Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 10:56 PM   #7
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Levi oğlu Kehat oğlu Yishar oğlu Korah, Ruben soyundan Eliavoğulları'ndan Datan, Aviram ve Pelet oğlu on toplulukça seçilen, tanınmış 250 İsrâîlli önderle birlikte Mûsâ'ya başkaldırdı. Hep birlikte Mûsâ'yla Hârûn'un yanına varıp, “Çok ileri gittiniz!” dediler, “Bütün topluluk, topluluğun her bireyi kutsaldır ve Rabb onların arasındadır. Öyleyse neden kendinizi Rabbin topluluğundan üstün görüyorsunuz?” Bunu duyan Mûsâ yüzüstü yere kapandı. Sonra Korah'la yandaşlarına şöyle dedi: “Sabah Rabb kimin Kendisine ait olduğunu, kimin kutsal olduğunu açıklayacak ve o kişiyi huzuruna çağıracak. Rabbin seçeceği kişiyi huzuruna çağıracak. Ey Korah ve yandaşları! Kendinize buhurdanlar alın. Yarın Rabbin huzurunda buhurdanlarınızın içine ateş, ateşin üstüne de buhur koyun. Rabbin seçeceği kişi, kutsal olan kişidir. Ey Levililer! Çok ileri gittiniz.” Mûsâ Korah'la konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ey Levililer! Beni dinleyin! İsrâîl'in Tanrısı sizi Kendi huzuruna çıkarmak için ayırdı. Rabbin Konutu'nun hizmetini yapmanız, topluluğun önünde durmanız, onlara hizmet etmeniz için sizi İsrâîl topluluğunun arasından seçti. Sizi ve bütün Levili kardeşlerinizi huzuruna çıkardı. Bu yetmiyormuş gibi kâhinliği de mi istiyorsunuz? Ey Korah! Senin ve yandaşlarının böyle toplanması Rabbe karşı gelmektir. Hârûn kim ki, ona dil uzatıyorsunuz?” Sonra Mûsâ Eliavoğulları Datan'la Aviram'ı çağırttı. Ama onlar, “Gelmeyeceğiz” dediler, “bizi çölde öldürtmek için süt ve bal akan ülkeden çıkardın. Bu yetmiyormuş gibi başımıza geçmek istiyorsun. Bizi süt ve bal akan ülkeye götürmediğin gibi, miras olarak bize tarlalar, bağlar da vermedin. Bu adamları kör mü sanıyorsun? Hayır, gelmeyeceğiz.” Çok öfkelenen Mûsâ Rabbe, “Onların sunularını önemseme. Onlardan bir eşek bile almadım, üstelik hiç birine de hakksızlık etmedim” dedi. Sonra Korah'a, “Yarın sen ve bütün yandaşların –sen de, onlar da– Rabbin önünde bulunmak için gelin” dedi, “Hârûn da gelsin. Herkes kendi buhurdanını alıp içine buhur koysun. 250 kişi birer buhurdan alıp Rabbin önüne getirsin. Hârûn'la sen de buhurdanlarınızı getirin.” Böylece herkes buhurdanını alıp içine ateş, ateşin üstüne de buhur koydu. Sonra Mûsâ ve Hârûn'la birlikte Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde durdular. Korah bütün topluluğu Mûsâ'yla Hârûn'un karşısında Buluşma Çadırı'nın giriş bölümünde toplayınca, Rabbin görkemi bütün topluluğa göründü. Rabb, Mûsâ'yla Hârûn'a, “Bu topluluğun arasından ayrılın da onları bir anda yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere kapanarak, “Ey Tanrı! Bütün insan rûhlarının Tanrısı!” dediler, “Bir kişi günah işledi diye bütün topluluğa mı öfkeleneceksin?” Rabb Mûsâ'ya, “Topluluğa söyle, Korah'ın, Datan'ın, Aviram'ın çadırlarından uzaklaşsınlar” dedi. Mûsâ Datan'la Aviram'a gitti. İsrâîl'in ileri gelenleri o'nu izledi. Topluluğu uyararak, “Bu kötü adamların çadırlarından uzak durun!” dedi, “Onların hiç bir şeyine dokunmayın. Yoksa onların günahları yüzünden canınızdan olursunuz.” Bunun üzerine topluluk Korah, Datan ve Aviram'ın çadırlarından uzaklaştı. Datan'la Aviram çıkıp karılarıyla, küçük-büyük çocuklarıyla birlikte çadırlarının önünde durdular. Mûsâ şöyle dedi: “Bütün bunları yapmam için Rabbin beni gönderdiğini, kendiliğimden bir şey yapmadığımı şuradan anlayacaksınız: Eğer bu adamlar herkes gibi doğal bir ölümle ölür, herkesin başına gelen bir olayla karşılaşırlarsa, bilin ki beni Rabb göndermemiştir. Ama Rabb yepyeni bir olay yaratırsa, yer yarılıp onları ve onlara ait olan her şeyi yutarsa, ölüler diyarına diri diri inerlerse, bu adamların Rabbe saygısızlık ettiklerini anlayacaksınız.” Mûsâ konuşmasını bitirir bitirmez Korah, Datan ve Aviram'ın altındaki yer yarıldı. Yer yarıldı, onları, ailelerini, Korah'ın adamlarıyla mallarını yuttu. Sahip oldukları her şeyle birlikte diri diri ölüler diyarına indiler. Yer onların üzerine kapandı. Topluluğun arasından yok oldular. Çığlıklarını duyan çevredeki İsrâîlliler, “Yer bizi de yutmasın!” diyerek kaçıştılar. Rabbin gönderdiği ateş buhur sunan 250 adamı yakıp yok etti. Rabb Mûsâ'ya şöyle dedi: “Kâhin Hârûn oğlu Elazar'a buhurdanları ateşin içinden çıkarmasını, ateş korlarını az öteye dağıtmasını söyle. Çünkü buhurdanlar kutsaldır. İşledikleri günahtan ötürü öldürülen bu adamların buhurdanlarını levha hâline getirip sunağı bunlarla kapla. Buhurdanlar Rabbe sunuldukları için kutsaldır. Bunlar İsrâîlliler için bir uyarı olsun.” Böylece Kâhin Elazar, yanarak ölen adamların getirdiği tunç buhurdanları Rabbin Mûsâ aracılığıyla kendisine söylediği gibi alıp döverek sunağı kaplamak için levha hâline getirdi. Bu, İsrâîlliler'e Hârûn'un soyundan gelenlerden başka hiç kimsenin Rabbin önüne çıkıp buhur yakmaması gerektiğini anımsatacaktı. Yoksa o kişi Korah'la yandaşları gibi yok olacaktı. Ertesi gün bütün İsrâîl topluluğu Mûsâ'yla Hârûn'a söylenmeye başladı. “Rabbin halkını siz öldürdünüz” diyorlardı. Topluluk Mûsâ'yla Hârûn'a karşı toplanıp Buluşma Çadırı'na doğru yönelince, çadırı ansızın bulut kapladı ve Rabbin görkemi göründü. Mûsâ'yla Hârûn Buluşma Çadırı'nın önüne geldiler. Rabb Mûsâ'ya, “Bu topluluğun arasından ayrılın da onları birden yok edeyim” dedi. Mûsâ'yla Hârûn yüzüstü yere kapandılar. Sonra Mûsâ Hârûn'a, “Buhurdanını alıp içine sunaktan ateş koy, üstüne de buhur koy” dedi, “günahlarını bağışlatmak için hemen topluluğa git. Çünkü Rabb öfkesini yağdırdı. Öldürücü hastalık başladı.” Hârûn Mûsâ'nın dediğini yaparak buhurdanını alıp topluluğun ortasına koştu. Halkın arasında öldürücü hastalık başlamıştı. Hârûn buhur sunarak topluluğun günahını bağışlattı. O ölülerle dirilerin arasında durunca, öldürücü hastalık da dindi. Korah olayında ölenler dışında, öldürücü hastalıktan ölenlerin sayısı 14.700 kişiydi. Öldürücü hastalık dindiğinden, Hârûn Mûsâ'nın yanına, Buluşma Çadırı'nın giriş bölümüne döndü.[60]

Kur’ân'da ise İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya eza ettiklerine dair onlarca âyet mevcuttur. Bunların çoğu geçmiş sûrelerde zikredilmişti. Bunlardan birkaçını hatırlatıyoruz:

Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de, bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. (Bakara/55)

Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de, bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61)

Kitap Ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)

Onlar [Mûsâ'nın kavmi], “Ey Mûsâ! Onlar orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Artık sen ve Rabbin gidin de savaşın. Şüphesiz biz burada oturanlarız” dediler. (Mâide/24)

Mûsâ'nın kavmi, o'ndan [Mûsâ'dan] sonra kendilerinin kadınlarının süs takılarından bir buzağı; böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan bir ceset edinmişlerdi. Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi? Onu edindiler ve zâlimlerden oldular. (A‘râf/148)

72. Şüphesiz Biz, emâneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklere, yere ve dağlara yaydık-yaygınlaştırdık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, ondan [bütünlüğün, kusursuzluğun, mükemmelliğin alıp götürülmesinden] korktular. Ve onu insan taşıdı [ona ihânet etti]. Şüphesiz o [insan], çok zâlim ve çok câhildir.

Bu âyette tüm insanlığa, haber cümlesi ile çok önemli bir uyarı yapılmaktadır: Allah; yeri, gökleri ve dağları bir düzen, bir nizam ve intizam içinde yaratmış; onlar da bu düzenlerini bozamamışlardır. Evrendeki düzeni, çok câhil ve zâlim olduğundan insan bozmuştur.

Bu âyet de, rivâyetlerin etkisiyle maalesef gerçek anlamının ve verdiği mesajın dışına taşınarak, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz hâle getirilmiştir. Gerekli tahlillerden önce bu konuyla ilgili nakilleri zikrediyoruz:

Tirmizî el-Hakîm Ebû Abdillah şu rivâyeti kaydetmektedir: Bize İsmâîl b. Nasr anlattı, o Sâlih b. Abdullah'tan, o Muhammed b. Yezîd b. Cevher'den, o ed-Dahhâk'tan, o da İbn Abbâs'dan rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: Yüce Allah, Âdem'e, “Ey Âdem!” dedi, “Şüphesiz ki Ben emâneti göklere ve yere teklif ettim. Onlar buna güç yetiremediler. Sen içindeki muhtevası ile birlikte onu yüklenir misin?” Âdem, “İçinde neler var yâ Rabbi?” dedi. Yüce Allah şöyle buyurdu: “Eğer sen bunu yüklenirsen, ecir alırsın. Buna riâyet etmezsen, azab edilirsin.” O da içindekilerle birlikte onu yüklendi. Ancak cennette sadece ilk namaz ile ikindi namazı arası kadar bir süre kaldı, sonra da şeytan onun oradan çıkmasına sebep oldu.

Buna göre emânet, yüce Allah'ın kullarına emânet olarak verdiği farzlardır. Bunların bazılarının tafsilatı hususunda görüş ayrılıkları vardır. İbn Mes‘ûd dedi ki: “Bu buyruk, emânet olarak bırakılan şeyler ve benzeri mal emânetleri hakkındadır.” Yine ondan, “Bütün farzlardır, bunların en ağırı ise, mal emânetidir” dediği de rivâyet edilmiştir.

Ubey b. Ka‘b dedi ki: “Kadına ferci [namus ve iffeti] hususunda güvenilmesi, emânetin bir kısmını teşkil eder.”

Ebu'd-Derdâ da şöyle demiştir: “Cünüblükten yıkanmak bir emânettir. Şanı yüce Allah, dininden, ondan başkası hususunda Âdemoğlu'na güven duymamıştır.” Merfû bir hadiste de şöyle denilmektedir: “Emânet namazdır; istersen ‘Namaz kıldım’ dersin, istersen ‘Namaz kılmadım’ dersin. Oruç ve cünüblükten yıkanmak da böyledir.”

Abdullah b. Amr b. el-Âs dedi ki: Yüce Allah'ın insandan ilk yarattığı şey, onun fercidir. Yüce Allah, “Bu Benim sana bıraktığım bir emânettir, sakın onu hakktan başkasına katma, karıştırma. Eğer sen onu koruyacak olursan, Ben de seni korurum” buyurdu. Buna göre ferc bir emânettir, kulak bir emânettir, göz bir emânettir, dil bir emânettir, karın bir emânettir, el bir emânettir, ayak bir emânettir. Esasen emâneti olmayanın imanı da yoktur.

es-Süddî dedi ki: Buradaki emânetten kasıt, Âdem'in oğlu Kâbil'e, diğer oğlu ve aile halkı hakkında duyduğu güvendir. Buna karşılık Kâbil'in kardeşini öldürmek sûretiyle ona hâinlik etmesidir. Çünkü yüce Allah ona, “Ey Âdem!” demişti, “Benim yeryüzünde bir Evimin olduğunu biliyor musun?” Âdem, “Hayır Allahım” demişti. Yüce Allah şöyle buyurmuştu: “Benim Mekke'de bir Evim var, ona git.” Bunun üzerine Âdem semaya, “Emânet olarak oğlumu koru” demişti, sema kabul etmemişti. Yere, “Emânet olarak oğlumu koru” demiş, yer de kabul etmemişti. Dağlara da aynı şeyi söylemiş, dağlar da kabul etmemişti. Bu sefer Kâbil'e, “Emânet olarak oğlumu koru” demiş, o da, “Olur. Git ve gel oğlunu seni memnun edecek bir şekilde bulacaksın” demiş, fakat geri döndüğünde kardeşini öldürmüş olduğunu görmüştü. İşte şanı yüce Allah'ın, Biz emâneti göklerle yere ve dağlara arzettik de onlar onu yüklenmek istemediler... âyetinde kastedilen budur.

Ma‘mer'in, el-Hasen'den rivâyet ettiğine göre emânet göklere, yere ve dağlara teklif edildiğinde onlar, “Emânette [muhtevasında] ne var?” diye sormuşlardı. Onlara, “İyilik yaparsan mükâfat görürsün, kötülük yaparsan cezalandırılırsın” denildi. Bunun üzerine onlar, “Hayır (kabul etmiyoruz)” dediler.

Mücâhid dedi ki: Yüce Allah Âdem'i yaratınca ona emâneti teklif etti, o, “Emânet nedir?” diye sordu. Yüce Allah şu cevabı verdi: “Eğer iyilikte bulunursan sana mükâfat veririm, eğer kötülük yaparsan seni azaplandırırım.” Bunun üzerine Âdem, “Ben de onu yüklendim Rabbim” diye cevap verdi.

Mücâhid dedi ki: “Onun bu emâneti yüklenmesi ile cennetten çıkartılması arasında geçen süre, sadece öğle ile ikindi namazı arası kadar idi.”

Ali b. Talha'nın, İbn Abbâs'tan rivâyet ettiğine göre o yüce Allah'ın, Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik de... âyeti hakkında şöyle demiştir: “Emânet'ten kasıt farzlardır. Yüce Allah, bunu göklere, yere ve dağlara teklif etti. Eğer eksiksiz olarak emânetin gereğini yerine getirirlerse onları mükâfâtlandıracağını, onu zayi edecek olurlarsa azaplandıracağını söyledi. Bu işten hoşlanmadılar ve çekindiler, ancak bu bir masiyet kastıyla değil, gereğini yerine getiremeyecekleri korkusuyla yüce Allah'ın dinini tazim ettiklerinden böyle tavır takınmışlardı. Daha sonra yüce Allah, bu emâneti Âdem'e teklif etti, o da içindekilerle beraber kabul etti.”

en-Nehhas dedi ki: “Tefsir âlimlerinin kabul ettiği görüş budur.”

Bir diğer açıklama da şöyledir: “Âdem'in (a.s) vefatı yaklaştığında, emâneti mahlukata teklif etmesi emrolundu. O da bu emâneti almaları için teklifte bulundu, fakat çocuklarından başka kimse onu kabul etmedi.”

Yine denildiğine göre; bu emânet, yüce Allah'ın göklere, yere, dağlara ve mahlukata tevdi etmiş olduğu rubûbiyyetine dair delilleri ortaya çıkarmalarıdır. Onlar da bu delilleri açıkça ortaya koydular, ancak insan bu delilleri gizledi ve inkâr etti. Bu açıklamayı da bazı mütekellimler yapmışlardır.[61]

Bu kimsenin sözünü ettiklerinin aksini ortaya koyan rivâyetlere gelince: Bana babam –Allah'ın rahmeti üzerine olsun– anlattı, dedi ki: Bize el-Fayd b. el-Fadl el-Kûfî anlattı, dedi ki: Bize es-Serrî b. İsmâîl anlattı. es-Serrî, Âmir eş-Şa‘bî'den, o Mesruk'tan, o Abdullah b. Mes‘ûd'dan dedi ki: Yüce Allah emâneti yarattığında ona kaya gibi temsîlî bir sûret verdi. Sonra bunu dilediği bir yere bıraktı, sonra bunu yüklenmek üzere gökleri, yeri ve dağları çağırdı, onlara, “Bu emânettir, bunun (yerine getirilmesi hâlinde) sevabı, (getirilmemesi hâlinde) cezası vardır” dedi. Bunlar, “Rabbimiz!” dediler, “Bizim buna gücümüz yetmez.” İnsan ise, davet olunmadan geliverdi ve göklere, yere ve dağlara, “Sizin üstünüzde ne var?” diye sordu, onlar şöyle dediler: “Rabbimiz bizleri şunu taşımak üzere çağırdı, biz ise bundan çekindik ve buna güç yetiremedik.” Bu sefer onu eliyle hareket ettirdi ve şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim ki, bunu taşımak istesem taşıyabilirim” deyip dizlerine varıncaya kadar o emâneti kaldırdı, sonra yerine bırakıp şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim ki, daha da taşımak istesem daha yukarıya kaldırabilirim.” Bu sefer onlar, “Haydi taşı bakalım” dediler. Onu taşıdı ve göğüs hizasına getirinceye kadar kaldırdı, sonra onu yerine koydu. Yine, “Allah'a yemin ederim ki, daha yukarı kaldırmak isteseydim kaldırabilirdim” dedi. Onlar yine, “Haydi kaldır” dediler. O da onu kaldırdı ve omuzunun üstüne koydu. Yerine bırakmak isteyince, onlar, “Olduğun yerde dur” dediler, “çünkü bu emânettir. Bunun sevabı da vardır, cezası da vardır. Rabbimiz bize onu taşımamızı emretti, biz ondan çekindik. Sense bunu taşıman için çağırılmadığın hâlde geldin, onu taşıdın. Artık bu, kıyâmet gününe kadar senin ve senin zürriyetinden geleceklerin boynunda kalmıştır. Çünkü sen çok zâlim ve çok câhilsin.”[62]

Âyette geçen, “emânet”le ilgili pek çok görüş vardır. Kimileri, “Bu, mükellefiyettir. Buna, kusur eden kimsenin, tazminde bulunması [kusurunu telâfi etmesi] gerektiği ve hakkıyla yerine getirene de ikramda bulunmak gerektiği için, emânet denilmiştir” derken, kimileri de, emânet kişinin “lâ ilâhe illâllâh” demesidir” demişlerdir. Bu ikincisi, akıldan uzak bir görüştür. Çünkü gökler, yer ve dağlar, lisân-ı hâlleriyle zaten Allah'ın bir olduğunu, Allah'tan başka ilâh olmadığını söylemektedirler. Yine kimileri, “Bu emânet ile, uzuvlar kastedilmiştir. Meselâ göz bir emânettir, muhafaza edilmesi gerekir. Kulak da, el de, ayak da, dil de, kişinin avret mahalli de böyledir” derken; kimileri de, “marifetullah [Allah'ı bilme] ile onun kapsamına giren her şeydir” demişlerdir. Allah en iyi bilendir.[63]

Dikkat edilirse, bu nakillerde ve gelenekçi anlayışta âyette geçen emânet sözcüğü, Türkçe'deki “korunmak üzere bir yere bırakılan nesne” anlamında; arz sözcüğü de “göstermek, sunmak, teklif etmek, istem” anlamında ele alınmaktadır. Âyetin gerçek anlamını tesbit etmek için sözcüklerin tahlil edilmesi gerekir:

العرض[‘ARZ]

العرض[‘arz], tul'un [uzunluğun] karşıtı olup “en” demektir.[64] Bu sözcüğün fiil olarak anlamı, “enleştirme; yayma, yaygınlaştırma”dır.

EMÂNET

الأمانة[emânet], الأمنة [emenet], hıyânet'in karşıtıdır. Hıyânet'in aslı, “noksanlaştırmak, tefrit”tir [kusurlaştırma, zayi etmedir]. Kendine bırakılan bir şeyi noksanlaştıran kişiye, “hâin” denir.[65]

Bu tanıma göre emânet sözcüğünün esas anlamı, “bütünlük, kusursuzluk, mükemmellik”tir. “Korunmak üzere bir yere bırakılan nesne” anlamında kullanılmasının nedeni de, “tevdi edilen şeyin mükemmelliği”dir.

Konumuz olan âyetteki emânet sözcüğü, terim değil, lügat anlamıyla ele alınmalıdır. Bu durumda Allah; göklere, yeryüzüne ve dağlara mükemmelliği, kusursuzluğu, düzen ve intizamı yaymış-yaygınlaştırmıştır. Doğadaki hiç bir varlık bu mükemmelliğe ihânet etmemiş ve bunu bozmamıştır. Ama çok câhil ve çok zâlim insan bunu bozmuş, kusurlu hâle getirmiştir.

Bu âyetin mesajı, Rûm/41'de farklı bir üslup ile yer almış ve orada şu açıklamayı yapmıştık:

İnsanlar dönerler diye; kendilerinin elleriyle kazandıkları şeyler yüzünden, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırmak için karada ve denizde fesat/kargaşa ortaya çıktı. (Rûm/41)

Bu âyette, yaptıkları yanlışlar yüzünden hatalarının bir kısmının cezasını insanlara tattırmak için yeryüzünde kargaşa; bozulmalar oluştuğu bildirilerek, onlardan akıllarını başlarına almaları, yaptıkları işlerle karada ve denizde fesat çıkarmamaları/doğadaki dengeyi bozmamaları istenmektedir. İleride bu mesaj farklı bir üslup ile de gelecektir. BLOK]

Şüphesiz Biz, emâneti [bütünlüğü, kusursuzluğu, mükemmelliği] göklere, yere ve dağlara yaydık da, onlar, onu taşımaya yanaşmadılar, ondan [güvenliğin, düzenin, dengenin alıp götürülmesinden] korktular. Ve onu insan taşıdı [ona ihânet etti]. Şüphesiz o [insan], çok zâlim ve çok câhildir. (Ahzâb/72)

Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. Onlardan bir kısmı sâlihlerdi, bir kısmı da bundan aşağı idi. Ve Biz, onları dönsünler diye iyiliklerle ve kötülüklerle belâlandırdık [imtihan ettik]. (A‘râf/168)

Burada konu edilen fesat, doğal dengenin bozulmasıdır. Yani, mevsimlerin bozulması, yağışların azalması veya çoğalması, bitkilerin verimsizleşmesi, suların kirlenmesi, buna bağlı olarak suda yaşayan canlıların yok olması, atmosferin bozulması, ozon tabakasının delinmesi, yüksek radyasyonun neden olduğu kanser ve benzeri hastalıkların çoğalması… tüm bunların sonucunda da yeryüzünde sıkıntılı bir hayatın meydana gelmesidir.

Şu bir gerçek ki, hazza dayalı bir üretim ve tüketim perspektifi yüzünden insanoğlu kontrolsüz bir teknolojik gelişmeyle doğadaki dengeyi hızla bozmaktadır. Bunun sonucu olarak temiz su kaynakları, temiz hava, doğal ve sağlıklı yiyecek temini her geçen gün biraz daha zorlaşmaktadır. Bu zorlukların oluşturduğu biyolojik ve psikolojik komplikasyonların insan sağlığını ciddi bir şekilde tehdit ettiği bilimsel çalışmalarla da teyit edilmiştir. Bugün bu tehlikeli süreç bütün devletler tarafından algılanmakla beraber, olumsuz sonuçlarının giderilmesi hususunda uluslararası irade henüz yeterince güçlü değildir.

BM şemsiyesi altında yapılan ve Kloro Floro Karbon gazlarının atmosfere salınımı konusunda sınırlamalar getiren Kyoto Protokolü, ancak 2005 yılında imzalanabilmiştir. Bu ve benzer antlaşmalarla çevrenin insan ve diğer canlıların sağlığına yeniden uygun hâle getirilmesi çabalarına ağırlık verilmeli ve Allah'ın doğaya koyduğu ekolojik denge yeniden sağlanmalıdır. Aksi hâlde insanlık daha büyük felaketlerle karşılaşacak ve bu felaketler tadımlık olmayacaktır.[66]

Ekolojik denge ve bu dengenin korunmasına yönelik son zamanlarda bir hayli bilimsel çalışma yapılmakta ve birtakım tedbirler alınmaktadır. Okurların bu konuyu detaylı olarak bilimsel verilerden okumasını ve takip etmesini öneriyoruz.

Allah doğrusunu en iyi bilendir.



[1] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[2] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 391.

[3] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[4] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[5] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 2, s. 118-121.

[6] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 439-440.

[7] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[8] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[9] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[10] Taberî, Târihu't-Taberî, Mısır,1961, II, 564-5.

[11] İbnu'l-Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Beyrut, 1407/1987, II, 254, 255.

[12] Taberî, a.g.e., II, 566.

[13] İbn Hişâm, es-Sîretu'n-Nebeviyye, Mısır, 1375/1955, II, 214, 216, 220.

[14] Taberî, a.g.e., II, 570.

[15] Taberî, a.g.e., II, 572.

[16] İbn Hişâm, a.g.e., II, 223; Taberî, a.g.e., II, 572-3.

[17] İbn Hişâm, a.g.e., II. 224-225.

[18] İbn Hişâm, a.g.e. II. 230; Taberî, a.g.e. II 578-9.

[19] İbn Hişâm, a.g.e., II, 231-232.

[20] İbn Hişâm, a.g.e., II, 233-234.

[21] İbn Hişâm, a.g.e., III, 239; Buhârî, “Cihad”, 32; Taberî, Târih, Nşr. Muhammed Ebu'l-Fadl İbrâhîm, Beyrut II, 592.

[22] Buhârî, “Cihâd”, 32; Taberî, a.g.e., II, 592.

[23] İbn Hişâm, a.g.e., III, 240-244, 250.

[24] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[25] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[26] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[27] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[28] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[29] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[30] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.

[31] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[32] Lisân, “Htm” mad.

[33] el-Müfredât.

[34] Lisân, “Nbe” mad.

[35] Lisân, “Rsl” mad.

[36] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 9, s. 441-448.

[37] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[38] Buhârî; “Tefsîr Kitabı”, Bab: 244, No: 309.

[39] İbn Sa‘d, Tabakâtu'l-Kübrâ; c. 8, s. 62-63.

[40] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[41] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[42] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[43] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[44] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[45] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[46] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 396-400.

[47] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[48] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur’ân.

[49] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[50] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[51] Geniş bilgi için bkz. Kurtubî, el-Cami lil-Ahkâm-il-Kur’ân, 7/189.

[52] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[53] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[54] Çıkış, 5:20-21.

[55] Çıkış,14:11-12.

[56] Çıkış,16:2-3.

[57] Çıkış, 17:3-4.

[58] Sayılar, 11:1-15.

[59] Sayılar, 14:1-10.

[60] Sayılar, 16:1-50.

[61] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[62] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[63] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[64] Lisânu'l-Arab, “Arz” mad.

[65] Lisânu'l-Arab; Tâcu'l-Arûs; “Emn” ve “Havn” mad.

[66] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 301-302.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla