Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 01:59 AM   #12
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

İşte, yaratılışı böylesine mükemmel olan ve Allah’ın şan, şeref, değer verdiği insan, İblis’in dürtülerine uyarak kötülükleri sonradan kazanmış ve kendisini “aşağılıkların aşağılığı” veya “aşağıların en aşağısı” durumuna sokmuştur.
Bu konuyla ilgili olarak Tin Suresi’ndeki açıklamamızın tekrar okunmasını öneriyoruz. (Tebyînü’l-Kur’an; c:1, s:555-557)
Konumuz olan 70. ayette, insana verilenlerin ikinci sırasında yer alan “karada, denizde taşıtlara yükledik” ifadesi, insanın Yaratıcı tarafından kendisine lütfedilen akılla tekerleği bulup kara taşıtlarını yapması ve suyun kaldırma kuvvetini keşfedip denizlerde gemileri yüzdürmesi kast edilmiştir. Bu ifade, insanoğlunun bu ve buna benzer daha birçok gelişmeyi sağlayabilecek donanıma sahip olduğu anlamına da gelmektedir.
Ayetteki “ve temiz-hoş yiyeceklerden onları rızklandırdık” ifadesi şu şekilde takdir edilebilir: “Onlara rızk olarak tertemiz meyvelerden, ekinlerden, etlerden, sütlerden, renkleri ve tatları çeşit çeşit, lezzetli, hoşa giden yiyecekler ihsan ettik. Onlara çeşitli türden, renkten, şekilden giyecekler verdik. Muhtelif iklimlerdeki bölgelerde, kendi seçip beğendikleri yörelerdeki güzel manzaralarda bu nimetlerden yararlanıp durmaktalar.”
İnsanoğluna yapılan ikramların bu ayetteki sonuncu sırasında yer alan “onları, yarattıklarımızın birçoğundan oldukça fazlalıklı kıldık” ifadesinin takdirini ise şöyle yapmak mümkünüdür: “İnsanı fiziksel olarak, ayakları üzerine dikilip yürüyen ve elleriyle pek çok iş yapabilen bir yaratılışla yarattık. İnsandan başka diğer hayvanlar ise dört ayakları üzerinde yürümektedirler. Başka canlılarda olmayan duygular ve daha pek çok ayrıcalık verdiğimiz insana lütfedilen en önemli fazlalık ise “akıl”dır. İnsan aklı sayesinde konuşma yetisi kazanır, tefekkür kabiliyetini geliştirir, gerçekleri görür, kendisine yararı ve zararı dokunacak şeyleri anlar ve en önemlisi de kendisini yaratanı tanıyabilir.”

71 - O gün Biz bütün insanları önderleriyle çağıracağız. Ki o gün, kimin kitabı sağ eline verilirse, işte onlar kendi kitaplarını okuyacaklar ve onlar kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği kadar [en küçük] bir haksızlığa uğratılmayacaklar.
72 - Her kim de burada [dünyada] kör ise işte o, ahirette de kördür. Ve yolca daha şaşkındır.

Ayetteki “O gün Biz insanları önderleriyle toplayacağız” ifadesinden, “ إمام önder” sözcüğüyle ne kastedildiğine göre üç türlü anlam çıkarmak mümkündür.

1- “Önder” sözcüğüyle “peygamber” kastedilmiştir: Bu takdirde ifadeden; Allah’ın bir ümmet hakkında hüküm vereceği zaman o ümmetin peygamberini de orada bulunduracağı anlaşır ki, bu anlama işaret eden başka ayetler de vardır:

Ve yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hakk ile karar verilmiştir. Ve onlar zulüm olunmazlar [onlara haksızlık edilmez]. (Zümer/69)

Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisa/41)

Her ümmet için bir elçi vardır. Elçileri geldiğinde de aralarında adalet gerçekleştirilmiştir. Ve onlar haksızlığa uğramazlar. (Yunus/47)

2- “Önder” sözcüğüyle “siyasî lider” kastedilmiştir: Bu takdirde ifadeden; hüküm gününde o ümmeti arkasından sürükleyen kişinin de orada bulunacağı anlaşılır ki, bu anlam da Kur’an’dan destek bulmaktadır:

O [Firavun] kıyamet günü, kavminin önüne düşer. -Artık o [Firavun], bunları [kavmini] ateşe götürmüştür. O varılan yer de ne kötü bir yerdir!- (Hud/98)

3- “Önder” sözcüğüyle “amellerin yazıldığı kitap” kastedilmiştir. Bu takdirde ifadeden; hüküm gününde herkesin kendi amel kitabıyla birlikte hazır bulundurulacağı anlaşılır ki, bu anlam da Kur’an’a uygundur:

Şüphesiz ki ölüleri ancak Biz diriltiriz Biz. Onların önceden yapıp gönderdiklerini ve eserlerini de yazarız. Zaten Biz her şeyi bir “imam-ı mübin”de sayıp tespit etmişizdir. (Ya Sin/12)

Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/49)

Ve her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır: Bugün, yapmış olduğunuz amellerin karşılığı size verilecektir.
İşte kitabımız, yüzünüze karşı hakkı konuşuyor. Şüphesiz Biz, sizin yaptıklarınızı hep kaydetmiş olanın ta kendisiyiz! (Casiye/28-29)

Ahirette “kitap verilişi” Kur’an’da bir çok kez ifade edilmiş olup verilme şekli de Arap örfüne göre tarif edilmiştir. Buna göre, kitabın “sağ”dan verilişi o kişinin cennetlik, “sol”dan verilişi de cehennemlik olduğunun işaretidir:

Kitabı sağından verilen kişiye gelince de o; “Alın, okuyun kitabımı. Şüphesiz ben hesabıma kavuşacağıma inanıyordum/ kesinlikle biliyordum.” der.
Artık o, meyveleri sarkmış yüksek bir cennette hoşnut bir yaşamdadır. -Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yeyin, için!-
Ve kitabı solundan verilen kimseye gelince; o da; “Keşke kitabım bana verilmeseydi, hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim.” der.
Ne olurdu o iş bitmiş olsaydı.
Malım bana hiç fayda vermedi.
Gücüm [otoritem] de benden yok olup gitti. (Hakkah/19-29)

İşte, kitabı sağ eline verilen kişiye gelince; o kolay bir hesapla hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir.
Kitabı kendisine arkasından verilen kişiye gelince; o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe girecektir. (İnşikak/7-12)

71. ayette geçen “ فتيلfetil [kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği]” ifadesi, Arap örfünde azlıktan kinaye bir deyimdir. Önemsiz, basit, kıymeti olmayan şeyler hakkında bir “darbımesel” olarak kullanılır. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb) Çekirdeğin iplikçiğine bu ismin verilmesi, çekirdek çıkarılırken iplikçiğin de bükülerek çekirdekle beraber çıkması sebebiyledir. Aynı şekilde “kıtmir [çekirdeği kaplayan ince zar]” ve “nakir [çekirdekten küçük oyuk]” sözcükleri de Klasik Arapçada bunun gibi birer deyim olarak kullanılır.
“Fetil” sözcüğünün bu anlamına göre 71. ayetteki “onlar kandil fitili/ çekirdeğin iplikçiği kadar [en küçük] bir haksızlığa uğratılmayacaklar” ifadesi, “Onların mükâfatları, değer verilmeyecek bir miktarda bile eksiltilmeyecek” anlamına gelir. Bu da, dünyada pek bol olan haksızlıkla, zulümle ahirette hiç karşılaşılmayacak demektir:

Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, namazı / sosyal desteği kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tövbe eden ve iman eden ve salihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tövbe eden, iman eden ve salihi işleyenler] cennete; Rahman’ın kullarına görmedikleri hâlde vadettiği Adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şeyce haksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O’nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. (Meryem/59-61)

Ve her kim mümin olarak salihattan işlerse, artık o, bir haksızlıktan ve hakkının yenileceğinden korkmaz. (Ta Ha/112)

72. ayette konu edilen “körlük” kalbin körlüğüdür. “Kör” nitelemesi burada mecazi anlamda yapılmıştır ve “dosdoğru yolu göremeyen sapık” anlamına gelmektedir. Buna göre, 72. ayet, çevresinde bulunan binlerce ayeti, delili, ibreti görmeyen ve kendisine ihsan edilmiş onca nimetin farkında olmayan kimsenin ahiret nimetlerine karşı da kör olacağını bildirmektedir:

Kim Benim zikrimden [Benim anılmamdan/ Benim öğüdümden] yüz çevirirse hiç şüphesiz onun için zor, sıkıcı bir geçim/ yaşam vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki: “Rabbim ben gören biri olduğum hâlde beni neden kör olarak haşrettin?” [Allah] Der ki: “Bu böyledir, ayetlerimiz sana geldi de sen onları terk etmiştin; bu gün de aynı şekilde sen terk ediliyorsun [cezalandırılıyorsun].” (Ta Ha/124-126)

Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah`ın astlarından hiçbir veliy bulamazsın. Ve Biz, onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü haşredeceğiz. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki o [cehennem] dindi, onlara ateşi artırırız. İşte bu, onların, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir yaratılışla mutlaka diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır. (İsra/97, 98)

73 - Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o takdirde seni halil [izdaş, yoldaş, dost] edinirlerdi.
74 - Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin.
75 - O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiçbir yardımcı da bulamazdın.
76, 77 - Ve yakında seni arzdan [yurdundan] çıkarmak için, muhakkak ki rahatsız edecekler. O takdirde senden önce elçilerimizden gönderdiğimiz kişiler hakkındaki sünnetimize göre onlar da senin ardından pek az kalacaklardır. -Bizim sünnetimizde herhangi bir değişme göremezsin. -

Bu ayet grubu doğrudan peygamberimize yöneliktir. Pasajdan anlaşıldığına göre, müşriklerin bazı ödünler istemesi karşısında peygamberimiz de onlara ödün vermeyi düşünmüş, fakat Allah’ın kendisini koruması sayesinde ödün vermemiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, böyle bir durumla sadece peygamberimiz karşılaşmamıştır:

Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey arzuladığı zaman, şeytan onun arzusuna bir şeyler atmış olmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın attığı şeyleri giderir. SonradaAllah, ayetlerini tahkim eder [güçlendirir]. Ve Allah Alîm`dir [her şeyi en iyi bilen], Hakîmdir [yasalar koyan, güçlendirendir]. (Hacc/52)

Bu ayetlerin Yahudiler veya Tebük savaşı hakkında ve Medine’de indiğine dair rivayetler söz konusu olsa da, surenin “Giriş” bölümünde de değindiğimiz üzere, biz Mekkî ayetlerden oldukları kanaatindeyiz. Çünkü müşrikler, tevhit konusunda peygamberimizden ödün isteme ve onu yurdundan çıkarma plânları yapma gibi eylemlerini peygamberimiz henüz Mekke’de iken yapmışlardır.
Konumuz olan ayetleri iyi anlayabilmek için öncelikle peygamberimizin elçilikle görevlendirilmesini takip eden on yılda yaşadığı olayları göz önünde bulundurmak lâzımdır. Daha önce de söz konusu edildiği gibi, Mekkeli müşrikler, peygamberimizi tevhidî inanç ve davetinden döndürmek ve İslâm dini ile şirke batmış cahiliye gelenekleri arasında bir uzlaşma yapmaya zorlamak için ellerinden geleni yapmışlar, peygamberimizden taviz koparamayınca da onu etkisiz kılıp amaçlarına ulaşmak için ona mal teklif edip baştan çıkarmak, kendisine ve taraftarlarına sosyal ve ekonomik boykot uygulamak gibi çeşitli yöntemler denemişlerdir. Bununla da yetinmemişler, çeşitli tuzaklara, iftiralara hatta işkencelere başvurmuşlardır. Müşriklerin bu gayretlerinden bir tanesi de Yunus suresinde açıklanmıştır:

Ve ayetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar; “Bundan başka bir Kur’an getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.
De ki: “Allah dileseydi, ben onu [Kur’an’ı] size okumazdım ve O [Allah], onu [Kur’an’ı] size bildirmemiş olurdu. Ben de ondan [Kur’an’dan] önce kesinlikle içinizde bir ömür kalmıştım. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Yunus/15, 16)

Peygamberimiz bütün bu hücumlara ancak Allah’ın ona verdiği destek sayesinde karşı durmuş ve onlara hiçbir ödün vermemiştir. Çünkü 74. ayetin ifadesinden anlaşıldığı gibi, Allah’ın elçisinin bile Allah’tan yardım almaksızın batıla ve küfrün saptırıcı yöntemlerine karşı koyması mümkün değildir.
Rabbimiz 75. ayette peygamberimizin müşriklere hiçbir ödün vermediğini teyit etmekte ve aksi davranışta bulunsa idi başına neler geleceğini açıklamaktadır. Peygamberimize sanki şöyle denilmektedir: “Eğer hakkı bildikten sonra küfürle uzlaşma yapsaydın, o dejenere olmuş topluluğu hoşnut edebilirdin, fakat Allah`ın gazabını üzerine çeker ve hem bu dünyada hem de ahirette kat kat azabı tadardın” demiştir.
Rabbimizin bu tehdidi ve peygamberimizin ödün vermeyişi, Hakkah suresinde de yer almıştır:

Eğer o [elçi; Muhammed] bazı sözleri bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle ondan sağ elini koparırdık [tüm gücünü alırdık].
Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik.
Sizin hiç biriniz ona siper de olamazdınız. (Hakkah/44-47)

76. ayet, Kureyşli kâfirlerin peygamberimizi Mekke’den kovmak için gizli bir plân yaptıklarını ortaya çıkarmakta, 77. ayet de eğer peygamberi Mekke`den çıkarırlarsa kendilerinin de orada fazla kalamayacaklarını bildirmektedir. Verilen masaj, elçiler ve zorba karşıtları arasındaki süreci belirleyen sebep ve sonuç yasasının Allah’ın koyduğu bir yasa olduğu; Sünnetullah denen bu yasanın geçmişte böyle işlediği, Mekkeli müşrikler ile peygamberimiz arasındaki mücadele sürecinde de böyle işleyeceğidir. Rabbimizin kendi yasasını hatırlatarak elçisini zorbalıkla yurdundan çıkarmaya kalkışan müşrikleri uyarması, onlara doğrudan bir tehdit mahiyetindedir. Nitekim müşrikler plânlarını gerçekleştirerek peygamberimizi göçe mecbur bırakmışlar, bunun karşılığında da Rabbimizin tehdidi gerçekleşmiş ve kısa süre sonra Mekke peygamberimiz tarafından fethedilmiştir.

Hâlbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azap edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir. (Enfal/33)

78 – Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabah Kur’an’ını da. Çünkü sabah Kur’an’ı görülecek şeydir.
79 - Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece namazını] teheccüd et [uyanıp gece namazını kıl]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur.

Bu ayetler namaz vakitlerini belirleyen ilk ayetler olup surenin “Giriş” bölümünde de belirttiğimiz gibi Medine dönemine ait ayetlerdendir.
NAMAZ KAÇ VAKİTTİR?

Namazın amacı, insanın manevî yücelmesini sağlamak, kişiyi topluma yararlı iyi bir insan hâline getirmektir. Bu amacı gerçekleştirmek üzere, vücudun beslenmesindeki üç öğün gıda gibi namaz da öğünleştirilmiştir. Belirli vakitlerde namaz kılınması istenerek insanın manevî beslenmesinin sürekli olması sağlanmıştır. “Fiilî dua” anlamına gelen “salât [namaz]”ın, müminler için günün belli vakitlerinde yerine getirilecek bir görev olması, öncelikle, insan şuurunda Allah inancının devamlılığını gerçekleştirme gayesini gütmektedir. Din psikolojisi araştırmaları ortaya koymaktadır ki, insanın içsel yönelişlerinin ihmal edilmesi onu manen kör bir varlık haline getirmekte, bunun sonucu olarak da kişi iyi bir “yapıcı toplum elemanı” olamamaktadır. Dolayısıyla, namaz kılmak insan için çok önemli bir ödev mahiyetindedir. Bu öneminden dolayı günün belli vakitlerinde [sabah, akşam ve gece] zorunlu olarak bu ödevin yerine getirilmesi istenmektedir:

Sonra [korku hâlindeki] namazı tamamlayınca, artık Allah’ı ayakta, oturarak, yan yatmışken anın. Sükûnet bulduğunuzda/ güvene erdiğinizde, namazı ikame edin. Hiç şüphesiz ki, namaz, müminler üzerine vakti belirlenmiş bir yazgıdır. (Nisa/103)

Ayetteki “ كتابا موقوتاvakti belirlenmiş yazgı” ifadesinden anlaşılmaktadır ki; namaz, sadece vaktinde farzdır, vakti gelmeden farz olmaz, vaktinin dışında da kaza edilmez. Vaktinde kılınmamış namaz, vaktinde yenilmemiş yemek veya vaktinde alınmamış ilaç gibidir, yani geçen geçmiş olur.
Bizlere namaz kılmayı emreden Yüce Rabbimiz, namazları hangi vakitlerde kılmamız gerektiğini de -bizi şeyhe, imama, müçtehide muhtaç bırakmadan- Kur’an’da açıkça bildirmiştir:

Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hud/114)

Bu ayette peygamberimize gündüzün iki tarafında[sabah ile akşam]ve gecenin yakın zamanlarında [yatsı] olmak üzere toplam üç vakitte namaz kılması emredilmiştir.

Güneşin dülûkundan [batmasından, kaybolmasından] gecenin kararmasına kadar namaz kıl ve sabah Kur’an’ını da. Çünkü sabah Kur’an’ı görülecek şeydir.

Ve geceden de. Ayrıca, sana özgü bir fazlalık olarak sen, onu [gece namazını] teheccüd et [uyanıp kıl]! Rabbinin, seni güzel bir makama ulaştıracağı umulur. (İsra/78, 79)

Bu ayetlerde de yine peygamberimize güneşin batmasından gecenin karanlığına değin [akşam], tanyeri ağarırken [sabah] ve geceden bir bölümde [yatsı] namaz kılması emredilmiştir. Yani, emredilen vakitler sabah, akşam ve gecedir. Ayrıca peygamberimize özgü bir ayrıcalık olarak fazladan [ek görev olarak] gece namazını teheccüd etmesi [gece uyuyup uyanarak kılması] emredilmiştir.
Dikkat edilirse, Hud/114 ile İsra/78 ve 79’daki ifadeler aynı olup bu ayetler namazın vakitlerini belirtmektedir. Ancak bu vakitler Kur’an’ın genel üslûbuna uygun olarak değişik üslûp ve özdeş sözcüklerle ifade edilmiştir. Dikkat edilmesi gereken nokta, bu farklı sözcüklerin hepsinin de aynı anlamı taşıyor olmasıdır.
Bu ayetlerde akşam, sabah ve gece namazı olmak üzere üç vakit namaz emredilmektedir. Bu ayetlere göre öğle ve ikindi namazlarının farz olduğunu söylemek mümkün değildir. Zaten peygamberimizin bazı uygulamalarından, özellikle de öğle ve ikindi namazını bazen beraber kılmasından da öğle ve ikindi namazlarının farz olmadığı, yani namazın aslının beş vakit olmadığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Ne var ki, işin aslı bu konuda ortalıkta dolaşan rivayet dalgaları arasında kaybolmuştur. Oysa namazı beş vakit olarak ifade eden rivayetlerin bazıları uydurma, bazıları da namaz vakitlerini düzenleyen ayetlerin inişinden evvelki uygulamaları içeren rivayetlerdir.
Meselenin aslını öğrenebilmek için bu ayetleri iyi anlamak, ayetleri iyi anlamak için de ayetlerde geçen “ دلوك الشّمسdülûkuşşems”, “ قرآن الفجرkur’anelfecr”, “ طرفtaraf”, “ تهجّدteheccüd” ve “ نافلةnafile” sözcüklerinin ne demek olduklarını iyi bilmek gerekmektedir.

دلوك الشّمس Dülûkuşşems”: “Dülûk” ve “Şems” sözcüklerinden oluşan bu isim tamlaması, “Güneş’in batması, gözden kaybolması” demektir. Ancak bazı yorumcular, söz konusu ifadeye “Güneş’in eğilmesi” anlamını vermişlerdir. Tacü’l-Arus ve Lisanü’l-Arab adlı lügatlerde konuyla ilgili dikkat çekici bir ayrıntı verilmiş ve “dülûk” sözcüğüne “eğilme” anlamının verilme sebebinin namazın beş vakit olarak anlaşılmasını sağlama amacına yönelik olduğu belirtilmiştir. (Tacü’l-Arus, c:13, s:560, 561 ve Lisanü’l-Arab, c:3, s:398, 399)
“Dülûk” sözcüğünün gerçek anlamına göre “dülûkuşşems” tamlaması “akşam” vaktini ifade eder. Nitekim dördüncü halife Ali, Abdullah b. Mesûd, Said b. Cübeyr, Nehâî, Mükatil, Dahhâk, Süddî, İbn Abbas ve Mücahid bu anlamı tercih etmişlerdir.
Buna karşılık “dülûk” sözcüğüne “eğilme” anlamı vererek sözcükten öğle vaktini anlayanlar da olmuştur. Klâsik kaynaklarda İbn Ömer, Cabir, Atâ, Katâde ve Hasan’ın bu görüşü benimsedikleri bildirilir.
İsra/78’de yer alan bu deyimden her iki anlamın birden anlaşılabileceği ileri sürülse de, namazın vakitlerini belirleyen diğer ayet olan Hud/114’teki ifadeler, söz konusu deyimden “Güneş’in eğilmesi” anlamının çıkarılmasına ve bu anlamdan da öğle namazının kastedildiğinin sanılmasına engel olur. Çünkü Hud/114’te peygamberimize “Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir zamanda namaz kılması” emredilmiş ve anlam netleşmiştir. Çünkü, Hud suresinin 114. ayetinde geçen “zülefen” sözcüğü, İsra/78’de geçen “ğasak” sözcüğü ile aynı anlamda olup “ortalığın karardığı zaman, gecenin ilk saatleri” demektir. Yani, her iki sözcük de “yatsı” vaktine karşılıktır. Bu durumdan kesin olarak anlaşılmaktadır ki, İsra/78 ve 79’daki emir ile Hud/114’teki emir aynıdır. Yani bu ayetlerin üçünde de, namaz kılınacak vakitler özdeş kelimeler kullanılmak suretiyle değişik üslûplarla ifade edilmiştir.
Diğer taraftan, bir çok yorumcu da “dülûkuşşems” ile “ğasakılleyl” deyimlerinin ayrı zamanları ifade ettiğini ileri sürmüştür. Oysa bu deyimler ayrı zamanları değil, bir vaktin başını ve sonunu ifade etmektedirler. Şöyle ki: İsra/78’de “güneşin batmasından itibaren karanlığa kadar” namaz kılınması emredilmiştir. Bu ifade, iki namazın değil, bir tek namazın [akşam namazının] vaktini belirlemektedir.

“ قرآن الفجرKur’anelfecr”: “Sabah okuması” anlamına gelen bu ifade ile sabah namazı kast edilmiştir.

طرفTaraf”: Bu sözcük “nahiye, yan bölge” demektir. Bir şeyin “taraf”ından söz edildiği zaman, o şeyin içi değil, dışı anlaşılır. (Lisanü’l-Arab, c.5, s. 589) Nitekim Fıkıh’ta “İnsanın iki tarafı” ifadesinden, bir taraf olarak insanın anası, babası, dedesi, yani atası; diğer taraf olarak da çocukları ve torunları anlaşılır. Benzer şekilde “masanın iki tarafı” denildiğinde de masanın ikiye ayrılmış hâldeki iki parçası anlaşılmaz, masanın sağında ve solundaki şeyler anlaşılır.
“Taraf” sözcüğünün çoğulu “etraf” sözcüğüdür. Bu sözcük de Türkçeye aynen Arapçadaki anlamı ile geçmiştir. “Etraf” sözcüğü, yöneltildiği şeyin dışı ile ilgilidir. Meselâ, bir kimseye “Etrafına bak” dendiği zaman, o kişi eline, yüzüne, vücuduna değil, sağına, soluna, önüne ve arkasına bakar. Bu örneği “ülkenin etrafı” dendiğinde ülkenin dışının kastedildiği ve anlaşıldığı, “Dünya’nın etrafı” dendiğinde Dünya’nın dışının kastedildiği ve anlaşıldığı şeklinde çoğaltmak mümkündür.
Ayetteki “Gündüzün iki tarafı” ifadesinden de “gündüz”ün dışında kalan “sabah” ve “akşam” vakitleri anlaşılır. Yoksa “gündüz”ün kısımları, birer parçası olan “kuşluk” ve “ikindi” vakitleri demek değildir.

تهجّدTeheccüd”: sözcüğünün kökü olan “ هجدhecd” sözcüğü “ezdat”tan olup iki zıt anlamı da ifade eder. Yani hem “uyumak” hem de “uyanmak” demektir. “Hecd” sözcüğünün bazı türevleri şöyle meşhurlaşmıştır: “Hâcid” “uyuyan”; “tehcid” “uykuyu gidermek, uyandırmak”; “teheccüd” “uykudan uyanıp namaz kılmak”;“müteheccid” “geceleyin uyanıp namaz kılan kimse”. (Lisanü’l-Arab, c.9, s. 31, 32)

نافلةNafile”: Bu sözcük “asıl üzerine yapılan ziyade [ek]” demektir. (Lisanü’l-Arab, c.8, s. 658-660) Ayetten anlaşıldığına göre, peygamberimiz, gece namazını herkes gibi karanlık bastıktan başlayıp tan ağarıncaya kadar olan zaman içinde kılmayacak, uyuyup uyanarak kılacaktır.

Sözcük anlamlarının tahlili de bize göstermektedir ki, bu ayetlere göre öğle ve ikindi vakitlerinde namaz kılınması söz konusu değildir. Ayetlerden anlaşılan, sabah, akşam ve gecenin bir kısmında namaz kılınması, peygamberin ise bu gece namazını teheccüd etmesidir.
Kur’an’a göre üç vakit olarak vakitlenmiş olan namazların ikisi, bir başka ayette isimleriyle de anılmıştır:

Ey iman edenler! Elleriniz altında bulunanlarla, sizden erginlik yaşına gelmemiş olanlarınız üç durumda; sabah namazından önce, öğle vaktinde elbisenizi çıkardığınızda, ışa [akşam] namazından sonraizin istesinler. Bunlar sizin için üç avrettir [açık ve korumasız, üç zamandır].Bunlar dışında ne size ne de onlara bir günah yoktur. Aranızda dolaşırlar, birbirinize bakabilirsiniz. Allah, ayetleri size işte böyle açıklıyor. Allah Alim’dir, Hakim’dir. (Nur/58)

Sonuç olarak, İsra/78 ve 79’da üç vakitte; sabah, akşam ve gece vaktinde üç namaz emredildiği gibi, Hud/114’te de aynı şeyler emredilmiş; üç vakit [sabah, akşam ve yatsı] namaz kılınması bildirilmiştir.
Vakitleri bildiren ayetlerde ilk muhatap peygamberimiz olmasına rağmen, emir tüm ümmeti kapsamaktadır. Çünkü ümmete verilen emirler, ümmetin örneği, rehberi, imamı olmak sıfatıyla önce onun şahsında yer tutmakta, ümmeti de onun her yaptığını yapmakla yükümlü bulunmaktadır:

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah’ın size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde Allah’a ve O’nun sözlerine iman eden, ümmî peygamber olan elçisine iman edin ve ona uyun ki, doğru yolu bulmuş olasınız.” (A’râf/158)

Bu noktada hemen belirtmek gerekir ki, peygamberimize uymayı emreden bu ayet, -peygamberimizin öğle ve ikindi vakitlerinde namaz kıldığı hakkındaki rivayetlere dayandırmak suretiyle- öğle ve ikindi vakitlerinin de namaz kılınması emredilmiş vakitlerden olduğu yolunda ileri sürülen iddiaları destekler mahiyette bir ayet değildir.
Dinimizdeki namaz, oruç, hacc ve zekât görevleri, İbrahim peygamberden sonra gelmiş peygamberlerin şeriatlarında da mevcuttu. Mâûn suresinden ve Enfal suresinin 35. ayetinden Mekkelilerin de namaz kıldıkları anlaşılmaktadır. Hatta Alak suresinin 9, 10. ayetlerine göre peygamberimiz de peygamber olmazdan evvel eski dinî inancı gereği namaz kılmıştır. Fakat bu namazlar, Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıyla, özelliğini yitirmiş namazlardır. Dinimiz sehivle, el çırparak kılınan bu namazları düzeltmiş, namazı huşu ekseni üzerinde yeniden şekillendirmiştir. Kur’an tarafından belirlenen bu şekle peygamberimizin ne bir ilâve ve ne de bir eksiltme yapması mümkün değildir. Bu durumda; A’râf/158’in Hud/114 ve İsra/78, 79 ile açık bir çelişki arz ederek rivayetleri desteklediğini düşünmek yerine, rivayetlerin Kur’an ayetlerine uymadığını düşünmek daha mantıklı ve dinimize uyan bir davranış olur. Zaten yukarıda da belirttiğimiz gibi, namazı beş vakit olarak ifade eden rivayetlerin bazıları uydurma, bazıları da namaz vakitlerini düzenleyen ayetlerin inişinden evvelki uygulamaları içeren rivayetlerdir.
Özetlemek gerekirse; sabah, akşam ve gece [yatsı] namazı vakitleri [üç vakit], Kur’an ile sabittir. Öğle ile ikindi, -eğer rivayetler doğru ise- peygamberimizin kendi uygulamalarıdır, Allah tarafından emredilmemiştir.
Vakitleri Hud/114 ve İsra/78, 79 ile belirlenmiş olan namazın rekât sayısı ise Nisa suresinin 101-103. ayetlerinde belirlenmiştir. Nisa/101’de korku hâlinde namazın kısaltılabileceği bildirilmiş, Nisa/102’de de kısaltılmış namaz tarif edilmiştir. Buna göre, namaza duranlar secdeden sonra arkada bekleyenlerle yer değiştireceklerdir. Yani kısaltılmış olarak kılınacak namaz, kıyam, rükû ve secdeden ibarettir; bir rekâttır. 103. ayette ise, korku hâlinin geçmesinden sonra namazın tam bir biçimde yerine getirilmesi istenmektedir. Nisa suresinde verilen bu bilgilerden, namazın iki rekât olduğu anlaşılmaktadır.
Namaz vakitleri, Hud/114 ve İsra/78, 79 ile; namazın rekât sayısı ise Nisa/101-103 ile “Medine Dönemi”nde son şeklini almıştır. Biz, peygamberimizin ve sahabenin bu konularda farklı uygulamaları olduğundan söz eden rivayetlerin, onların bu ayetler inmezden evvelki uygulamalarını aktardığını düşünüyoruz.
Hud ve İsra surelerinin başlarında Mekkî oldukları yazsa da, Hud suresinin 12, 17 ve 114. ayetleri ile İsra suresinin 72-80. ayetleri Medenîdir. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb;Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)
Bir çok yorumcu bu ayetlerdeki kesin ifadelere karşı çıkamamış, ancak namazın “beş vakit” olduğuna dair rivayetlerde yer alan iddiaları meşrulaştırabilmek için pek çok yol denemişlerdir.
Namazın beş vakit olduğunu ispat için sarf edilen gayretlerden bir tanesi, bu ayetlerin Mekkî oluşu, söz konusu rivayetlerin ise Medenî olduğu; dolayısıyla bu ayetlerin mensuh olduğu iddiasıdır. Gayretlerden bir diğeri de aşağıdaki ayetlerin anlamlarının bozulmak suretiyle mesnet olarak kullanılmak istenmesidir:
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla