Konu: Haşr Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 11:50 PM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Âyetteki, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesiyle ilgili klasik eserlerde birtakım yakıştırmalar mevcuttur:

1) Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu âyet-i kerîme Bedir günü nâzil olmuştur. Bununla kastedilen şudur: Hz. Peygamber (s.a) bir avuç toprak aldı ve onu müşriklerin yüzüne doğru serperek, “Yüzleriniz, suratlarınız değişsin, bozulsun” dedi. Bu toprak, istisnâsız olarak her bir müşriğin gözüne ve burnuna dolmuştu. Dolayısıyla bu, müşriklerin bozulmasına sebep oldu. İşte âyet-i kerîme, bu hususta nâzil olmuştur.

2) Bu âyet-i kerîme Hayber günü nâzil olmuştur. Hz. Peygamber (s.a), Hayber kalesi'nin kapısının önünde, eline yayı alıp bir ok attı. Hz. Peygamber'in bu oku, hedefini buldu ve atı üzerinde duran (kâfir) İbn Ebi'l-Hakîk'i öldürdü. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.

3) Bu âyet, Uhud günü, Ubey b. Halef'in öldürülmesi hakkında nâzil olmuştur. Çünkü Ubey, Hz. Peygamber'e (s.a) çürümüş bir kemik getirerek, “Ey Muhammed! Şu çürüyüp un-ufak olmuş kemiği kim diriltebilir?” demişti. Hz. Peygamber (s.a) de, “Allah diriltir! Nitekim seni de öldürecek, sonra seni yeniden diriltip cehennemine sokacaktır!” buyurdu. Ubey b. Halef, Bedir günü esir alındı. Fidye verip kurtulunca, Hz. Peygamber'e (s.a) “Bir atım var. Onu, bir gün onun üzerinde seni öldürebilmek için her gün biraz mısır ile besleyeceğim” dedi. Hz. Peygamber (s.a) de, “Hayır, inşallah ben seni öldüreceğim” dedi. Uhud günü, Ubey, işte o atı üzerinde koşuşturuyordu. Derken Hz. Peygamber'e (s.a) yakın bir yere geldi. Bazı Müslümanlar, onu öldürmek için önüne dikiliverdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Geri durun” dedi ve ona doğru kargısını atarak onun bir kaburgasını kırdı. Onu müşrikler atına yükleyip götürürlerken yolda öldü. İşte bu âyet bu hususta nâzil olmuştur.[5]

Aslında, Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı ifadesi, bir deyimdir. Nitekim Araplar, “Allah senin için atsın” ifadesini kullanırlar ve bununla “Allah sana yardımcı olsun, sana zafer versin, senin lehine olacak işleri yapsın” anlamını kastederler. Buradaki ifade de, “sana yardım eden, sana zafer veren Allah'tır” demektir.[6]
Bu âyet, Bedir'de zafer kazanan Rasûlullah ve mü’minlere bir ihtardır. Müslümanlar, bu zaferle şımarmamalıdırlar. Savaşı, birçok olağanüstü yardımlar yaratarak Allah kazanmıştır. Mü’minler, elde edilen başarıyı kendilerine mal etmemeli; onun Allah'ın lütfu olduğunu bilmelidirler.

Allah, Artık, onları siz öldürmediniz, lâkin onları Allah öldürdü buyurmak sûretiyle, öldürmeyi de Kendisine izafe ederek Müslüman askerlerin “kâtil” olarak isimlendirilemeyeceğine işaret etmiştir. Zira, kamu otoritesinin emir ve izniyle yapılan meşru savaşlarda adam öldürmek, öldüreni suçlu-katil yapmaz.[7]

5. âyetteki, bu kuşatma esnasında Nadîroğulları'nın bahçelerindeki hurma ağaçlarının kesilmesi, insanlar arasında öteden beri tartışma konusu edilmiştir. Bu konu hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:

Eğer, kesilme ile ilgili olarak, “Niçin özellikle hurma ağacı zikredilmiştir?” denilirse, biz deriz ki: Eğer onların, orta halli-normal hurma ağaçları var idiyse, Müslümanlar iyi cins ve bernî [has] hurma ağaçlarını kendilerine bırakmak için böyle yapmışlardır. Eğer kesilenler, son derece değerli cins hurma ağacı idiyse, bu, Yahûdileri daha çok kızdırmak ve üzmek için olmuştur.

Rivâyet olunduğuna göre, iki Müslümandan birisi o ağaçlardan iyi cins hurma ağaçlarını, diğeri ise orta hâlli hurma ağaçlarını kesiyordu. Hz. Peygamber (s.a) onlara bunun sebebini sorunca, birisi, “O iyi cins hurma ağacını Allah'ın Rasûlü'ne bıraktım” dedi. Öteki de, “İyi cins hurma ağaçlarını, o kâfir Yahûdileri iyice öfkelendirmek için kesiyorum” dedi.[8]

Bu buyruğun iniş sebebine gelince; Nadîroğulları Uhud günü Kureyş'in yardımı ile antlaşmayı bozmaları üzerine Peygamber (s.a), Nadîroğulları'nın el-Buveyre diye bilinen hisarlarının önünde konakladı. Onların hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını emretti.

Bunun sebebi ya bu yolla onları zayıflatmaktı, yahut da bu hurma ağaçlarını kesmek sûretiyle yerin genişlemesini sağlamaktı. Bu Yahûdilere ağır geldi. O bakımdan Kitab Ehli ve Yahûdi olan Nadîrliler şöyle dedi: “Ey Muhammed! Sen ıslahı isteyen bir peygamber olduğunu ileri sürmüyor musun? Peki, hurma ağaçlarını kesip ağaçları yakmak ıslahın bir gereği midir? Allah'ın sana indirdiği buyruklar arasında yeryüzünde fesat çıkarmanın mübah olduğunu mu görüyorsun yoksa?”

Bu Peygamber'e (s.a) ağır geldi, mü’minler de içten içe bundan rahatsız oldular. Hatta aralarında anlaşmazlıklar çıktı. Kimileri, “Allah'ın bize ganimet olarak verdiği şeyleri kesmeyin” derken, kimileri de, “Onları bu yolla daha da öfkelendirelim diye kesin” dedi.

Bunun üzerine âyet-i kerîme, ağacın kesilmesini yasaklayanları doğrulamak ve kesenlerin de günah kazanmadıklarını belirtmek üzere indi ve böylece ağacın kesilmesinin de, kesilmemesinin de Allah'ın izni ile olduğunu haber verdi.[9]

Bize göre ise ağaçların kesiliş nedeni, âyetten de açıkça anlaşıldığına göre mü’minlerin ganimet peşinde olmayıp, sulh ve sükun peşinde olduklarını göstermek, işin ciddiyetini bildirmektir. Mü’minler Allah rızasının dışında bir şey peşinde olsalardı, ilk koruyacakları ve sahiplenecekleri ganimet o hurma ağaçları olacaktı. Bu manzarayı gören Nadîroğulları meseleyi anlamış, daha fazla belâ çıkarmadan Medîne'den çıkıp gitmişlerdir.

Âyette sürgün toplantısı, “toplantının ilki” diye nitelenmiştir. Bu ifade birkaç şekilde anlaşılabilir:

• Birinci toplanma bu sürgün toplanması; ikincisi de âhiretteki hesap için toplanmadır.

• Sürgün için toplanma birinci toplanma; daha sonra halife Ömer döneminde bulundukları Hayber'den de Necid ve Ezriât'e sürgün edilmeleri de ikinci toplanma olabilir. Buma göre Kur’ân, gelecekten haber vermiş ve bu haber aynıyla gerçekleşmiştir. Bu da Allah'ın bir mucizesidir.

6. Ve Allah'ın, onlardan Elçisi'ne verdiği fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler]; siz onun üzerine at oynatmadınız, deve de sürmediniz. Fakat Allah elçilerini, dilediği kimselerin üzerine musallat eder. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

7-8. Allah'ın, o kent halkından, Rasûlü'ne verdiği fey'ler, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir–, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir. Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır.

9. Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.

10. Ve onlardan [Peygamber dönemindeki inananlardan] sonra gelen kimseler, “Rabbimiz, bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin kılma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen raûf'sun, rahîm'sin!” derler.

Bu âyetlerde, yurtlarından çıkarılan düşmanların bıraktığı malların ne olacağı konusu açıklığa kavuşturulmaktadır. Âyetlerin söz akışından ve âyetlerin sebeb-i nüzûlüne dair olan nakillerden anlaşıldığına göre bu husus Müslümanlar arasında sorun olmuştur. Zira ilk defa bir düşman yurdu Müslümanların eline geçmişti ve bu şartlarda hangi hükümlerin uygulanacağı henüz bildirilmemişti. O nedenle de bu âyetler inmiş ve şu hüküm verilmiştir: Fey'ler [savaşmadan zahmetsizce elde edilen gelirler], içinizden yalnız zenginler arasında dolaşmasın diye Allah'a, Elçi'ye yakınlık sahiplerine; göç eden fakirlere, yetimlere, miskinlere, yolcuya aittir.

Şunu da belirtelim ki: Fey ile enfâl [ganimetler] faklı şeylerdir. Zira enfâl'in bir bölümü gaziler arasında taksim ediliyordu:

Yine, biliniz ki, eğer siz Allah'a iman etmiş, hakk ile bâtılın ayrıldığı o gün; iki ordunun karşı karşıya geldiği o gün [Bedir günü], kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman etmiş iseniz, biliniz ki, herhangi bir şeyden ganimetleştirdiklerimiz; artık onun beşte-biri, Allah, Elçi, yakınlığı olanlar, yetimler, miskinler ve yolda kalmışlar içindir. Ve Allah, her şeye güç yetirendir. (Enfâl/41)

Bu konuyla ilgili detay için Enfâl sûresi'ne bakılabilir.[10]

Bu âyetlerde dikkat çeken bir nokta da şudur: Feylerin, kamu maliyesine ait olmasına gerekçe olarak, toplumda zenginlerin güç oluşturmaması, kartellerin ve tröstlerin yaratılmaması gösterilmiştir.

İşte bu gerekçe ile kuşatmaya katılan savaşçılara, Elçi, size ne verdiyse onu hemen alın. Sizi neden alıkoyduysa ondan geri durun. Allah'a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, kovuşturması/azabı çok çetin olandır denilerek, bu uygulamanın insanlık için yararlı olduğu bildirilmiştir.

Bazıları, fey ile ilgili âyeti paragraftan ayrı ele alarak Peygamber'e teşri yetkisi vermişlerdir, ki bu dinin yozlaştırılması demektir. Hâlbuki âyet fey'in taksimatına yönelik olup, “Rasûlullah fey konusunda ne yaparsa ona saygılı olun, verdiğini alın, vermediğini istemeyin” denektir.

Kamu gelirlerinin nasıl ve kimlere harcanacağı da Tevbe sûresi'nde açıklanmıştır:

Kesinlikle, Allah tarafından bir fariza [taksim/zorunlu görev] olarak; sadakalar [kamunun gelirleri] ancak, fakirler, miskinler [yoksullar, işsizler], o iş üzerine çalışan görevliler [kamu görevlileri], müellefe-i kulûb [kalpleri İslâm'a ısındırılacaklar], boyunduruktakiler [özgürlüğü olmayan köleler], ağır borç altındakiler, Allah yolundakiler [askerler, öğrenci ve öğretmenler], yolda kalmışlar içindir. Allah her şeyi en iyi bilendir ve en iyi yasa koyandır. (Tevbe/60)

Bu paragrafta Muhâcirler, göç eden fakirlere –ki onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını ararken yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'a ve Elçisi'ne yardım ederler. İşte onlar, doğruların ta kendileridir– diye; Ensâr da, Onlardan önce o yurda ve imana yerleşen kimseler de, kendilerine göç edenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları kendilerine tercih ederler. Kim de nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir diye övülmüştür. Ardından da, onlardan sonra geleceklerin, Rabbimiz, bizi ve iman ile bizi öne geçmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde iman etmiş kimseler için kin kılma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen raûf'sun, rahîm'sin! demesi istenmiştir.

O günün yiğitleri Tevbe sûresi'nde de övülmektedir:

Muhâcir ve Ensâr'dan ilk önce öne geçenler ve iyileştirme-güzelleştirme ile onları izleyen kimseler; Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. Ve O [Allah], onlara, içlerinde temelli kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. (Tevbe/100)

11. Kitap Ehlinden inkâr eden kardeşlerine, “Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız sizin aleyhinizde kimseye ebediyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz” demekte olan münâfıklaşan kimseleri görmedin mi? Ve Allah şâhitlik eder ki şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır.

12. Andolsun eğer onlar, çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Yine andolsun eğer onlarla savaşılırsa onlara yardım etmezler; andolsun eğer yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra da kendilerine yardım olunmaz.

13. Kesinlikle siz, onların kalplerinde korku yönünden, Allah'tan daha çetinsiniz. Bu [onların, Allah'tan çok sizden korkmaları], şüphesiz bunların iyi anlamayan bir toplum olmasındandır.

14-16. Onlar, toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri, tıpkı, hani, insana “küfret” deyip, de o küfredince [inkâra sapınca] de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytânın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.

17. Nihâyet ikisinin de âkıbeti, ikisinin de, içinde sürekli kalanlar olarak ateş'in içinde olmaktır. Ve işte bu, zâlimlerin cezasıdır.

Bu âyet grubunda Yahûdi Nadîroğulları'na destek sözü verip de onları yalnız bırakan münâfıkların karakteristik özellikleri nakledilmekte, sonra da Bedir'e ait bir olay hatırlatılmaktadır. Münâfıklar din kardeşlerine, Andolsun, eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle beraber çıkarız, sizin aleyhinizde kimseye ebediyen itaat etmeyiz. Eğer sizinle savaşılırsa, kesinlikle size yardım ederiz diye yalan söylemişlerdir. Eğer onlar, çıkarılırsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlarla savaşılırsa onlara yardım etmezler; yardım etseler bile kesinlikle arkalarını dönüp kaçarlar. Çünkü onlar, kavrayışlarının zayıflığı sebebiyle Allah'tan çok mü’minleri güçlü görürler. Onlar, toplu olarak Müslümanlarla savaşamazlar, ancak, müstahkem şehirlerde yahut duvarların ardından savaşırlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri, kendilerinden az önce, işlerinin günahını tatmış olan, âhirette de kendileri için acı bir azap bulunan kimselerin durumu gibi pek çetindir. Onlar birlik içinde gözükse de, aklını kullanmayan bir toplum olduklarından, onların kalpleri, tıpkı, insana “küfret” deyip, de o küfredince de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytânın örneğinde olduğu gibi darmadağınıktır. Nihâyet ikisinin de âkıbeti, ateş'te sürekli kalmaktır. İşte bu, zâlimlerin cezasıdır.

Paragraftaki, İnsana “küfret” deyip, de o küfredince [inkâra sapınca] de, “Kesinlikle ben senden uzağım; şüphesiz ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” diyen şeytân örneği hakkında da birtakım gülünç senaryolar üretilmiştir. Gerçeği açıklamadan önce kaynaklarda zikredilen söylentileri dikkatlere sunuyoruz:

Peygamber'den (s.a) rivâyet edildiğine göre şeytânın kendisine, “Küfret!” dediği insan, dua etmek üzere yanına saralı bir kadın bırakılan bir râhip idi. Şeytânın teşvikiyle o kadın ile ilişki kurdu, kadın da hamile kaldı. Daha sonra rezil olmak korkusu ile o kadını öldürdü. Şeytân kadının yakınlarına onun bulunduğu yeri gösterdi. Manastırına gelerek râhipten manastırdan inmesini istediler. Şeytân ona, kendisine secde edecek olursa, onu onların ellerinden kurtaracağı vaadinde bulundu. Râhip ona secde edince de ondan uzak olduğunu belirterek rahibi kadının yakınlarıyla başbaşa bıraktı. Bunu Kadı İsmâîl ile Ali b. el-Medinî, Süfyân b. Uyeyne'den rivâyet etmişlerdir. Süfyân, Amr b. Dinar'dan, o Urve b. Âmir'den, o Ubeyd b. Rifâa ez-Zürakî'den, o da Peygamber'den (s.a) rivâyet etmiştir. Bu râhibe dair haberi İbn Abbâs ve Vehb b. Münebbih uzunca zikretmişlerdir. Her ikisinin lafızları arasında farklılık vardır.

İbn Abbâs yüce Allah'ın, ..şeytânın... durumu gibidir buyruğu hakkında dedi ki: Fetret döneminde Bersîsa diye anılan manastırında 70 yıl boyunca ibâdet etmiş ve bu zaman zarfında bir göz açıp kırpacak kadar bir süre dahi Allah'a isyan etmemiş bir râhip vardı. Bu râhip İblisi gerçekten bitkin düşürmüştü. İblis şeytânların azgınlarını toplayarak dedi ki: “Aranızda, benim yerime Bersîsa'nın hakkından gelecek bir kimse yok mu?” Peygamberlerle uğraşmakla görevli olan Ebyad adındaki şeytân –ki vahiy veriyormuş gibi vesvese vermek maksadıyla Peygamber (s.a) efendimize Cebrâîl sûretinde görünen budur, bunun üzerine Cebrâîl gelmiş, ikisinin arasına girdikten sonra eliyle Ebyad'ı itmiş ve Hind'in en uzak yerine düşmüştür, İşte yüce Allah'ın, Büyük bir güç sahibidir, Arş'ın sahibinin nezdinde yüksek bir mevkii vardır (Tekvîr/20) buyruğu bunu anlatmaktadır– dedi ki: “Senin adına onun hakkından ben gelirim.” Bunun üzerine Ebyad râhiplerin kılığına büründü. Başının ortasını da traş etti ve Bersîsa'nın manastırına gitti. Ona seslendi, fakat râhip ona cevap vermedi. Çünkü ancak on günde bir namazından başka bir yere dönerdi ve on günde bir orucunu açardı. Kesintisiz olarak on, yirmi hatta daha fazla süre oruç tutardı. Ebyad, Bersîsa'nın kendisine cevap vermediğini görünce, o da manastırın dip taraflarında ibâdete yöneldi. Bersîsa namazını bitirdikten sonra Ebyad'ın râhiplere yakışır çok güzel bir şekilde namaz kılmakta olduğunu gördü. Bundan dolayı ona cevap vermediğine pişman oldu. “Ne istiyorsun?” deyince, Ebyad; “Seninle birlikte olmayı, senin edebinle edeplenip senin amelini örnek almayı ve birlikte ibâdet etmeyi istiyorum” dedi. Râhip, “Seninle uğraşacak vaktim yok” deyip yine namazına döndü. Ebyad da namaza koyuldu. Bersîsa, Ebyad'ın çok gayretle ibâdet ettiğini görünce, ona, “İhtiyacın ne?” diye sordu. Ebyad, “İzin ver de yanına çıkayım” dedi. Ona izin verdi ve Ebyad bir sene onunla birlikte kaldı. Kırk günde sadece bir gün oruç yiyordu. Namazından başka bir yere kırk günde bir dönüyordu, Bazan seksen gün kadar sürdüğü de oluyordu. Bersîsa onun bu gayretini görünce, kendisinin yaptığını küçümsemeye başladı. Sonra Ebyad ona şöyle dedi: “Benim Allah'ın kendileri vasıtasıyla hastayı, müptelayı ve deliyi şifaya kavuşturduğu birtakım dualarım vardır” deyip, bu duaları ona öğretti. Ebyad, İblisin yanına varınca, “Allah'a yemin ederim, o adamı helâk ettim” dedi. Sonra bir adama musallat olup, boğazını sıkmaya koyuldu. Daha sonra onun akrabalarına –insan sûretinde görünerek– dedi ki: “Sizin bu adamınız delirmiş, onu tedavi edeyim mi?” Onlar, “Evet” dediler. Bu sefer, “Onu etkileyen kadın cinne gücüm yetmiyor, fakat siz bunu alın Bersîsa'ya götürün, o Allah'ın ism-i a‘zamını bilir. Allah'tan bu adı anılarak bir şeyler istenirse verir, o adı anılarak O'na dua edilirse duayı kabul eder” dedi. O adamı alıp Bersîsa'ya götürdüler, o da bu duaları okudu, şeytân onu bırakıp gitti.

İBN ABBÂS'IN RİVÂYETİ

Ebyad insanlara bu işleri yapıp duruyor, sonra onlara Bersîsa'ya gitmelerini söylüyor, giden hastalar da iyileşiyorlardı. Üç erkek kardeşi olan kralların kızlarından birisine gitti. Babaları bir kraldı. Bu kral ölmüş, kardeşini yerine tayin etmişti. Bu kızın amcası İsrâîloğulları arasında bir hükümdardı. Ebyad bu kıza işkence etmeye ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Daha sonra yakınlarına kızı tedavi etmek isteyen bir doktor sûretinde gelip, “Onun bu şeytânı çok azgındır, ona güç yetirilemez. Fakat siz bu kızı alıp Bersîsa'ya götürün, onun yanında bırakın. Şeytânı geleceği vakit onun için dua edecek ve iyileşecek” dedi. Yakınları, “Bersîsa bizim bu isteğimizi kabul etmeyecektir” dediler. Şeytân onlara şöyle dedi: “Onun manastırının yanında siz de bir manastır inşa edin, sonra kızı oraya bırakıp ‘Bu kız senin yanında bir emanettir, mükâfatını Allah'tan bekleyerek onu tedavi et’ deyin.” Bersîsa'dan kızı yanında tutmasını istediler, kabul etmeyince bir manastır inşa ederek kızı oraya bıraktılar. Bersîsa namazını bırakıp da kızı ve kızın güzelliğini görünce çok etkilendi. Şeytân kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Namazını bırakıp, kıza dua etti, şeytân onu bırakıp gitti. Daha sonra yine namazına yöneldi. Şeytân tekrar kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya başladı. Bu arada Bersîsa görecek şekilde üstünün başının açılmasını da sağlıyordu. Sonra şeytân ona gelerek, “Ne oluyor sana?” dedi, “Sen onunla yat, onun benzerini bulamazsın, sonra da tevbe edersin.” Şeytân bu telkinlerini sürdürüp durdu. Sonunda râhip Bersîsa kız ile birlikte oldu, kız da hamile kaldı ve hamileliği görülmeye başladı. Bu sefer şeytân ona şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana, sen rezil oldun. Onu öldür de öyle tevbe et ve rezil olma! Şâyet sana gelip kızlarının nerede olduğunu soracak olurlarsa, ‘Onun şeytânı geldi, onu alıp götürdü’ dersin.” Bunun üzerine Bersîsa kızı öldürdü ve geceleyin onu gömdü. Şeytân elbisesinin bir ucunu yakalayarak toprağın dışında kalmasını sağladı. Bersîsa namazına geri döndü. Daha sonra şeytân kızın kardeşlerinin rüyasına girip, “Bersîsa kız kardeşinize şunları şunları yaptı ve onu öldürdükten sonra şu şu tepede gömdü” dedi. Kardeşleri böyle bir şeyin olamayacağını kabul etmekle birlikte Bersîsa'ya, “Kız kardeşimize ne yaptın?” dediler. O, “Şeytânı onu alıp gitti” dedi. Onlar da râhibi tasdik ettiler ve çekip gittiler. Daha sonra yine şeytân rüyalarına girerek, “Kız kardeşiniz şöyle şöyle bir yerde gömülüdür. Onun elbisesinin bir ucu da toprağın dışındadır” dedi. Denilen yere gidip kız kardeşlerini buldular. Râhibin manastırını yıktılar, onu oradan indirip boğazına ip dolayarak krala götürdüler. Kralın önünde yaptıklarını itiraf etti, kral da öldürülmesini emretti. Asılacağı vakit şeytân, “Beni tanıyor musun?” dedi. O, “Allah'a yemin ederim ki hayır” deyince, “Sana o duaları öğreten arkadaşın benim” dedi, “İsrâîloğulları arasında en çok ibâdet eden kişi sen iken Allah'tan korkmadın mı, utanmadın mı? Hem kendini rezil edecek şekilde bu yaptığın işler sana yetmedi mi? Bu yaptıklarını da ikrar ettin ve senin gibi insanları da rezil ettin. Şâyet sen bu hâlinle ölecek olursan, senden sonra senin benzerlerinden hiçbir kimse asla iflah olmayacaktır.” Bersîsa, “Peki ne yapayım?” deyince, şeytân, “Bir tek hususta bana itaat et, ben de seni onlardan kurtarayım, onların seni görmemelerini sağlayayım” dedi. “İtaat etmemi istediğin husus nedir?” deyince, şeytân, “Bana sadece bir defa secde edeceksin” dedi. Bersîsa, “Peki” deyip, ona secde etti. Şeytân, “Ey Bersîsa!” dedi, “İşte senden istediğim buydu ve nihâyet sen Rabbine kâfir oldun, O'nu inkâr ettin. Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım” dedi.[11]

VEHB B. MÜNEBBİH'İN BU HUSUSTAKİ RİVÂYETİ

Vehb b. Münebbih de dedi ki: İsrâîloğulları arasında âbid birisi vardı. Çağının en çok ibâdet edenlerindendi. Onun döneminde bir kız kardeşleri bulunan üç kardeş vardı. Bu kız kardeşleri bakire olup ondan başka da kız kardeşleri yoktu. Her üçünün de savaşa gitmeleri gerekti. Kız kardeşlerine kimin göz-kulak olacağını bilemedikleri gibi, güvenip de kimin yanına bırakacaklarını, kime emanet edeceklerini de bilemediler. Nihâyet kız kardeşlerini İsrâîloğulları'ndan o âbid kişinin yanına bırakmak üzere görüş birliğine vardılar. Ona içten içe güven duyuyorlardı. O âbide gidip kız kardeşlerini yanında bırakmak istediklerini söylediler, bunu kabul etmesini istediler. Âbid bunu kabul etmeyerek, onlardan ve kız kardeşlerinden Allah'a sığındı. Onlar isteklerini kabul edinceye kadar ona ısrar edip durdular. Nihâyet şöyle dedi: “Onu benim manastırımın karşısındaki bir eve yerleştirin.” Onlar da öyle yapıp gittiler. Kız bir süre o âbidin komşusu olarak kaldı. Âbid kız için manastırın kapısına yemek bırakıyor, sonra kapısını kilitleyip manastırına çıkıyordu. Arkasından da kıza, evinden çıkıp kendisi için bıraktığı yemeği almasını söylüyordu. Şeytân yumuşak bir şekilde onu hayır işlemeye teşvik edip durdu. Kızın gündüz evinden çıkmasının büyük bir iş olduğunu ona telkin ediyor ve birilerinin onu görüp de ona bağlanma ihtimalini hatırlatarak onu korkutuyordu. Bu şekilde bir süre devam etti. Daha sonra İblis ona gelerek hayır ve mükâfat şevkini arttırmaya çalıştı ve ona şöyle dedi: “Bu kıza verdiğin yemeği kendin götürüp onun evine bırakacak olursan, elbette ki bu senin alacağın ecir ve mükâfatı daha bir arttıracaktır.” Bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet âbid, yemeği kızın evine kadar bırakmaya başladı. Bu şekilde de bir süre devam etti. Sonra yine İblis ona geldi, onu hayra teşvik etti ve hayır işleme arzusunu harekete geçirerek dedi ki: “Sen onunla konuşsan, onunla sohbet etsen de o da senin sohbetinle sıkıntısını giderse. Çünkü o yalnızlıktan çok sıkılmış bulunuyor.” İblis bu husustaki telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet manastırının üst tarafından ona bakıp bir süre onunla konuşmaya başladı. Bundan sonra iblis yine ona gelerek dedi ki: “Bu kızın yanına insen de manastırının kapısında oturup onunla konuşsan, o da kendi evinin kapısında oturup seninle konuşsa, bu onun yalnızlığını giderme hususunda daha iyi olur.” Bu husustaki telkinlerini sürdürdü, nihâyet âbidin manastırından inmesini, manastırının kapısında oturup o kızla konuşmasını, kızın da evinden çıkmasını sağladı. Bu şekilde bir süre konuşmaya devam ettiler. Daha sonra İblis ona gelerek, yaptığı bu davranışı dolayısıyla hayır ve mükâfât alacağı arzusunu uyandırdı, teşviklerde bulunup dedi ki: “Manastırının kapısından çıkıp da, evinin kapısına yakın bir yerde otursan, bu onun için daha bir teselli edici olur.” Bunu da yaptırıncaya kadar bu telkinlerini sürdürdü. Nihâyet bir süre de böylece devam etti. Arkasından yine İblis gelerek onu hayır işlemeye ve kıza karşı yaptığı bu tutumu dolayısıyla elde ettiği güzel sevapları telkine koyuldu ve ona şöyle dedi: “Evinin kapısına yaklaşıp sen onunla –o da evinden çıkmaksızın– konuşsan dedi. Âbid bunu da yaptı. Manastırından iniyor, kızın evinin kapısında oturup onunla konuşuyordu. Bu şekilde bir süre devam ettikten sonra yine İblis ona gelerek şöyle dedi: “Onunla birlikte eve girsen, onunla konuşsan, Böylece de kimseye yüzünü göstermesine imkân tanımasan senin için daha güzel olur.” Bu telkinlerini de sürdürdü ve nihâyet eve de girdi. Bütün gün boyunca kızla konuşmaya başladı, akşam oldu mu manastırına çıkıp gidiyordu. Bundan sonra yine İblis ona geldi. Kızı ona güzel gösterip durdu, nihâyet âbid eliyle baldırına vurdu, onu öptü. İblis kızı gözünde güzel göstermeye ve davranışını ona hoş göstermeye devam edip durdu. Sonunda kız ile birlikte oldu ve kız hamile kaldı, ondan bir çocuğu doğdu. İblis ona gelerek, “Peki ya bu kızın kardeşleri gelip senden bir çocuğunun olduğunu görürlerse, sen ne yapacaksın? Senin rezil olmayacağından yahut da onların seni rezil etmeyeceklerinden emin değilim. Git, onun oğlunu tut, kes ve göm. Şüphesiz ki kız kardeşlerinin kendisine yaptığını öğrenecekler korkusuyla senin bu yaptığını gizleyecektir” dedi. Âbid bunu da yaptı. Bu sefer ona şöyle dedi: “Sen onun oğlunu öldürmüşken, ona yaptıklarını kardeşlerinden gizleyeceğini mi zannediyorsun? İyisi mi onun da boğazını kes ve oğluyla beraber onu da göm.” İblis bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihâyet o kızın da boğazını kesti ve oğluyla birlikte onu da çukura gömdü. Üzerine çok büyük bir kaya örttü ve dümdüz bir şekilde de toprakla kapattı. Manastırına çıkıp orada yine kendisini ibâdete verdi. Bu hâliyle Allah'ın dilediği kadar bir süre kaldı. Nihâyet kızın kardeşleri savaştan geri döndü. Adamın yanına gelerek, kız kardeşlerini sordular. Vefat haberini onlara bildirdi ve kıza Allah'tan rahmetler diledi, ağlayıp, “O çok iyi bir kızdı. İşte bu da onun kabri, onu görün,” dedi. Kardeşleri kabrine giderek, kabri başında ağladılar. Allah'tan ona rahmetler dilediler. Günlerce kabri başında durduktan sonra, yakınlarına geri döndüler. Geceleyin yataklarına çekilip uyuduklarında şeytân rüyalarında onlara bir yolcu sûretinde göründü. En büyüklerine kız kardeşlerinin durumunu sordu. O da ona; âbidin sözlerini, kız kardeşlerinin ölmüş olduğunu ve âbidin ona rahmetler okuduğunu, kız kardeşlerinin mezarını kendilerine nasıl gösterdiğini bildirdi. Şeytân bunların yalan olduğunu söyleyerek, “Âbid kız kardeşiniz ile ilgili size doğruyu söylemedi. O kız kardeşinizi gebe bıraktı, ondan bir oğlu oldu. Boğazını kesti, daha sonra da sizden korkarak kız kardeşinizin de boğazını kesti. Ondan sonra kız kardeşinizi girişin sağındaki kapının arkasına kazdığı bir çukura gömdü. Haydi gidip eve girin, girişin sağındaki tarafı bakın. Şüphesiz kız kardeşinizi ve oğlunu size söylediğim şekilde orada göreceksiniz.” Sonra da ortancasının rüyasına girdi, ona da aynı şeyleri söyledi. Sonra küçüklerine gitti, ona da aynı şeyleri söyledi.

Kardeşler gördükleri rüya sebebiyle hayret içerisinde uyandılar. Birbirlerine, “Ben şaşılacak bir rüya gördüm” deyip, neler gördüklerini söylediler. En büyükleri, “Bu karmakarışık, doğruyla ilgisi olmayan bir rüyadır. Bunu bırakın da işimize bakalım” dedi. En küçükleri, “Ben o yere gidip oraya bakmadan işime gitmeyeceğim” dedi. Nihâyet hep birlikte gittiler. Kız kardeşlerinin kaldığı eve girdiler, kapıyı açtılar. Rüyalarında kendilerine belirtilen yeri tesbit ettiler. Kız kardeşleri ile oğlunun, kendilerine söylendiği şekilde boğazlarının kesilmiş olduğunu gördüler. Âbide durumu sordular, o da İblisin etkisi ile onlara yaptığı bu işin doğru olduğunu söyledi. Kardeşler bunun üzerine o âbidi hükümdarlarına davet ettiler. Âbid manastırından indirilip asılmak üzere getirildi. Onu asacakları ağaca getirdiklerinde, şeytân ona gelip şöyle dedi: “O kadın hakkında seni fitneye düşürüp sonunda seni o kadını gebe bırakacak noktaya getiren, onun ve oğlunun boğazını kesmeni telkin edenin ben olduğumu biliyorsun. Bugün bana itaat edecek ve seni yaratan Allah'ı inkâr edecek olursan, seni içinde bulunduğun bu hâlden kurtarırım.” Nihâyet âbid Allah'ı inkâr edip, kâfir oldu. Kâfir olunca da şeytân onu ve ona musallat olanları başbaşa bıraktı, onlar da onu astılar. İşte şu, Onların dununu şeytânın insana, “Küfret” dediği zamanki durumu gibidir. Küfredince, “Muhakkak ki ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım... Zulmedenlerin cezası budur âyeti onun hakkında nâzil olmuştur.[12]

Şimdi de işin gerçeğini görelim: Burada zikredilen şeytân, Enfâl/48'de zikredilen şeytândır. O nedenle Enfâl/48'i ve onunla ilgili açıklamalarımızı burada da sunuyoruz:

Hani o, münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler, “Şu adamları dinleri aldattı” dedikleri sırada, şeytân, onlara amellerini çekici göstermiş ve onlara, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” demişti. Sonra da, ne zaman ki, iki topluluk birbirini görür oldu, o, iki topuğu üstünde geri döndü ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım. Şüphesiz ben, sizin görmediğinizi görmekteyim, şüphesiz ben, Allah'tan korkmaktayım” dedi. Ve Allah, sonuçlandırması/cezalandırması pek şiddetli olandır. Ve her kim Allah'a tevekkül ederse bilsin ki, şüphesiz Allah, azîz'dir, hakîm'dir. (Enfâl/48-49)

Mekke ve Medîne'de aynı anda gerçekleşen iki sahnenin yer aldığı bu âyetlerde de Allah'ın, Elçisi'ne yaptığı yardıma işaret edilmektedir:

MEKKE'DEKİ SAHNE

Şeytân, müşriklere amellerini çekici gösterip, “Bugün sizi insanlardan bozguna uğratacak kimse yoktur ve ben de sizin yardımcınızım” diyerek onları savaşa kışkırtıp moral veriyor.

MEDÎNE'DEKİ SAHNE

Münâfıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, “Şu adamları dinleri aldattı” diyerek mü’minleri savaştan caydırmaya, onların morallerini bozmaya çalışıyorlar.

SONUÇ

Sonra da, iki ordu karşılaşınca şeytân, Müslümanların muzaffer olacağını anlıyor ve, “Şüphesiz ben sizden uzağım, ben sizin görmediğinizi görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum” diyerek Mekke'ye dönüyor.

Bu âyette zikri geçen şeytân hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:

Rivâyete göre şeytân o gün onlara, Bekr b. Kinâneoğulları'ndan Surâka b. Mâlik b. Cu‘şum sûretinde görünmüştü. Kureyşliler, Bekroğulları'nın arka taraflarından gelip kendilerine saldıracağından korkuyorlardı; çünkü, Bekroğulları'ndan birini öldürmüşlerdi. Şeytân onlara görününce, “Bugün insanlardan sizi yenebilecek yoktur” dedi. ed-Dahhâk der ki: “Bedir günü İblis onlara, sancağı ve askerleriyle geldi. Kalplerine asla yenilmeyecekleri ve atalarının dini üzere çarpıştıkları telkinlerini verdi.”

İbn Abbâs'tan da şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah, Peygamberi Muhammed'e (s.a) ve mü’minlere yardımcı olarak 1.000 melek göndermişti. Cebrâîl (a.s) 500 melekle bir kanatta, Mîkâîl de 500 melekle öbür kanatta idi. İblis de Mudlicoğulları'ndan birtakım kimseler sûretinde, beraberinde sancak bulunduğu hâlde şeytânlardan bir ordu ile geldi. Şeytân, Surâka b. Mâlik b. Cu‘şum sûretinde idi. Müşriklere, “Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur” demişti.[13]
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla