Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 10:31 PM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Nebilerin İsmeti

Peygamberlerin de günah işleyebileceğini ileri sürenler, bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: “Bu acele etme işi, eğer Allah Teâlâ’nın izniyle ise niçin bunu ona yasaklıyor? Yok, eğer Allah’ın müsaadesiyle değil ise, bu da peygamberden günah sadır olduğunu gösterir.”
Buna şöyle cevap verilir: Belki de bu acele etme işine, yasak gelinceye değin müsaade edilmiştir. Bir şeye bir müddet için izin verilip sonra o şeyin bir başka vakitte yasaklanması akıldan uzak görülecek bir durum değildir. İşte bu sebepten ötürü, neshin olabileceğini söylüyoruz.

Üçüncü Mesele

Said b. Cübeyr, İbn Abbas (r.a)’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İndirilen ayetleri ezberleme işi Hz. Peygamber (s.a.s)’e zor geliyordu. Dolayısıyla kendisine vahiy geldiğinde, “Ezberleyemem” endişesiyle, daha Cebrail (a.s) vahyi [okumayı] bitirmeden, o, dilini ve dudaklarını harekete geçiriyordu. Bundan dolayı Hak Teâlâ, ‘Vahiy, indirilen ayet ve Kur’ân için, dilini harekete geçirme’ ayetini indirdi.” Böyle bir takdir yapmak [mana vermek], her ne kadar daha önce bahsi geçmemiş olsa da, hâlî karineden [halden] dolayı caizdir. Bu tıpkı, “Biz onu kadir gecesinde indirdik” (Kadr, 1) ayetindeki “onu” zamirini, daha önce [sûrede] bahsi geçmediği halde, Kur’ân’a raci kılmak gibidir. Bu ayetin bir benzeri de, “Sana vahyi tamamlanmazdan önce Kur’ân’ı okumada acele etme” (Taha, 114) ayetidir.
Ayetteki ……… ifadesi, “Onu almada acele etmek için” manasınadır.

Vahyi Korumak, Allah’ın Teminatıdır

“Onu toplamak ve onu okutmak şüphesiz Bize düşen bir iştir” (Kıyame, 17).

Bu ayetle ilgili şöyle birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

Ayetin başındaki ……. vücûb [mecburiyet] ifade eder. Dolayısıyla …….. ifadesi, bu işin Allah’a adeta vacip olduğuna delalet eder. Fakat biz Ehlisünnete göre, bu vücup Cenâb-ı Hakk’ın bunu vaat etmesinden dolayıdır. Mutezile’ye göre ise, “Peygamber göndermenin maksadı, ancak yapılan vahiy unutulmaktan beri ve korunmuş olduğu zaman tam olur. Binaenaleyh bu vücup Cenâb-ı Hakk’ın hikmetinden dolayıdır.”

İkinci Mesele

Bu ayetin manası, “Onu senin kalbinde ve zihninde toplayıp muhafaza etmek Bize aittir” şeklindedir.
“Onu okutmak” ifadesiyle ilgili olarak da şu iki izah yapılabilir:
a- Buradaki “Kur’ân “ ile, “okumak” manası kastedilmiştir. Buna göre şu iki ihtimal söz konusudur:
1- Bununla, Cebrail [a.s]’in Kur’ân’ı Hz. Peygamber (a.s)’e, o onu ezberleyinceye kadar tekrar tekrar okuması manası kastedilmiştir.
2- Bununla, “Ey Muhammed, sen, unutmaz hale gelinceye değin, Biz sana okutacağız” manası kastedilmiştir ki, bu da, “Sana okutacağız, böylece sen unutmayacaksın” (A’la 6) ayetiyle anlatılan husustur. Binaenaleyh birinci izaha göre, okuyan Cebrail (a.s), ikincisine göre ise Hz. Muhammed (s.a.s)’dir.
b- Burada “Kur’ân” kelimesi ile, cem ve te’lif [toplama ve bir araya getirme] manası kastedilmiş olup, bu, Arapların “Hasta develeri asla bir araya toplamadım” şeklindeki deyimleri türündendir. Yine mesela Arapçada, “Amr b. Kulsum’un kızı, [rahminde] bir çocuk toplayamadı [yani hamile kalamadı]” denilir. Biz bu konuyu Bakara suresinin 228. ayetini tefsir ederken izah ettik. Buna göre eğer, “Mananın böyle olması halinde, bu ayetteki cem ve Kur’ân kelimeleri aynı manaya olmuş olur. Dolayısıyla da bir [lüzumsuz] tekrar ortaya çıkar” denilirse, biz deriz ki: Buradaki “cem” [toplama] ile, o vahyin hem Hz. Peygamber (s.a.s)’in zihninde [göğsünde], hem de hariçte toplanması; “Kur’ân” kelimesi ile de onun Hz. Peygamber [s.a.s]’in zihninde ve hıfzında toplanması kastedilmiştir. Bu manaya göre, ayette bir tekrar olmuş olmaz.

Cebrail’in Okumasını Dinle

“Öyleyse Biz onu okuduğumuz vakit, sen onun Kur’ân’ına [okunuşuna] uy.” (Kıyame, 16)
Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele var:

Birinci Mesele

Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)’in okumasını, Kendi okuması gibi saymıştır ki, bu, Cebrail (a.s)’in şeref ve kıymetinin çok büyük olduğuna delalet eder. Bunun bir benzeri, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkındaki, “Kim o peygambere itaat ederse, şüphesiz Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa, 80) ayetidir.

İkinci Mesele

İbn Abbas (r.a), “Bunun manası, ‘Cebrail (a.s) onu okuduğunda, sen, onun okumasını takib et’ şeklindedir” demiştir. Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a- Katâde, “Kur’ân’ın helal ve haramına uy” manasını verirken,
b- Buna, “Onun kıraatine uy” manası da verilmiştir ki, bu, “Senin, Cebrail ile birlikte aynı anda okuman uygun düşmez. Cebrail okumayı bitirene kadar susmalı ve o sustuğunda okumaya başlamalısın” demektir. Bu izah, birincisinden daha uygundur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)’e okumaması, Cebrail (a.s)’i dinlemesi, Cebrail (a.s) bitirince okuması emredilmiştir. Burası, Kur’ân’ın helâline-haramına uyulmasının emredildiği bir yer [siyak] değildir. İbn Abbas (r.a) “Bundan sonra, Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)’e vahiy getirince, Hz. Peygamber (s.a.s) başını önüne eğer ve vahyi dinlerdi. O gidince de [gelen] ayetleri okumaya başlardı” demiştir.

Kurân’ı Açıklama da Allah’a Ait:

“Sonra onu açıklamak da Bize aittir.” (Kıyame, 19)

Bu ayetle ilgili şöyle iki mesele var:

Birinci Mesele

Bu ayet, Hz. Peygamber (s.a.s)’in Cebrail (a.s) ile birlikte okuduğuna, ilme olan düşkünlüğünden ötürü, tam o okuduğu sırada, okunan [gelen] ayetlerin müşküllerini ve manalarını Cebrail (a.s)’e sorduğuna delalet eder. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)’e, her iki husus da yasaklanmıştır: Cebrail (a.s) ile birlikte okuması, “Öyleyse Biz onu okuduğumuz vakit, sen onun okunuşuna uy” (Kıyame, 18) ayetiyle; bu esnada ayetlerin izahını sorması da, “Sonra onu açıklamak da Bize aittir” ayetiyle yasaklanmıştır.

Te’hir-i Beyan

Gerekli açıklamanın, hitap [söyleme] vaktinden bir müddet sonra da yapılabileceğini söyleyenler, bu ayeti delil getirmişlerdir. Ebu’l-Huseyn buna şu iki şekilde cevap vermiştir:
1- Ayetin zahiri, açıklamanın hitap vaktinden sonraya bırakılmasının zorunlu [vacip] olmasını gerektirir. Hâlbuki siz [Ehlisünnet] bunun vacip olduğu görüşünde değilsiniz.
2- Bize [Mutezile’ye] göre, ayetin lafzından kastedilen mananın bu olmadığını ihsas ettirmek için lafza, zahirinin gerektirdiği şeyin [hususların] eklenmesi gerekir. Fakat tafsilatlı izahın, sonraya bırakılması mümkündür. Binaenaleyh ayetteki bu beyan [açıklama], sonraya bırakılan ayrıntılı izahtır. Kaffal bu hususta şöyle bir üçüncü izahta bulunmuştur: “Hak Teâlâ’nın “Sonra onu açıklamak da Bize aittir” ayeti, “Sonra Biz sana, onun açıklanması işinin Bize ait olduğunu haber veririz” manasınadır. Bunun bir benzeri de, “Köle azad etmek [...] sonra da iman edenlerden ... olmak” (Beled, 17) ayetidir.
Birincisine şöyle cevap verebiliriz: Ayetin lafzı, beyanın [açıklamanın] ertelenmesinin vücubunu [zorunlu olduğunu] değil, aksine beyanın vücubunun te’hirini [sonraya bırakılmasını] gerektirir. Bizim görüşümüz zaten böyledir. Çünkü beyanın vücubiyyeti, ancak ihtiyaç duyulduğunda söz konusu olur.
İkincisine de şöyle cevap veririz: Bu ayetin başına “sümme” [sonra] edatı, mutlak açıklama hususunda gelmiştir. Dolayısıyla mutlak açıklama, hem kısa, hem tafsilatlı beyanı [açıklamayı] içine alan bir ifadedir. Kaffâl’ın izahı da, ayetin zahirini bir delil olmadan terk olduğu için, zayıftır.

Allah’a Vacip Olmanın İzahı

Hak Teâlâ’nın, “Sonra onu açıklamak da Bize aittir” ifadesi, kısa [öz] açıklama işinin Allah Teâlâ’ya vacib olduğuna delalet eder. Fakat biz Ehlisünnete göre bu, vaadi ve lütfu gereği; Mu’tezile’ye göre ise hikmeti gereği O’na vaciptir.”

Yukarıdaki uzun alıntının da gösterdiği gibi, konumuz olan ayetlerin gerçek manaları İbn-i Abbas rivayetine kurban edilince, ortaya vahim bir manzara çıkmaktadır. Şöyle ki:
1- Kur’an hakkında şüpheler ortaya çıkmıştır. Bunun en belirgin örneği, yukarıda Razi’den aktarılanlar arasında yer almaktadır:
“Rafizîlerin eskilerinden bir grup kimse, Kur’ân’ın tağyir ve tebdil edilip ona bir takım ilaveler yapıldığını, eksiltmelerde bulunulduğunu iddia etmiş ve bu görüşlerine delil olarak da bu ayet ile önceki ayet arasında hiçbir münasebetin olmamasını zikretmişlerdir. Onların düşüncesine göre, şayet bu tertip Allah katından olsaydı, durum böyle olmazdı.”
2- Vahyin şiddetinden dolayı peygamberimizde tik oluştuğu ileri sürülmüştür. Oryantalistler, bu rivayeti kaynak göstermek suretiyle peygamberimizin sara hastası olduğunu ileri sürmüşler ve bazı çevrelerde bu kanaatin yerleşmesine muvaffak olmuşlardır.
3- Peygamberimizin kendisine gelen mesajları anlayamadığı ve bunları Cebrail’e sorup öğrendiği iddia edilmiştir. Bu iddia, arkasından “Öyleyse Allah Rasulü’ne yalnızca Kur’an kelimelerini vahyetmekle kalmamış, aynı zamanda ona o kelimelerin manalarını da tam olarak anlatmıştır” inancını getirmiş, bu inancın sonucunda da Kur’an’ı peygamberden başka kimsenin anlamadığı, anlayamadığı, dolayısıyla da sonraki dönemlerde kimsenin anlayamayacağı görüşü ortaya çıkmıştır. Daha sonraları ise herkesçe bilindiği gibi, İslâm düşmanları, peygamber ağzından olduğunu söyleyerek Kur’an’ın anlamı üzerine bir sürü rivayetler uydurmuşlardır. İsrailiyattan da yardım alarak yaptıkları bu bombardıman sonucunda İslâm’ın yozlaştırılmasında önemli başarılar elde etmişlerdir.
4- Peygamberimize indirilen vahyin sadece Kur’an’da yazılı olandan ibaret olmadığını söyleyen İslâm düşmanları, pek çok kimseyi Kur’an haricinde ve Kur’an’da yer almayan daha birçok bilginin peygamberimize verildiğine ve Kur’an’daki kelime, emir ve yol göstermelerin herkesin anlamadığı manalarının peygamberimize ayrıca öğretildiğine inandırmışlardır. Cahil ya da alabildiğine kötü niyetli bu tür şahıslar, batıl iddialarını anlamları bu tür rivayetlerle çarpıtılmış Kur’an ayetlerini göstererek kanıtlamaya çalışmışlardır:
“Eğer bunların hepsi Kur’an’da yazılı olmuş olsaydı o zaman ‘Bunların anlamlarını biz sana açıklayacağız’ ya da ‘Onun açıklanması bize düşer’ gibi bir söze gerek duyulmazdı. Eğer Rasulüllah’ın bilgilenmesi böyle olmasaydı, tüm açıklamalar Kur’an’da olurdu. O halde, Kur’an’ın Allah tarafından yapılan açıklama ve izahı her halükârda Kur’an kelimelerinden ayrıdır.”
Bu izah tarzı, bir yanlışı diğer bir yanlışa dayanarak makul gösterme girişiminden başka bir şey değildir. Kur’an ayetleri, doğruluğu kuşku uyandıran rivayetlerle yorumlanarak yanlış bir algıyı kanıtlamada kullanılamaz.
5- Tasallutlarını iddia düzeyinde bırakmayan İslâm düşmanları, “Kim ki Kur’an’a inanmasına rağmen Kur’an’ın doğru, dayanaklı ve resmi açıklamasının ancak Allah Rasulü’nün kendi sözleri ve amelleriyle olduğu, çünkü bunların onun şahsî açıklamalarının olmadığı, bilakis bu açıklamaların Kur’an’ı indiren Allah’ın kendi açıklamaları olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak Kur’an’ın ayet ve kelimelerine kendi isteğine göre bir mana vermeye cüret ederse, bu kimsenin iman sahibi olduğunu söylemek zordur” demek suretiyle, Kur’an’ı Allah’ın bahşettiği özgür iradesi ve aklıyla anlamaya çalışan kimseleri peşinen karalamış ve insanları Kur’an’dan uzaklaştırarak meydanı kendilerine bıraktırmışlardır.
6- İslâm düşmanları bu kadarla da yetinmemişlerdir:
“Allah, Kur’an’ın ayetlerini ve kelimelerini kendi elçisine öğretmiş, o da kendi sözleri ve eylemleri ile bu talimleri ümmete aktarmıştır. Elimizde Kur’an’ı öğrenmek için başka bir şey yoktur. Hadis’ten maksat, Allah Rasulü’nün kavlî ve fiilî [uygulama] rivayetlerinin öncekiler tarafından isnat ile sonra gelenlere aktarılmasıdır. Sünnet ise, Allah Rasulü’nün sözleri, tebliğ etmiş olduğu ya da eylem olarak birey ve toplum bazında uyguladığı, takip ettiği yoldur. Bunun tafsilatı da nesilden nesile güvenilir rivayetler ile gelmektedir. Sonra gelenler, önce gelenlerden uygulamayı görmüşlerdir. Bu şekilde gelen bir ilmi reddeden kimse, maazallah, Allah’ın “Onun açıklaması bize aittir” sözünü reddetmiş, yani Rasul’ün açıklama sorumluluğunu yerine getirmekte başarılı olmadığını zannetmiş olur. Bu sorumluluk sadece Rasul’ün şahsı ile ilgili değildi. Bunun maksadı, Resul vasıtasıyla Allah’ın Kitabı’nı ümmete anlatmak idi. Öyleyse hadis ve sünneti teşri kaynaklarından saymamak demek, Allah’ın bu yükümlülüğü yerine getiremediğini ileri sürmek demektir” şeklindeki iddialarına dürüst, samimî ama cahil Müslümanları da inandırmayı başarmışlar ve onları da kendi batıl görüşlerine ortak etmişlerdir.
Bütün bu açıklamalardan sonra tekrar ilgili ayetlerin tahliline dönelim:
16-19. ayetlerin yer aldığı bu bölümde, 12. ayette olduğu gibi, anlatım üçüncü şahıstan ikinci şahısa döndürülerek “iltifat” sanatı yapılmıştır. (İltifat sanatı ile ilgili detay, 1. cildin Fatiha suresiyle ilgili bölümünde verilmiştir.) 16-19. ayetlerde hitap edilenler, “insan” olarak zikredilen ve kıyameti yalanlayan inançsız kimselerdir. Bu ayetlerde, ölüm anında dünyada iken yaptıkları ve yapmadıkları ile yüz yüze bırakılan inançsız insanların, vicdan azabına tahammül edemeyip “Bir an evvel ne olacaksa olsun” şeklinde ortaya çıkan özellikleri konu edilmiştir. “Çok kınayan nefs”e kanıt olarak gösterilen bu özellik, Zariyat 14, Enbiya 37: Nahl 1: Yunus 50, 51:Şûra 18: Saffat 176: Ankebut 53, 54: Yunus 11: Sad 16: Ahkâf 35: En’âm 57, 58: Hacc 47’de de dile getirilmiştir:


Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere; inançsızlar beklemeye tahammül edememekte, beklemeyi katlanılması ağır bir yük olarak görmektedirler.

“Kur’an” Sözcüklerinin Anlamı

17. ve 18. ayetlerde geçen “قرآن kur’an” sözcüklerinin kitabımız “Kur’an” ile bir alâkası yoktur. Burada sözcüklerin lâfzı değil, manaları kastedilmiştir. Alak suresinin tahlilinde “اقرأ ikra’” emrinin ne anlama geldiği açıklanırken de belirtildiği gibi, “kur’an” sözcüğü “dağınık şeyleri toplamak” anlamına gelmektedir. Bu ayetlerdeki “toplanan şeyler”, insanın kendi hayatında yapmış ve yapmamış olduğu şeylerdir.

“Cem”in “Kur’an”dan Önce Gelişi

17. ayette, “onun birleştirilmesi” anlamındaki “جمعه cem” sözcüğünün “onun toplanması” anlamına gelen “قرأنه kur’an” sözcüğünden önce yer alması, Arapçadaki ses uyumu [seci’] gereğidir. Yoksa birleştirme işleminin toplama işleminden önce yapılacağı anlamına gelmez.

“Beyan” Sözcüğü

19. ayette geçen “بيان beyan” sözcüğü “bir şeyin delilleriyle ortaya konması, ilân edilmesi” demektir. Ancak sözcük “kapalı bir şeyin açıklanması” olarak anlaşılmamalıdır.
Bu ayetteki “بيانه beyanehü” ifadesi, genellikle “Kur’an’ın açıklanması” anlamını verecek şekilde çevrilmiş ve insanlar maalesef yanıltılmıştır. Bu ayetlerdeki zamirler, 13. ayette geçen “ ما قدّم و اخّر ma kaddeme ve ahhara” ifadesindeki “ ما ma” edatına racidir [dönüktür]. 13. ayetteki “ma [şey]” edatı da, inançsız insanların yaptıkları ve yapmadıkları için kullanılmış olup, zaten ayetler de “o inançsız insanın yaptıkları ve yapmadıklarının kanıtlarıyla açıklanması [ilân edilmesi] Bizim üzerimizedir” anlamındadır.
19. ayetin başındaki “ثمّ sümme [sonra]” sözcüğünden, inançsız insanın yaptıklarının ve yapmadıklarının sonra, yani ahirette herkese gösterileceği ve böylece inançsızların bir taraftan hesap verirken diğer taraftan da rüsva edileceği anlaşılmaktadır. Nitekim Kur’an’da bu anlamı doğrulayan aşağıdaki gibi birçok ayet mevcuttur:

82Ve Söz üzerlerine vaki olduğu/gerçekleştiği zaman onlar için, insanların âyetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara söyleyen/anlatan, topraktan/maddeden yapılmış hareket eden, konuşan bir varlık çıkardık.
(Neml/ 82)


Önemli Bir Uyarı:

Bu sureyi esas mesajının ekseninden çıkaran ve Razi’nin de beyan ettiği gibi Kur’an’ı tartışılır hale getirenler, yukarıda alıntılanan rivayetler ve bu rivayetlere göre Kur’an’ın anlamını saptıran yorumculardır. Çünkü yukarıdaki pasaj bugüne kadar tamamen İbn-i Abbas rivayetine uygun olarak rivayetlerdeki anlamların parantez içi ilaveler şeklinde ayetlere sokuşturulması suretiyle değerlendirilmiştir. Biz ise bu yaklaşıma karşı çıkıyor, ayetleri kendi konumunda [surenin söz akışına uygun olarak] ek ve eksiltme yapmadan, parantezleri ayet bünyesine ilâve yapmak için değil, sadece ayetteki sözcüklerin ne anlama geldiğini daha iyi ortaya koymak için kullanmış bulunuyoruz.
Yukarıdaki pasajı İbn-i Abbas rivayeti doğrultusunda yorumlayanların yaptıkları yorumlarda çok önemli olan üç husus dikkatlerden kaçırılmamalıdır:
1- Yorumların dayandırıldığı rivayet, İbn-i Abbas’ın kendi tanıklığı olarak anlatılmaktadır. [Bu hususu iyi hatırlayamayanların rivayeti tekrar okumalarını öneriyoruz.] Ancak biz bu konuda diyoruz ki; İbn-i Abbas böyle bir açıklamada bulunamaz. Zira bu sure indiğinde İbn-i Abbas henüz doğmamıştır. İbn-i Abbas’ın biyografisi incelendiğinde, onun hicretten 2-3 sene önce dünyaya geldiği görülür. Oysa bilinmektedir ki, bu ayetlerin inişi hicretten yaklaşık 6-7 sene öncedir. Bu durumda İbn-i Abbas’ın böyle bir olaya tanıklığı mümkün değildir.
2- Ayette “lisanını [dilini] hareket ettirme” denmesine rağmen, İbn-i Abbas rivayetini uyduranlar bu ifadeyi “dudağını hareket ettirme” şekline sokmak suretiyle aslında yaptıkları sahteciliğe ipucu bırakmışlardır.
3- Kur’an’da “Biz” ifadesi kullanılan bütün ayetlerdeki eylemleri Rabbimiz bizzat kendisine izafe etmiş olmasına rağmen, uydurmacılar bu ayetteki failin “Cebrail” olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Üzücü olan, bugüne kadar hiçbir Müslüman’ın bu ayet üzerine zihnini yormaması ve bu duruma karşı çıkmamış olmasıdır.

20, 21. Ayetler:

20,21Kesinlikle sizin düşündüğünüz gibi değil! İşin aslında siz, dünyayı seviyorsunuz ve âhireti bırakıyorsunuz.


Bu iki ayette inkârcıların nasıl akılsızlık yaptıklarına değinilmiştir. Hatırlanacak olursa, inançsızların kıyamet gününü yalanlamalarının arkasındaki asıl sebebin, hayatlarını fücurla geçirmek istemeleri olduğu bildirilmişti. Bu ayetlerde de ebedî ve çok değerli şeylerin geçici ve basit şeyler için göz ardı edildiği gündeme getirilmiş ve bu davranışta bulunanların aldanmış ve akılsız olduğu ima edilmiştir. Buradaki ifadeler farklı üslûpla Kur’an’da iki yerde daha mevcuttur:

18Her kim çarçabuk geçen dünyayı isterse, istediğimiz kimseye, dilediğimiz şeyi çabuklaştırırız. Sonra onun için cehennemi hazırlarız, kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer. (İsra/ 18)


27Sen elçi değilsin” diyenler, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar ve ağır bir günü arkalarına atıyorlar. (İnsan/ 27)


Aslında Kur’an, dünyanın ahirete tercih edilmesi konusu üzerinde çok durmuştur. Bu önemli konuyu sık sık gündeme getiren ayetlerin bir kısmını aşağıda sunuyoruz:

14Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır.
15-17De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Allah'ın koruması altına girmiş; “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi Ateş'in azabından koru!” diyen, sabreden; direnç gösteren, doğru olan, sürekli saygıda duran, Allah yolunda harcamada bulunan ve seherlerde bağışlanma dileyen kişiler için Rablerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır. Ve Allah, kulları en iyi görendir. ( Âl-i Imran/ 14- 17)


33Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah'ın âyetlerini bile bile reddediyorlar.
(En’âm/ 32)

38Ey iman etmiş kişiler! Ne oldu ki size, Allah yolunda savaşa çıkın denildiği zaman yere ağırlaşıp kaldınız/çakılıp kaldınız. Âhiretten cayıp basit dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama âhrettekine göre, bu basit dünya hayatının kazanımı pek azdır. (Tövbe/ 38)


127Ve işte Biz, sınırları aşanları ve Rabbinin âyetlerine inanmayanları böyle cezalandırırız. Ve âhiretin azabı kesinlikle daha şiddetli ve daha süreklidir. (Ta Ha/ 127)


64Ve bu iğreti dünya yaşamı, sadece bir eğlence ve oyundur. Şüphesiz son yurt ise kesinlikle hayatın ta kendisidir. Keşke onlar, bilmiş olsalardı. (Ankebut/ 64)


14-17Arınan, Rabbinin adını anıp da salât eden; mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışan kimse kesinlikle kendini kurtarmıştır. Fakat siz şu basit dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlı kalıcıdır. ( A’lâ/ 14- 17)


Bu konuyla ilgili olarak şu ayetlere de bakılabilir: Zühruf 35, Yusuf 109, Rad 26, İbrahim 3, Nahl 30, 41, İsra 21, A’râf 169, Nisa 77.

22, 23. Ayetler:

22Yüzler var ki, o gün apaydınlıktır; 23Rablerine nazar edicidirler; Rabblerinden nimet beklemektedirler.


22. ve 23. ayetlerde inançlı, 24. ve 25. ayetlerde de inançsız insanların ölüm anları sahnelenmiş olup bu sahneler ahirete değil, dünyaya ait sahnelerdir. Zaten 26-30. ayetlerde bu manzaraların dünyaya ait olduğu iyice netleşmektedir. Dolayısıyla bu sahneler, kıyamet gününün birinci aşaması olan ölüm ile ilgilidir.
22. ayetteki “يومئذ o gün”, yukarıda 13. ayette de belirttiğimiz gibi, “gözün fal taşı gibi açıldığı, Ay’ın tutulduğu, Güneş ve Ay’ın birleştiği ve inançsız insanın ‘kaçacak yer neresi var!’ diye kaçacak delik aradığı gün”dür. Yani ölüm anıdır.
22. ayetteki “ناضرة nâdıratün” sözcüğü, her şeyin tazesi için kullanılır. Parlak yeşil olan maddelere de “احضر ناضر ahdarün nadırın” denir. Bu durumda ayetin anlamı, “yüzler vardır parlaktır, tazeciktir” demek olur ki, bu ifade ile harap olmamış, pörsümemiş, mutluluktan ve sevinçten ışıl ışıl parlayan yüzlerin [kimselerin] varlığı dile getirilmiştir. “Yüzler” ifadesinden, “kimseler”in anlaşılması, ayette “cüz’iyyet mecaz-i mürseli” sanatının kullanılması dolayısıyladır. Yapılan bu sanatla insanların yüzleri zikredilerek kendileri kastedilmiştir. Bilindiği gibi, insanın vesikalık bölümü yüzüdür.
Eski dönemlerde, 23. ayetteki “sadece Rablerine bakıcıdırlar” ifadesinden, bu sahnenin ahirete ait olduğu anlaşılmış ve “نظر nazar” sözcüğünün de anlamı kaydırılarak müminlerin ahirette Allah’ı görecekleri iddia edilmiştir.
Lisanü’l-Arab’a göre “nazar” sözcüğünün anlamı “karşı karşıya gelmek” demektir. Gözle bakılmasa, görülmese de karşı karşıya bulunmak, “nazar” için yeterlidir. Hatta gözleri görmeyenler de “nazar” edebilirler. Buradan hareketle, bir işi göreceği, bitireceği umulan kimsenin ya da makamın karşısında durmaya, göz bebeğini ona yöneltmeye “nazar” denilir olmuştur.
Şu hâlde, Rabbe nazar etmenin, Allah’a gözle bakmakla ve Allah’ı görmekle alâkası yoktur. Dolayısıyla Kelâm ilmindeki “رئيةاللّه Rü’yetüllah [Allah’ın görülmesi]” bahsinin de burada konu edilmesinin bir yararı bulunmamaktadır.
Bu bilgiler ışığı altında ayetlere dönecek olursak, “nazar” sözcüğünün “bir kimsenin karşısında beklemek, kapısı önünde durmak” şeklindeki anlam içeriği dolayısıyla ayetlerden “inançlı insanların ölüm anlarında Rabblerinin huzurunda nimetler umarak, aydınlık yüzlerle bekledikleri, yani Allah’a aydınlık yüzlerle nazar ettikleri” anlamı çıkmaktadır.
İnançlı insanların ölüm anlarındaki mutluluklarını anlatan bu ayetler gibi, onların ahiretteki mutluluklarını anlatan ayetler de mevcuttur. Örneğin:

22-28Şüphesiz ki “Ebrar/iyi adamlar”, elbette, Naim'in içindedirler, tahtlar üzerinde beklenti içindedirler. Yüzlerinde nimetin aydınlığını görürsün. Onlar, mühürlü saf bir içkiden sulanırlar. Ki onun mühürü/ neticesi misktir. Karışımı Tesnim'dendir. Yaklaştırılmışların içecekleri bir pınardandır. –Artık yarışanlar, işte bunda yarışmalıdırlar.– (Muttaffifin/ 22- 28)


Sonuç olarak 22. ve 23. ayetler, yukarıdaki açıklamalar doğrultusunda şöyle takdir edilebilir:
“O gün [ölüm günü] bu dünya ile ilgili hiçbir şeyi dikkate almayan; maldan, mülkten, servetten, makamdan, mevkiden, eşten, dosttan ayrılığı hiçe sayan; sadece ve sadece Rabblerine yönelmiş, O’ndan, geride bırakacaklarından daha iyi nimetler uman; aydınlık yüzlü, mutluluktan uçan, ölümü hiçe sayan, ‘bir an evvel öleyim de geçici dünyadan kurtulup ebediyet yurduna, esas hayatıma varayım, gerçek nimetleri tadayım’ diye bekleyen mutlu, sevinçli insanlar vardır.”

24, 25. Ayetler:

24Ve yüzler de var ki, o gün asıktırlar; 25zannederler ki kendilerine “Belkıran” yapılıyor.

22. ve 23. ayetlerde inançlı insanların, bu ayetlerde de inançsızların ölüm anları anlatılmıştır. İnançsız insanlar mutsuzdurlar. Çünkü yaptıkları ve yapmadıkları derlenip toparlanıp kendilerine gösterilmiştir ve onlar da başlarına ne büyük bir felâketin gelmek üzere olduğunu anlamışlar, bu en büyük felâketi yaşayacaklarından emin olmuşlardır. İşte bu yüzden durumları “Zannederler ki kendilerine belkıran yapılacaktır” ifadesi ile tasvir olunmaktadır.

“فاقرة Fakırah [Belkıran]”:

Bu sözcük aslında “devenin burnunu dağlamakta kullanılan alet”in adıdır. Esmaî’ye göre de “kemiğe değinceye kadar devenin burnunu koparmadan kesmek, sonra da o kesilen yere, sayesinde o devenin güdüleceği bir ağaç parçası yerleştirmek, yani halka takmak” demektir.
Mübered’e göre ise “kişinin belini kıran büyük bir belâ” demektir. Bu sözcüğün esas kaynağı, omurga kemikleri dizisi anlamındaki “الفقرة el fekratü” ve “elfekarat” kelimeleridir.
Lisanü’l-Arab’ın verdiği bilgilere dayanarak “فاقرة fâkırah” sözcüğünün anlamının “kişinin omurga kemiklerini kıran büyük belâ” olduğu söylenebilir. Bu tanımdan, “kişinin özgürlükleri elinden alınarak [burnuna halka takılarak], omurga kemiklerini [belini] kıracak şiddette eziyetlere maruz bırakılması” anlaşılabilir.
Demek oluyor ki, inançsız insan o gün her şeyin bittiğini anlamış, büyük belâya çarptırılacağını, belinin kırılacağını fark ederek suratını asmış, kaşlarını çatmıştır.
Kur’an’da inançsız insanların ahiretteki hâllerini anlatan, bu halleri bir tiyatro sahnesi gibi canlandıran çok sayıda ayet vardır. Bu ayetler herkes tarafından bilindiği için burada örnek vermeye gerek duymuyoruz.

26-30. Ayetler:

26-30Kesinlikle onların düşündüğü gibi değil! Köprücük kemiklerine dayandığı, “Çare bulan kimdir!” denildiği ve can çekişen kişi bunun o ayrılık anı olduğunu anladığı ve bacak bacağa dolaştığı zaman; işte o gün sürülüp götürülmek, sadece Rabbinedir.

26. ayetteki “ كلاّ Kella/ Hayır… Hayır…” ifadesi ile 21. ayette değinilen inançsız insanların “basit, iğreti, gelip geçici dünya nimetlerini ebedî âleme ve nimetlere tercih etme mantığı” reddedilmektedir.
27. ayette geçen “راق râk” sözcüğü, “رقية rukye” sözcüğünden türediği dikkate alındığında “üfürükçü ve muskacı” anlamına gelir ki, Kur’an’ın indiği dönemde bu sözcükle “hekimlik ve eczacılık” kast edilirdi. Sözcüğe bu anlam verilirse, ayetin takdiri şöyle yapılabilir: “Yok mu bu adamı tedavi edecek hekim, şifa verecek ilaç?”
Ancak “الرّقى raky” sözcüğü “terakki” manasına da gelmektedir. Sözcüğün bu anlamı itibara alındığında ise ayet; “Bu kişinin canını alacak, bu sıkıntıdan kurtaracak kimdir, var mı böyle birisi?” şeklinde anlaşılır. Ayete verilecek bu anlam, umutsuz hastalar ve aşırı yaşlılar için Türkçedeki “Allah çektirmese”, “Allah kurtarıverse” gibi umutsuzluk ve çaresizlik belirten ifadelere karşılık gelmektedir.
29. ayette geçen “السّاق sâk” sözcüğünün lügat anlamı “zor iş, müthiş olay” demektir. Bu sözcük genelde lügat anlamıyla kullanılır. Arapçada bacağa “sak” denilmesinin sebebi, vücudun ağırlığını taşıyan organ olmasından ve insanın yaptığı en zor, en ağır işleri onunla yapmasındandır.
“Bacağın bacağa dolaşması” deyimi ise hem Türkçedeki “derbederlik, şaşkınlık ve buna bağlı hâlsizliği; hem takatten düşüp iki ayağı da hareket ettirememeyi; hem iki ayağın birbirinden ayrılmadan birbirine yapışık olarak kalmasını; hem de çırpınırken ayakların birbirine dolaşmasını” ifade etmektedir. Fakat deyim esas olarak “zor işlerin birbirine sarılıp sorunlar yumağı hâline gelmesi, derdin derde eklenmesi” anlamındadır. Bu durumda ayetteki “Bacağın bacağa dolaştığı zaman” ifadesinden; “kişinin dünyadan, dünyanın tatlarından kopup ayrılma ve bir daha dönemeyecek olma sıkıntılarını duyduğu ve bu sıkıntılarının bir araya geldiği zaman” veya “kişinin ailesini, çoluk çocuğunu, tüm sevdiklerini bırakıp gitme sıkıntısı duyduğu ve bu sıkıntının dostlarının üzüntüleri, düşmanlarının veya rakiplerinin de sevinçleriyle birleştiği zaman” anlamları çıkarılabilir. Aslında 26-30. ayetlerin ifade ettiği anlamlarda Türkçeye yerleşmiş pek çok deyim bulmak mümkündür.
Bütün bu anlamlar dikkate alınarak 26-30. ayetlerin takdiri şu şekilde yapılabilir:
“Can ümüğe gelip de kişinin çevresindekiler ‘bunu kim kurtarır, kim tedavi eder’ diye doktor, ilâç arama derdine düşünce; kişi tüm umutların bittiğini kabullenip artık ayrılık vakti olduğunu anlayınca; sıkıntılar üst üste binip de bacak bacağa dolaşınca; işte o gün sevk sadece Allah’adır. Durmak, beklemek başka yere gitmek mümkün değildir. Mecburî istikamet sadece Allah’adır.”
Hatırlanacak olursa, 12. ayette de kaçacak delik arayan imansız kimseye “O gün varıp durmak sadece Rabbinedir / O gün varılıp durulacak yer sadece Rabbinin huzurudur” diye cevap verilmişti.

31, 32. Ayetler:

31Fakat o, ne onayladı, ne destekledi. 32Fakat o, yalanladı ve geri durdu.

31. ayetin başında bulunan “ف fe” bağlantı edatı, bu iki ayetin daha önceki bir cümlenin devamı olduğunu göstermektedir. Bize göre bu ayetler, surenin “O insan kendisinin kemiklerini asla bir araya toplamayacağımızı mı sanıyor?” anlamındaki 3. ayetini teşkil eden cümlenin devamıdır. Araya, ölüm anında çokça pişmanlık duyan günahkâr insanın psikolojik çöküşünü açıklayan, aklı ve mantığı devreye sokarak bu ürpertici projeksiyondan ibret alınmasını sağlayan anlatımlar girmiştir.
Yukarıdaki ayetler, 3. ayetle birlikte mütalâa edildiğinde, bu üç ayet için şöyle bir takdir yapılabilir:
“İşte o, yani kemiklerin bir araya getirilemeyeceğini zanneden insan, din gününü/ahireti doğrulamadı; Mâûn suresinde anlatılan insan gibi, sosyal konularda destekçi de olmadı, hep geri durdu, hep kendi geçici çıkarını ön plânda tuttu.”

33. Ayet:

33Sonra da gerine gerine yakınlarına gitti.

Yani; “İnançlı ve vicdanlı insanın yapmayacağını yaparak, kasıla kasıla, ölmeyecek ve hiç hesap vermeyecek gibi, kendinden emin bir eda ile ehlinin, ailesinin ve arkadaşlarının yanına gitti.”
Bu ayetler, yukarıda söylediğimiz gibi, klâsik kaynakların isim vererek belirlediği bir insanın belirli tavırları üzerine indiğini doğrular mahiyettedir. Ancak o kişinin ismi bildirilmediği için, inançsız insandan sadece o belirli kişiyi değil, aynı davranışı gösteren tüm inançsız insanları anlamak gerekir. Zaten sebebin özel olması da hükmün genel olmasına engel teşkil etmemektedir.


34, 35. Ayetler:

34,35Yıkım çok yakın sana, hem de çok yakın! Yine, yıkım çok yakın sana, hem de çok yakın!

Bu ayetlerdeki ifadeler, Türkçedeki “Görürsün sen, görürsün!”, “Yazıklar olsun sana!”, “Sana belâ gerek, belâ!” ifadeleri gibi tehdit ifadeleridir. Önceki ayetleri de dikkate alarak bu ayetler şu şekilde takdir edilebilir:
“Sen yakında belânı bulacaksın. Ölüm gelince gerçeği anlayacaksın, pişman olacaksın ve kaçacak delik arayacaksın. Çevrendekiler ölmemen için doktor arayacaklar, ilâç arayacaklar, ya da ‘şundan biran evvel kurtulsak’ diyecekler. Ama gidiş sadece Rabbinedir, sevk sadece Rabbinedir!”

36. Ayet:

36Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır?


Bu ayet, o inançsız insanın kendini bu dünyada yükümlü tutulmayan, herhangi bir vazife emredilmeyen, yasak konulmayan ve ahirette yaptıkları için hesap vermesi gerekmeyen, başıboş, manasız bir varlık sanmaması gerektiğine işaret etmektedir.
Ayette geçen “سدى südâ” sözcüğünün anlamı “ihmal edilmiş, dikkate alınmamış, başıboş bırakılmış” demektir. Bu sözcük genellikle sahipsiz, arazide başıboş dolaşan, istediği yerden istediğini yiyen ve kimsenin etinden, sütünden ve gücünden istifade etmediği deve için kullanılır. Lisanü’l-Arab’taki açıklamalar dikkate alınarak ayetten şu anlam çıkarılabilir:
“O inançsız insan herhangi bir yükümlülüğünün olmadığını, yaratıcının kendisini başıboş deve gibi canının istediği yerden istediğini yesin diye yarattığını, kendisine verilen akıl ve zekâdan sorulmayacağını mı sanıyor? O deve değildir. Onda devede olmayan donanım vardır. Bu donanım dünya için değil ahiret yurdu içindir. O başıboş bırakılmayacaktır; istese de istemese de ahiret yurduna götürülecektir.”
Kıyamet suresinde “insanın başıboş bir yaratık olmadığı ve sürekli kontrol altında tutulduğu” şeklinde tek bir soru cümlesiyle yapılan bu uyarı, Kur’an’ın değişik yerlerinde detay verilmek suretiyle tekrarlanmıştır:

1-4Bilginler ve Târık; delip geçen Kur’ân âyetleri grubu tanıktır ki, kesinlikle her benliğini tamamlamış varlığın üzerinde birtakım koruyucular vardır.
(Tarık/ 1- 4)

115Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız? (Müminun/ 115)


178Allah'ın ilâhlığını rabliğini tanımayan şu kimseler, şüphesiz Bizim kendilerine süre tanıyışımızın, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Şüphesiz Biz, onlara daha çok günaha girsinler diye süre tanıyoruz. Ve onlar için alçaltıcı bir azap vardır. (Âl-i Imran/ 178)


4-6Yoksa kötülük yapanlar, Bizi öne geçebileceklerini/ Bizden kaçabileceklerini mi sanıyorlar? İlke olarak benimsedikleri şey, ne kötüdür! Kim Allah'a kavuşmayı umuyorsa, hiç şüphesiz ki Allah'ın belirlediği zaman kesinlikle gelicidir. Ve O, en iyi duyandır, en iyi bilendir. Ve kim gayret gösterirse, ancak kendisi için gayret gösterir. Şüphesiz Allah, kesinlikle âlemlerden zengindir.
( Ankebut/ 4-6)

Bu konu ile ilgili şu ayetlere de bakılabilir: Casiye 21, Kehf 102, Ankebut 2, 4, Muhammed 29, Tövbe 16.


37-39. Ayetler:

37O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi? 38Sonra bir embriyon idi de sonra onu oluşturmuş, sonra da düzene koymuştur; 39ki ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir.

1. ve 2. ayetlerde “Kıyamet gününe kanıt gösteriyorum!” ve “O çok kınayan nefse de kanıt gösteriyorum!” ifadeleriyle işaret edilen kanıtlar, bu ayetlerle anlatılanlardır. Bu üç ayetteki kanıtlar, Rabbimizin mucizelerinden başka şeyler değildir. Rabbimiz bu üç ayette bildirdiği mucizelerini hem 1. ve 2. ayetlerde bahsettiği “kıyamete” ve “çok kınayan nefse”, hem de 40. ayette sözünü ettiği kendindeki “ölüleri diriltecek güç”e kanıt göstermektedir.
Rabbimiz tarafından kanıt gösterilmiş olan bu biyolojik mucizelerin müminler tarafından iyice araştırılıp öğrenilmesi gerekmektedir. Bu mucizelerin kendilerinden çok inançsızlara lâzım olduğunu düşünen inançlı insanların, bunları öğrenip anlatmak suretiyle inançsızları da inanmaya yönlendirmeleri gerekmektedir. Bu gereklilik, “hakkı tavsiye etmek” bağlamında ele alınması ve asla ihmal edilmemesi gereken dinî bir görevdir.
İnsanın yaratılışı ile ilgili biyolojik mucizelerden ikisi, “meni” ve “nutfe ile alak”tır. Bunlarla ilgili olarak Necm ve Alak surelerinin tahlillerinde bir miktar açıklama yapılmıştı.
Nutfe, Alak, Embriyonun evreleri ile ilgili bilimsel araştırmalar tetkik edilerek Kur’an’ın mucizeliğine şahit oluna bilinir.


40. Ayet:

40Peki, bütün bunları yapan, ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir?

Bu soru sadece inançsızlara değil, akıllı olan her insana yöneltilmiş bir sorudur. Çıkarlarının kölesi olmamış akıllı insanların bu soruya verecekleri cevap “Evet, tüm bunları yapan, ölüleri de diriltir!” sözlerinden başka bir şey olamaz.
Bu soru insanlara sadece bu ayette değil, bu soruya cevap olabilecek açıklamalarla birlikte birçok ayette daha işlenmiştir:

15Peki, Biz, ilk oluşturmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni bir oluşturuluştan kuşku içindedirler. (Kaf/ 15)

57Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.(Mü’min/57)



5Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, bilin ki ne olduğunuzu size ortaya koymak için, şüphesiz Biz, sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra bir embriyondan, sonra yapısı belli belirsiz bir et parçasından oluşturmuşuzdur. Ve Biz, dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız. Sonra sizi bir çocuk olarak, sonra da olgunluk çağına erişmeniz için çıkartırız. Bununla beraber kiminiz geçmişte yaptıkları ve yapması gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırılır/öldürülür. Kiminiz de önceki bilgisinden sonra, hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en rezil zamanına ulaştırılır. Bir de yeryüzünü görürsün ki sönmüştür; sonra Biz, onun üzerine su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her güzel çiftten bitkiler bitirir.
6İşte bu, şüphesiz ki Allah'ın hak olması, şüphesiz sadece O'nun, ölüleri diriltmesi ve şüphesiz sadece O'nun her şeye en iyi güç yetiren olması nedeniyledir.
7Kıyâmet ise şüphesiz gelicidir. Kesinlikle onda şüphe yoktur. Ve şüphesiz ki Allah, kabirlerde olan kimseleri diriltecektir. (Hacc/ 5-7)


Hacc süresinin 5-7. ayetlerindeki konular, Müminun suresinin 12-16. ayetleri ile Fussılet suresinin 39. ayetinde de aynen geçmektedir.

5Onun için insan neden oluşturulmuş olduğuna bir baksın; 6,7omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkan, atıcı bir sudan; “östrojen” ve “testosteron”dan başlanarak oluşturuldu.
8,9Şüphe yok ki o Yaratıcı, bütün sırların meydana çıkarıldığı gün, onun geri döndürülmesine güç yetirendir. 10Artık onun için ne herhangi bir güç vardır, ne de herhangi bir yardımcı. (Tarık/ 5-9)


33Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü oluşturan ve onları oluşturmakla yorulmamış olan Allah'ın ölüleri diriltmeye de güç yetiren olduğunu görmediler mi/ düşünemediler mi? Evet şüphesiz ki, O, her şeye gücü yetendir.
(Ahkâf/ 33)

97,98Ve Allah kime kılavuz olursa, işte o doğru yolu bulmuş olandır. Kimi de saptırırsa, artık bunlar için Allah'ın astlarından hiçbir yardımcı, koruyucu, yol gösterici yakın kimse bulamazsın. Ve Biz, onları kıyâmet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları hâlde, yüzleri üstü toplayacağız. Onların varacakları yer cehennemdir. Ne zaman ki cehennem dindi, onlara ateşi arttırırız. İşte bu, onların, âyetlerimizi/ alâmetlerimizi/ göstergelerimizi örtbas etmiş olmaları ve “Bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, biz yeni bir oluşturuluşla kesinlikle diriltilmiş mi olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır.
99Onlar, gökleri ve yeri oluşturan Allah'ın, kendilerinin aynı olan insanları oluşturmaya da güç yetiren olduğunu ve onlar için şüphe edilmeyen bir süre sonu belirlemiş olduğunu da görmediler mi? İşte bu şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, gerçeği örtmeden başka şeyden kaçındılar/ hep gerçekleri örtmeye yöneldiler. (İsra/ 97- 99)


Allah’ın gökyüzü ve yeryüzünü yaratmış olmasını, Kendisinin, öldükten sonra diriltmeye kadir olduğuna kanıt göstermektir. Rabbimiz surenin baş kısımlarında Kendisinin göklerin ve yeryüzünün yaratıcısı olduğunu bildirmişti. Gökleri ve yeri yaratmanın öldükten sonra insanı yeniden hayata döndürmekten daha zor ve daha büyük bir iş olduğu herkesçe kabul edilir. Bundan hareketle, “Öyleyse, en zor ve en mükemmele güç yetiren, daha kolay ve daha azına güç yetirmez mi?” mesajı verilerek insanlar düşünmeye davet edilmektedir.



260Bir zamanlar İbrâhîm de, “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Allah, “İnanmadın mı ki?” dedi. İbrâhîm, “İnandım, fakat kalbim tüm soru işaretlerini gidererek rahata kavuşsun diye” dedi. Allah, “Hemen kuşlardan dördünü tut da onları kendine alıştır. Sonra her dağın üzerine onlardan bir parça bırak. Sonra da kuşları çağır, koşa koşa sana gelecekler. Ve bil ki, Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır” dedi. (Bakara/ 260)


Görüldüğü gibi, konuya son örnek olarak verdiğimiz Bakara 260. ayet, Allah’ın ölüleri diriltebileceğinin bilfiil ispatı durumundadır. Bu ayette, İbrahim peygamberin kuşları kendine ısındırırken kendisi ile kuşlar arasında oluşacak bağa işaret edilmiş ve bu bağ Allah’ın ölüleri nasıl dirilteceği ile ilişkilendirilmiştir. Buna göre; İbrahim peygamber ile kuşlar arasında oluşan bağ nasıl kuşların İbrahim peygamberin kontrolüne girip ona dönmelerini sağlıyorsa, Allah ile canlı ve cansız varlıklar arasında oluşturulmuş bağlar da her şeyin Allah’a dönmesini sağlamakta, bunun için Allah’ın “ol!” demesi yeterli olmaktadır.
Bakara suresinin 260. ayeti hakkında, ilk dönem tefsircilerinin adıyla ortaya atılmış bir takım gerçek dışı rivayetler ve açıklamalar mevcuttur. Bu anlatılarda, kuşlar parçalanıp etleri karıştırılmakta ve bu etler muhtelif dağlara lokma lokma dağıtılmaktadır. Daha sonra ise parçalanıp etleri dağlara dağıtılmış bu kuşlar İbrahim (as)’in çağrısıyla canlanarak koşup ona doğru gelmektedir. Ne var ki, bu uzun anlatıların hiç biri de ayetin cümle yapısına uymamaktadır.
Sonuç olarak; Allah’ın yukarıda anlatılan mucizelerini tanımış akıllı bir insanın “Peki, [bütün bunları yapan] o, ölüleri diriltmeye kadir değil midir?” anlamındaki 40. ayete aşağıdakinden başka bir cevap vermesi beklenemez:
“ سبحانك بلى Sübhaneke belâ! [Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, elbette Kadir’sin.”

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

1Ana britanica; cilt: 16, s:275)
2[Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; et-Tehanevî, Keşşafu Istılahati’l-Fünun, 1998 II. 222; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 174]
3Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 178]
4[Cürcanî, et-Ta’rifat, s: 243; et-Tehanevî, Keşşaf-u Istılahati’l Fünun, 1998 II. 222; Ebu Hizam, Mu’cemu Mustalahati’s Sofiye, s: 174]
5(Lisanü’l-Arap, cilt 6, s: 148, “uzr” mad.)
6(Lisanü’l-Arap cilt 6, s: 148 “uzr” mad.)
7Buharî, Tefsîr, Kıyâmet 1, 2; Bed’ü’l-Vahy 4; Fedailu’l-Kur’an 28; Tevhid 43; Müslim, Salât 147, [448]; Tirmizî, Tefsir, Kıyamet, [3326]; Nesâî, Salât 37, [2, 149, 159])
8(İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/364)
(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
9(Lisanü’l Arab, “n d r” mad. )
10(Lisanü’l Arab, “n z r” mad. )
11[Lisanü’l-Arab, c: 7, s:141, “fakr” mad.]
12(Lisanü’l-Arab, c: 4, s: 752, “sevk” mad.)
13(Lisanü’l-Arab, c: 4, s; 542 “südâ” mad.)

Konu dost1 tarafından (13. January 2014 Saat 09:42 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla