Konu: Saff Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 9. August 2010, 12:01 AM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

YUHANNA İNCÎLİ

Ben daha aranızdayken size bunları söyledim. Ama Baba'nın benim adımla göndereceği Yardımcı, Kutsal Rûh, size her şeyi öğretecek, bütün söylediklerimi size hatırlatacak. Size esenlik bırakıyorum, size kendi esenliğimi veriyorum. Ben size dünyanın verdiği gibi vermiyorum. Yüreğiniz sıkılmasın ve korkmasın. Size, ‘Gidiyorum, ama yanınıza döneceğim’ dediğimi işittiniz. Beni sevseydiniz, Baba'ya gideceğim için sevinirdiniz. Çünkü Baba benden üstündür. Bunları size şimdiden, her şey olup bitmeden önce söyledim. Öyle ki, bunlar olunca inanasınız. Artık sizinle uzun uzun konuşmayacağım. Çünkü bu dünyanın egemeni geliyor. Onun benim üzerimde hiçbir yetkisi yoktur.[12]

Size gerçeği söylüyorum, benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, Yardımcı size gelmez. Ama gidersem, O'nu size gönderirim. O gelince günah, doğruluk ve gelecek yargı konusunda dünyayı suçlu olduğuna ikna edecektir: Günah konusunda, çünkü bana iman etmezler; doğruluk konusunda, çünkü Baba'ya gidiyorum, artık beni görmeyeceksiniz; yargı konusunda, çünkü bu dünyanın egemeni yargılanmış bulunuyor. Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki o, yani Gerçeğin Rûhu gelince, sizi tüm gerçeğe yöneltecek. Çünkü kendiliğinden konuşmayacak, yalnız duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek. O beni yüceltecek. Çünkü benim olandan alıp size bildirecek. Baba'nın nesi varsa benimdir. ‘Benim olandan alıp size bildirecek’ dememin nedeni budur.[13]
MATTA İNCÎLİ

“Bir benzetme daha dinleyin: Toprak sahibi bir adam, bağ dikti, çevresini çitle çevirdi, üzüm sıkma çukuru kazdı, bir de bekçi kulesi yaptı. Sonra bağı bağcılara kiralayıp yolculuğa çıktı. Bağ bozumu yaklaşınca, üründen kendisine düşeni almaları için kölelerini bağcılara yolladı. Bağcılar adamın kölelerini yakaladı, birini dövdü, birini öldürdü, ötekini de taşladı. Bağ sahibi bu kez ilkinden daha çok sayıda köle yolladı. Bağcılar bunlara da aynı şeyi yaptılar. Sonunda bağ sahibi, ‘Oğlumu sayarlar’ diyerek bağcılara onu yolladı. Ama bağcılar adamın oğlunu görünce birbirlerine, ‘Mirasçı bu; gelin, onu öldürüp mirasına konalım’ dediler. Böylece onu yakaladılar, bağdan atıp öldürdüler. Bu durumda bağın sahibi geldiği zaman bağcılara ne yapacak?” Îsâ'ya şu karşılığı verdiler: “Bu korkunç adamları korkunç bir şekilde yok edecek; bağı da, ürününü kendisine zamanında verecek olan başka bağcılara kiralayacak.” Îsâ onlara şunu sordu: “Kutsal Yazılar'da şu sözleri hiç okumadınız mı? ‘Yapıcıların reddettiği taş, işte köşenin baş taşı oldu. Rabbin işidir bu, gözümüzde harika bir iş!’ “Bu nedenle size şunu söyleyeyim, Tanrı'nın Egemenliği sizden alınacak ve bunun ürünlerini yetiştiren bir ulusa verilecek. Bu taşın üzerine düşen, paramparça olacak; taş da kimin üzerine düşerse, onu ezip toz edecek.” Baş kâhinler ve Ferisiler, Îsâ'nın anlattığı benzetmeleri duyunca, bunları kendileri için söylediğini anladılar. Onu tutuklamak istedilerse de, halkın tepkisinden korktular. Çünkü halk, o'nu peygamber sayıyordu.[14]
KİTAB-I MUKADDES

Tanrınız Rabb size aranızdan, kendi kardeşlerinizden benim gibi bir peygamber çıkaracak. Onu dinleyin. Horev'de toplandığınız gün Tanrınız Rabbden şunu dilemiştiniz: “Bir daha ne Tanrımız Rabbin sesini duyalım, ne de o büyük ateşi görelim, yoksa ölürüz.” Rabb bana, “Söyledikleri doğrudur” dedi, “Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım. Sözlerimi onun ağzından işiteceksiniz. Kendisine buyurduklarımın tümünü onlara bildirecek. Adıma konuşan peygamberin ilettiği sözleri dinlemeyeni ben cezalandıracağım.”[15]

5. âyetteki, Ne zaman ki onlar eğrilip saptılar, Allah da onların kalplerini eğriltip saptırdı. Ve Allah, fâsık bir kavme hidâyet etmez ifadesinde, “müşâkele” sanatı icra edilerek, vefasız İsrâîloğulları'nın cezalandırılışı konu edilmiştir. Bu konu birçok âyette yer almıştı.

Ve Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız. (En‘âm/110)

Ve kim kendisine doğru yol apaçık ortaya çıktıktan sonra Elçi'ye karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başkasını izlerse, Biz onu döndüğü şeye döndürürüz ve onu cehenneme sokarız. O da ne kötü bir gidiş yeridir! (Nisâ/115)

Hem özel isim, hem de “övgüye daha layık” anlamında sıfat olarak kullanılan Ahmed sözcüğünün hangi kullanımı kabul edilirse edilsin “Rasûlullah” kastedilmiştir. Bu nedenle, mealde her ikisini de gösterdik.

Âyetteki, Adı Ahmed/övgüye daha layık bir elçi ifadesiyle ilgili Mevdûdî'nin değerli bir yazısını sûrenin sonuna koyduk.

7. Ve İslâm'a davet olunduğu hâlde Allah üzerine yalan uydurandan daha zâlim kimdir? Ve Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez.

8. Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek için irade kullanıyorlar. Hâlbuki kâfirler hoş görmese de Allah nûrunu tamamlayandır.

9. O [Allah], müşrikler hoş görmese de Elçisi'ni, hakk dini bütün dinlerin üzerine çıkarması için hidâyet ve hakk dinle gönderendir.

Bu âyetlerde yalancılara bir uyarı ve bir tehdittir: İslâm'a davet olunduğu hâlde Allah üzerine yalan uyduranlardan, daha zâlim kimse yoktur. Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmeyi irade ediyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasa da Allah nûrunu tamamlayacak, müşrikler hoşlanmasa da Elçisi'ni, hakk dini bütün dinlerin üzerine çıkarması için hidâyet ve hakk dinle göndermiştir. Allah, zâlimler toplumuna hidâyet etmez:

İşte böylece Biz sana da Kendi emrimizden/Kendi işimizden olan rûhu vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu, kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle kılavuzladığımız bir nûr/ışık yaptık. Hiç kuşkusuz sen de dosdoğru bir yola; göklerde ve yerde bulunanlar Kendisi için olan O Allah'ın yoluna kılavuzluk etmektesin. Gözünüzü açın, bütün işler yalnız Allah'a döner. (Şûrâ/52-53)

Âyette, Müşrikler hoş görmese de Elçisi'ni, hakk dini bütün dinlerin üzerine çıkarması için hidâyet ve hakk dinle gönderendir buyurularak, bu işin kâfir ve müşriklerin keyfine göre değil, Allah'ın iradesine göre gerçekleşeceği, O'nun iradesinin de, hak dini hayata hâkim kılmak olduğu beyân edilmektedir:

O [Allah] hakk dini bütün dinlere üstün kılmak için, Elçisi'ni hidâyet ve onunla [hakk din ile] gönderendir. Şâhit olarak da Allah yeter. (Fetih/28)

Onlar, Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki Allah, sadece, kâfirler hoş görmeseler de Kendi nûrunu tamamlamaya dayatıyor. O [Allah], ortak koşanlar hoşlanmasa da, kendisini, din'in; onun [dinin] hepsinin üzerine ortaya koyması için Elçisi'ni hidâyetle ve hakk din ile gönderendir. (Tevbe/32-33)

Bu âyetlerin nüzûl sebebi hakkında şu nakledilmiştir:

Peygamber'e (s.a) kırk gün süreyle vahiy gelmedi. Bunun üzerine Ka‘b b. el-Eşref şöyle dedi: “Ey Yahûdi topluluğu! Müjdeler olsun size. Allah, Muhammed'e indirdiklerinin nûrunu söndürmüş bulunuyor. Zaten o'nun işini tamamlayacak değildi.” Rasûlullah (s.a) üzülünce, yüce Allah da bu âyeti indirdi ve bundan sonra da vahiyde bir kesinti olmadı.[16]

10-13. Ey iman etmiş kimseler! Size, sizi can yakıcı bir cezadan kurtaracak, kazançlı bir ticaret göstereyim mi? Allah'a ve O'nun Elçisi'ne inanacaksınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla çaba harcayacaksınız. İşte bu, eğer bilirseniz, sizin için daha iyidir: Sizin günahlarınızı bağışlar ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve adn cennetlerindeki hoş meskenlere girdirir. İşte bu, büyük kurtuluştur. Ve sizin seveceğiniz başka bir şey daha: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih… Ve inanlara müjde ver.

14. Ey iman etmiş kişiler! Allah'ın yardımcıları olun; Nitekim Meryem oğlu Îsâ, havarilere, “Allah'a benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler, “Allah'ın yardımcıları biziz” dediler. Sonra İsrâîloğulları'ndan bir zümre inandı, bir zümre inkâr etti. Sonra da Biz, inanmış kimseleri, düşmanlarına karşı güçlendirdik de onlar, üstün geldiler.

Bu âyetlerde, sûrenin giriş âyetlerinde konu edilen cihada dönülerek onun önemi ve insana kazandıracağı ödüller bildirilmekte ve bu hususta Îsâ'nın havarileri örnek gösterilmektedir: (Onların elçiyi korumak için can vermeye hazır olduğu ve içlerinden birinin Îsâ'ya benzetilerek o'nun yerine öldürüldüğü daha evvel açıklanmıştı.)

Sonra Îsâ, onlardan inkârcılıklarını sezince, “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?” dedi. Havariler: “Allah'ın yardımcıları biziz; biz, Allah'a iman ettik, bizim şüphesiz müslimler olduğumuza tanık ol. –Rabbimiz! Biz Senin indirdiğine iman ettik, Elçi'ye de uyduk. Artık bizi şâhitlerle beraber yaz”– dediler. (Âl-i İmrân/52-53)

HAVARİLER KİMLERDİR?

Kaynaklarda[17] bu sözcükle ilgili şu izahlar yapılmıştır:

• Onlara bu isim, elbiselerinin beyazlığı dolayısıyla verilmiştir.

• Onlar avcı kimselerdi.

• Onlar elbise beyazlatıcıları idiler. Elbiseleri beyazlattıklarından dolayı onlara bu isim verilmiştir.

• Onlar, elbise temizleyicisi, ağartıcısı ve boyacısı idiler.

• Onlar peygamberlerin has adamları olduklarından dolayı bu adı aldılar.

Âyetlerden anlaşıldığına göre bunlar, Îsâ peygamberin en yakın arkadaşları ve yardımcılarıdır.

Bu âyetlerin bir benzeri de Tevbe sûresi'nde geçmektedir:

Şüphesiz Allah, tevbe eden, ibâdet eden, hamd eden, seyahat eden, o rükû eden, secde eden, ma‘rûfu emreden, kötülükten vazgeçiren, Allah'ın hududunu koruyan inananlardan canlarını ve mallarını şüphesiz cenneti onlara verme karşılığında satın almıştır: Onlar, Allah yolunda savaşırlar; sonra öldürürler ve öldürülürler. Bu, O'nun [Allah'ın] Tevrât, İncîl ve Kur’ân'daki gerçek bir vaadidir. Ve sözünü, Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse, yaptığınız alış-verişle sevinin. Ve işte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. Ve mü’minlere müjde ver! (Tevbe/111-112)

14. âyetteki, Allah'ın yardımcıları olun ifadesi, “Allah'ın dininin yardımcıları olun” anlamındadır. Bunlar, Yûnus sûresi'nde Allah'ın velîleri/yakınları olarak nitelenmişlerdi:

Açın gözünüzü! Allah'ın velîlerine –ki onlar inanan ve takvâlı davranan kimselerdir– kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. Onlara dünya hayatında ve âhiret hayatında müjde vardır. Allah'ın sözleri için değişiklik diye bir şey yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluşun ta kendisidir. (Yûnus/62-64)

Malumdur ki, bizzat Allah'a yardım etmek imkânsız ve Allah da yardım ve yardımcıdan müstağnidir. Allah'ın muttaki mü’minleri velî [yakın ve yardımcı] edinmesi, O'nun aczinden kaynaklanmaz. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmıştır:

Ve de ki: Hamd [övgü], hiçbir çocuk edinmeyen, mülkte kendisi için herhangi bir ortağı bulunmayan, düşkünlükten dolayı yardımcısı olmayan Allah'a özgüdür. Ve O'nu [Allah'ı] büyükledikçe büyükle [ululadıkça ulula]! (İsrâ/111)

O hâlde, muttaki mü’minlerin, hiçbir yardıma ve yardımcıya ihtiyacı olmayan Allah'a –sözcüğün hakikat anlamıyla– nasıl yardımcı olabildiğini anlamak için şu hususlar üzerinde dikkatle durulması gerekir:

• Allah insanları ne için yaratmış, onlara neden kitaplar ve peygamberler göndermiş ve onlardan neler istemiştir?

• Allah'ın insanlardan istedikleri, kimler aracılığıyla gerçekleştirilmektedir, Sünnetullah nasıl cereyan etmektedir?

• Allah'ın düşmanları kimlerdir, bunlar neler isterler, nasıl davranırlar?

Bu soruların cevapları, hem belli hem de kolaydır: Allah, dünya yaşamında adaletin sağlanmasını, küfrün, şirkin, nifakın yok edilmesini, dinin tümüyle Allah'a özgü kılınmasını istemekte ve bunlar da kulların ortaya koyduğu mücâdele [cihad] nisbetinde gerçekleşmektedir. İstediği düzeni Allah'ın kurmayıp kullarına bırakması ise, kullarını sınamayı dilemesinden ötürüdür:

Öyleyse, inkârcılarla karşı karşıya geldiğinizde, boyunları vurun. Sonra, onları iyice sindirince, bağı sıkıca bağlayın; sonra, savaş sona erince, ya karşılıksız ya da kurtarmalıkla salıverin. –İşte eğer dileseydi, onların hakkından bizzat gelirdi; ama bu, sizi birbirinizle sınamak içindir.– Allah yolunda öldürülenlere gelince, onların işlerini saptırmayacaktır. (Muhammed/4)

Demek oluyor ki, Allah'ın istediklerinin gerçekleşmesi için çaba harcayanlar (yani, hayatta iken Peygamberimize yardım edenler ve Allah'ın dinini ayakta tutmaya çalışanlar), kelimenin tam anlamıyla Allah'a yardım etmiş olmaktadırlar. Başka bir ifade ile, اولياء اللّه [evliyâullâh/Allah'a yakın olanlar] ve انصار اللّه [ensârullâh/Allah'a yardım edenler], Allah'ın koyduğu emir ve yasakları benimseyerek O'nun dinine sarılıp o dinin yayılması için canla-başla çaba harcayanlardır. Kur’ân bu kimseleri, “muttaki mü’minler” olarak nitelemektedir:

Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, O'da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar. (Muhammed/7)

Andolsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah'ın, Kendisine [dinine] ve elçilerine görmeden yardım edenleri belirlemesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar bulunan demiri de indirdik. Şüphesiz Allah, kavî'dir [çok kuvvetlidir], azîz'dir [mutlak üstündür]. (Hadîd/25)

Kendilerine savaş açılan kimselere kendileri zulme uğramaları; onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için hakksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle izin verildi. Ve şüphesiz ki Allah onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yerle-bir edilirdi. Allah, Kendisine yardım edenlere; eğer kendilerine yeryüzünde bir güç verilirse salâtı ikâme eden, zekâtı veren, ma‘rûfu emreden ve münkerden alıkoyan kimselere kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, kavî'dir [çok güçlüdür], azîz'dir [mutlak gâliptir]. İşlerin sonucu da sadece Allah'a âittir. (Hacc/39-41)

10. âyetin nüzûl sebebi olarak şu bilgi verilmiştir:

Mukâtil dedi ki: Âyet Osman b. Maz‘un hakkında inmiştir. Şöyle ki: O Rasûlullah'a (s.a) dedi ki: “Bana izin versen de Havle'yi boşasam, râhipliğe yönelip kendimi bulsam, et yemeyi kendime haram kılsam, geceleyin hiçbir zaman uyumasam, gündüzün hiçbir zaman oruç açmasam.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki nikâh benim sünnetimdendir. İslâm'da ruhbanlık yoktur. Ümmetimin ruhbanlığı Allah yolunda cihaddır. Ümmetimin burulması, oruç tutmaktır. Allah'ın size helâl kıldığı hoş şeyleri haram kılmayın. Benim sünnetimden olmak üzere ben uyurum, namaz kılarım, oruç açarım, oruç tutarım. Kim benim sünnetimden yüz çevirecek olursa, benden değildir.” Bu sefer Osman şöyle dedi: “Ey Allah'ın Peygamberi! Allah'a yemin ederim ki Allah'ın en sevdiği ticaretin hangisi olduğunu bilmeyi çok isterdim. Böylelikle ben de o ticareti yapardım.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.[18]

Allah doğrusunu en iyi bilendir.



ADI AHMED/ÖVGÜYE DAHA LAYIK BİR ELÇİ

Üçüncüsü, Bu âyet ile daha sonraki âyet birleştirilince şöyle bir anlam ortaya çıkar. “Ben Allah'ın Rasûlü Ahmed'in gelişine dair Tevrât'ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere dünyaya geldim. Ben de o'nun geleceğini bildiririm.” Son yorum Hz. Îsâ'nın (a.s) Hz. Muhammed'in (s.a) gelişiyle Hz. Mûsâ'nın kendi ümmetine verdiği müjdeye temas etmesiyle ilgilidir.

Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Mûsâ'nın şöyle dediği nakledilir: “Allah'ın Rabb, senin için aranızdan kardeşlerinden benim gibi bir peygamber çıkaracak, onu dinleyeceksin, nasıl ki Horeb'de toplantı günlerinde, ‘Bir daha Allah'ın Rabbin sesini işitmeyeyim ve artık bu büyük ateşi görmeyeyim ve ölmeyeyim’ diye Allah'ın Rabbden istedin. Ve Rabb bana dedi”: “Söylediklerini iyi dediler. Onlar için kardeşleri arasında senin gibi bir Peygamber çıkaracağım ve ona emredeceğim, her şeyi onlara söyleyecek. Ve vaki olacak ki, Benim ismimle söyleyeceği sözlerimi dinlemeyecek olan adamdan ben hesap soracağım.” (Tesniye, 18, 15, 19)

Tevrât'ın bu açık ihbarı, Hz. Muhammed'den (s.a) başka hiç kimseye uymaz. Bu ihbarda Hz. Mûsâ (a.s) Allah'ın şu müjdesini veriyor: “Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir nebi çıkaracağım.” Bir milletin kardeşlerinden, bizzat o milletlerin bir kabile veya ailesinin kastedilmediği ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk yönünden yakın ilişkisi bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur.

Şâyet gelecek nebi'nin Benî İsrâîl'den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman yalnızca, “Aranızdan bir nebi vereceğim” demek kafi gelecekti. Bu nedenle İsrâîloğulları'nın kardeşlerinden burada, İsmâîloğulları'nın kastedilmiş olması daha akla yatkındır. İsmâîloğulları, Hz. İbrâhîm'in torunları olduğundan, İsrâîloğulları'nın yeğenleridir de aynı zamanda. Üstelik, Hz. Mûsâ'dan (a.s) sonra İsrâîloğulları'ndan sadece bir tek ve büyük bir nebi gelseydi, o zaman bu haber doğru kabul edilebilirdi. Ama Kitab-ı Mukaddes'te de belirtildiği gibi, İsrâîloğulları'ndan Hz. Mûsâ'dan sonra pek çok nebi çıkmıştır.

Burada verilen müjdede, bir noktaya dikkat edilmelidir. Gelecek nebi'nin tıpkı Hz. Mûsâ (a.s) gibi olacağı ifade ediliyor. Elbette ki bu benzerlik dış görünüş, yani yüz şekli, kişilik ve kılık-kıyafet bakımından bir benzerlik değildi. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insana tıpatıp benzemez. Bu benzerlik her iki nebinin nübüvvet payesi ve özelliği ile ilgili sayılmaz. Çünkü, bu benzerlik Hz. Mûsâ'nın ardından gelen tüm peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra, Hz. Mûsâ ile Hz. Muhammed'in (s.a) ortak yanlarını araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriat getirmekten başka bir şey olmadığını görürüz. Bu özellik ve benzerlik gerçekten Hz. Mûsâ ve Hz. Peygamber (s.a) arasında vardı. Hz. Mûsâ'yı müteakip İsrâîloğulları arasında çıkan peygamberler, hep Mûsevî şeriatın savunucusuydular. Değişik ve müstakil bir şeriat getiren sadece Hz. Muhammed'dir.

Bu açıklama ve yorum, Tevrât'taki şu ifadelerle daha da kuvvetleniyor: “Toplantı günü, Horeb'de Rabbine yaptığın müracaata uygun olarak size bir nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki: ‘Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek büyük bir ateşi görmeyeyim.’ Ben senin gibi bir nebi gönderecek ve onun ağzına kelamımı koyacağım?” Burada bahsedilen Horeb, Hz. Mûsâ'nın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı dağdır. Hz. Mûsâ'nın Allah'ın nûruyla ilk kez karşılaşması ve O'nun sesini duyması, kendisini müthiş derecede sarsmış ve bir an öleceğinden korkmuştu. Burada bahsedilen, İsrâîloğulları'nın müracaatı ve yalvarışı da, şeriatın Horeb dağında olduğu gibi korkunç şartlar altında verilmemesiyle ilgilidir. Bu vakıa Kur’ân'da (bkz. Bakara/55-56-63, A‘râf/155-171) da kayıtlıdır. Ayrıca Kitab-ı Mukaddes'te de benzeri rivâyetler vardır (bkz. Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 19:17-18). Buna cevap olarak Hz. Mûsâ (a.s) İsrâîloğulları'na, Allah'ın onların ricalarını kabul ettiğini bildiriyor. Allah diyor ki: “Onlara göndereceğim peygamberin ağzına kendi kelamımı koyacağım.” Demek ki, bundan böyle şeriat verilirken Horeb dağında meydana gelen korkunç olay tekrarlanmayacak. Yani bundan sonra gönderilecek peygamber, yanında Allah'ın Kitabı ile gelecek ve onu insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra Tevrât'taki haberin Hz. Muhammed'den (s.a) başkasına ait olduğu söylenebilir mi? Hz. Mûsâ'dan sonra dünyaya kalıcı bir şeriat, yani din ve ahlâk nizamı getiren Hz. Muhammed'dir. Bu şeriatın verilmesi sonrasında, Horeb dağında İsrâîloğulları'nın toplandığı sırada meydana gelen korkunç olaya benzer bir olay da vukû bulmamıştır.

Bu, Kur’ân-ı Kerîm'in en önemli âyetlerindendir. İslâm düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmeye çalışmış ve bu hususta küstahlıkların en kötüsünü yapmışlardır. Çünkü bu âyette Rasûlullah'ın (s.a), ismi açıkça verilmek sûretiyle ve Hz. Îsâ'nın ağzıyla dünyaya geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu konunun etraflıca ele alınması gerekiyor:

a) Görüldüğü gibi, söz konusu âyette Hz. Peygamber'in (s.a) adı “Ahmed” olarak belirtilmiştir. Ahmed'in iki anlamı vardır. Birincisi, Allah'ın en çok methini yapan kişi. İkincisi, en çok methedilen kişi veya kullar arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber'in (s.a) çeşitli isimlerinden birinin “Ahmed” olduğu anlaşılıyor. Müslim ile Ebû Dâvûd'da, Ebû Mûsâ Eş‘arî'nin bir rivâyeti şöyle nakledilmiştir: “Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im ve ben Haşir'im...” Benzeri rivâyetler Cübeyr b. Mut‘im'den İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Dârimî, Tirmizî ve Nesâî tarafından da nakledilmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a) bu mübarek ismi sahabiler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hassan b. Sâbit'in bir şiiri şöyledir:

Allah ve Arş'ın etrafında toplanan melekler

Ve bütün temiz varlıklar bereketli Ahmed'i methettiler.

Târih kitaplarında da Hz. Peygamber'in (s.a) isminin hem Muhammed, hem Ahmed olduğu sâbittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber Efendimizden önceki Arab edebiyatında “Ahmed” isminin hiç kullanılmayışıdır. Hz. Peygamber'den (s.a) sonra Ahmed ve “Gulam Ahmed” [Ahmed'in uşağı] isimleri öylesine yaygınlaşmıştır ki bunun haddi hesabı yoktur. Zaten, bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük delili, Peygamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun kadar popüler, tutulmuş, beğenilmiş ismin az oluşudur. Peygamberimizin mübarek ismi Ahmed olmasaydı, Müslümanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ismini ne diye Gulam Ahmed koyacaklardı? Ahmed olmadan, Gulam Ahmed olmak mümkün müdür?

b) Yuhanna İncîli'nde, Hz. Mesih'in gelişi sırasında Benî İsrâîl'in üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar sırasıyla Mesih, İliyah (Hz. İlyas'ın ikinci gelişi) ve “o Nebi” idiler. İncîl'in âyetleri şöyledir:

Ve Yohanna, [St. Jhon, Johannes, Hz. Yahyâ] tanıktır ki, Yahûdiler Kudüs'ten kendisine, “Sen kimsin?” diye sormak üzere keşiş ve râhipler gönderince, o ne müsbet cevap verdi, ne menfi. Aksine kendisinin Mesih olmadığını söyledi. Onlar sordu: “Öyleyse sen kimsin? Sen İliyah mısın?” O dedi ki: “Ben değilim.” (Sonra dediler ki “Sen o nebi misin?” O dedi ki: “Hayır.” Bunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki: “Ben sahrada çağıran birinin sesiyim, ki siz Tanrı'nın yolunu düzeltebilesiniz.” Onlar ona sordular: “Madem ki sen ne Mesih, ne İliyah ve ne de o peygambersin, o zaman sen ne diye insanları takdis edersin?” (1:19-25). Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrâîloğulları Hz. Mesih'le Hz. İlyas'ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber Hz. Yahyâ (a.s) değildi. Bu üçüncü nebi veya peygamberin geleceğine öylesine muhakkak gözüyle bakılıyordu ki, İsrâîloğulları arasında sadece “o nebi” kelimelerini söylemek, kendisine yapılan bir işaret sayılıyordu. Yani, “Hakkında Tevrât'ta müjde verilen nebi” olarak tarif etmeye de gerek yoktu. Ayrıca, sözü edilen peygamberin dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiydi. Çünkü bu nebinin gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahyâ'ya yukarıdaki sorular sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki: “Ey İsrâîloğulları, siz hangi peygamberden bahsediyorsunuz? Öyle bir peygamber gelmeyecektir.”

c) Şimdi gelin, Yuhanna İncîli'nde [St. Jhon İncîli] bölüm 14'ten 16'ya kadar sürekli olarak yer alan gelecek peygamber hakkında müjde ve haberlere bir göz atalım:

Ve ben Babam'a yalvarırsam o size ikinci yardımcıyı gönderecektir. Bu yardımcı ebediyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde edemeyeceği Hakk Rûhu. Bunu dünya ne görür, ne bilir, (ama) siz onu bilirsiniz, çünkü o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur. (14:16-17)

Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, Pederim, Rûhu'l Kudüs adına size göndereceği yardımcı size her şeyi öğretecek ve size bütün söylediklerimi hatırlatacaktır. (14:25-26)

Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım. Zira, dünyanın önderi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur. (14:30)

Ama, size Pederim tarafından size göndereceğim Yardımcı, yani “Hakikat'in Rûhu” size gelince benim için şâhitlik yapacaktır. (15:26)

Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için faydalıdır. Zira ben gitmesem o Yardımcı size gelemeyecek. Ama gidersem onu size göndereceğim. (16:17)

Ben size bazı diğer şeyler de söylemek istiyorum, ama siz bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, kendi tarafından hiçbir şey söylemeyecektir, aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini verecektir. O size celâlimi [öfkemi] gösterecektir. Çünkü o size benden aldığı haberleri verecektir. Peder'in olduğu her şey benimdir. Onun için dedim ki: “Benden alacak ve size verecektir.” (16:12-15)

d) Yukarıda geçen ibarelerin anlamını tayin etmeden önce şunu bilmekte fayda vardır ki, Hz. Îsâ ve o dönemin Filistinlilerinin konuştuğu halk dili, Arami dilinin bir lehçesi olan Süryanice idi. Hz. Îsâ'nın doğuşundan 200-250 sene evvel, Seluk [Seleucide] döneminde bu bölgede İbranice'nin kullanılmasına son verilmiş ve yerini Süryanice almıştı. Gerçi Seluki ve daha sonra Roma İmparatorluğu'nun etkisiyle bölgeye Helence de girmişti. Fakat bu dilin kullanım alanı; hükümetin gözüne girmek ve yüksek mevkilere yükselmek isteyen ve Yunan etkisi altında kalan insanlar arasında var olan sınırlı alandı. Filistin halkı genellikle Süryanice'nin değişik bir lehçesini kullanırdı. Bu lehçe, Şam'da konuşulan Süryanice'den farklıydı. Filistin halkı Helence'ye o kadar yabancıydı ki, miladî 70'de Romalı General Titus Kudüslülere hitap etmek isterken konuşmasını Süryanice'ye tercüme ettirme mecburiyetini hissetmişti. Bu sebeple, Hz. Îsâ'nın arkadaş ve öğrencilerine söylediklerinin mutlaka Süryanice olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncîl'in dördü de, Hz. Îsâ'dan sonra Hristiyanlığı kabul etmiş olan Helence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. Îsâ'nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice konuşan kişilerin şifahî rivâyetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivâyetler daha sonra Süryanice'den Helence'ye çevrilmişti. İncîllerin hiç biri miladî 70'ten önce kaleme alınmamıştı. Yuhanna İncîli ise, Hz. Îsâ'dan yaklaşık 100 yıl sonra, muhtemelen Türkiye'nin Ege bölgesinin Ephesus [Efes] kentinde bitirilmişti. Buna ilaveten, bu İncîllerin hiçbir Helence nüshası muhafaza edilememiştir. Hâlbuki, İncîllerin ilki Helence yazılmıştı. Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alınan ve şuradan buradan müsveddeler hâlinde toplanan Helence İncîllerin ilk nüshaları 4. asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. Îsâ'dan sonra aradan geçen 300 senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını tam kestirmek hemen hemen imkânsızdır.

İncîl'de değişiklikler yapılmasına ilişkin şüphemizi kuvvetlendiren unsur, Hristiyanların Mukaddes Kitap'ta her türlü tahrifi caiz saymalarıdır. Enyclopadea of Britanica'nın “Bible” maddesinde şu satırlara rastlanıyor: “İncîllerde bu tür belirgin değişiklikler kasten yapılmıştır. Meselâ, bazan bütün bir ibare başka kitap ve kaynaklardan İncîllere eklenmiştir. Bu tür tahrifat, İncîl'in metnine, uygun gören yazarların, buldukları her yerden topladıkları yazı ve iktibaslardan ileri geliyor. Bu yazar ve derlemeciler İncîl'i daha derli toplu ve faydalı yapmak maksadıyla kendilerinden de bazı malzeme eklemek konusunda kendilerini yetkili sayıyorlardı... Birçok ilave ve çıkarmalar da ikinci asırda yapılmıştı ve bunların kaynağı bilinmiyordu...”

Böyle bir durumda, İncîl'de geçen Hz. Îsâ'nın sözlerinin aynen nakledildiği veya bunlarda bir değişiklik yapılmadığını söylemek gerçekten çok zordur. Üçüncü ve en önemli husus da, Filistin'in Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra yaklaşık 300 yıl kadar Hristiyan tebaanın dilinin Süryanice olmasıdır. Târihi kayıtlara göre Filistinli Hristiyanlar, ancak 9. yüzyılda Süryanice yerine Arapça konuşmaya başladılar. Bu Süryanice konuşan Hristiyanlardan ilk 300 yılda Müslüman âlimlere geçen Hristiyan rivâyetlerinin daha sağlam ve geçerli olduğu söylenebilir. Zira, diğer Hristiyan kavim ve âlimlere, Hristiyanlığın temel inanç, felsefe ve gelenekleri Süryanice'den Helence'ye, daha sonra da Latince'ye tercüme edilmek sûretiyle ulaşmıştı. Hâlbuki, Hz. Îsâ'nın ağzından çıkan sözler Filistin'de uzun süre konuşulan Süryanice olduğu için bunların ilk etapta iyi korunduğu daha yakın bir ihtimaldir.

e) Bu inkâr edilmez târihi hakikatlerin ışığında Yuhanna İncîli'nin yukarıda geçen ibaresini değerlendirecek olursak, Hz. Îsâ'nın kendisinden sonra gelecek bir peygamber hakkında milletine bir müjde vermekte olduğuna tanık oluruz. Îsâ (a.s) bu şahsiyeti “Dünyanın Lideri”, “Ebediyyen Yaşayacak”, “Doğruluğun bütün yollarını gösterecek” ve bizzat kendisini [Hz. Îsâ'yı] “Teyit edecek” bir kişi olarak tarif etmektedir. Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere Rûhu'l-Kudüs [Kutsal Rûh] ve “Hakikat'in Rûhu” gibi kelimeler ilave edilmek sûretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen, bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiğimizde müjdelenen şahsiyetin bir rûh değil, bir insan ve belirli bir kişi olduğunu anlarız. Bu öyle bir kişidir ki, öğretileri evrensel olup herkesi kapsayacak ve kıyâmete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu özel şahsın bir hususiyeti de “yardımcılık”tır. Tercümede biz “yardımcı” kelimesini kullandık.

Hristiyanlar Yuhanna İncîli'nin Helence asıl nüshasında geçen kelimenin paracletus olduğunda ısrar etmektedirler. Ama bunun manasını tesbit ederken kendileri de ihtilafa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca paraclate'nin anlamı şunlardır: “Bir yere çağırmak, yardıma çağırmak, ikaz ve tembih, teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek vs.” Helence'de bu kelimenin karşılığı şunlardır: “Teselli etmek, teskin etmek ve cesaret vermek.” İncîl'de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa, orada buna yukarıdaki anlamlardan hiç biri uygun düşmez. Origen, bu kelimeye bazı yerde “teskin eden” ve bazı yerde “takbih eden” olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakımından doğru anlamlar değildir. İkincisi, söz konusu kelimenin geçtiği ibarelerden hiç birinde bu anlamlar uygun düşmüyor. Bazı diğer mütercimler “Öğretmen” ve “Hoca” olarak çevirmişlerdir. Ama Yunanca'nın genel kural ve kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değildir. Tutalian ve Augustein ise “Avukat” ve “Vekil” kelimesini tercih etmişlerdir. Başkaları “yardımcı”, “teskin eden ve teselli eden” sözcüklerini kullanmışlardır (bkz. Encyclopadea of Biblical Literature, “Paracletus” maddesi).

f) İşin ilginç yanı, Yunanca'da sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, periclytos'un bulunmasıdır. Bu kelimenin manası, “methedilmiş”tir. Görüldüğü gibi bu kelime, Arapça Muhammed'in hemen hemen aynısıdır. Hem telaffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik vardır. Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve adet edinmiş olan Hristiyan din adamları, Yuhanna'nın naklettiği haberde yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters düştüğünü görünce bunu az bir değişiklikle paracletus yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığı, Yuhanna İncîli'nin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Maalesef, bu nüsha bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu tesbit etmek imkânsız kılınmıştır.

g) Ancak vereceğimiz karar sadece bu hususa bağlı değildir ve çok şükür ki değil. Zira, Yuhanna'nın Yunanca İncîli'nde müstakbel peygamber için hangi kelimenin kullanılmış olması meseleyi tamamıyla hâlletmiyor. Bir kere, bu İncîl de Süryanice'den Yunanca'ya çevrilmiştir. Demek oluyor ki bu hususta asıl önemli olan Hz. Îsâ'nın kullandığı Süryanice kelimelerdir. Çok şükür, bu kelime, İbn Hişâm'ın Siyeri Nebevî'sinde vardır. Sîret-i İbn Hişâm'da sadece aradığımız kelime bulunmakla kalmıyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimelerin ne olduğu da açıkça anlaşılıyor. İbn Hişâm, Muhammed b. İshâk'a atfen Yohannes [Yuhanna] İncîli'nin 15:23-27 ve 16:1'in tümünü tercüme etmiştir. Adı geçen tercümede Yunanca paracletus kelimesi yerine munhamanna kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra, İbn İshâk ya da İbn Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: “Munhamanna kelimesi Süryanice'de “Muhammed” [methedilmiş] ve Yunanca da “pericletus” anlamına gelmektedir” (İbn Hişâm, c. 1, s. 248). Olaya târih açısından bakacak olursak, Filistinli Hristiyanların ana dilinin 9. asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, 7. yüzyılın ilk yarısında Müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshâk 768'de ve İbn Hişâm 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve âlimin zamanında Filistinli Hristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiç de zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüz binlerce Hristiyan, Müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice'nin hangi sözcüğünün Yunanca'nın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gâyet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshâk'ın naklettiği tercümede Süryanice kelime, munhamanna geçmişse ve İbn İshâk veya İbn Hişâm bunun Arapça “Muhammed” kelimesi ya da Yunanca “pericletus” sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. Îsâ'nın Hz. Peygamber'in (s.a) mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yuhanna İncîli'nde geçen kelimenin aslında periclytos olduğu, ancak Hristiyan din adamları tarafından sonradan paracletus olarak değiştirildiği de hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlaşılıyor.

h) Bundan daha eski târihi delil, Habeşistan Kralı Necaşî'ye bir avuç Müslümanın gidip kendisine İslâmiyet hakkında bilgi vermeleriyle ilgilidir. Abdullah b. Mes‘ûd'un (r.a) rivâyetine göre, Habeşistan'a hicret etmiş olan Müslümanlar Kral Necaşî'nin huzuruna çağrılınca heyet başkanı Ca‘fer b. Ebî Tâlib (r.a) İslâm Peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı duyan Necaşî dedi ki: “Merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben o'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyorum. İncîl'de zikri geçen elbette o'dur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu Îsâ bize vermişti” (Müsned-i Ahmed). Bu kıssa, hadislerde bizzat Hz. Ca‘fer ile Ümm Seleme (r.a) tarafından da nakledilmiştir. Bu demek oluyor ki, 7. yüzyılda Habeşistan kralı Necaşî, Hz. Îsâ'nın bir nebinin geleceğini müjdelediğini biliyordu.

Bu hikaye ile ayrıca, İncîl'de Muhammed Mustafa'nın (s.a) gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak Necaşî'nin, gelen peygamberin Hz. Muhammed (s.a) olduğu neticesine varmakta hiç gecikmediği de anlaşılıyor. Fakat, burada geçen rivâyet ve hikayeden, Hz. Îsâ'nın müjdesiyle ilgili Kral Necaşi'nin bilgi kaynağının Yuhanna İncîli mi, yoksa başka İncîl ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.

ı) Gerçek şudur ki, sadece Hz. Muhammed (s.a) ile ilgili Hz. Îsâ'nın müjdeleri ve haberleri değil, aynı zamanda bizzat Hz. Îsâ'nın hayatı ve eserleri hakkında bilgi edinmenin muteber ve güvenilir kaynakları, Katolik Kilisesi'nin meşru ve geçerli saydığı sadece dört İncîl değildir. Bu hususta belki de nisbeten daha muteber kaynak, Kilisenin “muhtevası şüpheli” olduğu gerekçesiyle nazar-ı dikkate almadığı Barnabas İncîli'dir. Çok ilginçtir, Hristiyanlar bu kutsal kitabı saklamaya azami gayret göstermişlerdir. Bu kitap asırlarca herkesin göz önünden uzak kaldı. 16. asırda Latince tercümesinin nâdir bir nüshası Papa Sixtus'un kütüphanesinde bulunuyordu ve kimsenin buna el sürmesine izin verilmiyordu. Ancak 18. yüzyılın başında bu nüsha John Toland adında bir kişinin eline geçti. Bundan sonra çeşitli ellerden geçerek 1738 yılında Viyana İmparatorluk Kütüphanesi'ne ulaştı. 1907'de bu İncîl'in İngilizce çevirisi Oxford-Clarenden Matbaası tarafından neşredildi. Ne var ki, bu eser piyasa çıkar çıkmaz, Hristiyan dünyasında bir telaş başladı ve pek çok din adamıyla Kilise çevreleri, bu kitabın fazla yayılmasının, Hristiyan dininin yok olmasına neden olabileceği kuşkusuna kapıldılar. Neticede, basılan nüsha esrarengiz, ama plânlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bir daha da İngilizce tercümesinin yayınlanması mümkün olmadı. Aynı şekilde, Latince tercümesinden İspanyolca'ya çevrilen nüshanın 18. yüzyılda piyasada ve kütüphanelerde bulunduğu belirtiliyor. Bu bilgiyi George Sell, Kur’ân-ı Kerîm'in İngilizce mealinde bize nakletmiştir. Ama İspanyolca çevirisinin de ortadan kaldırıldığı görülmüştür. Bugün maalesef bunun hiçbir nüshası hiçbir yerde bulunmuyor. Ben, Oxford'da yayınlanan İngilizce tercümesinin fotokopisini okuma fırsatını buldum. Barnabas İncîli'nin tümünü dikkatle okudum. Bence, bu İncîl Hristiyanlar için büyük bir nimettir ve sadece taassup ve inatçılıkları yüzünden böyle kıymetli bir eserden mahrum kalmışlardır.

Hristiyan literatüründe Barnabas İncîli'nin adı nerede geçmişse, oraya bir muhalefet şerhi konmuş, bunun sahte ve uydurma bir İncîl olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Gözü dönmüş ilim ve irfandan nasip alamamış bazı Hristiyan din adamları bunun bir Müslümanın hayal gücünün eseri olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir.

Bu, aslında büyük bir yalandır ve bunun sebebi sırf İncîl'in metninde pek çok yerlerde Hz Peygamber'in dünyaya geleceği konusunda açık seçik kayıtların bulunmasıdır. Bir defa, bu İncîl'i okuyan herkes, bunun bir Müslüman tarafından kaleme alınmadığına katiyetle inanmış olur. İkincisi, böyle bir kitap bir Müslüman tarafından yazılmış olsaydı, bu Müslümanlar tarafından iyice tanınır ve Müslüman ilim adamlarının eserlerinde bundan sık sık ve geniş şekilde bahsedilirdi. Fakat, George Sell'in Kur’ân-ı Kerîm'in İngilizce mealinden önce Müslümanlar Barnabas İncîli'nin adını bile duymamışlardı. Taberî, Ya‘kûbî, Mes‘ûdî, Birûnî, İbn Hazm, İbn Teymiyye, vs. gibi Hristiyan kaynaklarına vâkıf olan fakih, yazar ve târihçiler Hristiyanlık ve Hristiyanlığın kutsal kitaplarından bahsederken Barnabas İncîli'ne en ufak bir işarette bile bulunmamışlardır. İslâm dünyası'nda sayısız kütüphanelerde bulunan kitapların en geniş ve güvenilir bibliyografyaları İbn Nedim ile Hacı Halife (bkz. el-Fihrist ve “Keşfu'z-Zünûn) tarafından hazırlanmıştır. Ama bunlarda da Barnabas İncîli'ne rastlamak mümkün değildir. Hristiyanların ileri sürdüğü iddianın asılsız oluşunun üçüncü ve en büyük delili, Muhammed Mustafa'nın (s.a) dünyaya gelişinden 75 yıl önce bile, Papa Gelasius I döneminde “yanlış ve dinî düşüncelere aykırı kitaplar” adı altında hazırlanan listede Barnabas İncîli'nin [Evangelium Barnabe] adının geçmiş olmasıdır. Söyler misiniz, o çağda bu sözde sahte İncîli yazacak bir Müslüman var mıydı?

j) Barnabas İncîli'nde Rasûl-i Ekrem'in (s.a) dünyaya peygamber olarak gelmesine dair haber ve müjdelerden söz açmadan, isterseniz önce Hristiyanlarca meçhul kalmış, Müslümanlar tarafından da hiç bilinmeyen bu kitabı size tanıtalım. Böylece bunun mahiyeti, muhtevası ve dolayısıyla ehemmiyetini anlamış olacağız. Ayrıca, Hristiyanların bundan neden bucak-bucak kaçtıklarını kavramış olacağız. Kitab-ı Mukaddes'te meşru ve muteber olarak yer alan dört İncîl'den hiç birinin Hz. Îsâ'nın sahabileri veya havarileri tarafından kaleme alınmadığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncîl'leri yazanlardan hiç biri, yazdıklarının Hz. Îsâ'nın havarilerine dayandığını veya onlar tarafından nakledildiğini iddia etmemiştir. Böyle atıflar şöyle dursun, yazıların hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu itibarla, rivâyet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu, veya olayları kendinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla aracıdan mı işittiği bilinmiyor. Buna karşılık, Barnabas'ın yazarı diyor ki, “Ben Hz. Mesih'in ilk 12 havarisinden biriyim. Baştan sona kadar Mesih ile beraberim ve gözlerimle gördüğüm olaylar ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum.”

Sadece bu değil, Barnabas şunları da yazıyor: “Hz. Mesih bu dünyadan ebediyete intikal ederken kendi hakkında çıkan yalan-yanlış dedikodulara son vererek dünyaya gerçekleri açıkça ortaya koymayı emretmişti.” Barnabas kimdi? Kitab-ı Mukaddes'in “Ameller Bölümü”nde bu şahsın ismine sık sık rastlanıyor. Buna göre, Barnabas, Kıbrıslı bir Yahûdi ailesine mensuptu. Hristiyanlığın yayılması ve Hz. Îsâ'nın taraftarlarına yapılan yardımlar konusunda Barnabas'ın büyük hizmetler verdiği kaydedilmiştir. Fakat kendisinin ne zaman Hristiyanlığı kabul ettiği belirtilmemiştir. Ayrıca, üç İncîl'de geçen ilk 12 havarinin isimleri arasında Barnabas ismine rastlanmıyor. Bu bakımdan, bahsettiğimiz İncîl'in yazarının bu Barnabas mı olduğu kesinlik kazanmıyor. Matta ile Markos'un verdiği havariler listesini Barnabas'ın listesiyle karşılaştıracak olursak ikisi arasında sadece iki ismin değişik olduğuna şâhit oluruz. Biri Tome [Thomas], ki bunun yerine Barnabas kendi ismini veriyor ve diğeri Şemun Kenanî ki bunun yerine Ya‘kûb oğlu Yahudah'ın [Juda'nın] adını yazıyor. Lucas'ın İncîl'in'de bu ikinci isim de vardır. Bu bakımdan, sonradan Hristiyan din adamları ve ileri gelenlerinin, Barnabas'dan ve onun İncîli'nden yakalarını kurtarmak için ismini silip yerine Thomas'ın adını yazdıkları akıl ve mantığa daha uygundur. Zira, çıkarları uğruna bu tür tahrifler yapmak Hristiyan aziz ve din adamları için olağan bir şeydi.

Tarafsız ve sağduyulu bir kişi, Barnabas İncîli'ni okuduktan sonra bunu Ahd-i Cedid'in Dört İncîl'iyle karşılaştıracak olursa, bunun diğer Dört İncîl'den kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. Bu İncîl'de Hz. Îsâ'nın hayatı ve başından geçenler daha teferruatlı şekilde anlatılmıştır. Tıpkı bir kişinin gördükleri ve yaşadığı olaylar gibi. Dört İncîl'de kopuk ve birbirine bağlı olmayan hâdise ve hikayelerin anlatımı Barnabas İncîli'nde daha düzgün ve anlamlı hâle getirilmiştir, özellikle târihî olaylar biraz daha dikkatli bir sıra ile kaydedilmiştir. Bunun yanısıra, Hz. Îsâ'nın dinî telkinleri burada Dört İncîl'e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde kaydedilmiştir. Tevhid ile ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allah Teâlâ'nın sıfatları, ibâdetin rûhu ve güzel ahlâk gibi mevzular gâyet ayrıntılı, mantıklı ve kuvvetli şekilde anlatılmıştır. Bu kitapta Hz. Îsâ'nın kullandığı dil ve konunun iyi anlaşılması için verdiği pratik misallerin en küçük örneğini bile Dört İncîl'de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsâ'nın (a.s) kendi taraftarları ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulunduğu ve bu hususta ne kadar akıllıca yöntemler kullanıldığı da anlaşılıyor. Hz. Îsâ'nın dili, üslûbu, tabiatı ve huyuna azıcık vâkıf olan biri bile, bu İncîl'i okuduktan sonra bunun sahte veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir.

Gerçeği söylemek gerekirse, Hz. Îsâ'nın kişiliği ve öğretileri diğer Dört İncîl'e nisbetle Barnabas İncîli'nde, daha net, daha açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca bu İncîl'de diğer İncîllerin belirgin bir eksikliği olan çeşitli söz ve fiillerdeki tezat da yoktur.

Barnabas İncîli'nde yer alan Hz. Îsâ'nın hayatı ve talimatı, bir nebinin hayatı ve talimatına tıpatıp uyuyor. Kendisi bir nebi olarak karşımıza çıkıyor, bütün peygamberleri ve kitaplarını tasdik ediyor. Peygamberler olmaksızın hakkı tanımanın bir yolu olmadığını belirtiyor ve peygamberlere boş verenin aslında Allah'a boş verdiğini anlatıyor. Tevhid, peygamberlik ve âhiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için gereken telkinde bulunuyor. Barnabas İncîli'nde sık sık bahsedilen namazların aslında Müslümanların bildiği sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüt namazları olduğu anlaşılıyor. Ayrıca her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. Îsâ, peygamberlerin listesine Dâvûd ile Süleymân'ı (a.s) da dahil ediyor. Hâlbuki hem Yahûdiler hem Hristiyanlar bu iki peygamberi, peygamberler listesinden çıkarmışlardır. Hz. İsmâîl'in (a.s) “zebîh” [Allah'a adanmış kurban] olduğunu kabul ediyor ve bu hususta bir Yahûdi âlimi de bu gerçeği kabul etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrâîloğulları'nın kendi menfaatleri için Hz. İshâk'ın (a.s) zebîh veya kurban olduğuna herkesi inandırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, Barnabas'taki kayıtlara göre, Hz. Îsâ'nın (a.s) âhiret, kıyâmet, cennet ve cehennem ile ilgili vaaz ve telkinleri Kur’ân-ı Kerîm'de anlatılanların hemen hemen aynısıdırlar.

Hristiyanların, Barnabas İncîli'ne neden bu kadar şiddetle muhalefet ettiklerini araştıracak olursak, bunun sebebinin sadece Hz. Muhammed'in (s.a) gelişine dair açık-seçik işaretleri ihtiva etmesinin olmadığını görürüz. Zira Hristiyanlar bu İncîli zaten Hz. Muhammed'in (s.a) doğuşundan önce reddetmişlerdi. Aşağıdaki satırlarda Hristiyanların şiddetli öfke ve muhalefetinin gerçek nedenlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışacağız: Bilindiği üzere, Hz. Îsâ'nın ilk taraftarları, kendisini sadece bir peygamber olarak tanırlardı, o'nun bütün talimatlarına harfiyen uymazlardı. Bu ilk yandaşları Mûsevî şeriatına bağlı olup akide, ilâhî emir ve ibâdetler bakımından kendilerini Benî İsrâîl'den ayrı saymazlardı. İlk Hristiyanlar ile Benî İsrâîl arasındaki tek fark, birincilerin Hz. Îsâ'yı Mesih olarak tanımaları ve o'na iman etmeleri idi. Oysa, Benî İsrâîl, Hz. Îsâ'yı peygamber olarak tanımıyordu.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla