Site Yöneticisi
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
|
Âyetten anlaşıldığına göre “cilbab” [muhsanlık üniforması/pardösü, ceket] giyenler, göğüs yırtmaçlarını açabilirler ve bu açıklıklardan da gerdanları gözükebilir. Yani, “cilbab”ın tulum gibi göğüsleri örtecek şekilde olması gerektiğini gösteren bir kayıt yoktur. Zaten o günkü Arap kadınlarının bir kısmının gerdanları açıkta dolaştığı bilinmektedir. Hatta İslâm'ın hâkimiyetinden önce putperestlerin Ka‘be'yi çırılçıplak tavaf ettikleri Kur’ân'da ve târih kaynaklarında yer almaktadır.[17]
Her ikisi de Medenî olan Ahzâb ve Nûr sûrelerinin iniş târihlerinden yola çıkarak, Nûr/31'in daha evvel indiğini ve bu âyetin daha sonra inen Ahzâb/59 ile nesh edildiğini, bundan hareketle de “cilbab”ın, başı da örten bir elbise olduğunu iddia etmek, âyetin ahkâmını göz ardı etmek demektir.
Sonuç olarak Ahzâb/59'un amacı, mü’min kadınların câriye veya fâhişe sanılarak incitilmesini önlemek, hiç değilse tacizleri en aza indirmektir.
Konumuz Nûr/30-31. âyetler:
Mü’min erkeklere, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Bu, onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, onların yapıp ürettiklerine haberdardır. Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle. Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler. Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar. Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin! (Nûr/30-31)
Görüldüğü gibi bu âyetlerde iffet; kuralları, kapsamı ve istisnâları ile açıklanmıştır. Ancak, bu konu kapsamında değerlendirilmesi gereken bir istisnâ, Nûr sûresi'nde bulunan bir istisnâ daha vardır. Bunun baştan açıklanmasında, Nûr/30-31'in bütünlüğünü bozmaması bakımından yarar vardır:
Ve nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlar; artık zînetlerini dışa vurmadan dış elbiselerini çıkarmalarında kendilerine bir sakınca yoktur. Ve iffetli olmaları kendileri için daha hayırlıdır. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Nûr/60)
Bu âyette, zînetlerini açığa vurmama emrinden istisnâ edilenler bildirilmiştir. Erkekler, nikâh ümidi kalmayan yaşlanmış kadınlara arzu duymaz, bu yaştaki kadınlar fitneye sebebiyet vermezler. Bu nedenle de başkalarına serbest olmayan şeyler bu gibi kadınlara serbest kılınmıştır. Ayrıca yaşlı kadınların sağlık yönünden [kemik erimesi] güneş ışını almaya daha fazla ihtiyaçları vardır ve âyet, müstesnâ kılmak [dış elbiselerini çıkarmalarına ruhsat vermek] sûretiyle onlara bu imkânı sağlamıştır. Ama ne gariptir ki kendilerine bu imkân verilmiş olan kadınların çoğu, Yüce Allah'ın verdiği bu ruhsattan yararlanacakları yerde gençlerden daha fazla örtünmektedirler.
Yukarıdaki istisnâ dışında kalan mü’min kadınların örtünmelerine ilişkin hükümleri içeren Nûr/31 âyetinin cümle cümle tahlil edilmesin yarar vardır:
Mü’min kadınlara da, bakışlarından bir kısmını kısmalarını ve ırzlarını korumalarını söyle.
30. âyette, mü’min erkeklere de aynı talimat verilmiştir. Dikkat edilirse yasaklanan, bakışların tamamı değil, bir kısmıdır. Âyetin sadedinden, bu bakışların, davetkâr, tahrik edici, şehvet uyandırıcı bakışlar olduğu anlaşılmaktadır. Yani, hem kadının hem de erkeğin, fıtratlarında var olan arzuları uyandırarak şehvete dönüştürecek tarzda birbirlerine bakmamaları, iffetlerini korumaları gerekir. Bu arzuları uyandırmadan birbirlerini görmelerinde ise sakınca yoktur. Fakat Âl-i İmrân/14'de bildirildiği gibi erkek ile kadın arasındaki çekim, her ikisinin de fıtratlarında bulunduğundan, sürekli bakışların bu arzuları uyandırması kuvvetle muhtemeldir.
Âyetteki ırzın korunması, “zina ve zinâya uzanan hareketlerden kaçınmak”tır.
Zînetlerini de –görünenler hariç– belli etmesinler.
Zînet, “güzelleştirmeye, güzel ve çekici göstermeye, hoşlanacak hâle getirmeye yarayan süs” demektir, ki sözcük Kur’ân'da, hem olumlu hem de olumsuz olarak bu anlamda kullanılmıştır.
Şeytânın, inkârcılara, kötü amellerini güzel-hoş gösterdiğini bildiren En‘âm/43 ve Enfâl/48 âyetleri ile Kârûn'un, kavminin karşısına zîneti ile çıktığını bildiren Kasas/79 âyeti, sözcüğün olumsuz anlamda kullanılışına birer örnektir. Olumlu anlamda kullanıma örnek âyetler ise; Allah'ın imanı mü’minlere sevdirerek kalplerini süslediğini bildiren Hucurât/7 âyeti, gökyüzünün kandillerle süslendiğini bildiren Fussilet/12 âyeti ile Mülk/5 âyeti ve Mûsâ peygamberin, Firavun'un büyücüleriyle buluşma gününün –kendi zaferinden emin olduğu için– “zînet günü” olmasını istediğini bildirdiği Tâ-Hâ/59 âyetidir.
Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür (Kehf/46) âyeti de, hem zînet sözcüğünün kapsamını belirtmekte, hem de Arapların zînet sözcüğüne nasıl bir anlam yüklediğini en açık şekilde ortaya koşmaktadır.
Ancak, konumuz olan âyette, kadınlardan nâ-mahrem olanlara göstermemeleri emredilen ve ayaklarını yere vurmak sûretiyle belli etmemeleri istenen zînetler, hiç şüphesiz bilezik, kolye, küpe, halhal, hızma, pazıbent ve gerdanlık gibi takılar değildir. Bu âyetteki zînet'in bu çeşit takılar olduğunu düşünmek, âyetin hedefi açısından son derece isabetsiz olur. Çünkü, bir an için zînet sözcüğü ile takıların kastedildiği düşünülecek olursa, Allah'ın bu ifadeyle kadınların takı takmalarında sakınca görmediği zımnen kabul edilmiş olur. Bu takdirde ise, hem takı takmanın sakıncasız görülmesi hem de takıların saklanmasının istenmesi gibi abes bir durum ortaya çıkar ki bu düpedüz tutarsızlıktır. Zira takı, göstermek için takılır. Görünmeyen takının bir anlamı olmaz.
Bu âyetteki zînet sözcüğünden, takı türü eşyaların anlaşılması, âyetin bütünselliği açısından da mümkün değildir. Şöyle ki: Kadınların taktıkları süs eşyaları, cinsel tahrik unsuru olmaktan çok; gurur, kibir ve gösteriş amacı ile takılan eşyalardır. Eğer bu âyet ile gösterişin ve böbürlenmenin önüne geçilmek istenseydi, zînetlerin herkesten saklanması talimatı verilirdi. Oysa âyette kadınların zînetlerini diğer kadınların yanında açabilecekleri ifade edilmektedir. Şu hâlde bu âyette konu edilen zînet, gösterişe yönelik takılar değil, erkeklerin yanında açığa vurulmaması gereken, bu sebeple de cinsel arzu uyandıran “zînet”lerdir. Ayrıca Allah, Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De ki: “Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz (A‘râf/31-32) buyurmak sûretiyle, kadın-erkek herkesin takı türünden olan zînetlerini, mescit gibi en kalabalık yerlerde teşhir etmelerini istemiş, hem de buna altın veya gümüş gibi bir istisnâ getirmemiştir. Demek oluyor ki, bu âyetteki zînet sözcüğü, süs eşyası değil, “kadının, erkekler tarafından çekici bulunan, cinsel arzuların uyanmasına vesile olacak olan vücut organları” anlamındadır. Ancak, zînet olan bu organlardan sadece belli organlar anlaşılmamalı, kadının hemen hemen bütün vücudunun zînet olduğu unutulmamalıdır.
Rivâyete dayalı tefsirlerin bir kısmında âyette geçen zînet'in, “takılar”ı, diğer kısmında ise “takı yerleri”ni ifade ettiği belirtilir. Bu müfessirlere göre zînetin gösterilmesi haram olunca, takıldığı yerin gösterilmesi haydi haydi haram olur. Bunlara göre sürme, kına, yüzük, bilezik, halhal, küpe ve gerdanlıktan ibaret olan bu zînetlerin kendiliğinden gözükenleri olan sürme, kına, yüzük ve bilezik dışındakilerinin gösterilmesi haramdır.
Sonuç olarak, Nûr/31'deki zînet sözcüğü, âyetin devamından da kolayca anlaşılacağı gibi, “kadınların cazip yerleri, yani erkekler için cinsel tahrik unsuru olan, kadınların da erkeğe kendisini beğendirebilmek için kullanabileceği organlar”dır.
KADININ SAÇLARI ZÎNET MİDİR?
Saçlar doğal hâlleriyle zînet değildir. Ama erkeklerin dikkatini çekmek üzere boyanıp şekillendirilen saçlar, zînet özelliği kazanır. Böyle saçlar, erkeklerin karşı cinse olan arzularını uyandıracağından, bu âyet kapsamında tutulmalıdır. Zaten, kadınların başlarını örtmelerinin, zînetleştirilmiş saçlarını gizlemelerinin gerekli olduğu, örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar ibaresinden değil, âyetin bu kısmından çıkartılır.
KADININ SESİ ZÎNET MİDİR?
Normal olarak ses zînet değildir. Ama, çeşitli gayretlerle sahibini şuh, işveli gösteren ve karşı cinse mesaj veren sesler zînet sınıfına girer.
... –görünenler hariç– ...
Bu istisnâ cümlesiyle ilgili olarak bugüne kadar yazılanlar, âyetin lâfzî manasını ifade etmekten uzaktır. Çünkü meal ve tefsir sahipleri bu âyetle bağlantılı olarak, rivâyetler ve hikâyeler arasında kaybolmuşlar, tatmin ve ikna edici bir görüş ortaya koyamamışlardır.
Yüz ve eller dışında kadın vücudunun avret olduğuna dair onlarca rivâyet ve görüş vardır. Hatta bazıları, görünenler hariç ifadesinden hareketle, kadınların giydiği elbisenin bile zînet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ama bu görüşlerin hiç biri kaynağını Kur’ân'dan almamaktadır. Bu görüş sahipleri, Kur’ân'ın konuşmadığı bir konuda, hükümler vererek, Kur’ân'ı Arap câhiliye kültürüne kurban etmişlerdir. Hâlbuki âyet açık ve nettir.
Yukarıda belirtildiği gibi, kadının hemen hemen bütün vücudu zînettir. Erkek için çekici, cinsel istek uyandırıcı olan bu zînet; kadın için de, karşı cinsi cezbetmeye yarayan bir silâh gibidir. Fakat hayat; ev dışına çıkmayı ve çalışmayı gerektirmektedir. Yani, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için ellerinin, ayaklarının ve yüzünün işlev görür vaziyette açık ve serbest olması lâzımdır. Kadınlarda ise bu uzuvların zînet olduğu şüphesizdir. Çünkü onların kaşlarına, gözlerine, dudaklarına, gamzelerine binlerce şiir ve gazel yazılmış, türkü ve şarkı bestelenmiştir. İşte görünenler/açıkta olan zînetler bunlardır: eller, ayaklar ve –kaşları, gözleri, dudakları ve yanakları ile beraber– yüz. Ama bu zînetler açıkta olmalıdırlar, aksi takdirde işlev göremezler. Ayrıca, yüz ve yüzdeki uzuvlar, kişinin kimliğinin de simgesidir. Toplumdaki bireyler yüzleri ve yüzlerindeki uzuvlarıyla birbirlerinden tefrik edilirler ve bu tefrik, sosyal hayatın en önemli gereğidir. Toplum içinde yüzün saklanması, kimliğin saklanması anlamına gelir, ki bu durumda –yüzü örtülü olduğu için– hırsız, cani, zâni tesbit edilemez. Dolayısıyla bu organlar, zînet olmalarına rağmen açıkta olmalıdır. Göğüsleri, kalçası, karnı, kasığı, baldırı, bacağı açıkta olmayan kadının toplum içindeki yaşamında bir aksama meydana gelmez. Ama yüzün, eller ve ayakların açıkta olmaması, çalışmasına engel olur, toplum içindeki hayatını olumsuz etkiler. Bunlar dışındaki organlar ise, mü’min kadınlar tarafından açıkta bırakılmamalı ve erkekler için tahriklere, kendileri için de tacizlere meydan verilmemelidir.
Temel kaynaklardan öğrendiğimize göre yolda Peygamberimizin eşlerine rastlayanlar, kim olduklarını bilerek, isimleriyle hitap ederek onlarla konuşmuşlardır. Onların yüzleri kapalı olsaydı, tanınmaları mümkün olmazdı.
Bu konuda üzerinde durulması gereken diğer bir husus da erkeklerin durumudur. Zannedildiği gibi toplumda iffetin sağlanması sadece kadınların görevi değildir. 30. âyette kendilerine, Bakışlarının bir kısmını kıssınlar emri verilen erkekler de toplumda iffetin sağlanması hususunda sorumlu olup onlara da, kadınların örtmek zorunda olmadıkları zînetlerine arzu uyandırmadan, davetkâr olmadan, “bakışlarını kısarak” bakmak zorundadır. Böylece toplumda iffet, her iki cins tarafından ortaklaşa sağlanacaktır.
NOT:
Âyette kadınlara, görünenler hariç zînetlerini örtüyle örtmeleri değil, açığa vurmamaları, belli etmemeleri söylenmiştir. Yani, kastedilen cildin görünmemesi, üzerlerinin elbiseyle örtülmesi değil, zînetlerin belli edilmemesidir. Zira, dar kıyafetlerle göğüslerin, belin, kalça ve kasıkların yapısının, çıplakmış gibi hissedilmesi, görülmesi mümkündür. İşte “açığa vurmak” tabiri, böyle durumları kapsamaktadır. Allah'ın bu kurallarla kastı açıktır: İffet korunmalı, dişilik dışa vurulmamalıdır. Günümüzde örtünmeye bir dönüş varmış gibi gözükse de bu sahte bir görüntüdür. Çünkü tesettür adı altında giyilen modaya uygun elbiseler, kadınların zînetlerini daha da belirginleştirmekte, kapalıymış gibi gösterip daha da açmaktadır. Tesettür, artık bir kazanç sektörü hâline gelmiş ve modaya kurban edilmiştir. Bir başka ifade ile tesettür, zâhiren kadını örtmekte, aslında ise daha çekici hâle getirmekte, yani bir “örtülü çıplaklar” kitlesi oluşturmaktadır.
Örtülerini de göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.
Âyetin bu kısmının iyi anlaşılabilmesi, خمر[humur] sözcüğünün doğru anlaşılmasına bağlıdır.
خمر[humur], “örtmek” anlamındaki hamr kökünden türetilmiş ve “örtü” demek olan hımar sözcüğünün çoğuludur. Lügatlerde,[18] hımar'ın “başörtüsü” anlamında olmayıp, genel “örtü” anlamında olduğu yer almakta ve başörtüsü anlamında da “mikna” ve “nasîf” sözcükleri gösterilmektedir. Örfte kadının başörtüsünün adı olan hımar sözcüğünün, Kur’ân'ın indiği dönemde de bu örfî anlamı taşıyıp taşımadığı kesin olarak tesbit edilememektedir.
جيب[ceyb]; “yaka, gömleğin göğüs yırtmacı”dır. Örtülerini yakalarının üstüne koysunlar cümlesinde, hımar sözcüğü, genel anlamı olan “örtü” olarak değerlendirilirse, âyette kadınlara örtülerini yaka yırtmaçlarının üstüne koymalarının emredildiği söylenebilir ki bu durumda başörtüsü söz konusu değildir. Yani âyette, başın değil, göğsün/gerdanlığın örtülmesi emredilmiş olur.
Ama hımar sözcüğü, özel anlamı olan “başörtüsü” olarak değerlendirilir ve Kur’ân'da da bu anlamda kullanıldığı kabul edilirse, âyette kadınlara, başörtülerini yakalarının üstüne koyup gerdanlarını kapatmalarının emredildiği söylenebilir. Bu takdirde hımar, saçları da kapatan “başörtüsü” demek olur. Kur’ân'ın indiği dönemde hür kadınların başörtüsü kullandıkları sâbit olduğundan, sözcüğün Kur’ân'da bu anlamda kullanılmış olma ihtimali de vardır.
Hımar sözcüğü üzerinde bugüne kadar birçok yorum yapılmış ve bu yorumlar sonucunda olur-olmaz birçok görüş ortaya çıkmıştır. Delile dayalı ortak bir görüşe varılamaması, toplumda yerleşmiş yanlışlara karşı çıkma ve düzeltme çaba ve cesareti gösteremeyen “din bilgini” denilen kesimin suçudur.
Arap kadınlarının göğüs kısmı yırtmaçlı elbiseler giydiği mütevatiren sâbit olduğundan, biz âyette, göğüsleri açık kadınlara, başlarına örttükleri örtülerinin uçlarını göğüslerinin üzerinde birleştirerek göğüslerini de örtmelerinin emredildiği görüşünü tercih ediyoruz. Dikkat edilirse Kur’ân'da “başlarını-saçlarını örtsünler” şeklinde bir ifade bulunmamakta, “örtülerini/başörtülerini salsınlar” denilmektedir. Bu durumda âyetten, başların örtülü olduğu ve bu fiilî durumun problem teşkil etmediği sonuçlarını çıkarmak mümkündür. Fakat Arap kadınları başörtülerini sırtlarına sarkıtıyor olmalılar ki, gerdan ve göğüs kısımları açıkta kalmakta ve âyette de bu kısmın, başörtüsünün göğüs yırtmacının üzerine salınması sûretiyle kapatılması istenmektedir. O çağda Arap kadınlarının göğüslerinin görülebildiği, bu yüzden de taciz, tecavüz ve zinâya davetiye çıkardıkları anlaşılmaktadır. İşte baş örtüsünün göğüs üzerine indirilmesi de bu gerekçe ile istenmektedir.
Sonuç olarak âyetin bu kısmında, başların örtülmesi gerektiğine dair bir talep yoktur. Başların örtülmesi; zînetleştirilmiş saçların saklanması, –yukarıda açıkladığımız gibi– âyetin, zînetlerini açığa vurmasınlar… bölümünden anlaşılmaktadır.
Ve süslerini, kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşin oğulları, kadınlar, yeminlerinin sahip oldukları, kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar ve kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar dışındakiler için belli etmesinler.
Burada zikredilen sınıfların bir kısmı, Rasûlullah'ın eşlerine yönelik âyette de yer almıştı:
Onların [Peygamber eşlerinin] üzerine, babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları ve sözleşmelerinin sahip oldukları hakkında bir günah yoktur. –Ve siz [Peygamber'in eşleri], Allah'a takvâlı davranın.– Şüphesiz Allah, her şeye en iyi tanıktır. (Ahzâb/55)
Yalnız âyetin orijinalindeki nisâihihinne sözcüğü üzerinde durulması gerekir. kadınlar,
Buradaki nisâihinne sözcüğü, –Ahzâb/55'de de geçmekte olup– “o kadınların kadınları” demek iken biz sadece “kadınlar” şeklinde çevirdik. Bizce bu sözcüğün sonundaki hinne cemi müennes zamiri, âyetin icaz ve edebî yapısından, armonik özellik sebebiyle yer almıştır. Yani, bu zamirin, sözcüğün sonunda yer alması, üslûp birliği ve gâlip ihtimale göredir [ilm-i me‘ânî]. Dolayısıyla anlamlandırılırken bu zamir ihmal edilerek nisâihinne ifadesi, “o kadınların kadınları” olarak değil, “kadınlar” olarak değerlendirilmelidir. Bunun bir örneği de Hakka/17'de geçmişti. Bu hususu dikkate almayan birçok müfessir ve fakih, “kadınların kadınları”nın kimler olacağı hakkında çıkmaza girmişler, olur olmaz fetvalar üretmişlerdir.
Âyetteki ifade ile kadın cinsi/tüm kadınlar kastedilmiştir. Dünyadaki tüm kadınlar [müslim veya gayr-i müslim] birbirlerinin mahremidirler, yani birbirleriyle evlenemezler. Dolayısıyla, kadının kadına haram kılınmasının mantığı yoktur. Şeriatta da anlamsız hüküm bulunmadığından, kadınlar, zînetlerin açığa vurulmaması emrinin istisnâları arasında yer almıştır. Ender karşılaşılan lezbiyenlik ise, bir sapkınlık olduğu için kale alınmamıştır.
yeminlerinin sahip oldukları,
Bu ifade, o günkü yasalara göre kişilerin, üzerinde hakk sahibi oldukları/kendilerinin himayesine verilen kişileri ifade etmektedir. Bazıları, burada sadece câriyelerin murat edildiğini söylemişlerse de âyetin ifadesi geneldir ve kadın-erkek tüm himaye altındakileri kapsar. Himaye altındaki kimseler, üzerlerinde hakk sahibi olanlarla sürekli beraber oldukları için aile bireyleri gibi olmuşlardır. Onlardan gizlenmek ve bir şey gizlemek çok zordur. Dolayısıyla da bir mâlike [himaye eden bayan], himaye ettiklerinin mahremi durumundadır.
kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar,
Bunlar; yaşlanmış, erkekliği kalmamış erkek hizmetçilerdir.
kadınların avretlerini [cinsel organlarını] henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar,
Bu ifadedeki ‘avret sözcüğü, bazıları tarafından “zînet” sözcüğü ile karıştırılmış ve aynı anlamda kullanılmıştır. Bunun sonucunda da, “kadının her tarafı avrettir” görüşü ortaya çıkmıştır. Hatta ülkemizin bazı yörelerinde bu yanlış görüşün bir uzantısı olarak hanımlara, “avrat” denmektedir. Kur’ân'ın rûhuna aykırı olan bu yanlış ve ilkel anlayış, ne yazık ki asırların ürünüdür. Dikkat edilecek olursa Kur’ân'da “kadınları henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar” denmeyip, kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar denmiştir. Bu ifadeden ise, kadınların her yerlerinin avret olmayıp, kadınlarda avret yerlerinin bulunduğu, yani kadınların bazı yerlerinin avret olduğu anlaşılmaktadır.
عور [‘avr] sözcüğünden türeyen عورة [‘avret] –çoğulu, عورات'tır [‘avrât'tır]– sözcüğü, lügatte “yarık, yırtık, açık, gedik, korumasız” demektir. İlk vaz‘ı, “ağızdaki ön dişlerin gedikliği” anlamındadır.[19]
Sözcüğün Kur’ân'da hangi anlamda kullanıldığını görmek için, sözcüğün geçtiği diğer âyetlere de bakılması gerekir:
Ve hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır [‘avret'tir]” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar [evleri] savunmasız [‘avret] değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı. (Ahzâb/13)
Ey iman etmiş kimseler! Yeminlerinizin sahip olduğu kimseler, sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah salâtından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, ışa [gece] salâtından sonra izin istesinler. Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır]. Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, bazınız bazınız üzerindedir. Allah, âyetleri size işte böyle açığa koyuyor. Allah alîm'dir, hakîm'dir. (Nûr/58)
Görüldüğü gibi ‘avret sözcüğü, Ahzâb/13'te 2 kez geçmekte ve her ikisinde de “açık, korumasız” anlamında kullanılmaktadır. Nûr/58'de ise çoğul hâliyle ‘avrât olarak geçen sözcük, bu kez insanların korumasız, savunmasız pozisyonunu anlatmak için kullanılmış ve sabah salâtı öncesi, kaylûle denilen öğle vaktindeki uyku zamanı ve yatsı salâtı sonrası, üç avret olarak nitelenmiştir. Gerçekten de kişiye özel bu zamanlar; korunma, savunma, kendine çeki düzen verme imkânının olmadığı zamanlardır.
Yukarıdaki âyetlerden ‘avret sözcüğünün, “muhkem olmayan, sağlam olmayan, kendini koruyamayan” anlamlarında kullanıldığı kesin olarak öğrenildikten sonra, konumuz olan Nûr sûresi'ndeki, ‘avrâtu'n-nisâ [kadınların avretleri] tamlamasının daha kolay anlaşılması mümkündür. Avrâtu'n-nisâ tamlamasındaki ‘avret sözcüğü de, aynı anlamda olup, kadınların korunmasız, karşı koyamayan, savunma yapamayan yerleri için kullanılmıştır. Kadınların bu pasif organları ise, cinsel organı ile makatıdır. Çünkü bu organlar; el, ayak ve göz gibi kendisini dış etkilere karşı koruyamaz, haricî etkilere tepki veremez; müdahalelere karşı pasiftir.
Kadının avreti konusunda rivâyetlerden kaynaklanan onlarca görüş üretilmiş, mezhepler de birbirinden farklı olarak değişik avret yerleri benimsemişlerdir. Meselâ, Mâlikîler avreti, “galiz [birinci dereceden] avret” ve “hafif [ikinci dereceden] avret” olmak üzere iki kısıma ayırmışlar, cinsel organ ile makatı galiz avret, zînet sayılan organları da hafif avret olarak kabul etmişlerdir. Mâlikîlerdeki bu anlayışın, yani zînet sayılan yerlerin ikinci dereceden avret olduğu anlayışının, daha takvâlı bir hayatın amaçlanmasına yönelik, ihtiyatlı bir görüş olarak değerlendirilmesi mümkündür. Fakat bu konudaki yorumcuların ekserisi, kadındaki avreti diz ile göbek arasındaki bölge olarak kabul etmişlerdir. Bizce bu sınır, hem âyetteki organları hem bu organlara yaklaşma sınırlarını içine aldığından kabule en şayan olanıdır. Ama âyetin açık ifadesi de kesin olarak bilinmeli ve aksi iddia edilmemelidir. Çünkü, eğer Allah isteseydi bu konuda da –Mâide/6'da olduğu gibi– milimetrik sınırlar belirlerdi. Kur’ân'da böyle sınırlar belirlenmediğine göre, ayrıntıların değerlendirilmesi Yüce Allah tarafından kullara bırakılmış demektir. Zaten bu konudaki görüşlerin çokluğu ve birbirinden farklılığı da konunun Allah tarafından kullara bırakılmış olmasındandır.
Bu açıklamalardan sonra konumuz olan âyetteki, kadınların avretlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar ifadesine dönülecek olursa, burada bizce, kadınlarının cinsel organlarının işlevlerini henüz öğrenmemiş, bunu anlayabilecek yaşa gelmemiş çocuklar kastedilmektedir. Bu yaşlardaki çocukların cinsel organları da gelişmemiş olduğundan, karşılıklı olarak bir etkilenme söz konusu olmaz.
Süslerinden gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını vurmasınlar.
Burada, örtünmelerine rağmen çeşitli hareketlerle zînetlerini açığa vuran kadınların, bu gibi davranışlarda bulunmamaları emredilmektedir. Daha açık bir şekilde ifade edilecek olursa, kırıtmak, kalça sallamak, göğüsleri sarsmak için sert adımlar atmak gibi karşı cinsi tahrik ve teşvik eder tarzdaki davetkâr davranışlar yasaklanmaktadır.
Ve ey mü’minler! Başarıya ermeniz için hepiniz topluca Allah'a tevbe edin!
Âyetin bu kısmından anlaşılması gereken mesaj şudur: Âyetin üzerinde durduğu konularda, seferberlik gibi topluca hareket edilip kampanyalar düzenlenmeli, bu hususta geçmişte yapılan hatalar Allah'a havale edilmeli, ama bundan sonra elbirliğiyle yukarıda verilen emirler uygulanmalıdır.
Bu âyetlerdeki kurallar, toplumsal yaşamın huzuru için gerekli olup kadın-erkek herkesin, çarşı-pazarda bunlara uyması gerekir.
Dinimiz, –yukarıda açıkladığımız ölçülerde– örtünmeyi/zînetleri açığa vurmamayı emretmekle birlikte, örtünmek/zînetleri açığa vurmamak için belli bir kıyafet ve model getirmemiştir. Bu demektir ki, kıyafet zamana göre değişebilir. Önemli olan, Kur’ân'ın getirdiği ölçülere uygun olarak vücudun zînet sayılan kısımlarının açığa vurulmamasıdır. Kur’ân'daki ölçüler dahilinde, toplumların hoş görüp yadırgamadığı kıyafetlerin giyilmesinde bir sakınca yoktur. Örtünmenin/zîneti açığa vurmamanın, Allah'a karşı yapılması ise İslâm dışı bir anlayıştır.
Giderek ağırlaşan geçim şartları, kadının da ailesine ve ülkesine ekonomik katkıda bulunmasını zorunlu hâle getirmiştir. Toplumun birer parçası olan kadın ve erkek, her yerde beraber olmak durumundadır. İslâm'ın koyduğu ölçülere uyulması kaydıyla bunda hiçbir sakınca yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki bir kadın, evinin içinde ya annedir, ya eştir, ya gelindir, ya kızdır, ya da kız kardeştir. Ama aynı kadın evinin dışında sadece kadındır, bir dişidir. İslâm dini, çok kolay uygulanabilen basit kurallarla, kadının hem evinde hem de evi dışında mutlu ve temiz bir hayat yaşamasını sağlamaktadır. Çünkü İslâm, kolaylık dinidir, insanı zora ve tabiatının aksi şeylere zorlamaz.
Bir kez daha vurgulayalım ki, örtünme Allah'a karşı değil, kullara karşı olup tahrik ve taciz gibi fitne ve fesatları önlemeye yöneliktir. Bazı çevrelerde görülen; kadının, evinin içinde anası, babası, amcası, dayısı gibi mahremlerinin yanında dahi başını örtmesi gerektiği inancı, İslâm'a aykırıdır. Dini zorlaştırmaktan başka bir anlamı olmayan bu davranış, dinin yararına değil zararınadır. Hiç kimsenin din adına hüküm koymaya hakkı yoktur.
32. Ve sizden eşi olmayanları, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah Kendi fazlından onları zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, vâsi'dir [geniş olandır], en iyi bilendir.
33. Ve evlenmeye imkân bulamayanlar; Allah, Kendi fazlından kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar. Sağ ellerinizin mâlik olduklarından mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir iyilik görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın. O'nun [Allah'ın] size vermiş olduğu Allah'ın malından siz de onlara verin. Ve basit hayatın geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, muhsanlaşmak [bağımsızlaşmak-evlenmek] isteyen gençlerinizi taşkınlığa/baş kaldırıya zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa, bilinmelidir ki, hiç şüphesiz Allah onların zorlanmalarından sonra çok bağışlayıcı ve merhametlidir.
Bazı toplumsal kuralların emredildiği bu âyetlerde şu kurallar konulmuştur:
• Eşi olmayanlar, erkek kölelerinizden ve kadın kölelerinizden iyi olanlar evlendirilmelidir. Bunların fakir olması bahane olmamalıdır.
• Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah fazlından onları varlıklı kılıncaya kadar sabırlı olup iffetlerini korumalıdırlar.
• İşin üstesinden gelebileceklerine güvenilmesi durumunda yasalar çerçevesinde himaye altında tutulanlarla mükâtebe [özgürlük sözleşmesi] yapılmalıdır. (Mukâtebe, –terim olarak– “himaye altında olanla hâmisi arasında kararlaştırılan parayı belirli bir süre içinde ödedikten veya hizmet süresini tamamladıktan sonra himayeden çıkmasını öngören anlaşma”dır.)
• Onlara maddî yardım da yapılmalı, zekât gelirlerinden pay verilerek, borçları ödenmelidir. Nitekim zekât verileceklerden bir sınıf da bu boyunduruk altındakilerdir (bkz. Tevbe/60).
• Bunlardan muhsanlaşmak [evlenmek-himayeden kurtulup özgürleşmek] isteyenlere engel olunmamalı, onların taşkınlık/başkaldırı yapmalarına zemin hazırlanmamalıdır.
Anlaşılan o ki, toplumda huzurun bozulmasına, fitne ve fuhşun yayılmasına sebep olacak etkenlerden biri de evlilik çağında olanların evlendirilmemesidir. Evli olmayan bir yetişkin; zinâ, taciz, tecavüz gibi yollara meyledebileceği için, evli olmayan kadın ve erkeklerin evlendirilmesi bir görev olarak kamuya yüklenmektedir. Zira evlilik, fitneden uzaklaştırır; fuhuştan korur ve toplumun huzuruna katkı sağlar.
Âyetteki fetaya [gençleriniz] ifadesiyle, “yasalar çerçevesinde himaye altında bulunan emanet kimseler, hizmetçiler” kastedilmektedir. Bu, Kehf/62, Yûsuf/30 ve Nisâ/25'ten de rahatlıkla anlaşılabilir. İslâm'ın ilk dönemlerinde mü’minler, yasalar çerçevesinde himayelerine verilenlere, “fetam, fetatım” [delikanlım, yiğidim, hanım kızım] derlerdi.
34. Ve andolsun ki Biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce geçen kişilerden örnekler ve muttakiler için öğütler indirdik.
35. Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne nûrdur. Allah dileyen kimseyi nûruna hidâyet eder. Allah insanlar için misaller verir; ve Allah her şeyi en iyi bilendir.
Bu âyetlerde, Allah'ın evrendeki rolü çarpıcı ifadeler ve örnekleme ile açıklanmaktadır.
• Allah, insanlar için apaçık âyetler, geçmiştekilerden örnekler ve muttakiler için öğütler indirmiştir.
• Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur.
• O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne nûrdur.
• Allah dileyen kimseyi nûruna hidâyet eder.
• Allah insanlar için misaller verir; ve Allah her şeyi en iyi bilendir.
Bu âyetin sağlıklı anlaşılabilmesi için, önce sûrenin ilk âyetinin dikkate alınması gerekir:
İndirdiğimiz ve farz kıldığımız/parça parça ayırdığımız bir sûre! Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler de indirdik. Ve andolsun ki Biz size açık açık bildiren âyetler, sizden önce geçen kişilerden örnekler ve muttakiler için öğütler indirdik. Allah, göklerin ve yeryüzünün nûrudur. O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne nûrdur. Allah dileyen kimseyi nûruna hidâyet eder. Allah insanlar için misaller verir; ve Allah her şeyi en iyi bilendir. (Nûr/1, 34-35)
Burada, evrenin ancak Allah tarafından aydınlatılabileceği, Allah'ın gökleri ve yeryüzünü, üzerlerindeki varlıkların konum ve ihtiyaçlarına göre mükemmel bir şekilde idare ettiği açıklanmaktadır.
Nûr'un, “ışık” olmasından hareketle Allah'ın ışık olduğu iddia edilemez. Zira âyetin devamında, O'nun nûrunun örneği… denilmektedir. Burada konu edilen Allah'ın zatı değil, nûrudur. Allah, … nûrudur tarzındaki ifade mübalağa içindir. Nitekim Araplar, “Zeydun cûdun” [Zeyd, cömertliktir] derler. Bununla onun her yanından cömertlik fışkırdığını ifade etmek isterler.
Türkçe'de de, “okulun kalbi, okulun beyni, okulun onuru, mahallenin gülü, ailenin direği, can damarı, eğitimin temeli” gibi deyimler mübalağa için kullanılır. Toplumda bazı insanlar için “o, altındır” denilir. Bununla o kişinin gerçekten altın olduğu değil, onun altın gibi saf ve değerli olduğu ifade edilir.
Allah'ın nûru da, “Allah'ın gönderdiği vahiyler”dir:
Ey insanlar! Kesinlikle Rabbinizden size apaçık bir kanıt geldi. Ve Biz size apaçık/açıklayan bir nûr [ışık] indirdik. (Nisâ/174)
Öyleyse, Allah'a, Elçisi'ne ve Bizim indirdiğimiz nûra [ışığa] inanın. Ve Allah yaptıklarınıza haberdardır. (Teğâbün/8)
Onlar ki, onlara iyiyi emreden ve onları kötülüklerden alıkoyan, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılan, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılan, sırtlarından ağır yükleri, üzerlerindeki bağları ve zincirleri indiren, yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılmış bulacakları o Ümmî Peygamber, o Elçi'ye uyarlar. O hâlde, o'na iman eden, o'na kuvvetle saygı gösteren, o'na yardımcı olan ve o'nun ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (A‘râf/157)
Ayrıca, vahiy birçok âyette mecazen “güneş” olarak ifade edilmiştir. Allah'ın vahiyle toplumları aydınlatması ise birçok yerde konu edilmiştir:
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı kılan [var eden] Allah'a mahsustur. Sonra da şu küfretmiş kişiler Rabb'lerine eşit/denk tutuyorlar. (En‘âm/1)
Allah, inananların velîsidir [yakın kimsesidir]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfretmiş kimseler de; onların velîleri tâğûttur ki, kendilerini nûrdan karanlıklara çıkarır. Bunlar, cehennem ashâbıdır. Onlar orada sürekli kalıcıdırlar. (Bakara/257)
Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nûr verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp oradan bir çıkış bulamayanın durumu gibi midir? İşte, kâfirlere yapmakta oldukları böyle ‘süslü ve çekici’ gösterilmiştir. (En‘âm/122)
İşte böylece Biz sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan rûhu vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan o Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. (Şûrâ/52-53)
Ey Kitap Ehli! Kesinlikle, Kitap'tan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açığa koyan, çoğundan da vaz geçen Bizim elçimiz size geldi. Kesinlikle size, Allah'tan bir ışık ve apaçık bir kitap geldi. Allah onunla [kitapla] Kendi rızasına uyanları selâmet yollarına kılavuzlar. Onları Kendi bilgisi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru yola kılavuzlar. (Mâide/15-16)
Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni, bir şâhit, bir müjdeci, bir uyarıcı, Kendi izniyle Allah'a bir davetçi ve ışık saçan bir kandil olarak gönderdik [elçi yaptık]. Sen de inananlara, şüphesiz kendileri için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kâfirlere, münâfıklara da itaat etme, onların ezalarını bırak. Ve sen Allah' tevekkül et. Vekil olarak da Allah yeter. (Ahzâb/45-48)
Burada, O'nun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvası gibidir; o kandil, bir cam içindedir; o cam, sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya, batıya nisbet edilemeyen [dünyanın her yerinde var olan] mübarek bir zeytin ağacındandır, ki onun [ağacın] yağı, neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir; nûr üstüne nûrdur nitelemesiyle, gönderilen kitap ve elçinin süresizlik ve evrenselliği beyân edilmektedir. Bu, her insanın kolayca anlayabileceği şekilde izah edilmiştir: O, doğu-batı gibi herhangi bir yöreye, mekana indirgenemez; evrenin her yerindedir. Onun yakıt desteğine, enerji takviyesine ihtiyacı yoktur. O inci gibi koruma üstüne koruma altına alınmıştır. Mahfazaları şeffaftır, koruma katmanları ışığının yayılmasına engel olmaz.
Allah'ın nûr oluşu, âhiret âlemi için de kullanılmıştır:
Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulmolunmazlar [onlara hakksızlık edilmez]. (Zümer/69)
36-38. Allah'ın, yükseltilmesine, içersinde Kendi isminin zikredilmesine izin verdiği evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır.
Bu âyetlerde, Allah'ın öngördüğü ilkeleri öğrenen ve öğretenler övülmüştür. Burada konu edilen kimseler, Allah'ın nûrundan istifade eden kimselerdir. Bunlar:
• Ticaret ve alış-verişin kendilerini Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir.
• Allah, işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkan kimselerdir.
• İşte bu bilince eren kimseler mescitlerde sürekli olarak Allah'ı tesbih ederler, O'nun kemal sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu öğretirler.
Bu âyette İslâm dininin özü olarak tevhid ve sâlihâtın işlenmesi, özellikle de salâtın ikâmesi zikredilmiştir. Dinin özüne, Beyine sûresi'nde de işaret edilmişti:
Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah'a kulluk etmeleri, salâtı ikâme etmeleri, zekâtı vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyine/5)
Burada salât'ın, “topluma destek olmak, toplumu aydınlatmak, toplumun sorunlarını sırtlamak, üstlenmek ve gidermek” olduğunu, bunun, “zihnî” ve “mâlî” olmak üzere iki yönü bulunduğunu hatırlatalım: Zihnî yönü ile salât, “eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek”tir. Mâlî yönü ile salât ise, “iş imkânları ve güvence sistemleri ile ihtiyaç sahiplerine yardım etmek, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermek”tir. Salâtın ikâmesi ise, “zihnî ve mâlî yönlerden yapılan yardım ve destekle sorunların giderilmesi ve bunun ikâmesi”dir [sürdürülmesi/ayakta tutulmasıdır]. Zihnî yönü ile salâtın iqâmesi, eğitim ve öğretim yapılması için okullar, halk evleri, halk eğitim merkezleri açmayı ve bunları ayakta tutmayı, mâlî yönü ile salâtın ikâmesi ise, iş alanları açmayı, Emekli Sandığı, Bağkur, SSK gibi sosyal güvenlik sistemleri teşkil etmeyi, yoksul ve yetimleri destekleyerek –bekâr ve dulları evlendirmek de dâhil– sorunları sırtlamayı, dertlerine deva olmak için kurumlar oluşturmayı ve bunları yaşatarak ayakta tutmayı kapsar.
Burada övülen yiğitler, gerçek ilâhiyat/tevhid öğretmenleridir.
Yaklaşan gün hakkında da onları uyar. O zaman kalpler yutkunarak gırtlaklara dayanmıştır. Zâlimler için ne sıcak biri vardır, ne de itaat edilecek bir şefaatçi... (Mü’min/18)
Sakın zâlimlerin yaptıklarından Allah'ın gâfil [duyarsız] olduğunu sanma! Ancak O, onları, başlarını dikerek koşacakları, gözlerin dışa fırlayacağı bir gün için erteliyor. Onların bakışları kendilerine dönmez ve onların gönülleri bomboştur. (İbrâhîm/42-43)
|