Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:36 AM   #15
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Klasik kaynaklarda bu âyetin iniş sebebi olarak, bazı Müslümanların Yahûdilerin oyununa gelerek Rasûlullah'a saygısızlık etmeleri gösterilir:

İbn Abbâs der ki: Müslümanlar “bize de dönüp bak” anlamında Hz. Peygamber'e talep ve arzularını ifade etmek üzere râ‘inâ diyorlardı. Ancak Yahûdilerin dilinde bu kelime, “işit, işitmez olası” anlamında bir hakaret manasındaydı. Yahûdiler bunu ganimet bildiler ve, “Biz o'na önceleri gizlice sövüp hakaret ediyorduk, şimdi açıktan açığa sövüp hakaret ediyoruz” demeye başladılar ve bu şekilde Peygamber'e (s.a) hitap edip aralarında da gülüşüyorlardı. Bunu Sa‘d b. Mu‘az işitti. Sa‘d onların dilini biliyordu. Yahûdilere, “Allah'ın lâneti üzerinize olsun. Eğer sizden herhangi birinizin bu sözü Peygamber'e söylediğini işitecek olursam, hiç şüphe etmesin boynunu uçururum” dedi. Yahûdilerin, “Siz bu kelimeyi söylemiyor musunuz?” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu ve mü’minlerin bu kelimeyi kullanmaları yasaklandı.[75]

Allah'ın Rasûlü (s.a) Müslümanlara ilimden bir şey okuduğunda, Müslümanlar o'na, “Ey Allah'ın Rasûlü! Râ‘inâ [bizi gözet, bize bak]” derlerdi. İbrânice'de Yahûdilerin birbirlerine söverken kullandıkları, bu kelimeye benzeyen bir kelime vardı. Bu kelime, râ‘inâ idi. Bu, “dinle, ey dinlemiyesice!” manasına gelirdi. Onlar, mü’minlerin, “Râ‘inâ [bize bak, bizi gözet]” dediklerini duyunca, bunu fırsat bilip, bu küfürlerini kasdederek Hz. Peygamber'e (s.a) bununla hitab ettiler. Böylece mü’minler bu kelimeyi söylemekten nehyedilip diğer lâfzı –ki bu “unzurnâ [bize bak]” sözüdür– kullanmaları emredildi. Bu te’vîlin doğru olduğuna, Hakk Teâlâ'nın Nisâ sûresi'ndeki, (O Yahûdilerden kimi) dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak, “Dinledik ve isyan ettik. İşit işitmez olası râ‘inâ!” derler (Nisâ/46) âyeti de delâlet eder.

Rivâyet edildiğine göre Sa‘d b. Mu‘âz (r.a), onların bu sözlerini işitti ve, “Ey Allah'ın düşmanları! Allah'ın lâneti sizin üzerinize olsun. Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizden kimin bu sözü Hz. Peygamber'e (s.a) karşı söylediğini işitirsem mutlaka boynunu vuracağım” dedi. Onlar, “Siz de böyle [râ‘inâ] demiyor musunuz?” deyince, bu âyet nâzil oldu.[76]

Biz bu âyeti, راعنا[râ‘inâ] sözcüğünün yukarıdaki her iki anlamına göre de açıklayacağız:

Birinci anlama göre, münâfıkların ve Yahûdileşmiş kimselerin kelimelerle oynadıkları, sözcükleri, anlamlarından kaydırdıkları birçok âyette yer almıştır:

Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı), “İşittik ve karşı geldik/sıkıca sarıldık”, “Dinle, dinlemez olası”, “Râ‘inâ” derler. Eğer onlar “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat küfürleri [gerçeği kabul etmemeleri] sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar. (Nisâ/46)

Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi/sözcüğü yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hâinlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever. (Mâide/13)

Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla “İnandık” diyen kimseler ve Yahûdileşmişlerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen kimselere için dinlerler [casusluk ederler]; kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara büyük azap vardır. (Mâide/41)

Kur’ân'dan öğrendiğimize göre Yahûdileşmiş kimseler ve münâfıklar Rasûlullah'ı gördüklerinde yalan ve kaypak sözler söylerlerdi. Râ‘inâ sözcüğü de bunlardan biridir. Bu sözcük, İbranice'de, “lütfen bir dakika bakar mısın”, “dinle, işitmez olasıca” anlamına da gelmektedir. Ayrıca Arapça'da aynı kelime “kibirli ve câhil” anlamında da kullanılmaktaydı.

Siyerlerde Yahûdilerin Rasûlullah'a, السلام عليك [es-selâmu ‘aleyke] yerineالسام عليك [es-sâmu ‘aleyke/ölüm üzerine olsun, geber] dedikleri nakledilir.

Âyette, راعنا[râ‘inâ] ve انظرنا[unzurnâ] sözcüklerinin kime karşı denilip denilmeyeceği ifade edilmemekle birlikte; Nisâ/46, Mâide/13, 41 ve Nûr/63'e göre bunun Rasûlullah'a karşı olduğu anlaşılmaktadır.

Burada mü’minlere, Rasûlullah ve birbirleri ile konuşurken dikkatli olmaları, kullanacakları sözcükleri iyi seçmeleri, kaypak ve kötü anlama çekilebilen cinaslı sözler kullanmamaları emredilmektedir. Nitekim bu husus Nûr sûresi'nde de vurgulanmıştır:

Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi kılmayın. Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isâbet etmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isâbet etmesinden sakınsınlar. (Nûr/63)

Râ‘inâ sözcüğünün ikinci anlamına göre:

Âyetin devamı olan, انظرنا[unzurnâ/bizi gözet] deyin ve kulak verin. Çok acıklı azap da yalnız kâfirler içindir ifadeleri dikkate alındığında, bu âyette, Rasûlullah'ın dindeki konumu belirlenmektedir. Dolayısıyla mü’minler, Rasûlullah'a “Bizi gözet!” demeli, fakat sadece Allah'tan gelen vahye kulak verip onu izlemelidirler. Aksi ise küfürdür, kâfirler de acıklı azap göreceklerdir.

105. Kitap Ehlinden küfretmiş kimseler ve müşrikler, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılar. Ve Allah, çok büyük lütuf sahibidir.

Bu âyette mü’minler, çevresel ilişkiler hususunda aydınlatılmakta; Kitap Ehlinden inkârcılar ve müşriklerin kıskançlık sebebiyle mü’minlere bir iyilik inmesini, onların aydınlanmasını, zenginleşmesini istemedikleri bildirilip Allah'ın rahmetini dilediğine indireceği ifade buyurulmaktadır.

Âyette zikri geçen rahmet, “elçilik görevi”dir. Bu nedenle âyetteki, Allah ise, rahmetini dilediği kimseye mahsus kılar ifadesinin anlamı, “Allah peygamberliği istediğine verir, onların istediği kişilere değil” demektir. Rahmet'in “elçilik” anlamında kullanıldığını şu âyetlerde de görüyoruz:

Yine onlar, “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit hayatta [dünya hayatında] onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık, Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. (Zuhruf/31-32)

Ve sen Kitab'ın sana ilka edileceğini [indirileceğini] umuyor değildin. (O) ancak Rabbinden bir rahmet olarak (verildi). Öyleyse sakın kâfirlere arka çıkma [yardımcı olma]. (Kasas/86)

Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. (Kehf/65)

Ehl-i Kitaptan ileri gelenlerin ve müşriklerin ileri gelenlerinin sırf kıskançlık nedeniyle hakka karşı gelmeleri Kur’ân'da bir çok kez gündeme getirilmiştir:

Ehl-i Kitaptan bir çoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. (Bakara/109)

Onların, kendilerini karşılığında sattıkları şey, Allah'ın kullarından dilediğine Kendi lütfundan indirmesini kıskanarak, Allah'ın indirdiği şeyleri inkâr etmeleri ne çirkindir! İşte bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. Küçültücü azap da yalnızca kâfirler içindir. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman, onlar “Biz, kendimize indirilene iman ederiz” dediler. Ve onlar, o [Allah'ın indirdiği], kendilerinin beraberindekileri doğrulayan bir hakk olmasına rağmen, ondan [kendilerine indirilenlerden] ötesini inkâr ediyorlar. De ki: “Peki eğer mü’minler idiyseniz niçin daha önce Allah'ın peygamberlerini öldürüyorsunuz?” (Bakara/90-91)

Yoksa onlar için mülkten bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi. Yoksa onlar insanları, Allah lütuf ve kereminden verdi diye mi kıskanıyorlar? Şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk [hükümranlık] verdik. (Nisâ/53-54)

O [Allah], dinden Nûh'a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini ayakta tutun [yerleştirin] ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini Kendine seçer ve kalpten yöneleni de ona kılavuzlar. Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından “adı konmuş bir süreye kadar” sözü geçmemiş olsaydı aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitab'a vâris kılınan kişiler ondan [Kur’ân'dan] kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. (Şûrâ/13-14)

Ve onlara emir'den apaçık deliller verdik. Sonra onlar, yalnızca, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde kıyâmet günü aralarında gerçekleştirecektir. Sonra da seni emir'den apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Artık sen ona uy, bilmeyen kimselerin hevâlarına uyma. (Câsiye/17-18)

106. Biz, bir âyetten her neyi nesheder veya söylettirmezsek, ondan daha iyisini yahut benzerini getiririz. Sen, Allah'ın şüphesiz her şeye en iyi güç yetiren olduğunu bilmedin mi?

107. Göklerin ve yerin egemenliğinin şüphesiz yalnız Allah'a ait olduğunu, ve sizin için Allah'ın astlarından bir velî ve bir yardımcı olmadığını bilmedin mi?

Bu âyetlerde, Ehl-i Kitap kâfirlerinin tuzaklarına karşı mü’minler uyarılmakta; onların kargaşa çılarmak için ileri sürdükleri safsatalar ortadan kaldırılmaktadır. Bu âyetlerin iniş sebebi hakkındaki nakiller şöyledir:

Yahûdiler, Ka‘be'ye yönelmeleri hususunda Müslümanları kıskandıklarından dolayı İslâm'a dil uzatmaya ve “Muhammed ashâbına önce bir hususu emrediyor, sonra da onlara o işi yasaklıyor. O bakımdan Kur’ân olsa olsa o'nun tarafından uydurulmaktadır. Bundan dolayı bir kısmı ile öteki kısmı birbiriyle çelişmektedir” demeye koyuldular. Bunun üzerine de Yüce Allah, Biz, bir âyetin yerine diğer bir âyeti getirdiğimiz vakit (Nahl/16/101) buyruğu ile ...nesheder veya unutturursak buyruğunu indirdi.[77]

Bil ki bu, Yahûdilerin İslâmiyet aleyhindeki ikinci çeşit dedikodularıdır. Onlar şöyle demişlerdir: “Ashabına önce bir şey emredip, sonra yasaklayıp daha sonda da aksini emreden ve bugün söylediğinden yarın dönen Muhammed'e (s.a) bakmaz mısınız?” İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur.[78]

Anlaşıldığına göre bu âyet, Yahûdilerin, mü’minlerin zihnini bulandırıp şüphe uyandırmak için sordukları bir suale cevap niteliğindedir. Onlar, “Kur’ân, hem önceki kitapların Allah tarafından indirildiğini söylüyor, hem de onlardakinden farklı emirler veriyor” diyorlardı. Onların bu sorusu, gerçeği öğrenmeye yönelik değil, zihinleri bulandırmaya yönelikti.

نسخ[nesh], “bir şeyi iptal ve izale edip onun yerine başka bir şeyi koymak” demektir. Güneş gölgeyi giderip gölgenin yerini tuttuğu vakit, “Güneş, gölgeyi neshetti” derler.[79] Bu sözcüğün, istinsah, nüsha, tenâsuh gibi türevleri Türkçe'ye de geçmiştir.

Eserlerde önemli bir yer tutan nesh konusunda birçok fikir üretilmiştir. Kelam kitaplarında nesh, “şer‘an yerleşmiş bulunan bir hükmü daha sonra gelen bir hitap ile ortadan kaldırmaktır” şeklinde tarif edilmiştir.

Bu tanımdan hareketle Kur’ân'da neshin vâki olduğu iddia edilmiş ve âyetin âyetle neshi, âyetin hadis ve icma ile neshi gibi konular tartışılmıştır.

Bunun dışında, Kur’ân'da hem lafzı, hem hükmü neshedilen, lafzı neshedilip hükmü bırakılan âyetlerin olduğu ileri sürülmüştür. Keçinin yediği Recm âyeti (!), Âişe vâlideye fatura edilen sözde “rıda” [süt emme] âyetleri (!) ve Ahzâb sûresi'nin Bakara sûresi'nden bile uzun iken daha sonra mevcut âyetlerin dışındakilerin neshedildiği gibi iddialar ortaya atılmıştır.

Bu âyetin ifadelerinin farklı sözcüklerle yer aldığı Nahl sûresi'nde şu açıklamayı yapmıştık:

Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman –Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar. (Nahl/101)

Bu âyette, bazı âyetlerin kaldırılıp yerlerine başka âyetlerin getirildiği beyân edilmektedir. Benzeri bir açıklama Bakara sûresi'nde de yapılmıştır:

Biz bir âyetten her neyi nesheder veya söylettirmezsek, ondan daha iyisini yahut benzerini getiririz. Sen, Allah'ın her şeye en iyi güç yetiren olduğunu bilmedin mi? (Bakara/106)

Bu âyetlerde, peygamberlere gelen vahyin –evrensel hükümler içerenleri hariç– yöresel ve süreli olanlarından bazısının kaldırılması meselesine işaret edilmektedir. Buna göre, daha evvel gönderilen ilâhî kitaplardaki yöresel ve süreli ilkeler kaldırılıp yerlerine Kur’ân ile evrensel ilkeler getirilmiştir. Burada sözü edilen nesh/kaldırma, Rasûlullah'a gelen vahiylerin değiştirilmesi, unutturulması, terkettirilmesi değildir. Zira bunun söz konusu olmayacağı daha ilk vahiylerde bildirilmiştir:

Bundan böyle seni okutacağız [sende bilgi birikimi sağlayıp onu başkalarına tebliğ ettireceğiz] ve unutmayacaksın/terketmeyeceksin. Ancak Allah dilerse başka… Kuşkusuz ki O, açığı da bilir, gizliyi de.Ve sana en kolay olanı [seni en çok mutlu edecek olan şeyleri] kolaylaştıracağız. (A‘lâ/6-8)[80]

Görüldüğü üzere burada zikredilen nesh, Kur’ân âyetleri arasında olmayıp, dinler arasındadır.

106. âyetteki, âyet kelimesi, “mucize” manasına alındığında ise, evrendeki değişim ve gelişimi ifade eder. Allah ise, her an bir işte, bir yaratıştadır. Ve her yeni yarattığı eskisinden, ortadan kaldırdığından daha yararlıdır.

Ayrıca bu mucizeler, gönderdiği elçiler için yarattığı mucizeler olarak da ele alınabilir. İnkârcıları ikna etmek için peygamberlere mucizeler verildiği malumdur. Elçilerin mucizeleri farklı olmakla birlikte bir sonraki, evvelkinden daha büyük ve yararlıdır. En son âyet [mucize] ise, hepsinden daha yararlı ve etkindir. Onun için geçmiştekilerin benzeri mucize talep edenlere, Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? denilmiştir.

Bilakis o [Kur’ân], kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde apaçık âyetlerdir. Bizim âyetlerimizi de ancak zâlimler bile bile reddederler. Ve onlar, “Ona Rabbinden âyetler [mucizeler] indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Âyetler [mucizeler] ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. (Ankebût/49-51)

108. Yoksa siz Elçimizi, bundan önce Mûsâ'nın sorgulandığı gibi, sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Ve her kim imanı küfürle değiştirirse artık o, düz yolun ortasını kaybetmiş olur.

Âyetin açık ifadesinden anlaşıldığına göre, bazıları, İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya yaptığı gibi, Peygamber'i sorgulamak istemişler, bu yüzden de kınanmışlardır. Klasik kaynaklarda bu âyetin mü’minlerden bazıları hakkında indiği nakledilir:

Yoksa siz de daha önce Mûsâ'dan açıkça Allah'ı kendilerine göstermelerini istedikleri gibi Peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız? Onlar da Muhammed'den (s.a) Allah'ı ve melekleri kâfile hâlinde getirmesini istemişlerdi. İbn Abbâs ve Mücâhid'den gelen rivâyete göre onlar Hz. Peygamber'den Safâ tepesini altına dönüştürmesini istemişlerdi.

Yine İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu âyet-i kerîme, Râfi b. Huzeyme ile Vehb b. Zeyd'in, Peygamber'e (s.a), “Bize semadan okuyacağımız bir kitap getir ve bizim için nehirler fışkırt ki, sana uyalım” demeleri üzerine nâzil olmuştur.[81]

Muhammed ibn İshâk der ki: Bana Muhammed ibn Ebî Muhammed İkrime'den veya Sa‘îd'den o da Abdullah ibn Abbâs'tan nakletti ki, o şöyle demiş: Râfî ibn Hureymle –veya Vehb ibn Zeyd– dedi ki: “Yâ Muhammed! Bize gökten bir kitap getir ki onu okuyalım, bize yerden bir ırmak fışkırt ki sana tâbi olup doğrulayalım.” Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i celîle'yi inzâl buyurdu: Yoksa daha önce Mûsâ'ya sorulduğu gibi siz de Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?[82]

Mücâhid, Yoksa daha önce Mûsâ'ya sorulduğu gibi siz de Peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz âyeti konusunda dedi ki: “Mûsâ'dan kendilerine Allah'ı apaçık göstermesini istemişlerdi. Kureyşliler de Hz. Muhammed'den, kendilerine Safâ tepesini altın yapmasını istemişlerdi. O, ‘Evet’ deyince, ‘Eğer küfrederseniz bu sizin için İsrâîloğulları'nın sofrası gibidir’ buyurmuştu. Onlar imtina ve rücû ettiler.” Süddî ve Katâde'den de buna benzer rivâyet nakledilir. En iyisini Allah bilir.[83]

Bizim kanaatimize göre, yoksa siz ifadesiyle muhatap alınanlar, “Rasûlullah dönemindeki mü’minler ile Medîne'de yaşayan Yahûdiler”dir. Zira Yahûdiler, bu sûrenin 47. âyetinden itibaren muhatap konumundadırlar. Buna göre, İsrâîloğulları'nın Mûsâ'ya yaptıkları gibi, onlar da Rasûlullah'tan olmayacak şeyler istemiş, o'nu sorgulamaya kalkmışlardır. Kur’ân'dan ve târihi bilgilerden anlaşıldığına göre Medîne Yahûdileri, mü’minlere anlaşılması güç ve gereksiz sorular yöneltiyorlar ve onları Rasûlullah'a da sormaları için ayartmaya çalışıyorlardı.

Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde buzağı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)

Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, okuyacağımız bir kitabı bize indirmene kadar, asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan münezzehtir. Ben beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!” (İsrâ/90-93)

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar], “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece o'nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zâlimler, “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler. (Furkân/7-8)

Ve hani bir zamanlar siz, “Ey Mûsâ! Biz tek yemeğe asla sabredemeyiz, artık bizim için Rabbine dua et de bize yerin yetiştirdiği şeylerden; sebzesinden, acurundan, sarmısağından, mercimeğinden ve soğanından çıkarsın” demiştiniz. O [Mûsâ] da size, “O üstün olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Bir kasabaya/Mısır'a inin, o vakit istediğiniz şeyler sizin olacaktır” demişti. Ve üzerlerine zillet ve meskenet damgalandı ve nihâyet Allah'tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmüş olmaları nedeniyledir. İşte bu, isyan etmeleri ve aşırı gitmeleri nedeniyledir. (Bakara/61)

Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti. (Bakara/55)

Âyetteki, Ve her kim imanı küfürle değiştirirse artık o, düz yolun ortasını kaybetmiş olur ifadesinden anlaşıldığına göre Peygamber'den gerçekleştiremeyeceği şeyleri istemek, o'na lüzumsuz sualler sormak insanı küfre götürebilir. Böylece mü’minlere, gereksiz sualler sormaları/gereksiz isteklerde bulunmaları yasaklanmış, Allah'ın serbest bıraktığı şeylerden istifade etmeleri tavsiye edilmiştir:

Ey iman etmiş kimseler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın/istemeyin. Eğer onlardan Kur’ân indirilirken sorarsanız/isterseniz de size açıklanır. Allah, onlardan geçmiştir. Allah çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır. (Mâide/101)

109. Ehl-i Kitaptan bir çoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

110. Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.

Bu âyetlerde de Ehl-i Kitap kâfirlerinin hasetleri nedeniyle mü’minlere kurdukları tuzaklar beyân edilmekte, onların oyunlarına karşı mü’minler uyarılmakta ve yapmaları gereken şeyler bildirilmektedir.

İnsanlarda haset duygusu; düşmanlık, öfke, kin, aşağılık ve üstünlük kompleksi, çıkarcılık, bencillik, kendini beğenmişlik, hırs gibi sebeplerle oluşmaktadır. Bu duygu ve zararları hakkında Felâk sûresi'nde verdiğimiz bilgiye bakılabilir.[84] Ehl-i Kitap, işte bunlardan dolayı mü’minlere karşı kıskançlık göstermiş ve İslâmî gelişmeyi engellemeye çalışmışlardır.

Klasik kaynaklarda bu âyetlerin inişi ile ilgili şu nakiller yer almaktadır:

Buhârî ve Müslim'de Usâme b. Zeyd'den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a), üzerinde Fedek'te dokunmuş kadife bulunan bir eşeğe binmişti. Arkasında da Usâme vardı. Hz. Peygamber, Bedir savaşı'ndan önce Hâris b. Hazrecoğulları arasında [mahallesinde] bulunan Sa‘d b. Ubâde'yi ziyarete gidiyordu. Yolda giderken –aralarında Abdullah b. Ubey b. Selûl'un da bulunduğu– oturan bir grubun yanından geçerler. Bu sırada henüz Abdullah b. Ubey İslâm'a girmemişti. O mecliste Müslümanlar, müşrikler, Yahûdiler hep birlikte karışık oturuyorlardı. Müslümanlar arasında Abdullah b. Revâha da vardı. Eşeğin çıkardığı toz orada oturanların üzerine gelince İbn Ubey cübbesiyle burnunu kapattı ve dedi ki:

-- Bize toz çıkarmayın.

Rasûlullah (s.a) da selâm verdikten sonra durdu ve indi. Onları Yüce Allah'ın yoluna davet etti, onlara Kur’ân-ı Kerîm okudu. Abdullah b. Ubey b. Selûl o'na şöyle dedi:

-- Ey kişi! Eğer söylediğin doğru ise bundan daha güzel bir şey olamaz. Fakat oturduğumuz yerlerimize kadar gelip o sözlerle bizi rahatsız etme. Sen kendi evine git, orada sana gelene onu anlatırsın.

Abdullah b. Revâha ise şöyle dedi:

-- Hayır, yâ Rasûllallah, bizim oturduğumuz yerlerde de yanımıza gel, biz bu işi severiz.

Bunun üzerine müşrikler, Müslümanlar ve Yahûdiler karşılıklı olarak birbirlerine sövüp saymaya koyuldular. Az kalsın birbirlerine gireceklerdi. Rasûlullah (s.a) onları teskin etmeye çalıştı, sonunda teskin oldular. Sonra Rasûlullah (s.a) bineğine bindi ve Sa‘d b. Ubâde'nin yanına varıncaya kadar yoluna devam etti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

-- Ey Sa‘d! Sen Ebû Hubab'ın –Abdullah b. Ubeyy'i kasdediyor– şöyle şöyle dediğini duymadın mı?

Sa‘d b. Ubâde şöyle dedi:

-- Ey Allah'ın Rasûlü! Anam-babam sana feda olsun, sen onu affet ve görmezlikten gel. Sana hakk ile Kitabı indirene yemin ederim ki; Allah senin üzerine indirdiği hakk ile seni bize gönderdiği sırada bu belde halkı ona taç giydirmek ve başlarına hükümdar olarak geçirmek üzere anlaşmış bulunuyorlardı. Fakat Allah, sana verdiği hakk ile bunu geri çevirince, bu sebebten dolayı hevesi kursağında kaldı. İşte senin o gördüğün işi bundan dolayı yapmıştır.

Bunun üzerine de Rasûlullah (s.a) onu affetti.[85]

Rivâyet edildiğine göre Finhas ibn Azurâ, Zeyd ibn Kays ve Yahûdilerden bir grup, Uhud muhârebesi'nden sonra Huzeyfe ibn el-Yemanî (r.a) ile Ammâr ibn Yâsir'e (r.a) şöyle demişlerdir:

-- Başınıza gelenleri görmediniz mi? Şâyet sizin yolunuz hakk olsaydı, siz hezimete uğramazdınız; bu sebeple dinimize dönün, bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletli bir şeydir. Çünkü biz sizden daha doğru yoldayız.

Bunun üzerine Ammâr şöyle dedi:

-- Sizin aranızda, birisinin ahdini bozması nasıl karşılanır?

Onlar da şöyle karşılık verdiler:

-- Bu, şiddetli bir tepkiyle karşılanır.

Ammâr da şöyle dedi:

-- Ben, yaşadığım sürece Hz. Muhammed'i (s.a) inkâr etmeyeceğime dair ahdettim.

Buna karşılık Yahûdi şöyle dedi:

-- İyi bilin ki, bu da sapıtmış.

Huzeyfe de şöyle dedi:

-- Bana gelince, ben Allah'ı rabb, İslâm'ı din; Kur’ân'ı imâm, Ka‘be'yi kıble ve mü’minleri de kardeş olarak seçtim.

Sonra Ammâr ile Huzeyfe, Rasûl-i Ekrem'in (s.a) yanına gelerek, durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

-- Siz hayra isâbet ettiniz ve kurtuluşa nail oldunuz.

İşte âyet, işte bu hâdise üzerine nâzil oldu. Bil ki biz, önce haset hususunda konuşup, daha sonra tefsire döneceğiz.[86]
Bu arada şunu da hatırlatmış olalım; hayırda yarışmak haset değildir.

Rabbinizden bir bağışlanmaya, Allah'a ve elçilerine inananlar için hazırlanmış, genişliği gökle yerin genişliği gibi olan cennete koşuşun. İşte bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Onu dilediğine verir. Ve Allah büyük lütuf sahibidir. (Hadîd/21)

Hayır, hayır... Ebrâr'ın kaydı, kesinlikle illiyyîn'dedir. –İlliyyîn'in ne olduğunu sana ne bildirdi?– Yaklaştırılmışların tanık olduğu rakamlanmış/yazılmış bir kayıttır! Şüphesiz ki ebrâr, elbette, naimin içindedirler, tahtlar üzerinde beklenti içindedirler. Yüzlerinde nimetin aydınlığını görürsün. Onlar, mühürlü saf bir içkiden sulanırlar. Ki onun mührü/neticesi misktir. Karışımı tesnim'dendir. Yaklaştırılmışların içecekleri bir pınardandır. –Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.– (Mutaffifîn/18-28)

Bu âyette verilen mesajlar, Âl-i İmrân sûresi'nde de yer almıştır:

Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız hususunda belâlanacaksınız [imtihan olunacaksınız]. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan birçok eza da işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'a takvâlı davranırsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. (Âl-i İmrân/186)

Âyetteki, Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın ifadesiyle, Müslümanların ikinci bir emre kadar bu stratejiyi izlemeleri; Ehl-i Kitaba karşı af ve hoşgörü ile davranmaları, onlarla tartışma, kavga ve münâkaşaya dalmamaları, sabırla Allah'ın yeni hükmünü beklemeleri istenmekte ve ileride stratejinin değişeceği, inkârcılara farklı davranma emri verileceği işareti verilmektedir.

110. âyetteki, Ve siz salâtı ikâme edin ve zekâtı verin! Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir ifadeler ile de mü’minlere, topluca yapmaları gereken ödevler bildirilmekte, bunları yaptıkları takdirde de karşılıklarını alacakları bildirilmektedir.

Salât ve salâtın ikâmesi hakkında açıklama yapmıştık. Kısaca الصّلوة [salât], “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak”tır. Ancak hemen belirtelim ki, buradaki sorunlar, bireysel ve toplumsal sorunları birlikte kapsamaktadır. Dolayısıyla الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını, “yakın çevrede bulunan muhtaçlara yardım” boyutuna indirgemek doğru değildir. Yapılacak yardımın, sağlanacak desteğin gerçekleştirilme şeklinin ise “zihnî ve mâlî” olmak üzere iki yönü bulunmaktadır:

* Zihnî yönü ile salât; eğitim ve öğretimle bireyleri, dolayısıyla da toplumu aydınlatmak, rüşde erdirmek; en sağlam yola iletmek,

* Mâlî yönü ile salât ise; çeşitli iş imkânları oluşturmak, hastalıkta, emeklilikte ve afetlerde devreye giren güvence sistemleri ile bireylerin mâlî sıkıntılarına yardımcı olmak, onları zor günlerinde sırtlamak, böylece de toplumun sıkıntılarını gidermek demektir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla