Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 10:38 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

TAHLİL



1 – حHâ [8], مMîm [40].

Bundan evvel inmiş olan Casiye suresi gibi, bu sure de “ حHa” ve “م Mim” kesik harfleriyle başlamıştır.
Geçmişte “Ha, Mim” kesik harfleri ile ilgili olarak bir takım yakıştırmalar yapıldığını Duhan/1’in tahlilinde dile getirmiş, bu yakıştırmalarla ilgili detaya Gafir/1’in tahlilinde yer verildiğini dipnot olarak belirtmiştik. Bu nedenle, söz konusu yakıştırmalarla ilgili detayın yine aynı dipnottan okunmasını öneriyoruz.

2 - Bu kitabın indirilişi, Azîz, Hakîm Allah’tandır.

Mukatta’ [kesik] harflerle başlayan diğer sureler gibi, bu sure de Kur’an’a dikkat çekerek başlamaktadır. Casiye/2 ile birebir aynı olan bu ayette de yine, Kur’an’ın arkasındaki gücün mutlak galip olan, kesinlikle yenilmeyen ve yasalar koyan, her yaptığını sağlam yapan Allah olduğu vurgulanarak Kur’an’ı Peygamber’in uydurmadığı, dolayısıyla Allah’a boyun eğmekten ve O’nun koyduğu ilkelere uymaktan başka bir yol olmadığı mesajı verilmektedir.

3 - Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri ancak “hakk” ile ve “adı konmuş bir süre” ile yarattık. Şu inkâr eden kimseler ise uyarıldıkları şeylerden/uyarılmaktan yüz çevirenlerdir.

Bu ayetlerde, evrenin yaratılış özelliklerine dikkat çekilerek insanoğluna evrenden dersler çıkarması gerektiği mesajı verilmektedir. Böylece evrende gözlenecek, araştırılacak ayetler [alâmetler, işaretler, kanıtlar] ile gerçek ilâhın tanınabileceğine, ispat edilebileceğine ve evrenin sonlu olduğunun keşfedilip kıyametin kopacağının bilinebileceğine işaret edilerek belli bir süre sonra yok edilecek olan evrene ne ölçüde bağlanılabileceğinin düşünülmesi istenmektedir. Bu ayet, ilerideki ayetler ile müşriklere yapılacak açıklamaların önsözü durumundadır.
Aynı mesajları toplu olarak şu ayetlerde de görmüş idik:

Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerine istiva eden, işi yönetip duran Allah’tır. Şefaatçi ancak O’nun izninden sonradır. İşte Bu, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O'na kulluk ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almaz mısınız?
Hepinizin dönüşü sadece O'nadır. Allah bunu hakk olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, halkı ilk baştan yaratır, sonra iman eden ve salihatı işleyen kimseleri kıst [nasipleri, hakları olan payları] ile karşılık vermek için geri döndürür. Şu küfretmiş olan kimseler, küfretmeleri nedeniyle, kaynar sudan bir içki ve acıklı azap kendileri için olanlardır.
O, Güneş’i bir aydınlık, Ay’ı bir ışık yapan ve senelerin sayısını ve hesabını bilesiniz diye, Ay’a menziller ayarlayandır. Allah bunu ancak gerçek ile yaratmıştır. O, bilecek olan bir kavim için ayetleri detaylandırır.
Şüphesiz gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde ittika eden bir kavim için nice deliller vardır.
Şu, Bize kavuşmayı ummayan, dünya hayatına razı olan, onunla tatmin bulan kimseler ve kendileri Bizim ayetlerimizden gafil olan kimseler; işte bunlar, kendi elleriyle ettikleri yüzünden varacakları yer ateş olanlardır. (Yunus/3- 8)

Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri ancak hakk /gerçek ile yarattık ve elbette ki, o saat [kıyamet] mutlaka gelecektir [kopacaktır]. Şimdi sen aldırış etme ve güzel muamele et.
Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratandır ve iyi bilendir.
Ant olsun ki, Biz sana ikişerlilerden [katmerli] yediyi ve büyük Kur'an'ı verdik.
Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için indir. Ve: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de. (Hıcr/85- 88)

Konumuz olan ayetin son bölümündeki “Şu inkâr eden kimseler ise uyarıldıkları şeylerden/uyarılmaktan yüz çevirenlerdir” ifadesiyle inkâr edenler hakkında zımnen şöyle denilmektedir: Bu inkârcılar başka tarafa yönelmekte, oyalanmakta ve o ‘Gün’e gere*ği gibi hazırlanmamaktadırlar. Kendilerine kitap indirilmiş, elçi gönderilmiş ama bütün bunlardan yüz çevirmiş durumdadırlar. Bunun akıbetini yakında bileceklerdir.”

4 - De ki: “Allah’ın astlarından yakardığınız şeyleri gördünüz mü? Onlar, yeryüzünden neyi yaratmışlar, bana gösterin. Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Eğer siz doğru kimseler iseniz bana bundan [Kur'an’dan] önce bir kitap veya ilimden bir eser [kalıntı] getirin.”

Bu ayette, peygamberimizden inkârcılara yöneltmesinin istendiği soru biçimindeki kınayıcı ve uyarıcı açıklama ile inkârcıların akılsızlıkları, mantıksızlıkları ve sağlam bilgi ve belgeden yoksunlukları yüzlerine vurulmaktadır. Söz konusu soru, inkârcıların akıllarını başlarına almalarını sağlamaya yöneliktir.
“Allah’ın astlarından yakardığınız şeyleri gördünüz mü? Onlar, yeryüzünden neyi yaratmışlar, bana gösterin” ifadesiyle müşriklerin sözde ilâhlarının yaratıcılık açısından ilâhlıklarının mümkün olmayacağı açıklanmıştır. “Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Eğer siz doğru kimseler iseniz bana bundan [Kur'an’dan] önce bir kitap veya ilimden bir eser [kalıntı] getirin” ifadesi ile de, müşriklerin “Biz o putlara, ibadete müstahak oldukları için tapmıyoruz; tam aksine, biz onlara Allah’ın bize onlara tapmamızı emretmiş olmasından dolayı tapıyoruz” gibi bir gerekçe öne sürmelerinin önüne geçilmektedir. Yani onlara “bir takım ilâhlar edinebilirsiniz” diye ne bir elçi gönderilmiştir, ne de kitap indirilmiştir. Yani ellerinde buna dair geçmişten kalma ne bir bilgi, ne de bir belge kalıntısı vardır.

5 – Ve Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimselere dua eden kimseden daha sapık kim olabilir? Üstelik onlar [tapılan kimseler], o kimselerin yalvarışlarından habersizler de.
6 - İnsanlar bir araya toplandığı zaman da onlar [taptıkları kimseler] kendilerine düşmanlar oldular. Ve onların kendilerine tapmalarını inkâr edenler idiler.

Bu ayetlerde inkârcıların hem akılsızlıklarından dolayı bu dünyada düştükleri sapıklığın, hem de mahşerde karşılaşacakları kötü akıbetin mahiyeti hakkında bilgi verilmektedir. Ayetlere göre, Yüce Allah kıyamet gününde inkârcıların taptıkları o putları diriltecek, bu putlar ile onlara tapanlar arasında suçlayıcı ve mazeret bildirici bir karşılıklı konuşma gerçekleşecektir. Rabbimiz mahşerde gerçekleşecek bu sahneyi şimdiden naklederek hoş olmayan durumlarını inkârcılara peşin peşin bildirmekte ve onları kötü akıbetleri konusunda uyarmaktadır. Çünkü dünyadayken taptıkları o sözde ilâhlar onlar hakkında şöyle diyerek kendilerini savunacaklardır: “Biz hiç bir zaman onlara bize ibadet edin demedik. Bizim onların bize ibadet etmeleriyle hiçbir ilgimiz yoktur. Bu sapıklıklarının sorumlusu bizzat kendileridir. Dolayısıyla cezalarını da kendileri çeksinler.”

Ve onlar, kendileri için bir izzet [güç, şan, şeref] olsun diye, Allah’ın astlarından ilâhlar edindiler.
Hayır... Hayır... [Onların zannettikleri gibi değil]... Onlar [edindikleri ilâhlar] onların ibadetlerini inkâr edecekler ve aleyhlerine dönüp karşı olacaklardır. (Meryem/81, 82)

O [İbrahim onlara] Dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah’ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan yoktur.” (Ankebut/25)

Haklarında Söz gerçekleşen kimseler; “Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece bizlere tapmıyorlardı” derler. (Kasas/63)

Ayetteki “Allah’ın astlarından kıyamet gününe kadar kendisine hiç bir cevap veremeyecek olan kimseler” ifadesi, hem cansız putları hem de İsa, Meryem, Üzeyr ve ilâh edinilmiş diğer insanları kapsamaktadır. Çünkü Arapçada bir belağat kuralı olan “Tağlip” Dipnot: (Tağlip, bir alâkadan dolayı bir kelimeyi başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanmak demektir. Baba ile anaya "Ebeveyn" denilmesi gibi. “Baba” sözcüğü, tağlip sanatıyla “Ana”yı da içine alacak şekilde “Ebeveyn” olarak ifade edilir.) gereği, konumuz olan ayette “canlı” varlıklar da “cansız” varlıkları ifade eden “ ماma” edatı ile gösterilmiş ve tarafımızdan “kimseler” şeklinde meallendirilmiştir.

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu İsa, sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [İsa], Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; gaybleri bilen yalnız Sensin, Sen!
Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; benim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen gaybleri en iyi bilensin.
Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, Azîz ve Hakîm’in ta kendisisin.” (Maide/116- 118)

Onlar için orada temelli olmak üzere diledikleri her şey vardır. -[Bu], Rabbinin yerine getirilmesini üstüne aldığı bir vaattir.-
Ve o gün O [Rabbin], onları ve onların Allah’ın astlarından taptıkları şeyleri toplar da, “Siz mi saptırdınız şu kullarımı, yoksa kendileri mi o yolu kaybettiler?” der.
Onlar dediler ki: “Tespih ederiz Seni, Senin astlarından veliyler edinmek bize yaraşmaz. Ama Sen onları ve atalarını öylesine nimetlendirdin ki, Zikir’i [Öğüt’ü] terk ettiler ve helâke giden bir topluluk oldular.”
İşte onlar [taptıklarınız] sizi söylediklerinizde yalanladılar. Artık geri çevirmeye ve bir yardıma güç yetiremezsiniz. Ve sizden kim zulmederse, Biz ona büyük bir azabı tattıracağız. (Furkan/16- 19)

Ve o gün O [Allah], onları hep birlikte toplayacak, sonra meleklere: “Şunlar mı size tapıyorlardı?” diyecektir.
Onlar: “Seni tenzih ederiz. Onlara karşı bizim velimiz Sensin. Bilakis onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inananlardı.” dediler.
Artık bu gün bazınız bazınıza yarar ve zarara malik olmaz. Ve Biz o zulmetmiş [şirke batmış] kişilere: “Tadın bakalım o kendisini yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını!” deriz. (Sebe’/40- 42)

7 – Ve Bizim âyetlerimiz kendilerine apaçık okunduğu zaman inkâr eden şu kimseler, kendilerine gelen “hakk” için: “Bu apaçık bir büyüdür” dediler.
8 – Ya da onlar, “Onu [Kur’an’ı], o [Muhammed] uydurdu” diyorlar. De ki: “Eğer onu ben uydurmuşsam bana Allah’tan olacak şeye güç yetiremezsiniz [beni Allah gibi cezalandıramazsınız]. O, sizin neyin içine atıldığınızı daha iyi bilir. Sizinle benim aramda tanık olarak O yeter. Ve O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”

Mekkeli müşriklerin Kur’an için “Bu apaçık bir büyüdür” demeleri, aslında Kur’an’ın sıradan, alelade bir kelam olmadığının ve bir insan tarafından uydurulmuş olamayacağının bizzat o müşriklerce itiraf edilmesinden başka bir şey değildir.
Rabbimizin peygamberimize “De ki” diye emrederek müşriklere “Eğer onu ben uydurmuşsam bana Allah’tan olacak şeye güç yetiremezsiniz [beni Allah gibi cezalandıramazsınız]. O, sizin neyin içine atıldığınızı daha iyi bilir. Sizinle benim aramda tanık olarak O yeter. Ve O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir” şeklinde cevap vermesini istemesi de müşriklere akıllarını çalıştırmaları yönünde yaptığı uyarıcı bir çağrı mahiyetindedir. Ne var ki, müşrikler Kur’an’ın beşer sözü olamayacağına dair zımnî itiraflarına rağmen vahyin hakikatini kabul etmemekte direnmişler ve değişik gerekçeler uydurarak sürekli vahye çamur atmaya kalkışmışlardır:

Ve inkâr etmiş olanlar, “Bu [Furkan], onun [Muhammed’in] uydurduğu yalandan başka bir şey değildir. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir” dediler. Böylece onlar kesinlikle haksızlık ettiler ve asılsız bir iddia getirdiler.
Ve “O [Furkan, yazılı hâle getirilmiş öncekilerin masallarıdır; şimdi de o, sabah akşam [sürekli] kendisine okunmaktadır.” dediler.
De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir.” (Furkan/4- 6)

Bu konuya ait detay daha evvel Furkan suresinin 4-6. ayetlerinin tahlilinde (Tebyinü’l-Kur’an; s: 3, c: 342-345) sunulmuştur.

9 - De ki: “Ben elçilerden ilk ortaya çıkan biri değilim. Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum. Ben sadece bana vahyedilene tabi oluyorum. Ve ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
10 - De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’an], Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğulları’ndan bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez.”

Kur’an’a inanmayan, beşer bir elçiyi kabul etmeyen müşrikler, bu ayetlerdeki uyarıcı mesajlarla düşünmeye davet edilmektedirler.
9. ayetteki ilk mesaj, Muhammed’in (as) elçi olarak ilk ortaya çıkan kimse olmadığı gerçeğidir. Ondan evvel de birçok elçi gelip geçmiştir. O, geçmişten beri gelen bu elçiler kafilesinin bir mensubudur. Dolayısıyla bunda yadırganacak bir yön yoktur. Ayrıca bu işe kendisi karar verip de elçi olmamıştır; Allah tarafından vahyedilmek suretiyle görevlendirilmiştir. Uyarıları da kendi adına değil, Allah adına yapmaktadır.
9. ayetin “Ve ben, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum” cümlesindeki “bana ve size ne yapılacağı” ifadesindentüm dünya ve ahiret hallerini; “ilerde olacak galibiyet veya mağlubiyetler, nerede, ne zaman ve nasıl ölüneceği, din adına nelerin emredilip nelerin yasaklanacağı, müşriklerin iman edip etmeyecekleri, azap hemen gelir mi, ertelenir mi gibi hususları anlamamız mümkündür.

De ki: “Ben kendim için Allah'ın dilediğinden başka ne bir menfaat elde etmeye, ne de bir zararı önlemeye mâlik değilim. Ben eğer gaybı bilseydim, elbette ben hayırdan çoğaltmak isterdim. Ve bana hiçbir kötülük bulaşmamıştır. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir kavme müjdeleyenim.” (A’raf/188)

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden, Ümmî Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun.” (A’raf/158)

O [Allah], ortak koşanlar hoşlanmasa da, Elçi’sini hidayetle ve bütün dinlerin üzerinde ortaya çıksın diye hak din ile gönderendir. (Tevbe/33)

Halbuki sen içlerinde iken Allah, onlara azab edecek değildi. İstiğfar ettikleri sürece de Allah onlara azab edici değildir. (Enfal/33)

10. ayette ise “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’an], Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrailoğulları’ndan bir şahit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa ...” denilerek müşriklere vahiy kültürüne sahip İsrailoğulları’ndan bazılarının Allah Resulünü tasdikleri, Kur’an’a inandıkları örneği verilmiş ve “... siz de büyüklük tasladıysanız … Şüphesiz ki, Allah zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez” uyarısı yapılarak düşünmeye davet edilmişlerdir.
Dikkati çeken noktalardan biri de, 10. ayetteki şart cümlesinin cevabının mahzuf [düşürülmüş, açıkça söylenmemiş] olmasıdır. “... siz de büyüklük tasladıysanız …” ifadesiyle biten şart cümlesindeki söz akışına göre, hazf edilen cevabın:

“hiç şüphesiz sizler, hüsrana uğrayanlardan olmuşsunuzdur”,
“sizler hidayete erenler değil, aksine sapıtmış kimseler olursunuz”, ya da
“kendinize zulmetmiş olmaz mısınız?” şeklinde takdir edilmesi mümkündür.
O’dur ki arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti. Orada bütün meyvelerden iki çift yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden [düşünen] bir toplum için ayetler vardır. (Rad’d/3)

De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’ân], Allah katından olup da sonra siz onu inkâr etmişseniz, kendisi uzak bir ayrılığın içinde bulunan kimseden daha sapık kim olabilir?” (Fussılet/52)

Ve Biz Musa’nın anasına vahyettik: “Onu emzir. Eğer onun için korkarsan onu denize bırakıver, korkma ve üzülme. Şüphesiz Biz onu sana döndüreceğiz ve kendisini elçilerden biri yapacağız.” (Kasas/7)

Aynı ayette konu edilen “... İsrailoğulları’ndan bir şahit”inkimliği ile ilgili olarak klasik kaynaklarda şu bilgiler verilmiştir:

Birinci Görüş: Bu, ekseri ulemanın benimsediği görüş olup, bu şahit Abdullah b. Selâm'dır. Keşşaf sahibi şunu rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Abdullah b. Selam, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yüzüne baktı. Böylece bu yüzün yalancı bir yüz olmayacağını anladı, bu hususta tefekkürde bulundu. Neticede onun beklenen peygamber olduğu kararına vardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Ben sana sadece peygamberlerin bilebileceği şu üç şeyi soracağım" dedi:
a- "Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir?
b- Cennetliklerin yiyeceği ilk yiyecek nedir?
c- Çocuk babasına mı, anasına mı çeker?.."
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Kıyamet alametlerinin ilki, insanları doğudan batıya doğru süren, batıda toplayan ateştir. Cennet ehlinin yiyeceği ilk yiyecek ise balık ciğerinin fazlasıdır. Çocuğa gelince, erkeğin suyu daha önce gelirse, çocuk erkeğe; kadının suyu daha erken gelirse, çocuk anneye çeker, benzer." Bunun üzerine Abdullah b. Selâm: "Ben senin şüphesiz Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim" dedi ve sözüne şunları ekledi: "Yahudiler iftiracı bir toplumdur. Eğer onlar, sen beni onlara sormazdan önce, benim İslâm olduğumu anlarlarsa, bana senin yanında iftirada bulunurlar." Derken, Yahudiler gelince, Hz. Peygamber (s.a.s) onlara "Aranızdaki Abdullah, nasıl bir kimsedir?" diye sordu. Onlar da "Bizim en iyimizdir, en iyimizin oğludur, efendimizdir, efendimizin oğludur, en bilginimizdir ve en bilginimizin oğludur" dediler. Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s), "Ya Abdullah müslüman olursa, ne dersiniz?" deyince, onlar, "Allah, onu bundan korusun" dediler. Derken, Abdullah huzura çıktı ve "Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed (s.a.s)'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim" dedi. Bunun üzerine onlar, "O bizim en kötümüz ve en kötümüzün oğludur" dediler ve Abdullah'ın hakkını ketmettiler [değerini gizlediler]. Bunun üzerine Abdullah, "Ey Allah'ın Resulü, işte benim korktuğum buydu" dedi. Sa'd b. Ebî Vakkas da: "Ben, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, Abdullah b. Selâm hariç, yeryüzünde yürüyen hiç kimse için, onun cennetliklerden olduğunu söylediğini duymadım. Ayetteki "İsrailoğulları’ndan bir şahit de buna şahitlik etti" ifadesi de onun hakkında nazil olmuştur" demiştir. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)

Bil ki, Şa'bî, Mesrûh ve bir kısım âlim, bu ayette bahsedilen "Şâhid"in, Abdullah b. Selâm olduğunu kabul etmeyip şöyle derler: "Çünkü Abdullah b. Selâm’ın müslüman oluşu Medine'dedir ve Hz. Peygamber (s.a.s)]'in vefatından iki yıl öncesine rastlar. Bu sûre ise Mekkîdir. Binaenaleyh, Mekkî olan bu ayeti, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Medine'de yaşadığı yılların sonunda vuku bulmuş bir hâdiseye hamletmek nasıl mümkün olur?" Kelbî, bu görüşe şu şekilde cevap vermiştir: "Sûre Mekkîdir, ama bu ayet Medenîdir. Çünkü ayetler nazil oluyor ve Hz. Peygamber (s.a.s) de bu ayetleri belli surelerin belli yerine koymakla emrolunuyordu. Binaenaleyh bu ayet de Medine'de nazil oldu, ama Hak Teâlâ peygamberine bunu bu Mekkî surenin, işte bu yerine koymasını emretmiştir." (Razi; el-Mefatihu’l Gayb)

Müfessirlerin çoğu, “Bu şahitten maksat Hz. Abdullah b. Selâm'dır” demişlerdir. Çünkü o, Medine-i Münevvere'deki en meşhur Yahudi âlimiydi.
Hicretten sonra Allah Rasulü'ne iman ederek müslüman olmuştur. Bu hadise Medine'de meydana geldiğinden müfessirlerin kavline göre bu ayet Medenîdir. Bu şekildeki yorumun kaynağı Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas'ın açıklamasıdır. O'na göre bu ayet Hz. Abdullah b. Selam hakkında nazil olmuştur. [Buhari, Müslim, Nesai, İbn Cerir] Ve aynı kaynağa dayanarak İbn Abbas, Mücahid, Katade, Dahhak, İbn Sirin, Hasan Basri, İbn Zeyd, Avf b. Malik el-Eşci' gibi pek çok büyük müfessir bu görüştedirler. Diğer taraftan İkrime, Şa'bi ve Masruk "Bu ayet Abdullah b. Selâm hakkında olamaz, çünkü bütün sure Mekkîdir. Mekke'de nazil olmuştur" demektedirler. İbn Cerir et-Taberî de aynı görüşe katılarak şöyle söylüyor: "Yukarıdaki bu hitabet silsilesinin muhatabı Mekke müşrikleridir. Daha sonraki ayetlerden de anlaşılıyor ki, hep Mekkeli müşrikler muhataptır. Bu siyak ve sibak içerisinde, Medine'de nazil olmuş bir ayetin tek başına buraya girmesi düşünülemez." Daha sonraki müfessirler bu ikinci görüşü tercih ederlerken Sa’d b. Ebi Vakkas'ın rivayetini de inkâr etmemekteler. Hz. Sa'd, eskilerin âdetine göre bu ayetin tam tamına İbn Selam'a uygun düştüğü mealinde konuşmuştur. Bu sözden, bu ayetin İbn Selam'ın iman etmesi üzerine nazil olduğu çıkarılamaz. Ne var ki, bu ayet gerçekten de tam olarak onun tavsifine uygun düşmektedir.
Zahiren ikinci görüşün daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. O zaman şöyle bir soru akla gelir: "Bu şahitten maksat kimdir?" İkinci görüşe sahip olan bazı müfessirler bunun Musa (a.s) olduğunu söylemekteler. Ama bir sonraki "O iman etmiş ve siz kibir içindesiniz" cümlesi böyle bir yorumla hiç de uyum sağlamamaktadır. En doğru izah, müfessir Nisaburî ve İbn Kesir'indir. Yani bunlar: "Burada şahitten belirli bir şahıs kastedilmemektedir. Bundan maksat İsrailoğulları'ndan sıradan bir şahıstır" demişlerdir. Allah'ın buyruğunun maksadı şudur: Kur'an-ı Kerim size şimdi sunulmaktadır, bu ilk karşılaştığınız yeni bir şey değildir ki böyle bir şeyi ilk defa görüyoruz diye mazeret ileri sürebilesiniz. Bundan önce de bu gibi talimatlar İsrailoğulları'na vahiy yoluyla Tevrat ve diğer semavi kitaplar şeklinde gelmiştir. Onları sıradan bir insan bile kabul etmişti. Allah'ın kendi talimatlarını yalnızca vahiy vasıtasıyla gönderdiğini sıradan bir insan bile kabul etmiştir. Onun için vahiy ve onun getirdiği talimatların acayip ve anlaşılmaz bir şey olduğunu iddia edemezsiniz. (Derveze; et-Tefsirü’l Hadis)

Bizim kanaatimiz de ayetteki “şahit” ifadesiyle herhangi bir şahsın kastedilmediği yönündedir. Ayette söz konusu edilen tanık, geleceği Tevrat ve İncil’de haber verilen peygambere dair bilgilerden hareketle, Resulullah’ı
gözlemleyen, Kur’an’ı inceleyen her İsrailoğlunun bu hakikate tanık olacağı anlamındadır.
Yukarıdaki nakiller dikkate alındığında bu ayetin Medeni olarak kabulü makul görünmektedir. Ne var ki, ayet, bulunduğu pasajla da son derece uyumludur. Ayrıca Mekke civarında Ehlikitap’tan birçok kimsenin varlığı ve Ehlikitap’a Mekki surelerde de değinilmiş olması, söz konusu ayetin Mekkî olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Ve onlara o [Söz; vahy, Kur’an] okunduğu zaman onlar; “Biz ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık [Müslümanlardık]” dediler. (Kasas/53)

De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. (İsra/107, 108)

Ve şüphesiz ki kitap ehlinden, Allah’a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'a boyun eğerek inananlar vardır. Onlar Allah’ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rableri katında olanlardır.. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Al-i Imran/199)

Ve O, size Kitab’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı/hak batıl ayrılmış olarak indirdiği halde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’] şüphesiz Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sen [Onların bu Kitabın Allah tarafından İndirildiğini bildikleri husu*sunda] sakın şüphecilerden olma. (En’am/114)

11 – Ve inkâr etmiş olan kişiler, iman etmiş kişiler için: “Eğer bir hayır olsaydı onlar, ona bizim önümüze geçemezlerdi” dediler. Bununla doğru yola varamayınca da: “Bu eski bir uydurmadır” diyeceklerdir.
12 – Bundan [Kur'ân'dan] önce de bir önder ve rahmet olarak Musa'nın kitabı vardı. İşte bu [Kur'ân] da, zulmeden kimseleri uyarmak, iyilik-güzellik üretenleri müjdelemek için Arap lisanı üzerine tasdik eden bir kitaptır.

Mekkeli müşriklerin kibirleri nedeniyle Kur’an’dan kaçtıklarının, Resulullah’a meyletmediklerin dile getirildiği bu ayetlerde, onların “Bu, uydurmadır” deyip işin içinden çıkamayacakları, elçilik görevinin ve kitap indirmenin eskiden beri -Musa örneğinde olduğu gibi- “Sünnetüllah [Allah’ın insanlığa uyguladığı yasası]” olarak devam ettiği hatırlatılarak aslında bunu Mekkelilerin de kabul ettiği onların yüzlerine vurulmaktadır.
Ayette “Eğer bir hayır olsaydı onlar, ona bizim önümüze geçemezlerdi” diye ifade edilenler, Ammâr, Suheyb ve İbn Mes'ud gibi fakir, gariban kimselerdir. Şımarıklar bu genç ve maddi yönden yoksul olan müminlere bakarak, akılları sıra çevrelerine: “Eğer bu din, iyi, güzel ve hayırlı bir şey olsaydı, gençler, yoksullar bunu kabullenmede bizi geçemezlerdi. Onlardan önce biz Müslüman olurduk. Nasıl olur ki, bir kaç tecrübesiz genç ve aşağı sınıftan birkaç köle bunu makul olarak görür de, bizim ileri gelenlerimizden akıllı, dünya görmüş ve tecrübelerine, zekâlarına herkesin itibar ettiği kişiler görmez? O halde Muhammed’in (as) sıradan halkı inandırmak gayreti içerisinde oluşu da bu davette muhakkak bir yanlışlık olduğunu ve bu yüzden de kavmin ileri gelenlerinin bunu kabul etmediğini göstermektedir. O halde siz de ondan uzak durun” diye propaganda yapmaktaydılar.
Ayrıca bu ayet ile ilgili olarak “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında şu nakiller de yer almaktadır:

Rivayet edildiğine göre, Cüheyne, Müzeyne, Eslem ve Gıfâr kabileleri müslüman olunca, Âmir, Gatafan, Esed ve Eşca' kabileleri, "Eğer bu din, iyi, güzel ve hayırlı bir şey olsaydı, kuzularımızın çobanları olan bu kabileler bizden önce ona girmezlerdi" demişlerdir.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Ömer'in bir cariyesi müslüman olmuş ve henüz müslüman olmamış olan Ömer de onu yoruluncaya kadar dövüp dururmuş ve "Eğer yorulmasaydım daha fazla döverdim" dermiş. Bunun üzerine Kureyş kâfirleri, "Eğer Muhammed (s.a.s)'in davet ettiği din hak olsaydı, bu câriye bizden önce o dine giremezdi" dediler. (Razi; el Mefatihu’l Gayb)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla