunlar üzerinden ğaybı taşlamak! Oysa böyle yapanları bekleyen alevli bir ateşten başkası değildir (Mülk; 67/5): “Tepelerinde sıra sıra kanat çırparak uçuşan kuşları (tayri fevgahum saffat) görmüyorlar mı? (Mülk; 67/19).
Bu “saffat” sözcüğü de ilginçtir. “Saf saf, sıra sıra” anlamına geliyor. Şu ayetler üzerinde düşünün: “Göklerde ve yerde olan kimseler (örneğin) sıra sıra uçuşan kuşlar (tayru saffat) O’nu yüceltir, hepsinin salatı ve teshibi vardır. Göklerin ve yerin egemenliği (mülku’s-semavati ve’l-arz) Allah’ındır.” (Nur; 24/41-42)… “Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Elbette biziz saf saf dizilenler, biziz! Elbette biziz o tesbih edenler, biziz!” (Saffat; 37/164-166)…
Karşılaştırmalı olarak ilgili yerleri inceleyin, yerde ve göklerde sıra sıra, saf saf dizilmiş olanların bir takım tabiat varlıkları (ay, güneş, bulutlar, gökgürültüsü, yıldırımlar, yıldızlar, gezegenler, kuşlar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, dağlar, dereler, ırmaklar, göller, denizler vs.) olduğunu, Kur’an’ın bunlara “yerin ve göklerin melekutu” (meleketu’s-semavati ve’l-arz), “O’nun görkemli egemenliği” (bi yedihi’l-mülk) dediğini göreceksiniz. Dolayısıyla “melaiketihi” (O’nun melekeleri/güçleri) bununla ilgilidir. O günkü yerleşik ve yaygın din dilinde öyle dendiği için Kur’an bu dil üzerinden konuşmaktadır.
“Şeytan” veya “İblis” kavramları da teşhis ve intak sanatı kullanılarak şahıslaştırılıp konuşturulan alemdeki “kötülük durumlarını” ve insandaki “kötülük dürtülerini” ifade ediyor. Yoksa insanın dışında kazma dişli, çirkin suratlı harici bir varlık değildir. Bunu en iyi Peygamberimizin şu sözlerinden anlarız: “Şeytan, sizin içinizde kanın damarda dolandığı gibi dolanır.” (Buhari; İtikaf, 956), “Şeytan uyuyanın genzinde geceler” (Buhari; Bed’ul-Halk, 1359) “Şeytan da, melek de insanoğluna birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayıra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah'tandır ve hemen Allaha hamdetsin. Kim de içinde kötülük ve inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah'a sığınsın.” (Tirmizi; Tefsir, 2991).
Keza Kur’an’a göre cinlerin/şeytanların tabiatı “kavurucu ateştir” (Hicr; 27)…
Görüldüğü gibi şeytan hep insanla ilişkilendirilerek tasvir ediliyor: İçinde dolanır (öfke, hırs, şehvet kabarması)… Burnunda geceler (burnundan solumak!)… Kalbine atar (içine doğurur, aklına getirir)… Şu halde “kavurucu ateş” kızgınlık, şehvet, öfke, haset, ihtiras gibi dürtülerin ifadesi oluyor. Demek ki iç dünyamızda (zati’s-sudur) “kanın damarda dolandığı gibi dolanan” öfke, kızgınlık, hırs, haset, ihtiras, şehvet vb. dürtüler kişileştirilerek, canlı bir varlıkmış gibi resmedilerek “şeytan” adını alıyor. Bunlar bizi ve çevremizi ateşin odunu yeyip bitirdiği gibi yer bitirir.
Görülüyor ki din dili, kötülere “şeytan” iyilere “melek” diyerek olayları, durumları, duyguları ve dürtüleri kişileştiriyor. İçimizde olanları, dışımıza çıkarıp harici varlıkmış gibi resmederek, kolay anlaşılır, tavır ve vaziyet alınır hale getiriyor. Metafizik olmakla birlikte gayet canlı ve dinamik bir diyaloji (ikili etki-tepki iletişimi) kuruyor. “Dini tecrübe” bu açıdan bilimsel dil ve metotlardan farklıdır. Bu dili iyi kavramamız gerekiyor.
Demek ki “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, ona tabi olmayın” şu demek oluyor: “Öfke, kızgınlık, hırs, haset, ihtiras, tamah, şehvet vs. sizin apaçık düşmanınızdır, bunların ardınca gitmeyin…”

Dolayısıyla Kur’an’da bu kökten gelen kavramları tasnif edersek: Mülk güç, melik güç sahibi (özne), meleke güç fiili (yüklem), melek fiilin mef’ulu (yüklemin nesnesi), melekut da fiil/yüklem alanı veya sahası oluyor. Yani “el-melik”, “melekelerini” kullanarak “melaikeyi” ortaya çıkarıyor, bunların tezahür ettiği sahaya (alem) de “melekut” diyor. Bunu için de “mülk” O’nun oluyor. Bütün bunların mihverinde Allah var ve hepsi O’nunla ilgili…

Derin Düşünce 16. February 2011 02:08 PM

Su anlatılanların ısıgında soruma cevap verebilir misiniz? Bir insan peygamber oldugunu nasıl anlar?

Anonymous 17. February 2011 04:30 AM

Selam pramid.

Yazınızdaki açıklamalar kendi içinde oldukça mantıklı gözükse de bana Kuran ile çelişiyor gibi gözüktü veya belki ben bazı yerleri bağdaştıramadım.

Örneğin:
[B]Eğer biz dilemiş olsaydık, elbette sizden melekler kılardık; yeryüzünde (size) halef (yerinize geçenler) olurlardı.[/B] (Zuhruf 60)


Ayrıca meleklerin secde/itaat sahnesi, iblisin reddedişi vb. olayları anlattığınız şekilde düşününce kafamda canlandıramadım. Şu an bana büyük bir yanılgı içindeymişsiniz gibi geliyor. Ya büyük bir yanılgı içindesiniz, ya düşüncelerinizi bize eksiksiz aktaramamışsınız (anlatımınız eksik kalmış) ya da ben anlayamamışım. O yüzden bu konu üzerinde biraz daha yazmanızı rica ediyorum.

Allah hepimizi doğru yoluna iletsin


Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:34 AM.

Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam