Enfal Suresi
88 (8). Enfâl Suresi
MEDENÎ, 75 ÂYET GİRİŞ Adını birinci âyette geçen الأنفال[enfâl] sözcüğünden alan sûre Medîne'de, hicretin ikinci yılı içerisinde Bedir savaşı sonrası inmiştir. 30-36. âyetlerin Mekkî olduğu söylenmişse de bu görüş kabul görmemiştir.[1] Yerinde de görüleceği üzere bu âyetler, sûre ve paragrafın bir parçası olup, Mekke'de yaşananları konu etmektedir. Sûrenin içeriği; iman, savaş, savaş stratejisi, uluslar arası antlaşmalar ve mü’minlerin yöneticileriyle ilgili hükümler olarak özetlenebilir. Bu sûre aynı zamanda Bakara/216-218. âyetlerin tafsili mahiyetindedir. Sûrede, –Bedir adı zikredilmese de– Bedir savaşı'nın ön hazırlıkları, savaştan bazı sahneler ve savaş sonrası gelişmeler yer alır. Bedir savaşı'yla ilgili bilgi sahibi olmak sûrenin anlaşılmasına katkı sağlayacağı için detaylarına girmeden Bedir savaşı hakkında özet bir bilgi vermek istiyoruz: BEDİR SAVAŞI Medîne'nin güney-batısında şehre 120 km. uzaklıkta, Kızıldeniz'e 20 km. mesafede bulunan Bedir, Baharat Yolu konak yerlerinden biriydi. Halkı, gelip geçen yolculara verdikleri hizmet ve kurulan panayırdan elde ettikleri kazanç ile geçinirlerdi. Söz konusu savaş bu yerleşim birimi sınırları içerisinde cereyan ettiği için târihe “Bedir savaşı” olarak geçmiştir. Mekke müşrikleri, Mekke'den ayrılıp Medîne'ye yerleşen Rasûlullah ve arkadaşlarının konumlarından rahatsızlık duydukları, geleceklerinden korktukları için zaman zaman bazı çeteler yollayıp onlara zarar vermekteydiler. Ayrıca, Medîne'de Rasûlullah ve mü’minlerden rahatsız olan bir kesim vardı. Bunlar Rasûlullah ve mü’minlerin Medîne'ye gelişinden hiç memnun olmamışlardı. Bunların başında, –Rasûlullah'ın Medîne'ye davet edildiği günlerde taç giyip kral olmak üzere olan– Abdullah b. Übey b. Selül vardı. Rasûlullah'ın Medîne'ye gelişi bu planı altüst etmişti. Zira Medîne halkı Abdullah b. Übey b. Selül yerine Rasûlullah'ı devlet başkanı yapmışlardı. Halkın bu tercihi ve akrabalarından bir çoğunun müslüman olması nedeniyle Abdullah b. Übey b. Selül, Müslümanlara katılmanın kendisi ve yandaşları daha uygun olacağına karar vererek görünürde müslüman oldular. Böylece Medîne'de münâfıklık hareketi başladı. Abdullah b. Übey b. Selül, aynı zamanda Mekke ileri gelenlerinin de dostuydu. Mekke yönetimindeki kinci müşrikler, Medîne'deki dostları Abdullah b. Selül ile işbirliği yaparak Rasûlullah ve arkadaşlarını Medîne'den çıkarmayı, hatta onları yok etmeyi planladılar ve Abdullah b. Übey b. Selül'e şu mektubu yazdılar: “Siz bizimkileri barındırdınız. Siz Muhammed'i ya öldürür ya yurdunuzdan çıkarırsınız; yahut biz topluca üzerinize saldırır, erkeklerinizi öldürüp kadınlarınızı esir alırız.” Bu mektuptan sonra Mekke müşrikleri ile Medîne münâfıkları işbirliği yaptılar. Buna göre Rasûlullah ve mü’minler öldürülecek veya Medîne'den sürüleceklerdi. Rasûlullah ve mü’minler bu planı öğrendiler ve karşı tedbir almaya başladılar; Medîne çevresindeki kabileleri ziyaret ediyor, onlarla dostluklar kuruyor ve barış sözleşmeleri yapıyorlar; böylece kendilerini, kentlerini ve devletlerini güvenceye alıyorlardı. Bir taraftan da çevreyi gözetleyip denetlemeyi sürdürüyorlar, fakat kan dökmekten uzak duruyorlardı. Zira henüz savaş izni verilmemişti. İşte bu dönemde Allah mü’minler için yeni strateji belirliyor; fitne, zulüm ve yeryüzünde kargaşanın ortadan kalkması için gerektiğinde savaşmaları [ölmeleri ve öldürmeleri] gerektiğini bildiriyordu. Artık mü’minler, dinlerini, canlarını ve yurtlarını korumak için savaşmak zorundaydılar. Bu esnada Mekkeli müşrikler müslümanları tehdit ediyor, Medîne yakınlarına kadar gönderdikleri çapulcu birlikler yoluyla onlara zararlar veriyorlardı. Son olarak da Mekke müşriklerinin ortaklığıyla oluşturulan ve Ebû Süfyân tarafından idare edilen bir ticaret kervanını Sûriye'ye gönderdiler; amaçları bundan elde edilen kâr ile Müslümanlara karşı hazırlık yapmak ve onlara son darbeyi indirmekti. Bunu haber alan Rasûlullah (s.a), durumu ashâbıyla istişare etti. Bu kervanın Mekke'ye ulaşmasına engel olunması kararı alındı. Bunun üzerine 305 kişiden oluşan bir ordu hazırlandı. Bu ordunun 83'ü Muhâcirlerden, 61'i Evs'den, geri kalanları da Hazrec kabilesinden idiler. 3 atları ve 70 develeri vardı. Rasûlullah müşriklerle karşılaşmak üzere Bedir kuyuları mevkiine doğru yola koyuldu. Kervanın idarecisi Ebû Süfyân, casusları aracılığıyla Rasûlullah'ın bu hazırlığını öğrendi ve hemen Mekke'ye haberci yollayıp yardım istedi. Ebû Cehl gibi ileri gelenlerin öncülüğünde 100'ü atlı, 700'ü develi, geri kalanı da piyade olmak üzere yaklaşık 1.000 kişilik bir ordu hazırlanarak Müslümanların üzerine gönderildi. Ebû Süfyân, Müslümanların Bedir'e gelmekte olduğunu öğrenince kervanın yönünü değiştirdi. Deniz tarafından Mekke'ye yollandı. Müslümanlar Bedir'e geldiğinde, kervan çoktan uzaklaşmıştı. Müslümanlar, Zefiran denilen yere geldiklerinde Mekkeli müşriklerin büyük bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduklarını öğrendiler. Biraz duraklayıp tereddüt ettiler. Çünkü onların Mekke ordusuna karşı koyacak kadar güçleri yoktu. Zaten hazırlık ve hesaplarını da kervan üzerine yapmışlardı. Rasûlullah ashâbıyla yeniden istişare etti. Kervanın peşine mi düşülmeliydi; yoksa müşrik ordusuna karşı mı durulmalıydı. Rasûlullah ve Muhâcirler ordunun karşısına çıkılması taraftarıydılar. Ensâr, Akabe beyatında Rasûlullah'ı Medîne'de korumak üzere söz verdikleri, şimdi ise Medîne dışında oldukları için Rasûlullah onlara düşüncelerini sordu. Görüşmelerden sonra onlar da Muhâcirlerle birlikte savaşmaya karar verdiler. Bu sırada Ebû Süfyân'ın başında bulunduğu kervan Mekke'ye ulaştı. Ebû Süfyân müşriklere, “Siz kervanınızı korumak için harekete geçtiniz. Kervanınız güvende olduğuna göre savaşmanıza lüzum kalmadı, geri dönün” diye haber gönderdi. Ancak çoğunluk savaşma taraftarıydı. Ebû Cehl, “Müslümanları öldürmeye bile lüzum yoktur. Ellerini bağlayıp onları tekrar Mekke'ye götüreceğiz ve böylece İslâm da bitecek” diyordu. Nihâyet 17 Ramazân [13 Mart 624] Cuma günü sabahleyin iki ordu Bedir kuyularının bulunduğu yerde karşılaştı. Mekke müşriklerinin çokluğuna rağmen Allah'ın yardımıyla zafer inananların oldu. Mekkeli müşriklerin elebaşılarının bir kısmı öldürüldü, bir kısmı esir alındı, birçok da ganimetler elde edildi. Bu zafer, Müslümanları siyasî, askerî ve iktisadî açıdan çok güçlendirdi. [url]https://youtu.be/xOkpycunhh4[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 439. Bölüm Enfal Suresi 1. Bölüm. [url]https://youtu.be/3kNRxgmeyN8[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 440. Bölüm Enfal Suresi 2. Bölüm [url]https://youtu.be/3n6v30-jfLU[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 441. Bölüm Enfal Suresi 3. Bölüm. [url]https://youtu.be/LLadqdBqZWk[/url] Hakkı Yılmaz Kuran ve İslam 442. Bölüm Enfal Suresi 4. Bölüm RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA MEAL: 1. Sana enfâl'den [bahşişlerden] soruyorlar. De ki: “Enfâl Allah ve Elçisi içindir [kamu içindir]. Onun için siz, mü’minler iseniz, Allah'a takvâlı davranın, birbirinizle aranızı düzeltin ve de Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. 2-4. Hiç şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen ve O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, imanca güç kazanan ve yalnızca Rabb'lerine tevekkül eden kimseler, salâtı ikâme eden ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak eden kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rabb'leri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır. 5-6. Ve gerçek, açığa konduktan sonra, sanki göz göre Rabbinin seni, gerçek ile evinden çıkardığı gibi –ki şüphesiz mü’minlerden bir kesim de kesinlikle hoşlanmıyorlardı– kendileri ölüme sürükleniyorlarmışçasına, gerçek hakkında seninle tartışıyorlardı. 7-8. Ve hani Allah size iki tâifeden birinin kesinlikle sizin olacağını vaad ediyordu. Siz ise şanı ve şerefi olmayan şey kendinizin olsun istiyordunuz. Allah da, kelimeleriyle hakkı yerine oturtmak ve suçluların hoşuna gitmese de gerçeği ortaya çıkarmak ve bâtılı yok emek için kâfirlerin arkasını kesmek istiyordu. 9. Hani siz Rabbinizden yardım diliyordunuz da O [Rabbiniz], “Şüphesiz Ben, işte ardarda bin melekle size yardım ediyorum” diye icabet etmişti. 10. Bunu da O [Allah], sırf size bir müjde olsun ve bununla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. Ve yardım ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir. 11. Hani O [Rabbiniz], yine Kendi katından bir güven olarak bir uyku sardırıyordu. Sizi kendisiyle temizlemek, şeytânın pisliğini/zararını sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam durdurmak için gökten üzerinize bir su indiriyordu. 12. Ve hani, Rabbin meleklere vahyediyordu: “Şüphesiz Ben, sizinle beraberim, hadiyin inanmış kimselere sebat verin. Ben, küfretmiş kimselerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunların üstüne vurun, onlardan tüm parmak uçlarına [eklemlerine] da!” 13. İşte bu [kâfirlerin cezalandırılışı], Allah'a ve Elçisi'ne karşı gelmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azabı çok çetin olandır. 14. İşte artık, bunu tadın. Şüphesiz ki, âhirette kâfirler için ateşin azabı da vardır. 15. Ey iman etmiş kimseler! Toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, hemen onlara arkalarınızı dönmeyin. 16. Ve böyle bir günde her kim onlara, –tekrar dönüp çarpışmak için geri çekilmek veya diğer bir safta yeniden mevzilenmek hâlleri hariç– arkasını dönerse, kesinlikle Allah'tan bir gazaba uğramış olur ve onun varacağı yer cehennemdir. Orası da ne kötü bir dönüş yeridir. 17. Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Ve mü’minleri bundan güzel bir bela ile belâlandırmak [güzelce sınamak] içindi. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. 18. İşte! Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını zayıflatandır. 19. Fetih istiyorsanız, işte size fetih gelmiştir. Ve eğer son verirseniz, bu da sizin için daha iyidir. Yok eğer dönerseniz, Biz de döneriz. Her ne kadar toplumunuz çok olsa da size hiç bir şekilde, hiçbir zaman fayda vermeyecek. Ve şüphesiz Allah, mü’minlerle beraberdir. 20. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. İşitip dururken ondan yüz çevirmeyin! 21. İşitmedikleri hâlde “işittik [vahye kulak verdik]” diyenler gibi de olmayın! 22. Şüphesiz yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü, aklını kullanmayan şu sağırlardır, dilsizlerdir. 23. Ve eğer Allah, onlarda hayır olduğunu bilseydi kesinlikle onlara işittirirdi. Ve eğer işittirseydi yine de onlar, geri duranların ta kendisi olarak sırt dönerlerdi. 24. Ey iman etmiş kimseler! O [Elçi] sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Elçi'ye icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O'nun huzurunda toplanacaksınız. 25. Ve sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmeyen fitnelerden korunun ve hiç şüphesiz Allah'ın, azabı çetin olan olduğunu bilin. 26. Ve hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız, yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp yakalamasından korkuyordunuz da O [Allah], şükredersiniz diye barındırmıştı, sizi yardımıyla desteklemişti ve size temiz-hoş şeylerden rızıklar vermişti. 27-28. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve Elçi'ye ihânet etmeyin. Bile bile kendi emanetlerinize de ihânet etmeyin. Şüphesiz mallarınızın ve evlatlarınızın, kesinlikle fitne olduğunu ve kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir olduğunu bilin. 29. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranırsanız, O, size bir furkân [hakkı bâtıldan ayırdedecek bir anlayış] verir ve sizden kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah çok büyük lütuf sahibidir. 30. Ve hani bir zaman, şu küfretmiş olan kimseler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır. 31. Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi. 32. Bir vakit de onlar, “Ey Allahım! Eğer bu Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. 33. Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azab edecek değildi. İstiğfâr ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. 34. Ve onların, kendileri Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun velîleri sadece muttakilerdir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar. 35. Ve onların Beyt'in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır. –Öyleyse küfretmiş olduğunuzdan dolayı bu azabı tadınız!– 36-37. Şüphesiz, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfeden o küfretmiş olan kişiler; yine onu sarfedeceklerdir. Sonra o, bir pişmanlık olacak, sonra da Allah'ın, murdarı temizden ayırdetmesi için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmesi, sonra da topunu birden cehenneme koyması için yenileceklerdir. Ve küfretmiş olan kişiler cehenneme toplanacaklar. İşte bunlar, o hüsran içinde kalanların ta kendileridir. 38. Küfretmiş olan şu kimselere de ki: “Eğer bu işe son verirlerse daha önce yaptıkları bağışlanacak. Yine de dönerlerse, kesinlikle önceki ümmetlerin sünnetleri [onlara uygulanan kurallar] devam etmiş olur.” 39. Ve fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık vazgeçerlerse bilinsin ki, şüphesiz Allah, yaptıklarını en iyi görendir. 40. Ve eğer onlar geri dururlarsa, artık siz, şüphesiz Allah'ın mevlânız olduğunu bilin. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır! 41. Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir. 42. Hani siz vâdinin yakın bir yamacında idiniz, onlar da uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Şâyet onlarla sözleşmiş olsaydınız da, buluşma yerinde mutlaka anlaşmazlık çıkarırdınız. Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; helak olan apaçık bir delil gördükten sonra helak olsun, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye... Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. 43. Hani o vakitler Allah sana uykunda onları az gösteriyordu. Eğer O [Allah], onları sana çok gösterseydi mutlaka korkmuştunuz ve o iş [savaş] konusunda anlaşmazlığa düşmüştünüz.. Fakat Allah güvenlik sağladı. Şüphesiz O, gönüllerde olanı en iyi bilendir. 44. Ve hani olması gereken bir şeyi gerçekleştirmek için, onlarla karşılaştığınız vakit onları sizin gözünüze az gösteriyordu. Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür. 45. Ey iman etmiş kimseler! Başarmanız/zafer kazanmanız için, bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça anın. 46. Yine Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız ve rüzgârınız/kokunuz [gücünüz-canınız] gider. Ve sabırlı olun. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. 47. Çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak yurtlarından çıkan ve Allah yoluna engel koyan kimseler gibi de olmayın. Ve Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır. 48-49. Hani o, münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler, “Şu adamları dinleri aldattı” dedikleri sırada, şeytân, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Sonra da, ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım” dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir. 50-51. Ve sen, melekler o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, “Tadın bakalım kızgın ateşin azabını! İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde zulmeden biri değildir” diye onları vefat ettirirken bir görseydin. 52. Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi onlar da Allah'ın âyetlerini tanımadılar da Allah, kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Şüphesiz ki Allah, kavî'dir [çok güçlüdür], cezası/sonuçlandırması çok şiddetli olandır. 53. Bu, şüphesiz bir kavim [toplum], kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah'ın, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı, ve şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir. 54. Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, onlar da Rabb'lerinin âyetlerini yalanladılar. Biz, onları günahları yüzünden helâk ettik; Firavun'un yakınlarını suda boğduk. Hepsi de zâlim kimseler idiler. 55-56. Şüphesiz, Allah katında canlıların en kötüsü, küfredip de iman etmeyen kimseler; kendileriyle antlaşma yaptığın hâlde her defasında antlaşmalarını bozan kimselerdir. Onlar takvâlı da davranmazlar. 57. Artık onları harpte yakalarsan, ibret almaları için onlarla birlikte arklarındaki kişileri dağıt. 58. Eğer bir toplumdan; hâinlik yapmasından korkarsan, aynı şekilde antlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir. Şüphesiz Allah, hâin kimseleri sevmez. 59. O küfretmiş kimseler, kendilerinin öne geçtiklerini de sanmasınlar. Şüphesiz onlar âciz bırakamazlar. 60. Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla, Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız. 61. Ve eğer onlar barış için yanaşırlarsa, sen de ona [barışa] yanaş! Ve Allah'a tevekkül et. Şüphesiz O [Allah], en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir. 62-63. Ve eğer onlar, sana hile yapmak isterlerse, bil ki şüphesiz sana Allah yeter. O, seni Kendi yardımıyla ve mü’minlerle güçlendirendir. Ve onların [mü’minlerin] gönüllerini kaynaştırandır. Sen yeryüzünde ne varsa hepsini topluca harcasaydın yine de onların gönüllerini kaynaştıramazdın. Ama Allah, aralarını kaynaştırdı. Şüphesiz O, azîz'dir, hakîm'dir. 64. Ey Nebi! Sana ve mü’minlerden sana uyan kimselere Allah yeter! 65. Ey Nebi! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi (kişi) olursa ikiyüze gâlip gelirler. Ve eğer sizden yüz olursa, şüphesiz bunlar, anlayışsız bir toplum olduklarından dolayı, şu küfretmiş olan kişilerden bin kişiyi yenerler. 66. Şimdi Allah, sizden hafifletti ve sizde şüphesiz bir zaaf olduğunu bildi. O hâlde sizden sabırlı yüz kişi olursa ikiyüzü yenerler. Ve sizden bin olursa Allah'ın izniyle ikibini yenerler. Ve Allah sabredenlerle beraberdir. 67. Yeryüzünde ağır basmadıkça, kendisi için esirler oluşturması hiçbir peygambere uygun değildir. Siz dünya genişliğini istersiniz, Allah da âhireti ister. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. 68. Eğer Allah'tan bir yazı olmasa idi kesinlikle aldığınız şeylerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. 69. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. 70. Ey Nebi! Esirlerden elinizde olan kimselere de ki: “Eğer Allah sizin kalblerinizde bir hayır bilirse, sizden alınandan daha hayırlısını size verir ve günahlarınızı bağışlar. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” 71. Ve eğer sana hıyanet etmek isterlerse iyi bilsinler ki, bundan önce onlar, Allah'a hâinlik ettiler de O [Allah], mü’minlere onlardan fazla imkân verdi. Ve Allah, alîm'dir, hakîm'dir. 72. Kuşkusuz şu iman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının velîsi olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir. 73. Küfretmiş olan şu kimseler de, birbirlerinin velîleridirler. Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar. 74. Ve o, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler ile, barındıran ve yardım eden kimseler; işte bunlar, gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır. 75. Ve bundan sonra, inanan ve hicret eden ve cihad eden kimseler; artık onlar da sizdendirler. Akraba olanlar da, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir. |
TAHLİL:
1. Sana enfâl'den [bahşişlerden] soruyorlar. De ki: “Enfâl Allah ve Elçisi içindir [kamu içindir]. Onun için siz, mü’minler iseniz, Allah'a takvâlı davranın, birbirinizle aranızı düzeltin ve de Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. Âyetteki, sana soruyorlar… ifadesinden anlaşıldığına göre bu âyet, Müslümanlar arasında ganimetle ilgili bir çekişme olması ve bu çekişmenin Rasûlullah'a yansıtılması üzerine inmiş ve sorulan suali cevaplandırarak, Müslümanlar arasında baş gösteren çekişmeyi ortadan kaldırmıştır. Malum olduğu üzere Bedir savaşı, Müslümanların, İslâm adına yaptıkları ilk savaştır. Daha evvel Bakara sûresi'nde savaşa dair kısa bilgiler verilmiş olsa da bu savaşın olduğu dönemde savaş hukukuna dair ilkeler henüz indirilmediği için Müslümanlar, eski örfe göre hareket etmekteydiler. Önceleri bu ganimetler, ya onları ele geçiren askerlerin, ya kumandanın ya da tüm orduya sahip olan kralın olurdu. Her savaşçı eline geçirdiği ganimetin kendinsine ait olmasını bekliyordu. Ama ganimete aldırmayıp düşmanı takip eden, Rasûlullah'ın çevresinde muhafızlık edenler de ganimetten pay istemekteydiler. Bu nedenle de proplem ortaya çıkmış, tartışma büyümüştü. Bu hususta nasıl hareket edileceği, 41. âyette bildirilmiştir. Âyette geçen enfâl sözcüğü, نفل[nefl] sözcüğünün çoğuludur. Nefl ise, “asıl üzerine bir şey eklemek” demektir.[2] Bu sözcük genelde “ganimet” olarak çevrilir. “Ganimet” de, yanlış olarak harbde elde edilen servet olarak anlaşılır. Hâlbuki غنيمة[ğanîmet], “zahmetsiz olarak mal, başarı elde etmek” demektir.[3] Eğer bu kavramlar doğru anlaşılmazsa, İslâm'ın öngördüğü savaşın amacı yanlış anlaşılır. Bazıları, savaşta elde edilen mallara, “enfâl” denilmesinin nedeninin, bunun geçmiş ümmetlere harâm iken ümmet-i Muhammed'e helâl kılınması” olduğunu iddia etmişlerdir. Bu kesinlikle yanlıştır, zira çapul yoluyla mal elde etmek, Allah'ın doğru bulmadığı bir kazanç şeklidir. Soluk soluğa koşanlara, sonra ateş saçanlara, sonra sabahtan baskın yapanlara, derken orada tozu dumana katanlara, sonra bir topluluğun en orta yerine/en hayırlı yerlerine kadar dalanlara kasem olsun ki kesinlikle insan Rabbine karşı çok nankördür. Ve kendisi de buna kesinlikle tanıktır. Muhakkak o, hayır sevgisinden dolayı [kendi çıkarı için] çok katıdır. Hâlâ o [insan], kabirlerde olanların dışa atıldığı [ölülerin diriltildiği], göğüslerde olanların derlenip toparlandığı zaman, hiç şüphesiz o gün, Rabb'lerinin onlara gerçekten haber verici olduğunu bilmez mi? (Âdiyât/1-11) İslâm dini, savaşa, ancak ila-yı kelimetullah, savunma ve fitneyi bertaraf için izin verir. İslâm'daki savaşın ana gayesi, fitne ve fesadın ortadan kalkıp din ve imanın güvenceye alınmasıdır. Bu hizmetler yapılırken en ufak bir çıkar düşünülmesine izin vermez. Ana hedef bu iken, savaş şartları gereği bir şeylere de sahip olunuyorsa, işte bu artı değere/gelire “nefl, enfâl, ganimet” denir. Hedef ve amaç olmamasına karşın, bu işin bahşişi mahiyetinde olan bu bahşiş, savaşçılara değil kamuya aittir. O da bunu, Allah'ın emrettiği yerlere taksim eder. Nasıl taksim edileceği de ileriki âyetlerde gelecektir. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili klasik eserlerde şu bilgileri bulunmaktadır: Ubâde b. es-Sâmit, rivâyetle der ki: Rasûlullah (s.a) Bedir'e çıktı. Orada düşmanla karşılaştılar. Allah düşmanı hezimete uğratınca, Müslümanlardan bir grup peşlerine takılıp onların arasından yakaladıklarını öldürdüler. Bir kesim de Rasûlullah'ın (s.a) etrafını çevirmişlerdi. Bir başka kesim ise karargâhın etrafını dolanmış ve talana koyulmuştu. Allah, düşmanı uzaklaştırıp onları takip edenler döndüklerinde şöyle dediler: “Nefel [ganimet] bizimdir. Çünkü düşmanı takip edenler bizler olduk. Allah bizim vasıtamızla onları uzaklaştırdı ve bozguna uğrattı.” Rasûlullah'ın (s.a) etrafını çevirenler de şöyle dedi: “Bu ganimetteki hakkınız bizden fazla değildir. Bilakis bu ganimet bizimdir. Rasûlullah'a (s.a) düşman ansızın herhangi bir zarar veremesin diye o'nun etrafını kuşatanlar bizler olduk.” Askerlerin karargâhını arkadan dolananlar ve talanda bulunanlar da şöyle dediler: “Siz ona bizden daha fazla hakk sahibi değilsiniz. O bizimdir. Çünkü onun etrafını kuşatan ve onu ele geçirenler bizler olduk.” Bunun üzerine Yüce Allah, Sana enfâli soruyorlar de ki: “Enfâl Allah'ın ve Rasûlü'nündür. O hâlde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü’minler iseniz Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin” buyruğunu indirdi. Rasûlullah (s.a) da aradan bir devenin iki sağımlığı arasındaki süre kadar bir zaman geçmeden ganimetleri aralarında paylaştırdı.[4] Muhammed b. İshâk der ki: Bana Abdurrahman b. el-Hâris ile arkadaşlarımızdan ondan başkaları Süleymân b. Mûsâ el-Eşdak'dan anlattılar. Süleymân Mekhul'den, o, Ebû Umame el-Bahilî'den dedi ki: Ben Ubade b. es-Sa-mit'e el-Enfâl'e dair sual sordum, bana şöyle dedi: “Enfâl hakkında anlaşmazlığa düşüp de bu hususta kötü davranınca biz Bedir ashâbı hakkında nâzil oldu. Allah onu elimizden aldı ve Rasûlü'nün eline teslim etti. Rasûlullah (s.a) da onu eşit bir şekilde paylaştırdı. İşte Allah'tan korkmak [takvâ] ve Onun Rasûlü'ne itaat etmek ile aramızı düzeltmek bu idi.”[5] Sahîh'de Sa‘d b. Ebî Vakkas'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah'ın (s.a) ashâbı büyük bir ganimet ele geçirdi. Ganimetler arasında bir kılıç vardı. Onu alıp Peygamber'e (s.a) götürerek şöyle dedim: “Bu kılıcı bana nefel olarak [paylaştırılacak ganimetler arasına sokmadan] ver. Ben, durumunu bildiğin kimseyim” dedim. Rasûlullah (s.a), “Onu aldığın yere geri götür” dedi. Onu aldığım yere alınan ganimetler arasına bırakmak üzere geri gittim, fakat bu sefer nefsim beni kınadı. Tekrar o'na dönüp şöyle dedim: “Onu bana ver.” Bana karşı sesini yükselterek, “Onu aldığın yere geri götür” dedi. Ben de onu alınan ganimetler arasına geri bırakmak isteği ile döndüm. Tekrar nefsim beni kınadı, yine o'na dönüp “Bunu bana ver” dedim. Yine bana yüksek bir sesle, “Onu aldığın yere geri götür” dedi. Bunun üzerine Yüce Allah, Sana enfâli soruyorlar. buyruğunu indirdi.[6] 1) Hz. Peygamber (s.a), ashâbın, Bedir Günü elde ettikleri ganimetleri hem Bedir savaşı'na katılmış olanlara, hem de katılmamış olan Müslümanlara bölüştürmüştü. Bedir savaşı'nda bulunmadığı hâlde bu ganimetten istifade edenlerin üçü Muhâcirlerden, beşi de Ensârdandı. Muhâcirlerden biri, Hz. Osman idi. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) onu, kızı hasta olduğu için, onun yanında bırakmıştı. Diğer kişi de Talha (r.a) ile Sa‘îd b. Zeyd (r.a) idi. Zira Hz. Peygamber (s.a), bu ikisini müşriklerin kervanının durumunu gözetlemeleri için göndermişti. Onlar da bunun için Şam yoluna çıkmışlardı. Ensâr'dan olan o beş kişiden birisi Ebû Lubâbe Mervan b. Abdulmünzir idi. Hz. Peygamber (s.a) onu Medîne'de kendi yerine vekil bırakmıştı. Bunlardan diğer birisi Âsim (r.a) idi. Hz. Peygamber (s.a) onu da, “Âliye”de vekil olarak bırakmıştı. Üçüncüsü, Hâris b. Hatıb olup, Hz. Peygamber (s.a) onu, Revhâ'dan, kendisine bir haber ulaştırmak üzere Amr b. Avf'a göndermişti. Bu beş kişiden dördüncüsü ise, Hâris b. es-Samt idi. O da, Revha'da hastalanıp (kalmıştı). Beşincisi ise Huvât b. Cübeyr'dir. İşte Bedir savaşı'nda bulunmadığı hâlde ganimet alan Ensâr bunlardır. Hz. Peygamber (s.a), bunlara da ganimetlerden pay verdi. Dolayısıyla diğer Müslümanlar arasında bu husus dedikoduya sebeb oldu. İşte bunun üzerine, bu âyet nâzil oldu. 2) Rivâyet olunduğuna göre, Bedir Günü genç olanlar savaştılar ve esir aldılar. Yaşlı Müslümanlar ise, Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte gerideki saflarda beklediler. Bundan dolayı gençler, “Ganimetler bize âit. Çünkü biz vuruştuk, kâfirleri biz hezimete uğrattık” dediler. İhtiyarlar da, “Biz, sizin gerideki destekçileriniz idik. Eğer bozguna uğrasaydınız, bizim yanımıza gelip toplanacaktınız. Binâenaleyh ganimetleri, bizi dışta bırakarak almayın” dediler. İşte bundan dolayı aralarında bir çekişme meydana geldi ve âyet bunun üzerine nâzil oldu.[7] İmâm Ahmed der ki: Bize Ebû Muâviye... Sa‘d ibn Ebî Vakkâs'dan rivâyet etti ki o, şöyle anlatıyor: Bedir günü olduğunda kardeşim Ümeyr öldürülmüş ve ben Sa‘îd ibn Âs'ı öldürüp kılıcını almıştım. Kılıcının ismi Zû el-Ketîfe idi. Bu kılıcı Hz. Peygamber'e (s.a) getirdim, “Git ve onu toplanan (ganimetlerin) içine at” buyurdu. Döndüm, ancak içimde kardeşimin öldürülmesi ve öldürdüğüm Sa‘îd ibn el-Âs'dan almış olduklarımın benden alınmasından ötürü ancak Allah'ın bildiği duygular vardı. Allah Rasûlü'nün (s.a) yanından azıcık ayrılmıştım ki Enfâl sûresi nâzil oldu. Allah Rasûlü (s.a) bana, “Git ve kılıcım al” buyurdu. Yine İmâm Ahmed der ki: Bize Esved ibn Âmir... Sa‘d ibn Mâlik'den rivâyet eder ki o, şöyle anlatıyor: O, “Ey Allah'ın Elçisi! Bugün Allah müşriklerden intikamını almak sûretiyle benim kinimi giderdi. Şu kılıcı bana ver” demişti. Hz. Peygamber, “Bu kılıç ne senindir, ne de benimdir. Onu koy” buyurdu. Anlatmaya şöyle devam eder: Kılıcı koydum, sonra döndüm ve, “Belki de bu kılıcı, bugün benim başıma gelenlerin başına gelmediği birisine verecek” dedim. Arkamdan birisi beni çağırdı. Ben, “Allah benim hakkımda bir şey mi indirdi?” dedim. “Kılıcı benden istemiştin. O bana âit değildi, ama Allah Rasûlü onu bana verdi. İşte kılıç senindir” dedi. Allah Teâlâ, Sana ganimetlerden sorarlar. De ki: “Ganimetler Allah'ın ve Rasûlü'nündür âyetini indirdi.[8] 41. âyette, ganimetlerin 1/5'i kamuya, kalanının da eşit olarak gazilere ait olduğu hükmüyle, savaş ganimetlerinin paylaştırılması hususunda bir devrim gerçekleştirildi; böylece ganimet elde etmek için savaş ortadan kaldırıldı, savaşçının ganimet için her türlü vahşete tevessülü önlendi. Bu âyetteki enfâl sözcüğü, sadece savaş ekstrasını değil; maden, define, kamu görevlilerine verilen hediyeler vs. her türlü ekstra geliri ifade eder. 2-4. Hiç şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen ve O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, imanca güç kazanan ve yalnızca Rabb'lerine tevekkül eden kimseler, salâtı ikâme eden ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak eden kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rabb'leri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır. 1. âyette mü’minler iseniz… buyurulmuştu. Burada ise, mü’minin nasıl olduğuna, nasıl olması lazım geldiğine açıklık getirilmektedir: Şüphesiz mü’minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen ve O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, imanca güç kazanan ve yalnızca Rabb'lerine tevekkül eden kimseler, salâtı ikâme eden ve Bizim kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak eden kimselerdir. İşte bunlar, gerçekten inananların ta kendisidir. Onlara Rabb'leri katında dereceler, bağışlama ve saygın bir rızık vardır. Allah anıldığı zaman yürekleri ürperen ifadesiyle gerçek mü’minlerin birinci niteliği olarak, Allah'a haşyet duyma zikredilmiştir. Yüreklerin ürpermesi, Allah'ı gereği gibi tanımaktan geçer. Zira ancak Allah'ı gereği gibi [tüm sıfatlarıyla] tanıyanların yürekleri ürperir. Çünkü bu bilince erenler kendilerini daima O'nun huzurunda hissederler. Yüksek makam sahibinin veya çok sevip hayran olduğu birinin yanında bulunan kimse etkilenip heyecanlanır, kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpar. Ama aynı kişinin makam sahibi olduğunu bilmeyen veya hayran olduğu kişinin yanında olmasına rağmen onu tanımayan kimse etkilenmez, heyecan duymaz: Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların behiminden rızık olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mensek [ibâdet yeri/ibâdet biçimi] kıldık. İşte, sizin ilâhınız, bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit onların kalpleri titreyen, kendilerine isâbet edene sabreden, salâtı ikâme eden ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden o, Allah'a içtenlikle boyun eğenlere müjdele. (Hacc/34-35) O kişiler, inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla yatışan kişilerdir. Gözünüzü açın! Kalpler yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla yatışır/tatmin olur. (Ra‘d/28) Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. (Mü’min/57) Allah, sözün en güzelini müteşâbih, ikişerli bir kitap hâlinde indirmiştir. Ondan, Rabb'lerine saygısı olanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu, Allah'ın rehberidir. O [Allah], onunla dilediğini kılavuzlar. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık ona doğru yolu gösteren biri yoktur. (Zümer/23) İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler haşyet ederler [derin hayranlık ve saygı duyup ondan uzaklaşmaktan korkarlar]. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır. (Fâtır/28) Ve onlar Elçi'ye indirileni [Kur'ân'ı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar, “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” derler. (Mâide/83) Yüreklerin ürpermesinin bir başka ifadesi de, “haşyet” duymadır. Haşyet ise, “bilgi ve idrakin bir sonucu olarak ortaya çıkan hayranlık ve saygının doğurduğu bir hasret kalma, uzak düşme korkusu”dur.[9] Âyette, hakiki mü’minlerin ikinci niteliğine de, O'nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman, imanca güç kazanan… ifadesiyle işaret edilerek, Allah'ın âyetlerinin onları imanca daha da kuvvetlendirdiği bildirilmiştir. İmanın güçlenmesiyle ilgili şu âyetler de dikkate alınmalıdır: O kimseler ki, insanlar onlara, “Düşmanlarınız size karşı birlik oldular, onlardan ürperin” dediklerinde, bu, onları inançca ziyadeleştirdi ve, “Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir” dediler. (Âl-i İmrân/173) O, kendi imanları ile birlikte, imanca fazlalaşsınlar diye mü’minlerin kalplerine sekine [güven-moral-mutluluk] indirendir. Göklerin ve yerin orduları da yalnızca Allah'ındır. Ve Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır. (Fetih/4) Ve çirkin bir hayasızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. (Âl-i İmrân/135) Rabbinin makamından korkan ve nefsini hevadan meneden kimseye gelince; artık, hiç şüphesiz cennet, barınağın ta kendisidir. (Nâzi‘ât/40-41) Ve bir sûre indirildiği zaman, içlerinden bir kimse, “O [indirilmiş sûre] hanginizin imanını arttırdı?” der. Fakat iman etmiş kimselere gelince, o [inen sûre], onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak müjdelenip duruyorlar. (Tevbe/124) Mü’minler, ahzâbı [düşman birliklerini] gördükleri zaman da, “İşte bu, Allah'ın ve Elçisi'nin bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Elçisi doğru söyledi” dediler. Bu, onlara sadece iman ve güvenlik sağlamada artış sağladı. (Ahzâb/22) Konumuz olan âyetten ve naklettiğimiz diğer âyetlerden anlaşılacağına göre, iman zayıflayıp güçlenebiliyor. Allah'ın âyetleri üzerinde tefekkür edildikçe iman güçleniyor, âyetlere duyarsızlaştıkça da zayıflıyor. 5-6. Ve gerçek, açığa konduktan sonra, sanki göz göre, Rabbinin seni, gerçek ile evinden çıkardığı gibi –ki şüphesiz mü’minlerden bir kesim de kesinlikle hoşlanmıyorlardı– kendileri ölüme sürükleniyorlarmışçasına, gerçek hakkında seninle tartışıyorlardı. Bu âyetlerde, savaş konusunda Rasûlullah'a karşı çıkanlar ve o'nunla tartışanlar kınanmaktadır. Rasûlullah kendisine daha evvel vahyedilen âyetlerden hareketle savaşa karar verip savaşmak üzere evinden çıkmıştır. Mü’minlerden bazıları ise bu durumdan hoşlanmamışlar; sanki Rasûlullah onları zorla ölüme sürüklüyormuş gibi meseleyi tartışmaya açmışlardır. Rasûlullah'ın, o güne kadar inen âyetlerden hareketle savaşın zorunlu olduğuna ictihad etmesi sebebiyle, Rabbinin seni, gerçek ile evinden çıkardığı gibi denilmiştir ki bu, “seni savaşa Allah zorladı” demektir. 5. âyetin kendisiyle başladığı ك[ke/gibi] edatı, daha evvel geçen bir yükleme bağlanmadığında cümle anlamsız kalır. Müfessirler bu problemi çeşitli yollarla gidermeye uğraşıp cümleyi anlaşılır kılmaya çalışmışlarsa da başaramamışlardır. Bizce tertipten kaynaklanan bu sorun, –mealde yaptığımız gibi– 5. âyet ile 6. âyetin yerlerinin değiştirmesiyle giderilebilir. 7-8. Ve hani Allah size iki tâifeden birinin kesinlikle sizin olacağını vaad ediyordu. Siz ise şanı ve şerefi olmayan şey kendinizin olsun istiyordunuz. Allah da, kelimeleriyle hakkı yerine oturtmak ve suçluların hoşuna gitmese de gerçeği ortaya çıkarmak ve bâtılı yok emek için kâfirlerin arkasını kesmek istiyordu. Bu âyetlerde, Bedir savaşı öncesi yaşanan olaylara değinilmektedir ki özeti şöyledir: Rasûlullah, müşriklerin zulümlerini engellemek için bu kervanı ele geçirmeyi planladığından Medîne'den küçük bir kuvvetle Bedir'e gitmişti. Ama yolda aldığı habere göre, kervan kaçıp kurtulmuş, kendilerinden üç kat daha faza bir ordu üstlerine gelmekteydi. 5-6. âyetlere göre Allah Elçisi'ni, kervanı ele geçirmek için değil; hakkı yerine koymak, gerçeği ortaya çıkarmak ve bâtılı yok etmek üzere savaş için çıkarmıştır. Savaşçıların amacı ise, sadece kervanı ele geçirmekti. İşte âyette konu edilen olaylar, bu esnada cereyan etmiştir: Bazıları –sadece kervan için gelmeleri sebebiyle– çatışmaya girmeden dönmek istiyorlardı. Bir çoğu da, savaştan ve savaşın doğuracağı sonuçlardan korktuklarını açığa vuruyorlardı: Bilakis Biz hakkı bâtılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [bâtıl], yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun! (Enbiyâ/18) Ve savaş sizin için hoş olmayan bir şey olmasına rağmen, size yazıldı [farz kılındı]. Olabilir ki siz, sizin için hayırlı olan bir şeyden hoşlanmazsınız. Yine olabilir ki, siz, sizin için şerrli olan bir şeyi seversiniz. Ve Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara/216) Ve de ki: “Hakk geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl yok olup gider.” (İsrâ/81) Onlar, Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, sadece, kâfirler hoş görmeseler de Kendi nûrunu tamamlamaya dayatıyor. O [Allah], ortak koşanlar hoşlanmasa da, Elçisi'ni hidâyetle ve bütün dinlerin üzerinde ortaya çıksın diye hakk din ile gönderendir. (Tevbe/32-33) Âyetteki, Allah da, kelimeleriyle hakkı yerine oturtmak ve suçluların hoşuna gitmese de gerçeği ortaya çıkarmak ve bâtılı yok emek için kâfirlerin arkasını kesmek istiyordu ifadesine göre, hedef kervan değil, müşrik ordusu olmalıydı. Çünkü savaşın amacı, çapul değil, bâtılı iptal edip yerine hakkı oturtmaktı. 9. Hani siz Rabbinizden yardım diliyordunuz da O [Rabbiniz], “Şüphesiz Ben, işte ardarda bin melekle size yardım ediyorum” diye icabet etmişti. 10. Bunu da O [Allah], sırf size bir müjde olsun ve bununla kalbleriniz yatışsın diye yapmıştı. Ve yardım ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir. 11. Hani O [Rabbiniz], yine Kendi katından bir güven olarak bir uyku sardırıyordu. Sizi kendisiyle temizlemek, şeytânın pisliğini/zararını sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam durdurmak için gökten üzerinize bir su indiriyordu. 12. Ve hani, Rabbin meleklere vahyediyordu: “Şüphesiz Ben, sizinle beraberim, hadiyin inanmış kimselere sebat verin. Ben, küfretmiş kimselerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunların üstüne vurun, onlardan tüm parmak uçlarına [eklemlerine] da!” 13. İşte bu [kâfirlerin cezalandırılışı], Allah'a ve Elçisi'ne karşı gelmeleri nedeniyledir. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azabı çok çetin olandır. 14. İşte artık, bunu tadın. Şüphesiz ki, âhirette kâfirler için ateşin azabı da vardır. Bedir savaşı sonrası inen bu âyetlerde, Bedir'de yaşanan olaylara değinilmektedir. 9. âyetteki, Hani siz Rabbinizden yardım diliyordunuz da O [Rabbiniz], “Şüphesiz Ben, işte ardarda bin melekle size yardım ediyorum” diye icabet etmişti buyruğundaki, Şüphesiz Ben, işte art arda bin melekle size yardım ediyorum ifadesiyle, mü’minleri iman, tevhid, adalet, cihad, sabır, sebat ve âhiretteki ödüller konusunda inmiş olan binlerce Kur’ân âyeti kasdedilmiştir. Allah binlerce âyette, insanların azmasına, dünyayı zulüm ve fesada boğmasına dikkat çekmiş ve elçi gönderip kitap indirmek sûretiyle bu duruma müdahale ederek insanların akıllarını başlarına almalarını istemiştir. Elçilerinden bir kısmına hikmet de vererek onları toplumlara yönetici yapmıştır. 11-12. âyetlerdeki, Hani O [Rabbiniz], yine Kendi katından bir güven olarak bir uyku sardırıyordu. Sizi kendisiyle temizlemek, şeytânın pisliğini/zararını sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam durdurmak için gökten üzerinize bir su indiriyordu. Ve hani, Rabbin meleklere vahyediyordu: “Şüphesiz Ben, sizinle beraberim, hadiyin inanmış kimselere sebat verin. Ben, küfretmiş kimselerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunların üstüne vurun, onlardan tüm parmak uçlarına [eklemlerine] da!” ifadeleriyle Allah'ın savaş esnasındaki yardımları gözler önüne serilmektedir. Konunun daha iyi anlaşılması için bu hususla alakalı diğer âyetleri de dikkate almakta yarar vardır: Sonra O [Allah], o kederin ardından üzerinize bir güven, sizden bir grubu örtüp bürüyen bir uyku indirdi. Bir grup da, kendilerini nefisleri önemsetti; Allah'a karşı gerçek dışı câhiliyet zannı olarak zann üretiyorlardı. Onlar, “Bu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. –De ki: “Bütün iş Allah'a aittir.– Onlar, sana açıklamayacakları şeyleri içlerinde saklıyorlardı. Onlar, “Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik” diyorlardı. De ki: “Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülme yazılmış olanlar kesinlikle yatacakları [öldürülecekleri] yerlere çıkıp gidecekti. Ve o, Allah'ın göğüslerinizdekini sınaması ve kalplerinizdekini temizlemesi içindir. Ve Allah göğüslerinizdekini çok iyi bilendir. (Âl-i İmrân/154) Ve andolsun, sizler güçsüz iken, Allah, şükredesiniz diye size Bedir'de yardım etti. Öyleyse Allah'a takvâlı davranın. Hani sen inananlara, “Rabbinizin, indirilen/hulûl ettirilen üç bin melekle size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. Eğer sabrederseniz ve takvâlı davranırsanız, evet (sizi Rabbiniz destekler). Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş/eğiten/gönderilmiş beş bin melekle yardım eder. Ve Allah, bunu [yardımı] size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Ve bu yardım, sırf, O [Allah], küfretmiş olan kimselerden bir kısmının kökünü kessin yahut onları perişan etsin de kaybeden kimseler olarak dönüp gitsinler diye azîz ve hakîm Allah katındandır. (Âl-i İmrân-123-127) Âyetlerden anlaşılan görünür yardımlar şunlardır: İslâm ordusu savaşa kararı alıp yola koyuldu. Hedef Bedir kuyularını tutmaktı. Kureyşliler de aynı amaçla hareket ediyorlardı. Bu esnada yağan yağmurla müşriklerin yolları çamur oldu, rahat yol alamadılar. Müslümanların yol güzergahı ise kumluk olduğundan yağmur yeri sertleştirdi, müşriklerin aksine rahat yürüdüler. Böylece Bedir kuyularına Rasûlullah ve ordusu Müşrik ordusundan önce varıp kuyuları kontrol altına aldılar. UYKU NİMETİ Allah'ın müdahalesiyle mü’minler o şartlarda uyumuş –ki o şartlarda uyuyabilmeleri Allah'ın bir mucizesidir–; böylece savaşın yapılacağı ertesi gün için dinlenip güçlenmişler ve kalplerinden korku gidip kendilerine güven gelmiştir. Âyette, Sizi kendisiyle temizlemek, şeytânın pisliğini/zararını sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam durdurmak için gökten üzerinize bir su indiriyordu ifadesinde bahsedilen, yağmurun temizlediği şeytânın pisliği/zararı, zâhirî şartların aleyhlerine gözükmesinden dolayı Müslümanlarda oluşan korku, tereddüt, pişmanlık gibi duygular ile 49. âyette konu edilen, Şu adamları dinleri aldattı gibi dedikodulardır. O şartlarda uyutulmaları, yağmur sayesinde arazinin sertleşmesi ve su ihtiyaçlarının karşılanması Müslümanları zafer hususunda ümitlendirdi, korkuları yok oldu; moral kazandılar ve Allah'ın yardımından emin oldular. Târih kayıtlarına göre bu pasajda konu edilen olay şöyle gelişmiştir: Bedir Günü Rasûlullah (s.a), müşriklere baktı. 1.000 kişi olduklarını gördü. Ashâbı ise 317 kişi idi. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi (Allah'ın salat ve selâmı üzerine olsun) kıbleye yöneldi, sonra ellerini uzattı. Rabbine şöylece niyaz etmeye koyuldu: “Allahım! Bana vaadini gerçekleştir! Allahım! Bana vaad ettiğini ver. Allahım! Eğer İslâm ehlinden bu topluluğu helak edecek olursan, yeryüzünde Sana ibâdet olunmayacaktır.” O, kıbleye yönelmiş, ellerini uzatmış hâlde, Rabbine, –ridası omuzlarından düşünceye kadar– niyaza devam etti. Sonra Ebû Bekr yanına gitti, ridasını alıp omuzlarına koydu. Arkasına durup şöyle dedi: Ey Allah'ın Peygamberi! Rabbine bu kadar seslenişin yeter. Şüphesiz ki O, sana verdiği sözünü gerçekleştirecektir. Bunun üzerine Yüce Allah, Hani siz, Rabbinizden imdat istiyordunuz da, “Muhakkak Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım ediyorum” diye duanıza karşılık vermişti buyruğunu indirdi.[10] Bedir günü Hz. Peygamber (s.a), müşriklerin sayısının 1.000; ashâbının sayısının da 300 küsur olduğunu görünce, kıbleye dönüp ellerini göğe kaldırarak, “Allahım! Bana vaad ettiğin şeyi yerine getir. Allahım! Eğer şu bir avuç insanı helak edersen, yeryüzünde Sana bir daha ibâdet olunmaz” diye dua etti. O durmadan bu duaya devam etti. Hatta ridâsı sırtından düştü. Hz. Ebû Bekr onu alıp sırtına verdi ve o'na, “Yâ Rasûlallah! Rabbine yaptığın bu dua sana yeter. Çünkü O, sana vaad ettiğini mutlaka yerine getirir” dedi. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. İki ordu karşı karşıya saf bağlayınca, Ebû Cehl, “Allahım! Hangimiz hakka daha lâyık isek, ona yardım et” dedi ve Allah'ın Rasûlü de, elini kaldırıp o yukarıdaki duasını yaptı. Âyette bahsedilen yardım isteme, mü’minler tarafından olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber'i (s.a) yardım istemeye sevkeden sebep, ashâb için de söz konusu idi. Hatta ashâbın endişe ve korkusu, Hz. Peygamber'inkinden daha fazla idi. Bu hususta doğruya en yakın olan şöyle söylemektir: Rivâyet olunduğu gibi, Hz. Peygamber (s.a) dua edip yalvardı; ashâb da o'nun duasına “âmin” dediler. Böylece içlerinden [kalben], bu dua hususunda Hz. Peygamber'e tâbi olmuş oldular. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a) sesli olarak dua ettiği için, Hz. Peygamber'in dua etmiş olduğu rivâyet edildi, ashâbın dua ettiği nakledilmedi. İşte bu hususta farklı rivâyetleri bu şekilde bağdaştırmak mümkündür.[11] Bu paragrafta iki kez meleklerden bahsedilmektedir. Kanaatimize göre 9. âyetteki “melekler” ile 12. âyetteki melekler birbirinden farklıdır. 9. âyette zikredilen “melekler”, ئلوك [ülûk] sözcüğünün türevi olup, “haberciler” demektir ki bununla da, “Kur’ân âyetleri” kasdedilmiştir. 12. âyetteki “melekler” ise, m-l-k kökünden türemiş olup, “güçler” demektir ki bununla da “yağmur, rüzgâr, ağrı, sancı, korku, sevinç” gibi şeyler kasdedilmiştir. Melek kavramı hakkında daha evvel ayrıntılı bilgi verilmişti.[12] Âyetteki, Ve hani, Rabbin meleklere vahyediyordu ifadesi, Nahl sûresi'ndeki Rabbin bal arısına vahyetti ifadesi gibi anlaşılmalıdır. “Melek” kavramı hakkında doğru bilgi sahibi olmayan kimseler, melekleri savaşa sokmuşlardır. Klasik kaynaklardan birkaç örnek nakletmekle yetiniyoruz: MELEKLERİN SAVAŞIP SAVAŞMADIĞI Âlimler, meleklerin Bedir Günü bizzat savaşıp savaşmadıkları hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bir kısım âlimler şöyle demişlerdir: “Cebrâîl (a.s), 500 meleği Hz. Peygamber'in ordusunun sağına indirmişti. Ordunun bu cenahında Hz. Ebû Bekr vardı. Mîkâîl (a.s) de 500 melek ile birlikte, ordunun sol cenahına indi. Burada da Hz. Ali b. Ebî Tâlib (r.a) bulunuyordu. Melekler insan şeklinde idiler ve üzerlerinde beyaz elbiseler vardı. Bu 1.000 melek, Bedir'de bizzat savaştı.”[13] Meleklerin Bedir'de savaştıkları, fakat Hendek [Ahzâb] ve Huneyn savaşlarında savaşmadıkları söylenmiştir. Ebû Cehl'in, İbn Mes‘ûd'a (r.a), “Sesini duyup da kendini göremediğimiz bu şeyler nedir?” dediği, Abdullah b. Mes‘ûd'un (r.a) da, “Onlar, meleklerin sesidir” cevabını verdiği, bunun üzerine Ebû Cehl'in, “Bizi yenen siz değilsiniz, onlar” dediği rivâyet edilmiştir. Yine rivâyet edildiğine göre bir müslüman, bir müşriğin peşine düştüğünde, başının üstünde bir şakırtı duyuyordu ve birden önündeki müşriğin yuvarlanıp düştüğünü ve yüzünün paramparça olduğunu görüyordu. İşte böyle bir hâdiseyi Ensârdan biri, Hz. Peygamber'e (s.a) anlatınca, o, “Doğrusun. Bu, gökten gelen yardımdandır” buyurdu. Diğer bazı âlimler ise, meleklerin Bedir'de bizzat savaşmadıklarını, ancak Müslümanların (yanında durarak) sayılarını çoğalttıklarını ve Müslümanlara sebat verdiklerini; aksi hâlde tek bir meleğin gücünün, bütün dünyayı yok etmek için yeterli olacağını; çünkü (meselâ) Cebrâîl'in (a.s) kanadının bir teleği ile, Lût (a.s) kavminin şehirlerini ve Semûd kavminin diyarlarını alt üst ettiğini, tek bir nâra ile Sâlih (a.s) kavmini yok etmiş olduğunu söylemişlerdir.[14] İbn Abbâs[15] (r.a) şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a), Bedir Günü çadırında oturmuş dua ediyordu. Hz. Ebû Bekr (r.a) de sağında oturuyordu. Yanında Hz. Ebû Bekr'den başka kimse yoktu. Derken Hz. Peygamber (s.a) biraz uyuklayıp uyandı. Sonra sağ eliyle Hz. Ebû Bekr'in dizine dokunarak, “Allah'ın yardım edeceğini müjdelerim. Yemin olsun ki rüyamda Cibrîl'i, atlıları yönlendirirken gördüm” dedi.[16] Bu pasajdan da anlaşılacağı üzere, Allah Kendi yolunda cihad eden veya savaşan kullarına daima yardım edecek, onları muzaffer kılacaktır. Bu vaad, onlarca âyette zikredilmiştir: Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O'da size yardım eder ve ayaklarınızı sâbit tutar. (Muhammed/7) O, Ehl-i Kitaptan inkâr eden kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı. Ama Allah'ın azabı, onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine, evlerini, kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü. Ey basiret sahipleri! İbret alın. (Haşr/2) Biz, Allah'ın, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı, şu inkâr etmiş kimselerin kalplerine korku salacağız. Onların varacakları yer ateştir. Zâlimlerin barınağı da ne kötüdür! (Âl-i İmrân/151) Ve sen melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, “Tadın bakalım kızgın ateşin azabını! İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde zulmeden biri değildir” diye onları vefat ettirirken bir görseydin. (Enfâl/50-51) Ve Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah'a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen! (En‘âm/93) Savaşta inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun [onları öldürün]. Sonra onlara üstün geldiğiniz zaman bağı sıkı bağlayın [cephe gerisindekileri esir alın]. Sonra harp ağırlıklarını atıp, savaş bitince de onları ya karşılıksız olarak, ya da fidye ile salıverin. İşte! (Allah'ın emri budur.) Eğer Allah dileseydi onlardan elbette intikam alırdı [onları cezalandırıp adaleti sağlardı]. Fakat (böyle olması) sizi birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda öldürülenlere/öldürenlere/savaşanlara gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz. O [Allah], onları kılavuzlayacak, durumlarını düzeltecek ve onları, kendilerine tanıttığı cennete girdirecektir. (Muhammed/4-6) Ve gevşemeyin, üzülmeyin! Ve eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz. Eğer size bir yara değmişse, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştu. Ve işte o günler; Biz onları, Allah'ın sizden iman eden kimseleri bilmesi ve sizden şâhitler edinmesi, Allah'ın iman eden kimseleri arındırması, kâfirleri de mahvetmesi için insanlar arasında döndürür dururuz. Ve Allah zâlimleri sevmez. (ÂI-i İmrân/139-141) Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit yaşamda ve şâhitlerin kalktığı [şâhitlik edecekleri] günde [kıyâmette] kesinlikle yardım ederiz. (Mü’min/51) Allah, “Elbette Ben ve elçilerim gâlip geleceğiz” yazmıştır. Şüphesiz Allah kavî'dir, azîz'dir. (Mücâdele/21) Ve andolsun ki, gönderilen kullarımız [elçilerimiz] hakkında Bizim sözümüz geçmiştir: “Şüphesiz onlar, kesinlikle gâlip olanların ta kendisidir. Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle gâlip gelenlerin ta kendisidir.” (Sâffât/171-173) Pasajın 13-14. âyetlerinde de kâfirlerin hakk ettikleri sonuca değinilmiştir. |
15. Ey iman etmiş kimseler! Toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, hemen onlara arkalarınızı dönmeyin.
16. Ve böyle bir günde her kim onlara, –tekrar dönüp çarpışmak için geri çekilmek veya diğer bir safta yeniden mevzilenmek hâlleri hariç– arkasını dönerse, kesinlikle Allah'tan bir gazaba uğramış olur ve onun varacağı yer cehennemdir. Orası da ne kötü bir dönüş yeridir. Bu âyetlerde, savaş esnasında, bir savaş taktiği olarak ya da başka bir Müslüman grubuna yardım maksadı dışında düşmana arkasını dönenlerin [savaş alanını terkedenlerin veya firar edenlerin] mutlaka cezalandırılacağı beyân edilmektedir. Burada, askerî strateji gereği ya da savaşan diğer bir gruba destek vermek amacıyla geri çekilme yasaklanmamıştır. O nedenle müslümanlar, düşmanın baskısı çok şiddetli ise, komutanın emri ile geri çekilebilirler. Yasaklanan geri çekilme, ölüm korkusuyla, panikle geri çekilme, yani kaçmadır. Her kim öyle bir günde düşmana arkasını çevirirse, Allah'tan bir gazaba uğrar ve onun varacağı yer cehennemdir. Burada konu edilen cezayı, âhirete hasretmek yanlıştır. Allah yolunda savaşmayanlar veya savaş meydanından kaçanlar dünyada da Allah'ın gazabına uğrarlar ve egemen güçlerin kontrolünde zillet içinde cehennem hayatı yaşarlar. 17. Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Ve mü’minleri bundan güzel bir bela ile belâlandırmak [güzelce sınamak] içindi. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. 18. İşte! Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını zayıflatandır. Bu âyetlerde, savaşın anlamı anlatılmaktadır: Savaşta insan kâtil olmaz. Klasik kaynaklarda bu âyetin iniş sebebine ilişkin şu bilgiler verilmiştir: Rivâyete göre Rasûlullah'ın (s.a) ashâbı, Bedir'den geri döndüklerinde her biri kendisinin yaptıklarını söz konusu etmeye başlayarak, “Ben şu kadar kişi öldürdüm, şunu yaptım, bunu yaptım” demeye koyuldu. İşte onların bu ifadelerinden karşılıklı övünme ve benzeri hâller ortaya çıktı. Bunun üzerine, öldürenin de, her şeyi takdir edenin de Yüce Allah olduğunu, kulun ise, bu işe yalnızca kesbi ve kastı ile katıldığını bildirmek için bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîme, aynı zamanda, “Kulların fiilleri kullar tarafından yaratılmaktadır” diyenlerin görüşlerini de reddetmektedir.[17] Mücâhid şöyle demektedir: “Bedir Günü'nde ashâb ihtilâf ederek, biri “Ben öldürdüm!”; diğeri, “Hayır, ben öldürdüm!” deyince, Allah bu âyeti inzâl buyurdu. Yani, “bu büyük bozgun ve kırma işi, bu hasar, sizin tarafınızdan olmadı. Bu, ancak Allah'ın yardımıyla gerçekleşti” demektir. Rivâyet olunduğuna göre, Kureyş ordusu gözükünce, Allah'ın Rasûlü, “İşte, Kureyş! Bütün kibri ve fahriyle, Senin Rasûlünü yalanlamaya geliyorlar. Allahım! Senden, bana vaad ettiğini istiyorum!” dedi. Bunun üzerine Cebrâîl gelerek, “Bir avuç toprak al ve onu onlara at!” dedi. İki ordu karşı karşıya gelince, Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ali'ye, “Bana, bu vâdinin çakıl taşlarından bir avuç ver!” dedi. (Taşı aldığında) Hz. Peygamber bunu Kureyşlilerin yüzüne atarak, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun!” dedi. Böylece, bütün müşrikler gözleriyle meşgul oldular, akabinde de bozguna uğradılar.[18] Süddî der ki: Allah Rasûlü (s.a) Bedir günü Hz. Ali'ye (r.a), “Yerden bana çakıl ver”, buyurdu. Hz. Ali, üzerinde toprak olan çakılları o'na verdi de Hz. Peygamber bunu müşriklerin yüzlerine attı. Gözlerine bu topraktan bir parça girmedik hiç bir müşrik kalmadı. Sonra mü’minler peşlerine düştüler, onları ya öldürdüler ya da esir ettiler. Allah Teâlâ, Siz öldürmediniz onları, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini indirdi. Ebû Ma‘şer Medenî'nin Muhammed ibn Kays ve Muhammed ibn Ka‘b el-Kurâzî'den rivâyetine göre; onlar şöyle demişlerdir: Kavim birbirlerine yaklaştığında, Allah Rasûlü (s.a) bir avuç toprak alıp bunu kavmin [müşriklerin] yüzlerine attı ve, “Yüzleri çirkinleşsin” buyurdu. Onların hepsinin gözlerine girdi ve Allah Rasûlü'nün (s.a) ashâbı ilerleyip onların kimini öldürdü, kimini de esir etti. Onların hezimete uğramaları, Allah Rasûlü'nün (s.a) onlara bu şekilde toprak atması sebebiyle olmuştur. Allah Teâlâ da, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyetini indirdi. Abdurrahmân ibn Zeyd ibn Eslem, Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı âyeti hakkında der ki: “Bu, Bedir günüdür. Allah Rasûlü (s.a) üç avuç (toprak, çakıl taşı) aldı ve bir avucunu müşriklerin sağ cenahına, bir avucunu sol cenahına, bir avucunu da ortalarına attı ve, “Yüzleri çirkinleşsin” buyurdu da hezimete uğradılar. Her ne kadar bu, Huneyn gününde vâki' olmuşsa bile Urve ibn Zübeyr, Mücâhid, İkrime, Katâde ve imamlardan bir çoğundan rivâyete göre bu, Hz. Peygamber'in (s.a) Bedir günü (müşriklerin yüzlerine toprak) atması hakkında nâzil olmuştur.[19] Âyetteki, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesiyle ilgili klasik eserlerde birtakım yakıştırmalar mevcuttur: 1) Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu âyet-i kerîme Bedir Günü nâzil olmuştur. Bununla kasdedilen şudur: Hz. Peygamber (s.a) bir avuç toprak aldı ve onu müşriklerin yüzüne doğru serperek, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun” dedi. Bu toprak, istisnâsız olarak her bir müşriğin gözüne ve burnuna dolmuştu. Dolayısıyla bu, müşriklerin bozulmasına sebep oldu. İşte âyet-i kerîme, bu hususta nâzil olmuştur. 2) Bu âyet-i kerîme Hayber Günü nâzil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a), Hayber kalesi'nin kapısının önünde, eline yayı alıp bir ok attı. Hz. Peygamber'in bu oku, hedefini buldu ve atı üzerinde duran (kâfir) İbn Ebi'l-Hakîk'i öldürdü. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. 3) Bu âyet, Uhud Günü, Übeyy b. Halef'in öldürülmesi hakkında nâzil olmuştur. Çünkü Übeyy, Hz. Peygamber'e (s.a) çürümüş bir kemik getirerek, “Ey Muhammed! Şu çürüyüp un ufak olmuş kemiği kim diriltebilir?” demişti. Hz. Peygamber (s.a) de, “Allah diriltir! Nitekim seni de öldürecek, sonra seni yeniden diriltip cehennemine sokacaktır!” buyurdu. Übeyy b. Halef, Bedir Günü esir alındı. Fidye verip kurtulunca, Hz. Peygamber'e (s.a) “Bir atım var. Onu, birgün onun üzerinde seni öldürebilmek için hergün biraz mısır ile besleyeceğim” dedi. Hz. Peygamber (s.a) de, “Hayır, inşaallah ben seni öldüreceğim” dedi. Uhud Günü, Übeyy, işte o atı üzerinde koşuşturuyordu. Derken Hz. Peygamber'e (s.a) yakın bir yere geldi. Bazı müslümanlar, onu öldürmek için önüne dikiliverdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Geri durun” dedi ve ona doğru kargısını atarak onun bir kaburgasını kırdı. Onu müşrikler atına yükleyip götürürlerken yolda öldü. İşte bu âyet bu hususta nâzil olmuştur.[20] Aslında, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesi, bir deyimdir. Nitekim Araplar, “Allah senin için atsın” ifadesini kullanırlar ve bununla “Allah sana yardımcı olsun, sana zafer versin, senin lehine olacak işleri yapsın” anlamını kasdederler. Buradaki ifade de, “sana yardım eden, sana zafer veren Allah'tır” demektir.[21] Bu âyet, Bedir'de zafer kazanan Rasûlullah ve mü’minlere bir ihtardır. Müslümanlar, bu zaferle şımarmamalıdırlar. Savaşı, birçok olağanüstü yardımlar yaratarak Allah kazanmıştır. Mü’minler, el edilen başarıyı kendilerine mal etmemeli; onun Allah'ın lütfu olduğunu bilmelidirler. Allah, Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü buyurmak sûretiyle, öldürmeyi de Kendisine izafe ederek Müslüman askerlerin “kâtil” olarak isimlendirilemeyeceğine işaret etmiştir. Zira, kamu otoritesinin emir ve izniyle yapılan meşru savaşlarda adam öldürmek, öldüreni suçlu-katil yapmaz. 18. âyetteki, İşte! Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını zayıflatandır ifadesiyle, Allah'ın Bedir'de mü’minlere olan yardımına işaret edilmektedir. Allah'ın yardımı sayesinde mü’minler kâfirlerin tuzaklarını bozdular. Allah'ın yardımından şu âyetlerde de bahsedilir: Ve andolsun, sizler güçsüz iken, Allah, şükredesiniz diye size Bedir'de yardım etti. Öyleyse Allah'a takvâlı davranın. (Âl-i İmrân/123) Hiç kuşkusuz, Allah, birçok yerde ve Huneyn Günü size yardım etti. Hani çokluğunuz size güven vermişti de onun size bir faydası olmamış ve yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da arkası dönenler hâlinde kaçmıştınız. (Tevbe/25) Allah'ın savaşta mü’minlere yaptığı yardıma dair geçmiş ümmetlerden de bir örnek verebiliriz: Sonra Tâlût, ordu ile ayrılınca dedi ki: “Şüphesiz Allah, sizi mutlaka bir nehirle imtihan edecek. Artık kim ondan içerse, benden değildir. Kim de, –ancak eliyle bir avuç alan başka– onu tatmazsa, işte o bendendir.” Sonra da içlerinden pek azı hariç, ondan içtiler. Tâlût ve beraberindeki iman eden kimseler onu [nehri] geçtiklerinde onlar [İsrâîloğulları], “Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok” dediler. Allah'a kavuşacaklarına kesinlikle inananlar, “Nice az topluluklar, Allah'ın izniyle nice çok topluluklara gâlip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla beraberdir” dediler. (Bakara/249) 19. Fetih istiyorsanız, işte size fetih gelmiştir. Ve eğer son verirseniz, bu da sizin için daha iyidir. Yok eğer dönerseniz, Biz de döneriz. Her ne kadar toplumunuz çok olsa da size hiç bir şekilde, hiçbir zaman fayda vermeyecek. Ve şüphesiz Allah, mü’minlerle beraberdir. Âyetin muhatabının kim olduğu konusunda farklı görüşler vardır; kimisi muhatabın müşrikler, kimisi mü’minler, kimisi de âyetin ilk bölümünde muhatap mü’minler, son bölümünde ise kâfirler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Âyetin içeriği, muhatabın müşriklere olduğunu açıkça göstermektedir. Dolayısıyla âyette, Fetih istiyorsanız, işte size fetih gelmiştir. Ve eğer son verirseniz, bu da sizin için daha iyidir. Yok eğer dönerseniz, Biz de döneriz. Her ne kadar toplumunuz çok olsa da size hiç bir şekilde, hiçbir zaman fayda vermeyecek. Ve şüphesiz Allah, mü’minlerle beraberdir buyurularak müşrikler uyarılmaktadır. Nitekim âyetin sebeb-i nüzûlü hakkındaki nakiller de bunu desteklemektedir: Bu, kâfirlere bir hitaptır. Çünkü onlar, zafer ve fetih istemiş ve, “Allahım! Bizden akrabalık bağını daha çok kim kesiyor, kim ötekine daha çok zulmediyor ise, Sen onu yenik düşür” diye dua etmişlerdi. Bu açıklamayı el-Hasen, Mücâhid ve başkaları yapmıştır. Onlar bu sözlerini kendi kervanlarına yardımcı olmak üzere Mekke'den çıkışları sırasında söylemişlerdi. Bunu, savaş esnasında Ebû Cehl'in söylediği de ifade edilmiştir. en-Nadr b. el-Hâris ise şöyle demişti: “Allahım! Eğer bu Senin katından gelmiş bir hakk ise, üzerimize ya gökten taş yağdır, yahut da bize acıklı bir azab gönder.” en-Nadr da Bedir'de öldürülenler arasında idi.[22] Rivâyet olunduğuna göre Ebû Cehl, Bedir Günü, “Allahım! İki dinin en üstün olanına ve yardıma en lâyık olanına yardım et” demiştir. Yine rivâyet olunduğuna göre o, “Allahım! Hangimiz daha fazla sıla-i rahmi kesip fısk u fücûra daldı ise, yarın onu helak et!” demiştir. Süddî şöyle demektedir: Müşrikler Bedir'e varmayı ve savaşmayı istediklerinde, Ka‘be'nin örtülerine yapışarak, “Allahım! İki ordunun en yüce ve üstün olanına; iki cemaatin en fazla hidâyette olanına; iki grubun en kerîmine ve iki dinin en üstününe yardım et!” dediler. Bunun üzerine de, Cenâb-ı Hakk bu âyeti indirdi.[23] Süddî der ki: “Müşrikler, Mekke'den Bedir'e doğru çıktıklarında Ka‘be'nin örtülerine yapışmışlar, Allah'tan yardım dilemişler ve, “Ey Allahım! İki ordudan en üstün olanına, iki gruptan en şerefli olanına ve iki kabileden en hayırlı olanına yardım et” demişlerdi. Allah Teâlâ da, Eğer siz fetih istiyor idiyseniz; işte fetih size gelmiştir âyetinde, “Sizin söylediğinize muhakkak yardım ettim ki o da Muhammed'dir” (s.a) buyurur.”[24] |
20. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin. İşitip dururken ondan yüz çevirmeyin!
21. İşitmedikleri hâlde “İşittik [vahye kulak verdik]” diyenler gibi de olmayın! 22. Şüphesiz yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü, aklını kullanmayan şu sağırlardır, dilsizlerdir. 23. Ve eğer Allah, onlarda hayır olduğunu bilseydi kesinlikle onlara işittirirdi. Ve eğer işittirseydi yine de onlar, geri duranların ta kendisi olarak sırt dönerlerdi. Bu âyetlerde, mü’minler ile mü’min görünenler sergilenerek gerçek mü’minlere, o yalancı Yahûdiler ve münâfıklar gibi olmamaları uyarısı yapılmaktadır. Âyetteki, İşitmedikleri hâlde “İşittik [vahye kulak verdik]” diyenler ifadesi ile, vahyi samimiyetle dinlemeyen, işittiklerini iyice düşünmeyen, onun hakkında tefekkür etmeyen iki yüzlü kimseler kasdedilmiş; dolayısıyla da mü’minler ciddiyet ve tefekküre davet edilmişlerdir: Ve küfretmiş olan şu kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar, akıl da etmezler. (Bakara/171) Ve and olsun ki, cinnden ve insten [tanıdığınız-tanımadığınız] bir çoğunu cehennem için yarattık; onların kalpleri vardır onlarla anlamazlar, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gâfillerin [duyarsızların] ta kendileridir. (A‘râf/179) Âyetteki, Elçi'ye itaat ifadesiyle, “Elçi'ye bağlılık; o'nun aldığı kararlara; yaptığı içtihatlara saygılı davranmak, özellikle bu âyetin bulunduğu bağlamda, devlet reisi, ordu komutanı sıfatlarını da taşıması hasebiyle Elçi'ye askerî ve idarî alanlarda ters harekette bulunmamak” kasdedilmiştir. 24. Ey iman etmiş kimseler! O [Elçi], sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Elçi'ye icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O'nun huzurunda toplanacaksınız. 25. Ve sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmeyen fitnelerden korunun ve hiç şüphesiz Allah'ın, azabı çetin olan olduğunu bilin. 26. Ve hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız, yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp yakalamasından korkuyordunuz da O [Allah], şükredersiniz diye barındırmıştı, sizi yardımıyla desteklemişti ve size temiz-hoş şeylerden rızıklar vermişti. Mü’minlere hitap edilen bu âyetlerde, başarılı olabilmeleri için yapmaları gerekenler ifade edilmiş; yanlış davranışlarının sadece kendilerine değil başkalarına da zarar vereceği bildirilmiştir. Paragrafta ilk olarak Elçi'ye itaat, bağlılık sadedinde, Ey iman etmiş kimseler! O [Elçi], sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Elçi'ye icabet edin emri verilmiştir. Elçi'nin çağırdığı “hayat verecek şeyler”in neler olduğunu tesbit etmek için önce şu âyetlere bir göz atılmalıdır: Ve bir beşer için, bir vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah'ın kendisiyle konuşması olmaz. Şüphesiz O, alî'dir hakîm'dir. (Şûrâ/51) Sen geceyi gündüzün içine sokarsın, gündüzü gecenin içine sokarsın; Sen ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğine de hesapsız rızık verirsin. (Âl-i İmrân/27) Allah yolunda öldürülenleri de sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Allah'ın lütfundan verdiği şeylerle sevinçli olarak Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Arkalarından kendilerine henüz ulaşmayan kimselere, kendileri için hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allah'tan bir nimeti, lütfu ve Allah'ın şüphesiz, mü’minlerin ecrini zâyi etmeyeceğini müjdelemek isterler. (Âl-i İmrân/169-171) Ve bu iğreti yaşam, sadece bir eğlence ve oyundur. Şüphesiz son yurt ise kesinlikle hayatın ta kendisidir. Keşke onlar, bilmiş olsalardı. (Ankebût/64) Erkekten ve dişiden, mü’min olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız [ödüllendireceğiz]. (Nahl/97) Âyetlerden anlaşıldığına göre, insanlığa hayat verecek şey, “Kur’ân, iman, savaş; şehitlik”tir. Âyetteki, Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ifadesi, vahiylerin, insanın kimliğini değiştirmesine neden olduğuna işarettir. Kâfir ve fâsık kimse vahye kulak verir ve onun hakkında tefekkür ederse, Allah onunla egosu arasına girip ona doğru yolu gösterecek ve cennetine kılavuzlayacaktır. 25-26. âyetlerde de mü’minlerin savaş şartlarında takınmaları gereken tavırlara vurgu yapılıp, Allah'ın kendilerine yardım edeceği ifade edilmektedir. 26. âyetteki, Ve hatırlayın; hani sizler sayıca azdınız, yeryüzünde zayıf bırakılmıştınız, insanların sizi kapıp yakalamasından korkuyordunuz da O [Allah], şükredersiniz diye barındırmıştı, sizi yardımıyla desteklemişti ve size temiz-hoş şeylerden rızıklar vermişti ifadesi ile, mü’minlere geçmişte yaşadıkları korku ve baskılar hatırlatılarak onlardan yaşadıkları hayatın değerlendirmesini yapmaları istenmektedir. 25. âyetteki, Sadece sizden zâlim olanlara isâbet etmeyen fitneler ifadesiyle, insanları ateşe atan ihtilâf, çekişme, karışıklık, kafaları karıştırmak, düzeni bozmak, anarşi çıkarmak gibi toplumsal fitneler kasdedilmektedir. Çünkü bu fitne, sınır tanımaz. Böyle bir durumda sadece günahkârlar değil, nemelazımcı kimseler de azaba uğrarlar. Bu durum çevre sağlığı ile örneklenebilir: Çevreyi kirleten bir kimseye müdahale edilmediğinde, kirlilik yayılır ve tüm kenti etkiler. Bunun zararı da, sadece kirleten kişiyle sınırlı kalmaz, orada yaşayan herkese dokunur. Aynı durum ahlâk ve kültür dejenerasyonu açısından da ele alınabilir: Bir kişinin yaptığı ahlâksızlıkların, zaman içinde kenti, hatta ülkeyi bile sardığına tanık olunmaktadır. Lût kavmi buna güzel bir örnektir; birkaç kişiyle başlayan cinsel sapmalar zamanla tüm kavmi sarmış ve onların sonlarını hazırlamıştır. 27-28. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve Elçi'ye ihânet etmeyin. Bile bile kendi emanetlerinize de ihânet etmeyin. Şüphesiz mallarınızın ve evlatlarınızın, kesinlikle fitne olduğunu ve kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir olduğunu bilin. Bu âyetlerde mü’minler, Allah'a ve Elçi’ye ihânet etmeyin. Bile bile kendi emanetlerinize de ihânet etmeyin buyurularak uyarılmakta ve kendilerine, Şüphesiz mallarınızın ve evlatlarınızın, kesinlikle fitne olduğunu ve kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir olduğunu bilin vaadi yapılmaktadır. Müslümanlar mal-mülk ve emanetler konusunda bir hâinlik yapmış olmalılar ki bu uyarıya muhatap olmuşlardır: Rivâyet edildiğine göre, bu âyet-i kerîme, Ebû Lubâbe b. Abdu'l-Münzir'in Kurayzaoğulları'na kesileceklerini işaret edip bildirmesi üzerine nâzil olmuştur. Ebû Lubâbe der ki: “Allah'a yemin ederim, ayaklarımı yerimden hareket ettirmeden ben Allah'a ve Rasûlü'ne hâinlik ettiğimi anladım. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.” Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, Ebû Lubâbe kendisini mescidin direklerinden birisine bağlayarak şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim, ölünceye yahut da Allah tevbemi kabul edinceye kadar ne bir şey yiyeceğim, ne de bir şey içeceğim.” Buna dair haber meşhurdur.[25] Bir diğer görüşe göre âyet-i kerîme, onların Peygamber'den (s.a) herhangi bir şeyi işitip bunu müşriklere ulaştırmaları ve yaygınlaştırmaları üzerine nâzil olmuştur.[26] İbn Abbâs şöyle demiştir: “Bu âyet, Ebû Lubâbe hakkında nâzil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a), Ebû Lubâbe'yı, Kurayzaoğulları'nı muhasara altına almak maksadıyla onlara yollamıştı. Ebû Lubâbe'nin çoluk-çocuğu ise, Kurayzaoğulları'nın içinde bulunuyordu. Bunun üzerine Kurayzaoğulları, “Ey Ebû Lubâbe! Ne dersin, Sa‘d ibn Mu‘âz'ın hakkımızda vermiş olduğu hükmü kabul edelim mi?” deyince, Ebû Lubâbe boğazına işaret ederek, “Bu bir intihardır, sakın bunu yapmayın” demek istemiştir. Böylece, bu hareket tarzı, Ebû Lubâbe'den, Allah ve O'nun Rasûlü'ne karşı bir hâinlik olmak üzere sâdır olmuştur.”[27] Süddî şöyle demektedir: “Onlar, Hz. Peygamber'den (s.a) bir şey dinliyor ve bunu ifşa ederek, müşriklere intikâl ettiriyorlardı. İşte bunun üzerine, Cenâb-ı Hakk onları bundan nehyetti.” İbn Zeyd şöyle demiştir: “Allah onları, tıpkı münâfıkların yapmış olduğu gibi, iman izhar edip, öte yandan ise, küfürlerini gizlemek sûretiyle, hâinlikte bulunmaktan nehyetti.” Câbir ibn Abdillah'dan şu rivâyet edilmiştir: Ebû Süfyân Mekke'den çıkınca, Hz. Peygamber (s.a), onun çıktığını öğrendi ve onu karşılamaya niyetlendi. Bunun üzerine münâfıklardan birisi, Ebû Süfyân'a, “Muhakkak ki Muhammed, savaşmak için karşınıza çıkacak. Binâenaleyh tedbirinizi alın!” diye bir mektup yazınca, Allah Teâlâ bu âyeti inzâl buyurdu. Zührî ve Kelbî, bu âyetin Hatıb b. Ebî Lubâbe hakkında nâzil olduğunu söylemişlerdir. Zira bu sahâbî, Hz. Peygamber (s.a) Mekkelilerle savaşmak için gitmeye niyetlenince, o'nun bu niyetini Mekkelilere yazıp bildirmişti. Bu görüşü el-Esamm nakletmiştir.[28] Âyette geçen emanetler, çok kapsamlı bir terim olup fert ve toplumu, hatta tüm dünyayı ilgilendiren boyutları vardır. Zira emanet, “kişiye muhafaza etmesi için bırakılan tüm şeyler”dir. Buna göre, antlaşma ve sözleşmeler, toplumda üstlenilen büyük-küçük vazifeler, kamu malları; kişinin aklı-fikri, organları, sağlığı, gençliği, ömrü, Allah'ın dünyada insana vermiş olduğu sistemler; ormanından, havasından suyuna, böceğinden çiçeğine evrendeki tüm varlıklar birer emanettir. Âyetteki emanetler'in, pasaj gereği özele indirgendiğinde, “ganimetler”i de içerdiği söylenebilir. Âyetteki, Şüphesiz mallarınızın ve evlatlarınızın, kesinlikle fitne olduğunu ve kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir olduğunu bilin ifadesiyle, malların ve çocukların birer fitne [ateşe atan etken] olduğu hatırlatılarak şu ihtar edilmektedir: “Dünya malı ve çocuklar, genellikle kişiyi yanlış yollara sevkeder. Kazanma ve koruma hırsıyla insanlar birçok yanlışa tevessül ederler. Yapmaları gerekeni yapmazlar veya yapmamaları gerekeni yaparlar. O nedenle aklınızı başınıza alın, hataya düşmeyin.” Aynı tarz uyarı başka âyetlerde de mevcuttur: Ey iman etmiş olan kimseler! Şüphesiz eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. O nedenle, onlardan sakının. Ve eğer affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş görür ve bağışlarsanız… Bilin ki şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir. Allah ise, büyük ecir Kendi katında olandır. (Teğâbün/14-15) Her nefis [kimliği olan varlık] ölümü tadıcıdır. Ve fitne olmak üzere, sizi Biz, şerr ve hayır ile belâlandırırız. Ve siz yalnız Bize döndürüleceksiniz. (Enbiyâ/35) Ey iman edenler, ne mallarınız ne çocuklarınız sizi Allah'ı zikretmekten tutkuya kaptırarak alıkoymasın; kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Münâfikûn/9) 29. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a takvâlı davranırsanız, O, size bir furkân [hakkı bâtıldan ayırdedecek bir anlayış] verir ve sizden kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah çok büyük lütuf sahibidir. 30. Ve hani bir zaman, şu küfretmiş olan kimseler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Ve onlar tuzak kurarken Allah da tuzak kuruyordu. Ve Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır. 31. Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi. 32. Bir vakit de onlar, “Ey Allahım! Eğer bu Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi. 33. Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azab edecek değildi. İstiğfâr ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. Bu âyetlerde, Rasûlullah'a güven verilmekte; Mekke'deki yaşamının bazı bölümleri hatırlatılarak müşriklerle baş edildiği gibi bunlarla da baş edileceği, moralini yüksek tutması gerektiği bildirilmektedir. Ayrıca bu paragraf, 26. âyeti de tefsir etmektedir. 30. âyette konu edilen tuzak ile ilgili kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır: Bu buyrukla, müşriklerin Daru'n-Nedve'de Peygamber'e (s.a) tuzak kurmak üzere yaptıkları toplantı haber verilmektedir. Sonunda o'nu öldürmek üzere görüş birliğine vardılar. O bakımdan, geceleyin gözetlemeye koyulup evinin kapısından çıktığı vakit o'nu öldürmek üzere gece boyunca gözetleyip durdular. Peygamber (s.a) de Ali b. Ebî Tâlib'e yatağında uyumasını emretti, Yüce Allah'a da, gittiği yerin izini müşriklerin bulmamaları için dua etti, Allah da onların gözlerini görmez kıldı. Uyku onları bürümüşken çıkıp başlarına toprak saçıp gitti. Sabah olunca Ali, evden dışarı çıkıp evde kimse olmadığını onlara haber verince, Rasûlullah'ı (s.a) ellerinden kaçırmış olduklarını ve kurtulduğunu anladılar. Buna dair haber, siyer kitaplarında ve başka yerlerde meşhurdur.[29] İbn Abbâs, Mücâhid, Katâde ve benzeri müfessirler şöyle demişlerdir: “Kureyş müşrikleri Daru'n-Nedve'de müşâvere ediyorlardı. Derken bir ihtiyar kılığına girmiş olan İblis onların yanlarına gelip, kendisinin Necidli olduğunu söyledi. Oradakilerin bazıları şunu teklif ettiler: -- Onu [Muhammed'i] bağlayın ve o'nun başına zamanın felâketlerinin gelmesini bekleyelim. İblis de buna karşılık şöyle dedi: -- Böyle yapmada bir fayda yok. Çünkü bundan dolayı o'nun kavmi öfkelenir ve kan döker. Bazıları da şu teklifte bulundular: -- Onu memleketinizden uzaklaştırın. Böylece o'nun eziyetinden kurtulur, rahata kavuşursunuz. Bunun üzerine İblis şöyle dedi: -- Böyle yapmada da bir fayda yok. Çünkü o zaman o, etrafında bir grup toplar ve onlarla size karşı savaşır. Ebû Cehl ise şöyle dedi: -- Benim görüşüm şu: Her kabileden birer adam seçip toplayalım. Onlar o'na saldırıp hep birden kılıçlarıyla vursunlar. Böylece o'nu öldürdükleri zaman kanı bütün kabilelere dağılmış olur ve Hâşimoğulları, bütün Kureyş kabileleriyle savaşmayı göze alamazlar, bundan dolayı da o'nun diyetini/kan bedelini almaya razı olurlar. Bunun üzerine İblis dedi ki: -- İşte bu doğru fikir. Cenâb-ı Allah da, Peygamberi'ne bu olayı vahiy ile bildirdi ve o'na Medîne'ye hicret etme hususunda müsaade edip, yatağında yatmamasını emretti. İşte böylece Allah Teâlâ, Hz, Peygamber'e (s.a) hicret hususunda izin verdi. Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ali'ye yatağında yatmasını emrederek şöyle dedi: -- Cübbeme börün. Bu işten sana, hoşlanmadığın bir kötülük gelmeyecek. Müşrikler gece boyu o'nun evini gözetlediler. Sabah olunca girip yatağına koştular. Karşılarında Hz. Ali'yi görünce şaşıp kaldılar. Allah Teâlâ onların bu komplolarını boşa çıkardı.[30] Süneyd'in Haccâc'dan, onun da İbn Cüreyc'den rivâyetine göre Atâ şöyle demiştir: Ubeyd ibn Umeyr'in şöyle dediğini işittim: Hz. Peygamber'i (s.a) tutup bağlamak veya öldürmek veya o'nu çıkarmak üzere düzen kurduklarında, amcası Ebû Tâlib Hz. Peygamber'e sormuş: -- Senin hakkında ne düzen kurduklarını biliyor musun? Hz. Peygamber de şöyle cevap vermiş: -- Beni büyülemek veya öldürmek veya çıkarmak istiyorlar. Ebû Tâlib sormuş: -- Sana bunu kim haber verdi? Allah Rasûlü cevab vermiş: -- Rabbim. Ebû Tâlib şöyle demiş: -- Senin Rabbin ne güzel Rabb. O'na hayır tavsiye et! Allah Rasûlü şöyle karşılık vermiş: -- Ben mi O'na hayır tavsiye edeceğim? Aksine O bana hayır tavsiye eder. Ebû Ca‘fer ibn Cerîr der ki: Bana Muhammed ibn İsmâîl el-Basrî… Muttalib ibn Ebû Vedâa'dan rivâyet etti ki Ebû Tâlib, Allah Rasûlü'ne (s.a) sormuş: -- Kavmin senin hakkında ne düzen kuruyor? Allah Rasûlü şöyle karşılık vermiş: -- Beni büyülemek veya öldürmek veya çıkarmak istiyorlar. Ebû Tâlib tekrar sormuş: -- Bunu sana kim haber verdi? Allah Rasûlü cevap vermiş: -- Rabbim. Ebû Tâlib şöyle demiş: -- Senin Rabbin ne güzel Rabb. O'na hayır tavsiye et! Hz. Peygamber de şöyle karşılık vermiş: -- Ben mi O'na tavsiyede bulunacağım? Bilakis O bana tavsiyede bulunur. Bunun üzerine, Hani küfredenler; seni tutup bağlamak, yahut öldürmek veya çıkarmak için düzen kuruyorlardı... âyeti nâzil oldu.[31] |
31-32. âyetlerdeki, Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, “işittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, evvelkilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi. Bir vakit de onlar, “Ey Allahım! Eğer bu Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi ifadeleriyle yine Mekke dönemindeki hâdiselere gönderme yapılmıştır: Bu densizler bir zaman böyle iddialarda da bulunmuşlardı, ama bu, bir palavradan öte geçemedi. Kendilerine sürekli meydan okundu, fakat asla böyle bir kitap ortaya koyamadılar:
De ki: “Andolsun ki ins ve cinn [herkes], bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini, kesinlikle getiremezler.” (İsrâ/88) Ve bu Kur’ân, Allah'ın astları tarafından uydurulan değildir. Lâkin kendinden önceki kitapları tasdik eder ve o kitabı ayrıntılı olarak açıklar. Onda şüphe edilecek hiçbir şey yoktur. Âlemlerin Rabbindendir. Yahut, “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse siz benzeri, bir sûre meydana getirin, Allah'ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz.” (Yûnus/37-38) Yahut [aslında], “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın.” Yok eğer bunun üzerine onlar, size cevap vermedilerse, artık bilin ki, o [Kur’ân] ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Ve O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Artık siz müslüman oluyor musunuz? (Hûd/13-14) Yahut, “Onu kendi uydurup söyledi?” mi diyorlar? Aslında onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğru kimseler iseler. (Tûr/33-34) Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin, Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz. Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse inkârcılar için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun. (Bakara/23-24) 33. âyette, Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azab edecek değildi. İstiğfâr ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir ifadesiyle, geçmişten günümüze devam edip gelen bir ilâhî kanuna işaret edilmiştir: Allah, elçileri azmış toplum içinde bulunurken onları cezalandırmamakta; elçi aralarından ayrıldıktan sonra cezalandırmaktadır. Nitekim Nûh, Lût, Sâlih ve Mûsâ peygamberlerin kavimleri, onlar aralarından ayrıldıktan sonra cezalandırılmıştı. Ayrıca Mekke müşrikleri de Rasûlullah aralarından ayrıldıktan sonra birtakım yenilgilerle cezalandırılmıştır: Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onları cezalandırsın ve onları rezil-rüsvay etsin. Sizi de, onlara karşı muzaffer kılsın ve mü’min bir toplumun göğüslerine şifa versin, göğüslerinin kinini gidersin. Allah dilediğinin tevbesini de kabul eder. Ve Allah, alîm'dir, hakîm'dir. (Tevbe/14-15) 34. Ve onların, kendileri Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun velîleri sadece muttakilerdir. Velâkin onların çoğu bilmiyorlar. 35. Ve onların Beyt'in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece, ıslık çalmak ve el çırpmaktır. –Öyleyse küfretmiş olduğunuzdan dolayı bu azabı tadınız!– 36-37. Şüphesiz, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfeden o küfretmiş olan kişiler; yine onu sarfedeceklerdir. Sonra o, bir pişmanlık olacak sonra da Allah'ın, murdarı temizden ayırdetmesi için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmesi, sonra da topunu birden cehenneme koyması için yenileceklerdir. Ve küfretmiş olan kişiler cehenneme toplanacaklar. İşte bunlar, o hüsran içinde kalanların ta kendileridir. 38. Küfretmiş olan şu kimselere de ki: “Eğer bu işe son verirlerse daha önce yaptıkları bağışlanacak. Yine de dönerlerse, kesinlikle önceki ümmetlerin sünnetleri [onlara uygulanan kurallar] devam etmiş olur.” 39. Ve fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık vazgeçerlerse bilinsin ki, şüphesiz Allah, yaptıklarını en iyi görendir. 40. Ve eğer onlar geri dururlarsa, artık siz, şüphesiz Allah'ın mevlânız olduğunu bilin. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır! 41. Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir Günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir. Bu âyet grubunda yine Rasûlullah'ın Mekke'deki mücâdelesine göndermeler yapılmak sûretiyle Mekkeli müşriklerin gerçek kimlikleri, İslâm'a ve Müslümanlara karşı takındıkları tavırları, düşünceleri, planları bir kere daha hatırlatılıp onlara karşı yapılması gereken muamelelere değinilmekte, son olarak da Peygamberimizin Medîne'deki göreviyle ilgili yönlendirmeler yapılmaktadır. Mekke ile ilgili olarak Rasûlullah'a şu vakalar hatırlatılıyor: * Onlar Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde, her türlü gazabı göze alarak ondan menedip durmuşlardır. * Onların Beyt'in [Ka‘be'nin] yanındaki salâtları, sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktır. Onlar orada sadece riyakârlık yaparlar. * Onlar, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfetmektedirler ve sarfedeceklerdir. Onların kin ve düşmanlıkları bitmeyecektir. * Sonra pişmanlık duyacaklar ama fırsat kaçmış olacak. Hem dünyada hem de âhirette cezalandırılacaklar. 34. âyette, Kendileri Mescid-i Harâm'ın velîleri olmadıkları hâlde ondan menedip dururlarken Allah'ın kendilerine azap etmemesi için neleri var? Onun velîleri sadece muttakilerdir buyuruluyor. Mekke'nin ileri gelenleri/Kureyş müşrikleri kendilerini Ka‘be'nin mütevelli heyeti kabul ediyorlardı. Ka‘be ve hacc hizmetlerini kendi aralarında taksim edip olağanüstü kâr elde ediyorlardı. Babalarının malı gibi, istediklerini Mescid-i Harâm'a sokuyor, istemediklerini sokmuyorlardı. Âyetteki, Onun velîleri sadece muttakilerdir ifadesiyle, müşriklerin-kâfirlerin mescidlere, eğitim ve öğretim kurumlarına asla mütevelli [koruyan, gözeten, ayakta tutan yönetici] yapılmaması gerektiğine de işaret edilmiştir: Onlar, inkâr eden ve sizi Mescid-i Harâm'dan ve ayarlanmış hedylerin yerlerine ulaşmasını engelleyen kimselerdir. Eğer kendilerini henüz tanımadığınız, bilmeyerek ezmek sûretiyle kendilerinden sorumluluğunuz olacak mü’min erkekler, mü’min kadınlar olmasaydı… bu, Allah'ın dilediği kimseyi rahmetine girdirmesi içindir. Eğer onlar, birbirinden ayrılmış olsalardı, kesinlikle onlardan inkâr eden kimseleri acıklı bir azapla azaplandırırdık. (Feth/25) Müşrikler, kendi inkârlarına kendileri şâhit olup dururlarken Allah'ın mescidlerini imar etmeleri söz konusu olamaz. Onlar, işleri boşa gitmiş kimselerdir. Ve onlar ateş içinde sürekli kalacaklardır. Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, salâtı ikâme edeni, zekâtı veren ve sadece Allah'a haşyet duyan kimseler imar ederler. Artık işte onların, hidâyet üzere olanlardan olmaları umulur. (Tevbe/17-18) Sana harâm aydan ve onda [o harâm ayda] savaşmaktan soruyorlar. De ki: “Onda savaşmak, büyüktür. Ve Allah yolundan alıkoymak, O'nu ve Mescid-i Harâm'ı inkâr etmek ve onun [Mescid-i Harâm'ın] halkını [hacc ve umre yapanları] oradan çıkarmak, Allah yanında daha büyüktür. Ve fitne, öldürmekten daha büyüktür.” Onlar, eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden döndürmek için sizinle savaşmaktan hiçbir zaman geri durmazlar. Sizden de her kim, dininden döner ve kâfir olarak can verirse artık onların bütün amelleri, dünyada ve âhirette boşa gitmiştir. Ve işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalanlardır. (Bakara/217) 35. âyetteki, el çırparak, ıslık çalarak salât etme ifadesiyle de, Mekkeli müşriklerin sosyal yardım faaliyetlerini şaşalı, tantanalı bir şekilde yaptıkları belirtilmektedir. Söz konusu salatın, namaz ile alakası yoktur. Onların maksadı, yardım yapmak değil, reklam ve yatırım yapmak, rabbliklerini ortaya koymaktır ki bu durumları Mâûn sûresi'nde deşifre edilmişti: Dini yalanlayan şu kimseyi gördün mü? İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse. Bu nedenle, şu destekçilerin vay hâline! Onlar namazlarından/destek verişlerinden gâfildirler, onlar, gösteriş yaparlar, ve mâûnu vermezler. (Mâûn/1-7) Bu konuya ait detay için Mâûn sûresi'ne bakılabilir.[32] 36-37. âyetlerdeki, Şüphesiz, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfeden o küfretmiş olan kişiler; yine onu sarfedecekler. Sonra o, bir pişmanlık olacak sonra da Allah'ın, murdarı temizden ayırdetmesi için ve bir de murdar kısmını birbiri üzerine bindirip hepsini bir araya getirmesi, sonra da topunu birden cehenneme koyması için yenileceklerdir. Ve küfretmiş olan kişiler cehenneme toplanacaklar. İşte bunlar, o hüsran içinde kalanların ta kendileridir ifadesiyle de, müşriklere hasret; mal-mülkten, evlattan, vatandan mahrumiyet ve yenilgi tattırılacağı ihtar ediliyor. 38. âyetteki, Eğer bu işe son verirlerse daha önce yaptıkları bağışlanacak ifadesiyle, o kâfirlerin, küfürlerinden vazgeçmeleri hâlinde bağışlanacakları; Yine de dönerlerse, kesinlikle önceki ümmetlerin sünnetleri [onlara uygulanan kurallar] devam etmiş olur ifadesiyle de, inkârlarında ısrar etmeleri hâlinde geçmişteki toplumlar gibi cezalandırılacakları belirtilerek Mekkeli müşrikler tehdit edilmektedir. Bu konu şu âyetlerde de yer almıştır: Şu harâm aylar çıktığı zaman o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin ve her gözetleme yerinde onlar için oturun. Artık, eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse artık onların yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, gafûr'dur, rahîm'dir. (Tevbe/5) Bundan sonra eğer tevbe ederlerse, salâtı ikâme ederlerse ve zekâtı verirlerse, bundan sonra onlar, dinde kardeşleriniz olurlar. Ve Biz, âyetleri, bilen bir kavm için detaylandırıyoruz. (Tevbe/11) Ve de fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer, vazgeçerlerse, düşmanlık, zâlimlerden başkasına yoktur. (Bakara/193) 39. âyetteki, Ve fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın ifadeleriyle, mü’minler için Medîne'de sağlam bir yol haritası çizilmesi gerektiğine işaret ediliyor. Buna ilk kez Bakara sûresi'nde işaret edilmişti: Ve de fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer, vazgeçerlerse, düşmanlık, zâlimlerden başkasına yoktur. (Bakara/193) Bu âyetlerde zikredilen fitne, “dinden çıkarma, yurttan çıkarma” faaliyetleridir. Müşrikler Müslümanları İslâm dininden vazgeçirmek için maddî ve manevî her türlü gayreti gösteriyorlardı. Buna, 36. âyette, Mallarını, Allah yolundan alıkoymak için sarfeden o küfretmiş olan kişiler; yine onu sarfedecekler ifadeleriyle işaret edilmişti. İşte bu âyetlerde Müslümanlara, bu fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla savaşmaları emredilmektedir. 40. âyette, Ve eğer onlar geri dururlarsa, artık siz, şüphesiz Allah'ın mevlânız olduğunu bilin. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır buyurularak, küfürden dönenlere karşı iyi muamele yapılması emredilmekte ve Allah'ın her iki tarafı da [küfürden döneni de affedeni de] ödüllendireceği bildirilmektedir. 41. âyette, Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir Günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir buyurularak, İslâm adına yapılan savaşlarda ekstra olarak elde edilen dünyevî nimetlerin beşte-birinin Allah ve Rasûlü için [kamu için] ayrılması emredilmiştir. Sûrenin ilk âyetinde ganimetlere dair sorulan sualin cevabı bu âyette verilmiştir. Tevbe sûresi'nde hazineden kimlere harcama yapılacağı genel olarak açıklanmıştır: Kesinlikle, Allah tarafından bir fariza [taksim/zorunlu görev] olarak; sadakalar [kamu gelirleri] ancak, fakirler, miskinler [yoksullar, işsizler] o iş üzerine çalışan görevliler [kamu görevlileri], müellefe-i kulûb [kalbleri İslâm'a ısındırılacaklar], boyunduruktakiler [özgürlüğü olmayan köleler], ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar içindir. Allah her şeyi en iyi bilendir ve yasa koyandır. (Tevbe/60) Âyetteki, Eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir Günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz ifadesi, çok ciddi bir ikaz olup, “eğer Allah'a inanmışsanız sadakaları [kamu gelirlerini] böyle taksim edin, inanmıyorsanız ne yaparsanız yapın” demektir. Buradan, taksimatın böyle yapılmaması hâlinde Allah'a iman edilmiş olmayacağı anlaşılıyor. Âyette, ganimetin öncelikle Allah için olduğu ifade ediliyor ki bundan maksat, –Allah'ın bir hissesi bulunduğunu bildirmek değil– söze tazim üslubu [Allah'ı zikretmek] ile başlamak ve kamu yararını önplana çıkarmaktır. Çünkü, her şey Allah'ın mülkü ve milkidir. Kur’ân'da Allah'a izafe edilen her şey, “kamu yararını” ifade eder; “Beytullâh”, “nâqatullâh” vs. gibi. Âyetteki, yakınlığı olanlar ifadesiyle, genellikle Peygamber'in yakınları, Ehl-i Beyt, Kureyş kabilesi, Hâşimoğulları, Muttaliboğulları gibi akrabalarının kasdedildiği ileri sürülmüştür. Hâlbuki Haşr sûresi'nde savaş ganimetlerinden bahsedilirken, yakınlığı olanlar ifadesi, bizzat Allah tarafından açıklanmıştır: Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirler –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir– yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden aloyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. (Haşr/7-8) “Ganimetlerin tümü, niçin gaziler arasında paylaştırılmayıp da beşte-biri kamuya ayrılıyor?” diye sorulabilir. Bunun birinci nedeni, İslâm'daki savaşın ana gayesinin dünyevî çıkar için olmayışıdır. İkinci nedeni de, yetimler, yoksullar vs.'nin de Allah için savaşa katılmak istediği hâlde imkân bulamamalarıdır. Bunlar savaşa katılamasalar da gönülleri savaşa katılanlarla beraber olmuş ve onların zaferi için dua etmişlerdir. Âyette, ganimetin beşte-dörtlük kısmının ne yapılacağı belirtilmemiştir. Ancak, âyetteki söz akışı ve Rasûlullah'ın uygulaması, kalan kısmın savaşa katılanlar arasında hakkaniyetle paylaştırılması gerektiğini göstermektedir. 42. Hani siz vâdinin yakın bir yamacında idiniz, onlar da uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Şâyet onlarla sözleşmiş olsaydınız da, buluşma yerinde mutlaka anlaşmazlık çıkarırdınız. Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; helak olan apaçık bir delil gördükten sonra helak olsun, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. Bedir savaşı'ndan bir sahne yer aldığı bu âyette, Allah'ın, Rasûlü'ne yaptığı yardıma ilişkin bir örnek verilmektedir: Müslümanlar vâdide, düşman ise tepede konuşlanmıştır. Fizikî şartlar tamamen Müslümanların aleyhinedir; sayıları az, techizatları zayıf, yolları ve konakladıkları yerler çöl olup ayakları kuma gömülmektedir. Kâfirlerin ise sayıları çok, teçhizatları fazla, konakladıkları yer suya yakın ve yürümeye elverişliydi. Ama Yüce Allah, yukarıda nakledilen mucizevî yardımları ile durumu Müslümanların lehine değiştirdi de, Müslümanlar gâlip geldi. İşte âyette geçen “apaçık delil” ile, bu mucizeler kasdedilmiştir. Kâfirler; uyarılmadan, delil gösterilmeden değil, her türlü kanıt gösterildikten sonra cezalandırılmışlardır. Mü’minler de Allah'ın birçok delilini görerek imanlarını güçlendirmişlerdir. Âyetteki, Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; helak olan apaçık bir delil gördükten sonra helak olsun, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye ifadesinde, hazfedilen yüklem şu şekillerde takdir edilebilir: * Askerî açıdan hiçbir şansınız yokken… * İşte siz bu hâlde iken Biz kulumuza hükümlerimizi indirdik. * Siz bu şartlarda iken Biz size yardım ettik. Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; helak olan apaçık bir delil gördükten sonra helak olsun, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye… buyruğu, Bakara sûresi'ndeki Dinde zorlama/tiksindirme yoktur; rüşd ğayden [iman küfürden, iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan] kesinlikle iyice ayrılmıştır buyruğunun bir başka ifadesidir. Burada verilen mesaj, her türlü delil ortaya konulduktan [kimsenin ileri sürecek mazereti kalmadıktan] sonra, kâfirin küfründe, mü’minin de imanında devam etmesidir. 43. Hani o vakitler Allah sana uykunda onları az gösteriyordu. Eğer O [Allah], onları sana çok gösterseydi mutlaka korkmuştunuz ve o iş [savaş] konusunda anlaşmazlığa düşmüştünüz. Fakat Allah güvenlik sağladı. Şüphesiz O, gönüllerde olanı en iyi bilendir. 44. Ve hani olması gereken bir şeyi gerçekleştirmek için, onlarla karşılaştığınız vakit onları sizin gözünüze az gösteriyordu. Sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Ve bütün işler yalnızca Allah'a döndürülür. Bu âyetlerde de Allah'ın, Rasûlullah'a Bedir savaşı öncesi ve Bedir yolunda nasıl yardım ettiğine dair bir misal verilmektedir. Allah, savaşın arifesinde düşman askerlerini rüyasında Rasûlullah'a az göstererek moral vermiş; o da bu rüyasını arkadaşlarına anlatmıştır. Müslümanlar, onların gerçek sayısını bilselerdi moralleri bozulur, korkarlardı. 44. âyetten anlaşıldığına göre kâfirler de Müslümanları, olduklarından daha az görüyorlardı. Nitekim Ebû Cehl o gün, Müslümanları hafife alarak, “Bunlar, bir deve eti yemekle doyacak sayıdadırlar. Haydi onları bir defada yakalayın ve bağlayın” demişti. Savaş başladığında Müslümanlar gözlerinde büyüdü ve sayıları çok görünmeye başladı. Bu duruma Âl-i İmrân sûresi'nde şöyle işaret edilir: Karşılaşan iki birlikte sizin için kesinlikle bir âyet vardır: Birliğin biri, Allah yolunda savaşıyordu; diğeri de inkârcıydı. Onları, göz görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Ve Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için kesinlikle bir ibret vardır. (Âl-i İmrân/13) 45. Ey iman etmiş kimseler! Başarmanız/zafer kazanmanız için, bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça anın. 46. Yine Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız ve rüzgârınız/kokunuz [gücünüz-canınız] gider. Ve sabırlı olun. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. 47. Çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak yurtlarından çıkan ve Allah yoluna engel koyan kimseler gibi de olmayın. Ve Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır. Bu âyet grubunda mü’minler uyarılmakta ve hayata; ictimaî, siyasî ve askerî hayata hazırlamak için onlara şu direktifler verilmektedir: * Başarmanız/zafer kazanmanız için, bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çokça anın. * Allah'a ve O'nun Elçisi'ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız ve rüzgârınız/kokunuz [gücünüz-canınız] gider. Ve sabırlı olun. * Çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak yurtlarından çıkan ve Allah yoluna engel koyan kimseler gibi olmayın. 46. âyette geçen rîh [rüzgâr] kelimesi, “güç ve yardım” demek olduğundan, rîhiniz gider ifadesi, “gücünüz, yardımınız ve zaferiniz gider” anlamındadır. 47. âyetteki, Çalım satarak ve insanlara gösteriş yaparak yurtlarından çıkan… ifadesiyle, Mekkeli müşrikler kasdedilmiştir. Kendilerine son derece güvenen şımarık müşrikler, Bedir savaşı'na davul-zurnayla çıkmış, çevre kabilelerin yardımını da reddetmişlerdi. Ebû Cehl, “Eğer Muhammed'in iddia ettiği gibi biz Allah ile savaşıyor isek, Allah'a andolsun ki, Allah'a karşı koyacak gücümüz yoktur. Eğer insanlarla savaşacak olursak, Allah'a andolsun ki, insanlara gücümüz yeter. Allah'a yemin olsun, Bedir'e varıp orada şarap içmedikçe, câriyeler bize çalgılar çalmadıkça Muhammed ile savaşmaktan vazgeçmeyeceğiz. Çünkü Bedir, Arap panayırlarından bir panayır, pazarlarından bir pazardır. Böylece Araplar, bizim bu çıkışımızı işitsin ve ebediyete kadar bizden korkup çekinsin” diye nutuk atıyordu. Bu olay klasik eserlerde şöyle nakledilir: Binâenaleyh, onlar Cuhfe denilen yere geldiklerinde, Ebû Cehl'in dostu olan el-Hikâf el-Kinânî, içlerinde oğlunun da bulunduğu bir heyeti birtakım hediyelerle birlikte Ebû Cehl'e gönderdi. Derken oğlu, Ebû Cehl'in yanına varınca şöyle dedi: -- Babam, sana (hayırlı sabahlar dileyerek) selâm yolluyor ve sana, “Eğer istersen, sana adamlarımla yardım ederim. Eğer, yanımdaki yakınlarımla beraber senin yanında olmamı, savaşmamı istersen, bunu da yaparım” dedi. Ebû Cehl şöyle karşılık verdi: -- Babana de ki: “Allah, mükâfâtını ve hayrını bol versin. Eğer biz, Muhammed'in iddia ettiği gibi Allah'la savaşıyor isek, Allah'a yemin ederim ki bizim Allah'la savaşmaya gücümüz yoktur. Yok eğer biz insanlarla savaşıyor isek, Allah'a yemin olsun ki, bizim savaşacağımız insanlara gücümüz yeter. Biz, Muhammed'le savaşmaktan kaçmayacağız. Hatta, biz Bedir'e varacağız, orada içkilerimizi içeceğiz ve şarkıcı ve çalgıcılar çalgı çalıp bize şarkı söyleyecekler! Çünkü Bedir, Arapların panayırlarından bir panayır ve onların alış-veriş yaptıkları pazarlardan bir pazardır. Böylece Araplar bu hâdiseyi duyacaklardır.”[33] 46. âyetteki, ريح[rîh/koku-rüzgâr] sözcüğü, روح[rûh/can] sözcüğünün türevlerinden olup âyetteki rîhiniz gider ifadesi, “gücünüz-canınız gider” demektir. Burada, egemenlikleri süren, işleri yolunda giden nüfuzlu kişi ve kurumlar, rüzgâra ve rüzgârın esmesine benzetilmiştir. Nitekim bir kimsenin devleti [saltanatı, iyi günleri] devam ederken, “Falancanın rüzgârları esiyor” denilir ki bu, Türkçe'deki “Forsu sökmek”, “Borusu ötmek” deyimlerine benzer. Allah mü’minleri kâfirlere karşı her zaman tedbirli olmaya davet etmiştir: Eğer sabrederseniz ve takvâlı davranırsanız, evet (sizi Rabbiniz destekler). Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş/eğiten/gönderilmiş beş bin melekle yardım eder. (Âl-i İmrân/125) Ey iman etmiş kimseler! Toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman, hemen onlara arkalarınızı dönmeyin. (Enfâl/15) Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar. (Muhammed/7) 48-49. Hani o, münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler, “Şu adamları dinleri aldattı” dedikleri sırada, şeytân, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Sonra da, ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım” dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir. Mekke ve Medîne'de aynı anda gerçekleşen iki sahnenin yer aldığı bu âyetlerde de Allah'ın, Elçisi'ne yaptığı yardıma işaret edilmektedir: MEKKE'DEKİ SAHNE Şeytân, müşriklere amellerini çekici göstermiş ve, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” diyerek onları savaşa kışkırtıp moral veriyor. MEDÎNE'DEKİ SAHNE Münâfıklar ve kalblerinde hastalık bulunanlar, “Şu adamları dinleri aldattı” diyerek mü’minleri savaştan caydırmaya, onların morallerini bozmaya çalışıyorlar. SONUÇ Sonra da, iki ordunun karşılaşınca şeytân, Müslümanların muzaffer olacağını anlıyor ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum” diyerek Mekke'ye dönüyor. Bu âyette zikri geçen şeytân hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür: Rivâyete göre şeytân o gün onlara, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu’şum sûretinde görünmüştü. Kureyşliler, Bekroğulları'nın arka taraflarından gelip kendilerine saldıracağından korkuyorlardı; çünkü, Bekroğulları'ndan birini öldürmüşlerdi. Şeytân onlara görününce, “Bugün insanlardan sizi yenebilecek yoktur” dedi. ed-Dahhâk der ki: “Bedir Günü İblis onlara, sancağı ve askerleriyle geldi. Kalplerine asla yenilmeyecekleri ve atalarının dini üzere çarpıştıkları telkinlerini verdi.” İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed'e (s.a) ve mü’minlere yardımcı olarak 1.000 melek göndermişti. Cebrâîl (a.s.) 500 melekle bir kanatta, Mîkâîl de 500 melekle öbür kanatta idi. İblis de Mudlicoğulları'ndan birtakım kimseler sûretinde, beraberinde sancak bulunduğu hâlde şeytânlardan bir ordu ile geldi. Şeytân, Surâka b. Mâlik b. Cu’şum sûretinde idi. Müşriklere, “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur” demişti.[34] İBLİS'İN İNSAN KILIĞINA GİRMESİ Şeytân insan kılığına girer ve vesvese [telkin] verir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Müşrikler Bedir'e gitmeye niyet ettiklerinde, Bekr b. Kinâneoğulları kabilesinden endişe ettiler. Çünkü kendileri, onlardan birini öldürmüşlerdi. Dolayısıyla, bu kabilenin kendilerini arkadan vurmalarından korktular. Bundan dolayı İblis, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu’şum kılığına girdi. Surâka, şeytânlardan oluşan ordunun en ileri gelenlerinden olup, sancak onun elinde idi. O şöyle dedi: -- Bugün insanlardan size galebe edecek yoktur. Ben de muhakkak ki sizin yardımcınızım. Kinâneoğullar'ından size kötülük gelmeyeceğine dair size eman veriyorum. İblis, meleklerin indiğini görünce, ökçeleri üzere gerisin geri kaçmaya başladı. Rivâyete göre o anda, Hâris b. Hişâm'ın elini tutuyordu. Gerisin geri dönüp kaçmaya başlayınca Hâris dedi ki: -- Bizi bu hâlde yapayalnız mı bırakıyorsun? İblis de şöyle karşılık verdi: -- Ben, sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Sonra İblis Hâris'in göğsünden itip ondan ayrıldı; kâfirler de bozguna uğradılar.[35] Buradaki şeytân, ne halk kültüründeki şeytândır, ne de Surâka'nın kılığına girmiştir. Bilakis burada şeytân ile, “Surâka” kasdedilmiştir. Târih ve siyer kitaplarından Bedir savaşı'nın ayrıntıları incelendiğinde adı geçen kişinin, âyette belirtildiği gibi önce müşriklere cesaret ve destek verdiği, sonra da onları yüzüstü bıraktığı görülür. Bazı müfessirler, ilgili âyette geçen şeytân sözcüğü ile, “Surâka”nın kasdedildiğini, ancak Bedir savaşı'ndaki Surâka'nın gerçek Surâka olmayıp Surâka kılığına girmiş şeytân olduğunu, dolayısıyla da Kur’ân'ın aslında Surâka kılığına girmiş olan “şeytân”a işaret ettiğini iddia etmişler; Surâka'nın savaşa gitmediği, hatta savaştan haberi bile olmadığı yolunda kendisinin yaptığı bir açıklamayı da iddialarına delil olarak göstermişlerdir. Ancak, iddiaları ve iddialarına gösterdikleri delil inandırıcı olmaktan uzaktır. Çünkü askerî bir otorite olan Surâka'nın, birkaç bin nüfuslu Mekke'de yaşadığı hâlde çalınan davul-zurnaları ve kadınlarca okunan tahrik edici şiirleri duymaması ve savaştan bihaber olması mantık dışıdır. Kur’ân'ın, şeytânî özellikleri olan insanları, “şeytân” olarak isimlendirdiğine dair bir diğer örnek de Bakara sûresi'nde bulunmaktadır: Bunlar iman etmiş olanlarla yüzyüze geldiklerinde, “İman ettik” derler. Şeytânlarıyla baş başa kaldıklarındaysa, “Hiç kuşkunuz olmasın, biz sizinleyiz. Gerçek olan şu ki, biz alay edip duran kişileriz” derler. (Bakara/14) Bakara-14'te zikr edilen şeytânlar da, “münâfıkların [ikiyüzlülerin] akıl hocaları olan insanlar”dır. Yine, Âl-i İmrân/175'te geçen şeytân kelimesiyle de, Nuaym b. Mes‘ûd adlı bir müşriğin kasdedildiği klâsik eserlerde belirtilmektedir. Daha evvel de ifade etmiştik ki Kur’ân'a göre şeytân; * Harâm yemeyi, hakksız kazanç elde etmeyi öneren/emreden, * Kötülük, hayâsızlık ve Allah'a karşı bilinmeyen şeyler söylemeyi telkin eden, * Fakirlikle korkutan, * Kuruntulara düşüren, * Allah'ın yarattıklarını değiştirmeyi emreden, * Kandırmak için yaldızlı sözler fısıldayan, * Vesvese verip kışkırtan, zihin bulandıran, * Amelleriyle insanları şımartan, * İnsanları azdıran, * İçki-uyuşturucu ve kumarla insanların arasına düşmanlık ve kin sokmak isteyen, * Allah'ı anmaktan ve O'na kulluk etmekten geri bırakmak isteyen kişiler ve güçlerdir. Buna göre şeytân, yanı başımızda yaşayan, gördüğümüz, bildiğimiz birileri olabileceği gibi, göremediğimiz ama içimizde hissettiğimiz bir şey de olabilir. Zaten Allah da şeytânın, insanlar ve görünmez güçlerden [enerjiden] olduğunu bildirmektedir. 49. âyette Medîneli münâfıkların ve kalplerinde hastalık bulunan kimselerin, savaşa çıkan mü’minler için, Şu adamları dinleri aldattı dedikleri bildirilmektedir. Buradaki münâfıklar, Evs ve Hazrec kabilelerine mensup bazı kimseler; kalblerinde hastalık bulunanlar ise müslüman olmalarına rağmen imanları kökleşmemiş ve hicret etmemiş olan bir grup Kureyşlidir. Bunların bir kısmı, küçücük bir Müslüman birliğinin büyük ve güçlü Kureyş ordusu ile savaşmaya hazırlandıklarını gördüklerinde birbirlerine, “Dinlerine aşırı bağlılık bu insanları aptallaştırdı. Bunlar büyük bir felaketle karşılaşacaklar. Peygamberleri tarafından körleştirildikleri için göz göre göre ölüme gittiklerinin farkında değiller”; diğer bir kısmı da, “Bu müslümanlar, ölümden sonra diriltilmeyi ve şehit olup cennetle ödüllendirilmeyi umarak ölümlerine koşuyorlar” diyorlardı. Surâka'nın fark ettiği gerçek de işte bu idi. Bu inançla savaşan orduyla baş edilemezdi. En iyisi kaçmaktı. Âyetteki, Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir ifadesiyle, “işini Allah'a havale eden, O'na güvenip dayanan kimsenin koruyucusu ve yardımcısının Allah olduğu ve O'nu mağlup edilemeyeceği, en iyi ilkeleri O'nun koyduğu, O'na tevekkül edenin hüsrana uğramayacağı” mesajı verilmiştir. 50-51. Ve sen melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, “Tadın bakalım kızgın ateşin azabını! İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde zulmeden biri değildir” diye onları vefat ettirirken bir görseydin. 52. Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi onlar da Allah'ın âyetlerini tanımadılar da Allah, kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Şüphesiz ki Allah, kavî'dir [çok güçlüdür], cezası/sonuçlandırması çok şiddetli olandır. 53. Bu, şüphesiz bir kavim [toplum], kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah'ın, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı, ve şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir. 54. Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, onlar da Rabb'lerinin âyetlerini yalanladılar. Biz, onları günahları yüzünden helâk ettik; Firavun'un yakınlarını suda boğduk. Hepsi de zâlim kimseler idiler. Bu âyet grubunda, İslâm'a karşı duran kimseler, ölürken yaşayacakları olaylar ve âhirette karşılaşacakları âkıbet hatırlatılarak uyarılmaktadır. Bu kâfirlerin bellek hücreleri ölüm ânında devreye girip yaptıklarını birbir hatırlatıyorlar: Tadın bakalım kızgın ateşin azabını! İşte bu, sizin kendi ellerinizle meydana getirdiğiniz şeyler sebebiyledir. Ve şüphesiz Allah, kullara hiçbir şekilde zulmeden biri değildir. Vefat, “ölümden hemen önce, insanın takdim ve tehir ettiklerinden eksiksiz ve fazlasız haberdar edilmesi” demektir. Bu konudaki ayrıntılar, En‘âm sûresi'nin sonundaki “Vefat” adlı yazımızda bulunmaktadır.[36] Vefat esnasında her şey yakînî bir bilgiyle gerçekleşmekte ve inançsız kişi daha önce inkâr ettiği her şeye inanmakta; fakat bu inanma [iman-ı ye’s ve iman-ı be’s], kabul görmemektedir. Bu konuya dair daha evvel yaptığımız açıklamaya bakılabilir.[37] Bu pasajda, Mekke müşrikleri ile Firavun ve yakınları arasında benzerlik olduğu açıklanmış ve örneklenmiştir. 53. âyetteki, Bu, şüphesiz bir kavim [toplum], kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah'ın, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı, ve şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir ifadesinden anlaşılıyor ki, siyasî, iktisadî ve ahlâkî bozulmaların neticesinde toplumların cezalandırılmasının nedeni, toplumun fertleridir. Zira sünnetullah, beşerî değişimin ilâhî değiştirmeye sebep olacağı şeklinde câri olmaktadır: Her kişi için, önünden ve arkasından Allah'ın emriyle onu gözetip koruyan izleyiciler vardır. Gerçekte, bir halk, kendi nefis/[öz]lerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O'nun astlarından bir velî [yardım eden, yol gösteren] de yoktur.” (Ra‘d/11) 55-56. Şüphesiz, Allah katında canlıların en kötüsü, küfredip de iman etmeyen kimseler; kendileriyle antlaşma yaptığın hâlde her defasında antlaşmalarını bozan kimselerdir. Onlar takvâlı da davranmazlar. Bu âyetlerde canlıların en zararlısının, inkârcı olan ve sözleşmeleri bozanlar olduğu belirtiliyor. Bunlarla öncelikle, kendileriyle antlaşmayı bozan Yahûdiler kasdedilmektedir. Rasûlullah Medîne'ye geldiği zaman bunlarla anlaşma yapmış ve bunun gereği olarak da Yahûdileri, Evs ve Hazrec kabileleri ile olan münasebetlerinde ve havralarında serbest bırakmıştı. Bu anlaşmaya göre, savaş durumunda birbirlerine yardım edeceklerdi. Medîne sözleşmesi; 24-30. maddeler: Benî Şuteybe de Benî Avf Yahûdileri gibi aynı hakklara sahip olacaklardır. Kurallara mutlaka riâyet edilecek ve bunlara aykırı davranılmayacaktır. Yahûdilere sığınanlar bizzat onlar gibi mülahaza olunacaklardır. Yahûdilerden hiç kimse Muhammed'in izni olmadan, Müslümanlarla birlikte bir askerî sefere çıkamayacaktır. Bir yaralamanın intikamını almak yasak edilmeyecektir. Biri bir adam öldürecek olursa neticede kendini ve aile efradını mesuliyet altına sokar. Aksi hâlde hakksızlık olacaktır. Allah bu yazıya en iyi riâyet edenlerle beraberdir. Bir savaş vukûunda Yahûdilerin masrafları kendi üzerine ve Müslümanların masrafları kendi üzerinedir. Bu sahifede gösterilen kimselere harp açanlara karşı, onlar birbirleriyle yardımlaşacaklardır. Onlar arasında iyi davranma olacaktır. Kaidelere mutlaka riâyet edilecek, bunlara aykırı davranış olmayacaktır. Hiç kimse müttefiklerine karşı bir cürüm işleyemez. Zulmedilene mutlaka yardım edilecektir. Yahûdiler Müslümanlarla birlikte, beraberce harp ettikleri sürece masrafta bulunacaklardır.[38] Burada kasdedilenler, Mücâhid ve başkalarının görüşüne göre Benî Kurayza ve Benî Nadîr'dir. Bunlar, antlaşmayı bozarak Mekke müşriklerine silah yardımında bulundular. Sonra da özür beyan ederek, “Unuttuk” dediler. Hz. Peygamber onlarla ikinci bir defa daha antlaşma yaptı, bunu da Hendek günü bozdular.[39] Bunlar, Kurayzaoğulları'dır. Zira onlar, Allah'ın Rasûlü ile olan ahidlerini bozdular ve Bedir Günü'nde müşriklere silah vermek sûretiyle, Rasûlullah'ın aleyhinde onlarla yardımlaştılar. Sonra da, “Biz yanıldık” dediler. Hz. Peygamber onlarla, yeniden anlaşma yaptı. Ama, Hendek Günü, bu andlaşmayı da bozdular.[40] İkinci olarak da burada kınananlar, ahde vefa göstermeyen herkestir. Allah ahde vefa konusunda birçok kez uyarıda bulunmuş, ahde vefayı İslâm dininin kurallarından saymıştır. Bu konu Nahl sûresi'nde detaylıca işlenmişti.[41] “Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden Felâkın Rabbi'ne sığınırım” de! (Felak/1-5) Ve onlar [kurtulan mü’minler], emanetlerine ve ahitlerine riâyet eden kimselerdir. (Mü’minûn/8) Ancak destekçiler bunun dışındadır. Onlar [destekçiler] ki salâtlarını sürdürenlerdir. Ve onlar [o musalliler/destekçiler], kendi mallarında, isteyen ve mahrumlar [istemekten utanan yoksullar] için belli bir hakk olan kimselerdir. Ve onlar ceza gününü tasdik ederler. Ve onlar Rabb'lerinin azabından korkanlardır. –Şüphesiz Rabb'lerinin azabından emin olunmaz.– Ve onlar ırzlarını koruyanlardır. –Ancak eşlerine ve sözleşmelerinin sahip oldukları hariçtir. Çünkü onlara yaklaştıklarında kınanmazlar. Artık ötesini isteyenler; işte onlar haddi aşanların ta kendileridir.– Ve onlar, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. Ve onlar, şâhitliklerini yerine getirirler. Ve onlar, salâtları üzerine korumacıdırlar. İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar. (Me‘âric/22-35) Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz Birr değildir. Ama Birr, Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve namazı ikâme etmek, zekâtı vermektir. Ve sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. Ve işte onlar takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177) Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahit verdikleri şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, hiç değiştirmediler. (Ahzâb/23) O kişiler, Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar. (Ra‘d/20) Ey İsrâîloğulları, size verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime vefa gösterin ki Ben sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Benden korkun/sadece Bana ibâdet edin. (Bakara/40) Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce, arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahit vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur. (Ahzâb/15) Hayır, kim O'nun ahdine vefalı olursa ve takvâlı davranırsa, bilsin ki şüphesiz Allah takvâlı davrananları sever. (Âl-i İmrân/76) |
57. Artık onları harpte yakalarsan, ibret almaları için onlarla birlikte arklarındaki kişileri dağıt.
58. Eğer bir toplumdan; hâinlik yapmasından korkarsan, aynı şekilde antlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir. Şüphesiz Allah, hâin kimseleri sevmez. 59. O küfretmiş kimseler, kendilerinin öne geçtiklerini de sanmasınlar. Şüphesiz onlar âciz bırakamazlar. Bu âyetlerde Rasûlullah'a, ihânet edenlere ibret-i âlem için yapılması gereken muameleler öğretilmektedir: Hâinler harpte yakalanırsa, ibret için onlarla birlikte arklarındaki kişiler de dağıtılacaktır. Eğer bir toplumun hâinlik yapacağından korkulursa, antlaşmanın bozulduğu kendilerine bildirilecek; devlet reisi, onlara ahdi bozduğunu haber verip kendileriyle savaşacağını duyuracaktır. Ama ahid kesin ve açık bir biçimde bozulmuş ise, ahdin bozulduğunu bildirmeye gerek yoktur. Bunun örneği Rasûlullah'ın şu uygulamalarında görmektedir: Hz. Peygamber'in sorumluluğunda olan Huzaaoğulları'nı öldürmek sûretiyle ahidlerini bozan Mekkeli müşriklere, Müslümanlar Mekke'ye dört fersah uzaklıkta olan Merru'z-Zahran'da yetişti.[42] Yine, Mekke'nin fethi de Mekke müşriklerinin ahdi bozmaları sonucu gerçekleşmiştir. Rasûlullah, antlaşmayı bozduğunu onlara bildirmeksizin üzerlerine yürümüştür. 59. âyette, O küfretmiş kimseler, kendilerinin öne geçtiklerini de sanmasınlar. Şüphesiz onlar âciz bırakamazlar buyurularak kâfirler tehdit edilmektedir. Bu tehdit onlara birçok yerde yapılmıştır: Yoksa kötülük yapanlar, Bizi öne geçebileceklerini [Bizden kaçabileceklerini] mi sanıyorlar? İlke olarak benimsedikleri şey, ne kötüdür! Kim Allah'a kavuşmayı umuyorsa, hiç şüphesiz ki Allah'ın belirlediği zaman kesinlikle gelicidir. Ve O, en iyi duyandır, en iyi bilendir. Ve kim gayret gösterirse, ancak kendisi için gayret gösterir. Şüphesiz Allah, kesinlikle âlemlerden zengindir. (Ankebût/4-6) Sakın, şu küfretmiş kimselerin, yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanma! Onların da varacağı yer ateştir. Kesinlikle de o, ne kötü bir varış yeridir! (Nûr/57) Küfretmiş olan şu kişilerin beldelerde dolaşmaları sakın seni aldatmasın. (Bu,) çok az bir kazanımdır. Sonra onların varacakları yer cehennemdir ve o ne kötü bir yataktır! (Âl-i İmrân/196-197) Sakın zâlimlerin yaptıklarından Allah'ın gâfil [duyarsız] olduğunu sanma! Ancak O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur. (İbrâhîm/42-43) 60. Ve siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla, Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız. Bu âyette hitap, tüm mü’minlere ve tüm zamanlara yöneltilerek, Siz de gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve savaş atları hazırlayın ki, onlarla, Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz, bunlardan aşağı daha başkalarını korkutasınız. Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız buyurulmuş ve böylece mü’minler için askerî strateji belirlenmiştir. Ey iman etmiş kişiler! Önleminizi alın, sonra da onlara karşı ya küçük birlikler hâlinde sefere çıkınız veya toptan sefere çıkınız. (Nisâ/71) Âyette önce, gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin denilerek, her türlü askerî silah ve malzeme tedariki emredilmiş, sonra da savaş atları hazırlayın buyurularak, “savaş atları”na vurgu yapılmıştır. Malumdur ki Kur’ân'ın indiği dönemde en iyi savaş aracı at idi. O nedenle âyetteki “at” ifadesi, bugün için, savaş uçağı, tank, denizaltı, güdümlü füze, hatta atom bombası olarak anlaşılmalıdır. Âyetteki, Allah'ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ifadesiyle, “müşrikler, Yahûdiler ve tüm İslâm düşmanları”; Allah'ın bilip de sizin bilmediğiniz düşmanlar ile de, “münâfıklar ve uzaklardaki düşmanlar” kasdedilmektedir: Ve çevrenizdeki bedevilerden/bilgiçlik taslayanlardan münâfıklar var. Medîne halkından da münâfıklığa iyice alışmış olanlar var. Onları sen bilmezsin, Biz biliriz onları. İki kez azap edeceğiz onlara, sonra da çok büyük bir azaba itilecekler. (Tevbe/101) Ey iman etmiş kimseler! Kendi seviyenizde olmayanlardan sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar. Onlar, sıkıntıya düşmenizi istediler. Kesinlikle kinleri ağızlarından dışa vurmuştur. Göğüslerinde gizledikleri şeyler de daha büyüktür. Eğer siz, aklınızı kullanacaksanız, Biz sizin için âyetleri kesinlikle açığa koymuşuzdur. (Âl-i İmrân/118) Evet Müslümanlar güçlü olurlarsa, bilinen ve bilinmeyen düşmanların hepsi korkar; Müslümanlara saldırmak şöyle dursun onları rahatsız bile edemezler. Ayrıca güçlü olmaları gelişmelerine ve ila-yı kelimetullah için gayretlerine de vesile olur. Âyetteki, Ve Allah yolunda her ne harcarsanız o size eksiksiz ödenir ve siz hakksızlığa uğratılmazsınız ifadesi ise, bilinen-bilinmeyen düşmanlara karşı en üst düzeyde kuvvet ve teknoloji hazırlamanın infak gibi mâlî bir desteğe muhtaç olduğuna, dolayısıyla Müslümanların ekonomik yönden de çok güçlü olmaları gerektiğine işaret ediyor. Savaş ve infak konuları daha evvel de birlikte zikredilmişti: Ve de fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer, vazgeçerlerse, düşmanlık, zâlimlerden başkasına yoktur. Harâm ay [dokunulmazlık ayı], harâm aya karşılıktır. Ve bütün harâmlar [dokunulmazlıklar; bağlayıcı hükümler], kısastır [birbirine karşılıktır]. O hâlde kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının aynıyla saldırın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Ve bilin ki Allah, takvâ sahipleriyle beraberdir. Ve Allah yolunda infak yapın, ellerinizi [kendinizi] ellerinizle tehlikeye bırakmayın ve iyileştirin-güzelleştirin. Şüphesiz Allah, iyileştirenleri-güzelleştirenleri sever. (Bakara/193-195) 61. Ve eğer onlar barış için yanaşırlarsa, sen de ona [barışa] yanaş! Ve Allah'a tevekkül et. Şüphesiz O [Allah], en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir. 62-63. Ve eğer onlar, sana hile yapmak isterlerse, bil ki şüphesiz sana Allah yeter. O, seni Kendi yardımıyla ve mü’minlerle güçlendirendir. Ve onların [mü’minlerin] gönüllerini kaynaştırandır. Sen yeryüzünde ne varsa hepsini topluca harcasaydın yine de onların gönüllerini kaynaştıramazdın. Ama Allah, aralarını kaynaştırdı. Şüphesiz O, azîz'dir, hakîm'dir. Burada, savaş öncesinde olabilecek gelişmelerden bahsedilmektedir: Ve eğer onlar barış için yanaşırlarsa, sen de ona [barışa] yanaş! Ve Allah'a tevekkül et. Ve eğer onlar, sana hile yapmak isterlerse, Bil ki şüphesiz sana Allah yeter. O, seni Kendi yardımıyla ve mü’minlerle güçlendirendir. Ve onların [mü’minlerin] gönüllerini kaynaştırandır. Sen yeryüzünde ne varsa hepsini topluca harcasaydın yine de onların gönüllerini kaynaştıramazdın. Ama Allah, aralarını kaynaştırdı. Şüphesiz O, azîz'dir, hakîm'dir. Savaş ânında yapılması gerekenler de şu âyette bildirilmiştir: Öyleyse gevşemeyin ve siz üstün iken barışa çağırmayın. Allah da sizinle beraberdir. Ve O [Allah], sizin amellerinizi eksiltmeyecektir. (Muhammed/35) Sayı ve teçhizat açısından yeterli olmaları hâlinde Müslümanların savaşı bırakıp barış yapmaları söz konusu olamaz. Âyette, Ve onların [mü’minlerin] gönüllerini kaynaştırandır. Sen yeryüzünde ne varsa hepsini topluca harcasaydın yine de onların gönüllerini kaynaştıramazdın. Ama Allah, aralarını kaynaştırdı. Şüphesiz O, azîz'dir, hakîm'dir buyurularak Allah'ın, olmaz denilen şeyleri gerçekleştirdiği vurgulanmaktadır: Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O [Allah], kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte Allah doğru yolu bulasınız diye âyetlerini sizin için böyle ortaya koyar. (Âl-i İmrân/103) Belki Allah, sizlerle onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduğunuz kimseler arasında bir sevgi kılar. Allah güç yetirendir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Mümtehine/7) Âyette, Ve onların [mü’minlerin] gönüllerini kaynaştırandır ifadesiyle, Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki uzlaşmaya işaret edilmektedir. Rasûlullah'ın hicretinden önce birbirlerine düşman olan bu iki kabile arasında savaşlar olur, kan dökülürdü. İslâm sayesinde bunlar kardeş oldular. Müslümanların yaptıkları savaşların savunma savaşı olması sebebiyle Allah, düşmanların barışa yanaşmaları hâlinde, Rasûlullah'ın da barışa yanaşmasını emretmektedir. Ayrıca âyette, düşmanın barışa yanaşmasının bir hile gereği olma ihtimali bulunsa bile Rasûlullah'ın çekinmeden barışa yanaşması emredilmekte; Allah'ın yardım edeceği bildirilmektedir. Buradaki barış, işgal altındaki Müslümanların inanç ve kültürlerinden taviz vermek sûretiyle yaptıkları barış değildir. Ülkeleri işgal altında bulunan Müslümanlar barış yapamaz; ya ölür ya da hicret ederler. Ayrıca, böyle bir duruma düşen mü’min bir topluma yardım etmek, tüm mü’minlerin boyunlarına borçtur; ayrı devletlerin vatandaşları olmalarının hiç önemi yoktur. 64. Ey Nebi! Sana ve mü’minlerden sana uyan kimselere Allah yeter! 65. Ey Nebi! Mü’minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi (kişi) olursa ikiyüze gâlip gelirler. Ve eğer sizden yüz olursa, şüphesiz bunlar, anlayışsız bir toplum olduklarından dolayı, şu küfretmiş olan kişilerden bin kişiyi yenerler. 66. Şimdi Allah, sizden hafifletti ve sizde şüphesiz bir zaaf olduğunu bildi. O hâlde sizden sabırlı yüz kişi olursa ikiyüzü yenerler. Ve sizden bin olursa Allah'ın izniyle ikibini yenerler. Ve Allah sabredenlerle beraberdir. Bu âyetlerde, savaş şartlarında mü’minlere nasıl bir hazırlık ve moral içinde olmaları gerektiği bildirilmektedir. Buna göre; * Peygamber ve mü’minler rahat olmalıdırlar, Allah onlara her türlü yadımı sağlayacaktır. * Peygamber mü’minleri savaşa teşvik etmelidir. * Normal şartlarda sabırlı 1 mü’min 10 kâfiri; 100 mü’min 1.000 kâfiri yener. * Ama mü’minlerin âyetlerin indiği günlerdeki durumuna göre sabırlı 1 mü’min 2 kâfiri; 100 mü’min 200 kâfiri yener. Âyetteki, Şimdi Allah, sizden hafifletti ve sizde şüphesiz bir zaaf olduğunu bildi ifadesiyle, daha evvelki ifade çelişmez. Bu nedenle de aralarında nesh söz konusu değildir. Zira âyetler, haber cümlesidir. 1'e 10 oranı, normal şartlardaki durumu, 1'e 2 oranı ise mü’minlerin o anki [âyet indiği zamanki] durumunu haber vermektedir. Bugün ise bu oranın şartlara göre artması veya eksilmesi mümkündür. Elinde uçağı, atom bombası ve modern techizatı olan bir asker yüzbinlere bedeldir. Eğitimsiz, techizatsız bir asker ise bir askeri bile alt edemez. Müslümanların ila-i kelimetullah için yaptıkları savaşlarda düşman askerleri mü’minlerden genelde fazla idi, ama mü’minler gâlip geldi. Şehâdet şerbeti içmek isteyen mü’minlerin karşısında hiçbir ordu duramadı. Âyette Rasûlullah'a, sabırlı 1 mü’minin 10 kâfire gâlip gelebileceği esasından hareketle Müslümanları teşvik etmesi emredilmektedir. Mesele, sabırda odaklanmakta; sabır ise, “sıkıntı ânında gevşememek, zaafa uğramamak ve boyun eğmemek”tir. Bu takdirde Allah, sabredenlere yardım edecektir: Eğer sabrederseniz ve takvâlı davranırsanız, evet (sizi Rabbiniz destekler). Ve eğer onlar, ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size işaretlenmiş/eğiten/gönderilmiş beş bin melekle yardım eder. (Âl-i İmrân/125) Nice peygamberler de vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah yolunda kendilerine isâbet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve Allah, sabredenleri sever. (Âl-i İmrân/146) Bu paragraf ile ilgili klasik kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır: Hz. Peygamber (s.a), 10 müslümanı, 100 kişilik bir kâfir ordusuna karşı gönderiyordu. Nitekim Hz. Hamza'yı (r.a) Bedir savaşı'ndan önce, 30 süvari ile birlikte kâfir bir topluluğa gönderdi. Onları, Ebû Cehl 300 süvari ile karşıladı. Müslümanlar o kâfirlerle savaşmak istediler ama, Hz. Hamza onlara engel oldu. Yine Hz. Peygamber (s.a), Abdullah b. Üneys'i (r.a), Hâlid b. Safvan el-Hüzeli'yi öldürmeye gönderdi. Hâlid, bir grup insan içinde bulunuyordu. Bundan dolayı Abdullah onu tanıyamadı, koşup, Hz. Peygamber'e (s.a) geri geldi ve dedi ki: -- Ey Allah'ın Rasûlü, onu bana tavsif et. Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: -- Onu gördüğünde şeytânı hatırlarsın ve tüylerinin ürperdiğini hissedersin. Onun, benim için bir ordu topladığı haberini aldım. Git ve onu öldür. Abdullah der ki: -- Ben de o tarafa gittim. Ona yaklaşınca, içimde bir ürperti hissettim. O da benim için, “Bu adam da kim?” deyince, ben, “Bir Arap... seni ve ordunu duydum sana katılmaya geldim” dedim. Onun yanında gitmeye başladım. Bir fırsatını bulunca onu kılıcımla öldürdüm ve oradan hızla uzaklaşıp, Hz. Peygamber'e (s.a) gittim ve onu öldürdüğümü söyledim. Hz. Peygamber (s.a) de bana bir asâ vererek şöyle dedi: -- Bunu tut. Çünkü bu, Kıyamet günü benimle senin aranda bir alâmet olacak.[43] 67. Yeryüzünde ağır basmadıkça, kendisi için esirler oluşturması hiçbir peygambere uygun değildir. Siz dünya genişliğini istersiniz, Allah da âhireti ister. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. 68. Eğer Allah'tan bir yazı olmasa idi, kesinlikle aldığınız şeylerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu. 69. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Savaş hukukundan bahsedilen bu âyetlerde, Rasûlullah ve Bedir'de savaşan arkadaşlarına da serzenişte bulunulmaktadır: * Yeryüzünde ağır basmadıkça [dünyayı idare edebilir hâle gelmedikçe, tam hükümranlık kurmadıkça], hiçbir peygambere esirler edinmesi uygun değildir. * Zayıf hâldeyken esir edinmek, dünya metaına kapılmaktır ki bundan sakınılmalıdır. Serzenişin doğrudan Rasûlullah'a yapılması, onun, Müslümanların esir aldıklarını gördüğü hâlde onlara engel olmaması sebebiyledir. Bedir'de alınan esirlerin öldürülmeleri, fidye karşılığında serbest bırakılmalarından daha uygun idi; zira o şartlarda, Mekkeli müşrikleri fidye karşılığında serbest bırakmak, geçici dünya malını istemekten başka bir şey değildi. Hâlbuki Müslümanların, kalıcı olan âhireti, dünya malına tercih etmeleri gerekirdi. 69. âyette ise, hatalı olmalarına rağmen, Allah'ın Müslümanları affettiği, esirlere karşılık aldıkları fidyelerden faydalanmalarının helâl kılındığı bildirilmiştir. Bu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkında nakledilenler şöyledir: İbn Abbâs dedi ki: Alınan esirler hakkında Rasûlullah (s.a), Ebû Bekr ve Ömer'e sordu: -- Bu esirler hakkındaki görüşünüz nedir? Hz. Ebû Bekr şöyle cevap verdi: -- Ey Allah'ın Rasûlü! Bunlar amca çocuklarımız, aşiretimizin çocuklarıdır. Onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Bu bizim için kâfirlere karşı da bir güç sebebi olur. Umulur ki Allah onları İslâm'a hidâyet eder. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Ömer'e sordu: -- Ey Hattâb'ın oğlu! Senin görüşün nedir? Ben [Ömer b. el-Hattâb] dedim ki: -- Allah'a yemin ederim ki hayır, ben Ebû Bekr'in görüşünde değilim. Ben, bize boyunlarını vurma imkânını vermen görüşündeyim, Ali'ye emret Akil'in boynunu vursun. Bana da emret filanın –Ömer'in bir akrabasının adını vererek– boynunu vurayım. Şüphesiz bunlar kâfirlerin önderleri ve elebaşlarıdır. Rasûlullah (s.a) Ebû Bekr'in dediğini beğendi, benim dediğimi uygun görmedi. Ertesi gün geldiğimde Rasûlullah (s.a) ile Ebû Bekr oturmuş ağlıyorlardı. Dedim ki: -- Ey Allah'ın Rasûlü! Bana bildir; sen ve arkadaşın ne diye ağlıyorsunuz? Eğer ağlaya bilirsem ben de ağlarım, ağlayamazsam ağlar gibi yaparım. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: -- Senin arkadaşların bana bunlardan fidye almayı teklif ettikleri için ağlıyorum. Bana bunların azapları şu ağaçtan daha yakın bir yerde gösterildi. Hz. Peygamber bu sırada kendisine yakın bir ağacı kasdetmişti. Azîz ve celîl olan Allah da, Yeryüzünde çokça savaşıp zaferler kazanıncaya kadar esirler alması hiç bir peygambere yaraşmaz buyruğundan itibaren, Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş yiyin buyruğuna kadar olan bölümleri indirdi ve böylelikle ganimetleri onlara helâl kıldı.[44] Savaş esirleriyle ilgili ilâhî hüküm Muhammed sûresi'nde yer almaktadır: Savaşta inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun [onları öldürün]. Sonra onlara üstün geldiğiniz zaman bağı sıkı bağlayın [cephe gerisindekileri esir alın]. Sonra harp ağırlıklarını atıp, savaş bitince de onları ya karşılıksız olarak, ya da fidye ile salıverin. İşte (Allah'ın emri budur.) Eğer Allah dileseydi onlardan elbette intikam alırdı [onları cezalandırıp adaleti sağlardı]. Fakat (böyle olması) sizi birbirinizle denemek içindir. Allah yolunda öldürülenlere/öldürenlere/savaşanlara gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmaz. (Muhammed/4) BEDİR ESİRLERİ Rivâyet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'in (s.a) yanına, içlerinde amcası Abbâs ile Âkil b. Ebî Tâlib'in bulunduğu 70 esir getirildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), bu esirler hakkında Hz. Ebû Bekr ile istişare edince o şöyle dedi: -- Bunlar senin kavmin ve akrabalarındır. Onları hayatta bırak. Belki Allah onlara tevbe nasîb eder. Onlardan, ashâbına güç ve kuvvet kazandıracak fidye al. Hz. Ömer de bunun üzerine ayağa kalktı ve dedi ki: -- Onlar seni yalanladılar ve seni yurdundan çıkardılar. Binâenaleyh onları öne çıkar ve boyunlarını vur. Çünkü onlar küfrün ileri gelenleridir. Üstelik Allah seni fidye almaktan müstağni kılmıştır. Bundan dolayı Hz. Ali'ye Âkil'i, Hz. Hamza'ya Abbâs'ı, bana da akrabam olan falancayı öldürme müsaadesi ver de, onların boyunlarını vuralım. Hz. Peygamber (s.a) de şöyle dedi: -- Allah birtakım insanların kalblerini yumuşatır ve onların kalbleri sütten daha yumuşak olur. Yine Allah birtakım kimselerin kalblerini sertleştirir ve onların kalbleri taştan daha sert olur. Ey Ebû Bekr! Sen tıpkı Hz. İbrâhîm gibisin. Çünkü o, Kim bana uyarsa işte o, bendendir. Kim de bana karşı gelirse, (ey Rabbim) Sen gafûr ve rahîmsin (İbrâhîm/36) demişti. Yine, “Sen tıpkı Hz. Îsâ gibisin. Zira o, Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Eğer onları yarlığarsan, mutlak gâlip ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da, hakikaten Sensin Sen (Mâide/118) demişti. Ey Ömer! Sen de tıpkı Hz. Nûh gibisin; zira o, şöyle demişti: Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma (Nûh/26); Keza sen, Mûsâ gibisin, çünkü o, Sen onların mallarını yok et ey Rabbimiz, kalblerini şiddetli sık ki onlar o çetin azabı görecekleri zamana kadar iman etmeyeceklerdir (Yûnus/88) demiştir. Neticede, Allah'ın Rasûlü, Hz. Ebû Bekr'in görüşüne meyletti ve Hz. Ömer'e şöyle dedi: -- Ey Ebâ Hafs –bu ona künyesiyle ilk hitab edişi idi–; sen bana amcam, Abbâs'ı öldürtmemi mi teklif ediyorsun. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle demeye başladı: -- Vay Ömer'in hâline, anası onu kaybetsin. Rivâyet olunduğuna göre Abdullah ibn Revaha da, o esirlerin, odunu bol bir ateş üzerinde yakılmalarını teklif etti de, bunun üzerine Abbâs ona şöyle dedi: -- Sen, sıla-i rahmi kestin. Yine rivâyet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a), “onlardan fidye almadan veya boyunlarını vurmadan hiç birini bırakmayın!” dedi. İbn Mes‘ûd diyor ki: Ben, “Süheyl ibn Beydâ hariç. Zira ben onu, müslüman olduğunu söylerken duydum...” dedim. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü sustu, benim de korkum şiddetlendi. Sonra Allah'ın Rasûlü, “Süheyl ibn Beydâ hariç!” dedi. Ubeyde es-Selmanî'den de, Allah'ın Rasûlü'nün, ashâbına şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “İsterseniz onları öldürün; isterseniz fidye alın, fakat (fidye alırsanız) sizden de onların sayısınca şehid düşer.” Ashâb, “Hayır, biz fidye alırız” dediler. (Böyle diyenler,) Uhud'da şehid oldular. Diğer esirlerin fidyesi 20, Abbâs'ın fidyesi ise 40 ukiyye idi. Muhammed ibn Sîrîn'den, onların fidyelerinin 100 ukiyye olduğu rivâyet edilmiştir. 1 ukiyye, 40 dirhem (gümüş) veyahut da 6 dinar (altın)dır. Rivâyet olunduğuna göre ashâb fidyeyi alınca, işte bu âyet-i kerîme” nâzil oldu. Bunun üzerine Hz. Ömer, Allah'ın Rasûlü'nün yanına girdi; bir de ne görsün, Allah'ın Rasûlü ve Ebû Bekr ağlıyorlar!.. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: -- Yâ Rasûlallah! Neden ağladığınızı bana da söyleyin de ağlayabilirsem ağlayayım. Yok, ağlayamazsam, ağlamaya çalışayım. Hz. Peygamber şöyle karşılık verdi: -- Ben, fidye almalarından dolayı ashâbıma ağlıyorum; –yakınındaki bir ağacı kasdederek– bana, onların azabı şu ağaçtan daha yakın olarak gösterildi. Şâyet bir azab inecek olsaydı, Ömer ve Sa‘d ibn Mu‘âz hariç, hiç kimse kurtulamazdı. İşte, bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkındaki söz bundan ibarettir.[45] 68. âyetteki, Eğer Allah'tan bir yazı olmasa idi kesinlikle aldığınız şeylerden dolayı size büyük bir azap dokunurdu ifadesiyle kasdedilen “yazı”, aşağıdaki âyetlerde konu edilen ilâhî karardır: Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azab edecek değildi. İstiğfâr ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfâl/33) İşte bu; Rabbinin, halkı gâfil iken ülkeleri zulüm ile helak edici olmayışıdır. (En‘âm/131) Ve senin Rabbin, halkları ıslahatçı [düzeltici] iken, o memleketleri hakksız yere/zulüm sebebiyle helâk edecek değildir. (Hûd/117) 70. Ey Nebi! Esirlerden elinizde olan kimselere de ki: “Eğer Allah sizin kalblerinizde bir hayır bilirse, sizden alınandan daha hayırlısını size verir ve günahlarınızı bağışlar. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” 71. Ve eğer sana hıyanet etmek isterlerse iyi bilsinler ki, bundan önce onlar, Allah'a hâinlik ettiler de O [Allah], mü’minlere onlardan fazla imkân verdi. Ve Allah, alîm’dir, hakîm'dir. Yine savaş hukukunun ele alındığı bu âyetlerde, Elçi'nin, Bedir savaşı'nda alınan esirler hakkında ne yapması gerektiği bildirilmektedir. Hitap; elçi, komutan ve devlet başkanı olması hasebiyle zâhiren Rasûlullah'a yönelik olsa da, esasında mü’minlere yöneliktir. Âyette zikri geçen esirler hakkında klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmektedir: İbn Abbâs (r.a) dedi ki: Bu âyet-i kerîmede sözü geçen esirler, Abbâs ve arkadaşlarıdır. Peygamber'e (s.a), “Biz senin getirdiğine iman ettik. Senin, Allah'ın Rasûlü olduğuna da şâhitlik ediyoruz. Andolsun ki, kavmine karşı senin lehine samimi davranacağız” demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[46] İbn İshâk'tan: Kureyşliler, esirlerinin fidye karşılığı serbest bırakılması için Rasûlullah'a (s.a) haber gönderdi. O gün her bir esiri akrabaları onların [Müslümanların] razı olacakları bir fidye karşılığında serbest bıraktı. Abbâs şöyle dedi: -- Ey Allah'ın Rasûlü! Ben müslümandım. Rasûlullah (s.a) da şöyle karşılık verdi: -- Senin müslüman olup olmadığını en iyi bilen Allah'tır. Eğer dediğin gibi ise, Allah bunun karşılığını sana verecektir. Ancak, zâhiren senin durumunda görülen, bizim aleyhimize olduğundur. Haydi kendinin ve iki kardeşinin oğulları Nevfel b. el-Hâris b. Abdulmuttalib ile Âkil b. Ebî Tâlib'in ve antlaşmalın olan Hâris b. Fihroğulları'na mensup Utbe b. Amr'ın fidyelerini öde. Abbâs dedi ki: -- Ey Allah'ın Rasûlü! Bende bu kadar fidye ödeyecek para yok. Rasûlullah şöyle karşılık verdi: -- Umm el-Fadl ile birlikte gömüp sakladığın mal nerede? Sen ona şöyle demiştin: “Eğer bu yolculuğumda bana bir şey olursa, işte bu mal çocuklarım Fadl'a, Abdullah'a ve Kusem'e kalsın.” Abbâs şöyle dedi: -- Ey Allah'ın Rasûlü! Gerçekten ben, senin Allah'ın Rasûlü olduğunu biliyorum. Şüphesiz ki bu, benden ve Umm el-Fadl'dan başka kimsenin bilmediği bir husustur. Ey Allah'ın Rasûlü, beraberinde bulunan ve ganimet olarak benden aldığınız 20 ukiyelik maldan bunu düş! Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: -- Hayır o, Allah'ın senden bize vermiş olduğu bir şeydir. Bunun üzerine Hz. Abbâs fidye ödeyerek kendisini, iki yeğenini ve antlaşmalısını kurtardı. Yüce Allah da onun hakkında, Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki... âyetini indirdi. İbn İshâk (devamla) der ki: “Esirler arasında fidyesi en çok olan kişi Abdulmuttalib'in oğlu Abbâs'tı. Çünkü varlıklı bir kimse idi. O, kendisini 100 ukiyye altın fidye vererek kurtarmıştı.” Buhârî'de de şöyle denilmektedir: Mûsâ b. Ukbe dedi ki: İbn Şihâb dedi ki: Bana Enes b. Mâlik'in anlattığına göre, Ensârdan birtakım kimseler Rasûlullah'tan (s.a) izin alarak şöyle dediler: -- Ey Allah'ın Rasûlü! Bize izin ver de kardeşimizin oğlu Abbâs'ın fidyesini almayalım. Hz. Peygamber şöyle karşılık verdi: -- Hayır, Allah'a yemin ederim ki 1 dirhem dahi bırakmayacaksınız.[47] İbn İshak dedi ki: Bu, Bedir'den bir ay sonra olmuştu. Abdullah b. Ebî Bekr dedi ki: Bana Rasûlullah'ın (s.a) kızı Zeyneb'den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Ebu'l-Âs Mekke'ye gelince bana dedi ki: -- Hazırlan babanın yanına git. Bunun üzerine ben de hazırlığımı yapmak üzere çıktım. Utbe kızı Hind karşıma çıktı ve bana sordu: -- Ey Muhammed'in kızı! Bana, senin babana gitmek istediğine dair bir haber ulaştı doğru mu? Ben ona şöyle cevap verdim: -- Öyle bir isteğim yok. O da şöyle dedi: -- Öyle olsun amca kızı. Böyle bir şey yapma. Ben, varlıklı bir kadınım. Senin gerek duyacağın mallarım var. Eğer istediğin herhangi bir mal varsa, onu sana satarım. Yahut da herhangi bir harcamaya ihtiyacın varsa sana borç verebilirim. Zaten erkekler arasına giren şeyler kadınlar arasında görülmemelidir. Hz. Zeyneb dedi ki: -- Allah'a yemin ederim, görüşüme göre o bu sözlerini ancak gereğini yapmak kastıyla söylemişti. O bakımdan, ben de ondan korktum ve niyetimi gizleyerek, “Hayır böyle bir şey de istemiyorum” dedim. Nihâyet Zeyneb (r.anha) hazırlıklarını bitirince, bineğine bindi ve kayınpederi Kinâne b. er-Rabî, gündüzün onun devesini çekerek yola koyuldu. Mekkeliler bunu haber aldılar. Hebbar b. el-Esved ile Fihroğulları'ndan Nafv b. Abdulkays onu tâkibe çıktılar. Hz. Zeyneb'in yanına ilk yaklaşan kişi Hebbar oldu. Hebbar, mızrağıyla hevdecinde bulunan Hz. Zeyneb'i korkuttu. Kinâne b. er-Rabî diz çöktü ve oklarını saçarak yayını alıp şöyle dedi: -- Allah'a yemin ederim ki, bana kim yaklaşırsa ona bir ok saplayacağım. Bu sefer Ebû Süfyân, Kureyşlilerin ileri gelenleri ile birlikte yanına gelip şöyle dedi: -- Be adam, bize ok atmaktan vazgeç ki, seninle konuşabilelim. Ebû Süfyân, yanına gelip durdu ve şöyle dedi: -- Sen kötü bir şey yapmış değilsin. Fakat herkesin gözü önünde bu kadını alıp çıktın. Bedir'de başımıza gelen musibeti biliyorsun. Bu sefer Araplar senin herkesin gözü önünde aramızdan o adamın kızını alıp çıktığın için bizim zaafa düştüğümüzü, gevşediğimizi söyleyip duracaklar. O bakımdan sen bu kadını geri getir, birkaç gün onunla beraber Mekke'de kal. Sonra da geceleyin kimsenin farketmeyeceği bir şekilde gizlice onu al ve babasına gönder. Yemin olsun ki, onun babasının yanına gitmemesine bizim ihtiyacımız yok. Fakat şu anda başımıza gelen bu musibetten dolayı bu yolla intikam almak istiyor değiliz. Kinâne, Ebû Süfyân'ın dediğini yaptı. İki veya üç gün geçtikten sonra, gizlice Hz. Zeyneb'i Mekke'nin dışına çıkardı. Hz. Zeyneb de Rasûlullah'ın (s.a) yanına vardı. Naklettiklerine göre, Hebbar b. Umm Dirhem Hz. Zeyneb'i korkuttuğunda, karnındaki yavrusunu düşürmüştü.[48] İbn Abbâs (r.a), Ey Peygamber, ellerinizdeki esirlere de ki... âyetinin Hz. Abbâs, Âkîl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b. el-Hâris hakkında nâzil olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: Abbâs, Bedir Günü esir edilenler arasında idi. Beraberinde de, Kureyş kâfirlerine yedirmek [harcamak] için getirdiği 20 ukiyye altını verdi. Bedir'deki Kureyş (ordusuna) yemek yedirmeyi üstlenen on kişiden biri idi. Yedirme sırası daha ona gelmeden esir edilmişti. Bunun üzerine Abbâs şöyle dedi: -- Aslında ben müslümandım. Ama onlar beni buna zorladılar. Hz. Peygamber (s.a) şöyle karşılık verdi: -- Eğer söylediğin doğru ise, Allah seni mükâfâtlandıracaktır. Ama senin zâhirî hâlin, bize karşı olmuştur. Hz. Abbâs (r.a) şöyle demektedir: “Allah'ın Rasûlü ile, o altını bana geri vermesi hususunda görüştüm de, o şöyle dedi:[BLOK -- Senin, bizim aleyhimizdekileri desteklemek için yanında getirdiğin o parayı, sana asla veremeyiz. Ardından kardeşimin oğlu Âkîl b. Ebî Tâlib ile Nevfel b. el-Hâris'in fidyelerini de 20 ukiyye altın olarak bana yükleyince, ben dedim ki: -- Ey Muhammed! Beni Kureyş'e el açacak şekilde fakir bıraktın. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle karşılık verdi: -- Senin Mekke'den çıkarken (hanımın) Ümmü'l-Fazl'a verdiğin ve “Başıma ne gelir, bilmiyorum. Eğer başıma kötü bir şey gelirse bu, sana, Abdullah'a, Ubeydullah'a ve Fazl'a aittir” dediğin o altınlar ne oluyor? Abbâs da sordu: -- Bunu nereden biliyorsun? Hz. Peygamber (s.a) cevap verdi: -- Rabbim haber verdi. Bunun üzerine Abbâs şöyle dedi: -- Ben, senin doğruluğuna, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. Allah'a yemin olsun ki, bunu Allah'tan başka kimse bilmiyordu. Yine yemin olsun ki, ben o altınları Ummü'l-Fazl'a gecenin karanlığında vermiştim. Vallahi, senin risaletin hususunda biraz şüphem vardı. Ama sen bunu bana haber verince, artık şüphem kalmadı. Hz. Abbâs sözünü şöyle sürdürdü: Allah bana o altınlardan daha hayırlısını verdi. Şu anda 20 kölem var. Bunların en az iş yapanı, 20.000 dirhem sermaye ile ticaret yapıyor. Allah bana zemzemi de verdi ki, buna bedel olarak Mekke ahalisinin bütün malları da verilse razı olmam. Böylece ilâhî vaadin yarısına nail oldum. İkinci yarısı olan mağfiret vaadini de Rabbimden ümit etmekteyim. Rivâyet olunduğuna göre, Hz. Peygamber'e (s.a) Bahreyn zekâtı 80.000 dirhem olarak getirildiğinde, o öğle namazı için abdest almıştı, ama onu dağıtmadan namazı kıldırmadı. Hz. Abbâs'a (r.a) da ondan almasını emretti. O da o maldan, taşıyabileceği kadarını aldı ve (bu âyete işaret ederek), “Bu, benden fidye olarak alınandan daha hayırlıdır. Ben, bağışlanacağımı da umarım” dedi.[49] 71. âyetteki, Ve eğer sana hıyanet etmek isterlerse iyi bilsinler ki, bundan önce onlar, Allah'a hâinlik ettiler de O [Allah], mü’minlere onlardan fazla imkân verdi ifadesindeki ekmene fiilinin mahzuf olan mef‘ulü [tümleci], pasajdaki söz akışına göre mü’minlere sözcüğü olarak takdir edilebilir. Bu durumda âyetin anlamı, “onlar, Bedir'de Allah'ın Rasûlü'ne karşı savaşmak sûretiyle Allah'a karşı hâinlik edince, Allah da o mü’minlere, onları öldürme ve esir alma fırsat ve imkânı tanıdı” demek olur. Bu âyet, Allah'a hâinlik edenlere karşı mü’minlere her zaman yardım edileceği müjdesini vermektedir. 72. Kuşkusuz şu iman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının velîsi olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir. 73. Küfretmiş olan şu kimseler de, birbirlerinin velîleridirler. Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar. 74. Ve o, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler ile, barındıran ve yardım eden kimseler; işte bunlar, gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır. 75. Ve bundan sonra, inanan ve hicret eden ve cihad eden kimseler; artık onlar da sizdendirler. Akraba olanlar da, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir. Bu âyetlerde, mü’minlerin kendi aralarındaki konumlarına ve kâfirlere karşı takınacakları tavırlara ilişkin ilkeler ortaya konulmaktadır: * İman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler birbirlerinin velîsidirler. * İnanan ve hicret etmeyen kimselere, hicret edene kadar yakınlık söz konusu değildir. * Ve din uğrunda yardım isteyenlere, arada antlaşma bulunan bir halk zararına olmamak kaydıyla yardımda bulunulacaktır. * Küfretmiş olan kimseler de, birbirlerinin velîleridirler. * Eğer bu kurallara uyulmazsa, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar. * İman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler [Muhâcirler] ile, barındıran ve yardım eden kimseler [Ensâr], gerçek mü’minlerdir. * Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır. * Sonradan inanan, hicret eden ve cihad eden kimseler de mü’minlerin bir parçasıdır. * Akraba olanlar da, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Bu paragrafta zikredilen ilkeler şu âyetlerde de geçmektedir: Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara hakkaniyetle davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah adalet yapanları sever. Allah ancak, sizi, sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimseleri velî [idareci] edinmenizi yasaklar. Kim onları velî edinirse, işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir. (Mümtehine/8-9) Ve de fitne kalmayıp, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Artık eğer, vazgeçerlerse, düşmanlık, zâlimlerden başkasına yoktur. (Bakara/193) 72-73. âyetler, kâfirlerle mü’minler arasındaki velâyet konusu hakkındadır. Buna göre mü’minler mü’minlerin, kâfirler de kâfirlerin velîsi olup birbirlerini koruyup gözetir ve yardımda bulunurlar. Mü’minler kesinlikle velâyetlerini [korunmalarını, gözetilmelerini, yönetimlerini], müşriklere-kâfirlere teslim edemezler. Bu, kesinlikle yasaklanmıştır: Onlardan bir çoğunun, küfretmiş kişileri mütevelli [kollayıcı, gözetici, yönetici] yaptıklarını görürsün. Benliklerinin kendilerinin önüne getirdiği şey; Allah'ın kendilerine gazap etmesi ne kadar kötüdür! Onlar, azap içinde de sürekli kalıcıdırlar. Ve eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve o'na indirilene inanmış olsalardı, onları velî edinmezlerdi. Velâkin onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir. Sen kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahûdileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, kendi içlerinde keşişler ve rahibler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından, “Biz Hristiyanlarız” diyen kimseleri bulursun. (Mâide/80-82) Ey iman etmiş kimseler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden, dininizi alay ve eğlence edinen kimseleri velîler edinmeyin. Ve eğer iman edenler iseniz, Allah'a takvâlı davranın. (Mâide/57) Ey iman etmiş kimseler! Yahûdileri ve Hristiyanları velîler edinmeyin. Onlar birbirlerinin velîsidirler. Sizden kim onları mütevelli [koruyucu, gözetici, yönetici] yaparsa, artık o, şüphesiz onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğunu kılavuzlamaz. (Mâide/51) Mü’minler, mü’minlerin astlarından kâfirleri velîler edinmesinler. Artık onu her kim yaparsa Allah'tan hiçbir şeyi yoktur. Ancak onlardan bir korunma yapmanız başkadır. Allah sizi Kendisinden çekindiriyor. Ve oluş/varış yalnızca Allah'adır. (Âl-i İmrân/28) Ey iman etmiş kimseler! Eğer babalarınız ve kardeşleriniz imana karşılık küfrü seviyorlarsa, onları velîler edinmeyiniz. Sizden her kim de onları velîleştirirse artık işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir. (Tevbe/23) Ey iman etmiş kimseler! Benim düşmanımı ve sizin düşmanınızı velîler edinmeyin. Onlar, size hakktan gelen şeyleri inkâr ettikleri hâlde, siz onlara sevgi ulaştırıyorsunuz. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Elçi'yi ve sizi çıkarıyorlar. Eğer Benim yolumda cihad etmek ve Benim rızamı kazanmak için çıktınızsa, onlara sevgi mi gizliyorsunuz? Oysa Ben sizin gizlediğiniz şeyleri ve açığa vurduğunuz şeyleri bilirim. Ve sizden kim bunu yaparsa artık o, kesinlikle yolun doğrusundan sapmıştır. Eğer onlar sizi ele geçirirlerse, sizin için düşman olacaklardır, ellerini ve dillerini kötülükle size uzatacaklardır. Ve onlar “keşke inkâr etseniz” istemektedirler. (Mümtehine/1-2) Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara hakkaniyetle davranmaktan men etmez. Şüphesiz ki Allah, hakkaniyetle davrananları sever. Allah ancak, sizi, sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardımlaşan kimseleri velîleştirmenizi [koruyucu, gözetici, yönetici yapmanızı] yasaklar. Kim onları velîleştirirse, işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir. (Mümtehine/8-9) Ey iman etmiş kimseler! Mü’minlerden seviyece düşük olan kâfirleri velîler edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir kanıt vermek mi istiyorsunuz? (Nisâ/144) Onlar, kendileri inkâr ettikleri gibi, sizin de inkâr etmenizi böylece onlarla eşit olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan velîler edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; onlardan bir velî ve bir yardımcı edinmeyin. (Nisâ/89) NOT: Bu âyetlerde yer alan velî, evliyâ sözcükleri, genelde “dost”, dostlar” olarak çevrilerek âyetler ahlâkî bir davranışı öneriyor anlamına indirgenmektedir. Hâlbuki buradaki velâyet; idarî, siyasî ve hukukî velâyettir [korunma, gözetilme ve yönetilmedir]. 23. âyetteki, Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar ifadesiyle, “şâyet, Allah'ın emir ve nehiylerine riâyet etmezseniz, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat meydana gelir” [kimliğinizi, dininizi ve vatanınızı kaybedersiniz] demektir. Zaten dinin amacı da, insanlara kimlik kazandırarak dünyadaki zulüm ve kargaşayı kaldırıp adaleti tesis etmek değil midir? Günümüzde gâyet açık olarak görüldüğü üzere, velâyetleri gayr-i müslimlere verilen çocukların İslâm dininden uzaklaşmış, Hristiyan, hatta papaz olmuşlardır. Ayrıca, velâyetlerini gayr-i müslimlere veren Müslüman ülkelerin ahlâkî, siyasî, iktisadî ve askerî açıdan yürekler acısı bir durumda oluşu da bu âyetlerin işaret ettiği sonuçtan başka bir şey değildir. Muhâcirler ve Ensâr daha bir çok âyette de övülmüştür: Muhâcir ve Ensâr'dan ilk önce öne geçenler ve iyi amellerle onları izleyenler; Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah'tan razı oldular. Ve O [Allah] onlara, içlerinde temelli kalacakları altlarında ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. (Tevbe/100) Andolsun ki, Allah, Peygamber'e ve en zor gününde o'na uyan Muhâcirlere ve Ensâr'a, kendilerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Şüphesiz O, onlara, çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Tevbe/117) Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği ganimetler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirler –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir,– yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden aloyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması çok çetin olandır. Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir. (Haşr/7-9) Allah doğrusunu en iyi bilendir. -------------------------------------------------------------------------------- [1] Suyûtî, el-İtqân. [2] Lisânu'l-Arab; c. 8, s. 658-660, “Nfl” mad. [3] Lisânu'l-Arab; c. 6, s. 687, “Ğnm” mad. [4] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [5] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [6] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [7] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [8] İbn Kesîr. [9] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 440. [10] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [11] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [12] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 169, 419-421. [13] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [14] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [15] Bu savaşın vukû bulduğu tarihte İbn Abbâs henüz 4 yaşında bir çocuk olup Mekke'de idi. Babası Abbâs ise Mekkeli müşriklerin ordusunda Rasûlullah ile savaştı ve esir düştü. [16] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [17] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [18] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [19] İbn Kesîr. [20] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [21] Kurtubî, Ebû Ubeyde, Mecâzu'l-Kur’ân'dan naklen. [22] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [23] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [24] İbn Kesîr. [25] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [26] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [27] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [28] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [29] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [30] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [31] İbn Kesîr. [32] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 303. [33] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [34] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [35] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [36] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 5, s. 476. [37] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 1, s. 616- 619, c. 4, s. 574. [38] Târih kaynakları. [39] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [40] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [41] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 7, s. 294. [42] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [43] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [44] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [45] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. [46] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [47] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [48] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân. [49] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb. |
Tüm Zamanlar GMT +3 Olarak Ayarlanmış. Şuanki Zaman: 03:01 AM. |
Powered by vBulletin® Version 3.8.1
Copyright ©2000 - 2024, Jelsoft Enterprises Ltd.
Hanifler - Kuran odaklı gerçek din islam