Konu: Ra'd Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 11:34 PM   #3
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Bunlar dışında hayvan fizyolojisinde öyle müthiş, öyle şaşırtıcı düzenlemeler var ki, pek az insan bunların farkındadır. Ama eğer bu düzenlemeler olmasaydı, hiç bir hayvan, hatta hiç bir bitki varlığını sürdüremezdi.

Görülüyor ki, insan bilgisi gün geçtikçe yüce Allah'ın yaratıklarına ilişkin tasarlayıcılığının hayret verici yeni bir belirtisini, evrene ilişkin ince bir düzenlemesini keşfediyor; böylece O'nun sevgili “kul”una indirdiği Kur’ân'da yer alan, O her şeyi yaratmış ve bir ön-tasarıya göre düzenlemiştir şeklindeki buyruğunun her gün yeni bir anlamını kavramaktadır.[4]

8. âyetteki, Ve rahimler neyi eksiltir ve neyi artırır bilir ifadesiyle, Allah'ın, ana rahmine yerleşmiş olan nutfenin aşama aşama tüm gelişimini, oluşan organ ve fonksiyonlarda neyin artıp eksildiğini bildiği beyân buyurulmaktadır.

11. âyette ilk önce, Onun [her kişi] için, iki elinin arasından ve arkasından –Allah'ın işinden olarak– onu gözetip koruyan izleyiciler vardır buyurularak, Allah'ın insanların tüm davranışlarını bildiği, kaydettiği uyarısı yapılmıştır.

Onun sağından ve solundan oturmuş [yerleşik] iki tesbitçi tesbit edip dururken, o [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/17-18)

Daha sonra da, Gerçekte, bir halk, kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allah hiçbir şeyi değiştirmez. Ve Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onun geri çevrilmesi söz konusu değildir. Onlar için O'nun astlarından bir velî [yardım eden, koruyan, yol gösteren] de yoktur buyurularak sosyal bir olguya dikkat çekilmiştir:

Bu, şüphesiz bir kavim [toplum], kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah'ın, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı ve şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir. (Enfâl/53)

Âyetteki, Bu, şüphesiz bir kavim [toplum], kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah'ın, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici olmayışı, şüphesiz Allah'ın en iyi işiten, en iyi bilen olması nedeniyledir ifadesinden anlaşılıyor ki, siyasî, iktisadî ve ahlâkî bozulmaların neticesinde toplumların cezalandırılmasının nedeni, toplumun fertleridir. Zira sünnetullah, beşerî değişimin ilâhî değiştirmeye sebep olacağı şeklinde câri olmaktadır.

Âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre, insanların zaman zaman maruz kaldıkları cezalandırma amaçlı musibetler, felaketler, zâlim yöneticiler durduk yerde ortaya çıkmıyor. Bilakis bunlar, insanların kendi yanlış tutum ve davranışları neticesinde meydana geliyor. Yaşanan zillet, esaret, mustaz‘aflık, yoksulluk, o toplumun hayat biçiminin sapıklığa, boş vermişliğe ve bozgunculuğa dönüşmüş olması sebebiyledir. Bu, her zaman ve mekânda siyasî, iktisadî, ictimaî ve askerî açıdan olabilir.

Bunu salâtın ikâmesi ve salâtın zayiini konu alan âyetler ile somut olarak gösterebiliriz:

Sen, sana kitaptan vahyedileni oku/izle ve salâtı [eğitimi, öğretimi, sosyal destek kurumlarını] ikâme et [oluştur, ayakta tut]. Muhakkak ki salât [eğitim, öğretim, sosyal destek kurumları], fahşadan ve kötülükten alıkoyar. Ve Allah'ın anılması, elbette daha büyüktür. Ve Allah, yapıp ürettiğiniz şeyleri bilir. (Ankebût/45)

Sonra onların ardından half [kötü bir nesil] geldi ki, salâtı [sosyal desteği] kaybettiler [hayatlarından çıkarıp attılar]. Ve şehvetlerine uydular. Bundan dolayı tevbe eden ve iman eden ve sâlihi işleyenler hariç onlar azgınlıklarının cezasıyla karşılaşacaklardır. İşte bunlar [tevbe eden, iman eden ve sâlihi işleyenler] cennete; Rahmân'ın kullarına görmedikleri hâlde vaat ettiği adn cennetlerine girecekler ve hiçbir şeyce hakksızlığa uğratılmayacaklardır. Şüphesiz O'nun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. (Meryem/59-61)

Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; en zorlu bedbahtları görevi kabul edip gittiği zaman, Allah'ın elçisi onlara demişti ki: “Allah'ın devesi!” ve “Onun su içmesi!” Fakat onlar, onu yalanladılar, deveyi de inciklerini kesip öldürdüler. Rabb'leri de günahları dolayısıyla onları düzleyiverdi [yerle bir etti]. Ve o bunun sonucundan korkmayarak. (Şems/11-15)

Ve eğer hakk onların tutkularına uysaydı, kesinlikle gökler, yeryüzü ve bunlarda bulunan kimseler bozulup giderdi. Aslında Biz onların şanını/öğütlerini getirdik; sonra da onlar, kendi şanlarından/öğütlerinden yüz çevirenlerdir. (Mü’minûn/71)

Toplumun değişimi iyi yönde oluşacak, hakktan yana değişim gösterecek olursa, Allah da iyilik-güzellik halk edecektir:

Ve eğer o kentlerin halkı inansalardı ve takvâ sahibi olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık. Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları kazanmakta oldukları şeyler sebebiyle [yaptıklarına karşılık] yakalayıverdik. (A‘râf/96)

Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve takvâ sahibi olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık. Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i, ve kendilerine Rabb'lerinden indirileni [Kur’ân'ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! (Mâide/65-66)

Ve onlar eğer inansalardı ve takvâlı olsalardı, kesinlikle Allah'tan bir ödül, daha iyi olacaktı. Keşke biliyor olsalardı! (Bakara/103)

12. O, size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren ve o yağmur yüklü bulutları ortaya çıkarandır.

13. Gök gürültüsü, O'nun övgüsüyle birlikte, melekler de O'nun korkusundan dolayı O'nu tesbih ederler. Ve O, yıldırımlar gönderir de onunla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücâdele edip duruyorlar. Oysa O [Allah], çarpması pek çetin olandır.

Bu âyetlerde de insanoğlunun yakından tanıdığı, ilgiyle izlediği gökyüzü olaylarına değinilerek onların Allah ile olan ilişkileri, özellikle de gök gürültüsü ve yıldırımın Allah'ı tesbih ettiğine dikkat çekilmiştir. “Allah'ın her türlü noksanlıklardan arınık ve tüm kemal sıfatlarıyla donanmış olduğunun haykırılışı” demek olan tesbih ile burada, gök gürültüsü ve yıldırımın tesadüfler sonucu olan bilinçsiz olgular olmayıp, bir plân ve programa dayalı olarak meydana geldiği ve bu programın sahibinin de Allah olduğuna işaret edilmiştir. Doğadaki bu olay; buharlaşan suların bulutları oluşturması, bulutların rüzgârlar vasıtasıyla belirli yerlere taşınması, yağmur yağması, gök gürültüsü ve yıldırımın oluşması, ancak Allah'ın eseridir. Allah'tan başka bunu yapabilecek bir güç, söz konusu bile olamaz.

Sadece gök gürültüsü değil, evrendeki her varlık Allah'ı tesbih eder:

Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar Allah'ı tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, halîmdir, çok bağışlayandır. (İsrâ/44)

Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların, arıların, bulutların, boranların] Allah'ı tesbih ettiklerini görmedin mi? Hepsi kendi tesbihini ve salâtını mutlaka bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını en iyi bilendir. (Nûr/41)

Ve ayrıca Hadîd/2; Haşr/1, 24; Saff/1; Cuma/1; Teğâbün/1; Zümer/75; Mü’min/7; Fussilet/39 ve Şûrâ/5. âyetlere de bakılabilir.

14. Gerçeğin daveti yalnızca O'nadır. Onların [müşriklerin], O'nun astlarından yalvarıp durdukları kimseler; onlar, kendilerine hiçbir şeyle cevap veremezler. Onlar, ancak ağzına gelmemesine rağmen ağzına su gelsin diye iki avucunu açan gibidir. Ve kâfirlerin duası sadece bir sapıklık içindedir.

15. Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri, ister-istemez sabah-akşam [sürekli olarak] yalnızca Allah'a secde ederler.

Bu âyetlerde de müşrikler uyarılmaya devam edilmekte, kâfirlerin yanlış ve çarpık durumları değerlendirilmektedir. Yukarıda varlıkların tesbihi konu edilmişti, şimdi ise varlıkların secdesi, ilâhî sisteme teslimiyetleri konu edilmektedir. Gölgelerin secde etmesi de, onların ilâhî sisteme boyun eğmeleridir. Bu hususa başka âyetlerde de dikkat çekilmişti:

Sonra duman hâlinde bulunan göğe yerleşti/egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de, “Biz isteyerek geldik” dediler. (Fussilet/11)

Onlar, Allah'ın yarattığı, gölgeleri Allah'a boyun eğerek, küçülenlerin ta kendisi olarak sağdan sola dönen birtakım şeyleri görmediler mi? (Nahl/48)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, o yalvardığınız kişiler kaybolup giderler. O, müstesna [kaybolmaz]. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan çok nankördür! (İsrâ/67)

16. De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah'tır”. De ki: “Allah'ın astlarından o kendi kendilerine fayda ve zarar vermeye gücü olmayanları velîler mi ediniyorsunuz?” De ki: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?” Ya da Allah'a, O'nun gibi yaratan birtakım ortaklar buldular da, bu yaratış kendilerince birbirine benzer mi göründü? De ki: “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Ve O, birdir, kahhar'dır [her şeye üstün ve kahredicidir].”

17. O [Allah], gökten bir su indirdi de vâdiler, kendi ölçüsünde sel olup aktılar. Sonra da sel, suyun yüzüne çıkan bir köpük yüklendi. Bir zînet eşyası veya bir yarar sağlamak için, ateşte erittiklerinin üzerinde de benzeri bir köpük vardır –Allah, hakk ve bâtılı böyle örnekler–, sonra köpük atılır gider, insanlara faydası olan ise yerde kalır. İşte böyle Allah örnekleri verir.

Burada, çevredeki onca âyete dikkat çekilip müşriklerin densizliği ortaya konulduktan sonra kendilerine şu sualler sorulmuştur:

• Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?

• Allah'ın astlarından o kendi kendilerine fayda ve zarar vermeye gücü olmayanları velîler mi ediniyorsunuz?

• Hiç kör ile gören bir olur mu?

• Hiç karanlıklarla aydınlık bir olur mu?

• Allah'a, O'nun gibi yaratan birtakım ortaklar buldular da, bu yaratış kendilerince birbirine benzer mi göründü?

Bu sorulara, Allah'ın, Elçisi'nin ağzından verdiği cevaplar, müşriklerin de itiraz edemeyecekleri cevaplardır. Zira birçok âyette [Ankebût/43, Lokmân/25, Yûnus/31, Mü’minûn/84-86, Zuhruf/9, 87] bildirildiği üzere müşrikler Allah'ı kabul etmektedir, fakat Allah'ın rabbliğini, evrene ve insana müdahalesini kabullenmemektedirler. Onların rabbleri, şirk koştukları kişi ve nesnelerdir.

Bu cevaptan sonra onlara uyarı amaçlı örnekleme yapılmaktadır: O [Allah], gökten bir su indirdi de vâdiler kendi ölçüsünde sel olup aktılar. Sonra da sel, suyun yüzüne çıkan bir köpük yüklendi. Bir zînet eşyası veya bir yarar sağlamak için ateşte erittiklerinin üzerinde de benzeri bir köpük vardır –Allah, hakk ve bâtılı böyle örnekler–, sonra köpük atılır gider, insanlara faydası olan ise yerde kalır. İşte böyle Allah örnekleri verir.

İşte bu âyetlerde bunların akılsızlıkları kınanmakta yaptıklarının; düşünce sistemlerinin ve ideolojilerinin işe yaramaz köpük ve cüruftan başka bir şey olmadığı, şartlar normale döndüğünde onların yok olup gittiği, sadece gerçek olanın meydanda kaldığı beyân edilmektedir. Böylece, Allah'ı bir yana bırakarak, Allah'ın astından âciz, kendilerine bile bir yarar sağlama ya da bir zararı defetme gücüne sahip olmayan düzmece ilâhları kendilerine velî [yardımcı, koruyucu] edinenler kınanmaktadır.

Bâtıl gidicidir:

Ve de ki: “Hakk geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl yok olup gider.” (İsrâ/81)

Ve Biz göğü, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri, oyun oynayanlar olarak yaratmadık. Eğer Biz, bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu Kendi katımızdan edinirdik; eğer Biz yapanlar olsaydık. Bilakis Biz hakkı bâtılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [bâtıl], yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun! Göklerde ve yeryüzünde olan kimseler de yalnızca O'nundur. O'nun katında olan kimseler de O'nun kulluğundan büyüklenmezler ve usanmazlar, gece-gündüz ara vermeyerek tesbih ederler. (Enbiyâ/16-20)

De ki: “Ey insanlar! Eğer benim dinimden “şekk”te idiyseniz [benim dinimin ne olduğunu kesin ve tam olarak bilmiyorduysanız], iyi bilin ki, Allah'ın astlarından sizin taptıklarınıza ben tapmam. Velâkin sizin canınızı alacak olana [Allah'a] taparım. Ve ben mü’minlerden olmamla ve ‘yüzünü [tüm benliğini] hanif olarak [şirkten, küfürden hakk'a dönen biri olarak] din'e döndür ve sakın müşriklerden olma! ve Allah'ın astlarından sana fayda vermeyen, zararı da dokunmayacak olan şeylere yalvarma! Buna rağmen eğer yaparsan, o zaman hiç şüphesiz sen zâlimlerden olursun’ diye emrolundum.” (Yûnus/104-106)

O [İbrâhîm], “O hâlde, Allah'ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah'ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi. (Enbiyâ/66-67)

De ki: “Allah'ın astlarından bize yarar sağlamayan ve zarar vermeyen şeylere mi yakaralım? Ve Allah bizi doğru yola ilettikten sonra, kendisinin ‘Bize gel’ diye doğruya ve güzele çağıran arkadaşları varken şeytânların kendisini ayartıp yeryüzünde şaşkın dolaşır hâle getirdiği kimseler gibi gerisin geri mi döndürülelim?” De ki: “Şüphesiz Allah'ın doğru yolu, gerçek doğru yolun ta kendisidir. Ve biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla ve ‘Salâtı ikâme ediniz ve O'na takvâlı olunuz’ diye emrolunduk. Ve O [Allah], sadece Kendisine toplanacağımız kimsedir.” (En‘âm/71-72)

İnsanlardan kimi de Allah'a belirsiz bir taraf üzerinde ibâdet eder. O nedenle eğer kendisine bir iyilik gelirse onunla mutmain olur. Ve eğer kendisine bir fitne gelirse yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı da âhireti de kaybetti. İşte bu, apaçık kaybın ta kendisidir. O, Allah'ın astlarından kendine zarar ve menfaat veremeyecek şeylere yalvarır. İşte bu, çok uzak sapıklığın ta kendisidir. O, zararı faydasından daha yakın olana yalvarıyor. O [yalvardığı şey] ne kötü mevlâ [yardımcı, koruyucu] ve ne kötü yoldaştır! (Hacc/11-13)

De ki: “Allah'ın astlarından sizin için zarar ve fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi kulluk ediyorsunuz? Oysa Allah, çok iyi işitendir, çok iyi bilendir.” (Mâide/76)

18. Rabb'lerine uyanlar için “en güzel” vardır. O'na uymayanlar ise, yeryüzünde bulunan ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha kendilerinin olsa, onu kurtuluş fidyesi olarak verirlerdi. İşte onlar, hesabın kötüsü kendileri için olanlardır. Varacakları yer de cehennemdir. Orası da ne fena yataktır!

Bu âyette önce Allah'ın evrendeki âyetlerini tanıyan ve Kur’ân'daki âyetlere uyan kimseler için “en güzel” olduğu açıklanmıştır, ki en güzel ifadesiyle, “cennet ve Allah'ın vereceği ödüller” kastedilmiştir:

Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de “en güzel” ile ödüllendirmesi için. (Necm/31)

Güzellik yapan kişiler için daha güzeli ve fazlası vardır. Yüzlerine kara bulaşmaz, zillet de. İşte bunlar cennet ashâbıdırlar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Kötülük kazanmış olan kimseler de; kötülüğün cezası, bir misli iledir. Ve onları bir zillet kaplar. Onlar için Allah'tan, hiçbir koruyucu yoktur. Sanki onların yüzleri karanlık gecelerden bir parçaya bürünmüş gibidir. İşte onlar ateşin ashâbıdırlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır. (Yûnus/26-27)

Kim iyilik, güzellik getirirse, onun için ondan [getirdiğinden] daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır. (Neml/89)

Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar(daki hakkların)dan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. (Âl-i İmrân/134)

Ve Bizim yolumuzda cihat eden kimseleri kesinlikle Kendi yollarımıza kılavuzlayacağız. Ve şüphesiz Allah muhsinlerle [iyilik, güzellik üretenlerle] beraberdir. (Ankebût/69)

Âyetin son bölümünde kâfirlere de hesabın en kötüsünün olacağı ve onların, yeryüzünde bulunanların tümü ve onunla birlikte bir misli daha kendilerinin olsa, onu kurtuluş fidyesi olarak verecekleri, ama kendilerinden kabul edilmeyeceği, varacakları yerin –yerlerin en kötüsü olan– cehennem olacağı bildiriliyor ve böylece onların korkup akıllarını başlarına almaları sağlanmak isteniyor:

Şüphesiz ki şu inkâr etmiş ve inkârcı oldukları hâlde de ölen kişilerin hiç birinden, yeryüzü dolusu altın –onu fidye verseler bile– asla kabul edilmeyecektir. İşte onlar, dayanılmaz azap kendileri için olanlardır. Onlar için yardımcılardan da yoktur. (Âl-i İmrân/91)

Ve “O [azap] gerçek mi?” diye senden haber almak istiyorlar. De ki: “Evet. Rabbime andolsun ki o, kesinlikle bir gerçektir. Ve siz âciz bırakanlar değilsiniz.” Ve eğer ki, zulüm yapmış olan herkes yeryüzünde ne varsa kendisinin olsa onu feda ederdi [kurtulmalık verirdi]. Ve onlar azabı görünce pişmanlık duyardı. Ve aralarında adalet gerçekleştirildi. Ve onlar hakksızlığa uğramazlar. (Yûnus/53-54)

Ve eğer bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı da o zulmeden kişilerin olsaydı, kıyâmet günü azabın kötülüğünden kurtulmak için onu mutlaka kurtulmalık verirlerdi. Ve onların hiç hesaba katmadıkları şeyler, Allah tarafından onlar için meydana çıkar. Ve kazandıklarının kötülükleri onlar için meydana çıkmış ve kendisiyle alay edip durdukları şeyler, kendilerini çepeçevre sarmıştır. (Zümer/47-48)

Şüphesiz, küfretmiş olan şu kimseler; bütün yeryüzündekiler ve onunla birlikte bir o kadarı daha, kıyâmet gününün azabından kurtulmalık vermek için kendilerinin olsa, onlardan kabul edilmez. Ve onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlar, ateş'ten çıkmak isterler. Ama oradan çıkanlar değillerdir. Ve onlar için devamlı bir azap vardır. (Mâide/36-37)

Onlara, “Biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler. Onlar [mü’minler], “Evet ama, siz kendi canlarınızı ateşe attınız, gözlediniz, kuşkuya düştünüz ve kuruntular sizi aldattı. Nihâyet Allah'ın emri gelip çattı. O çok aldatan da sizi Allah ile aldattı. Bugün artık sizden fidye alınmaz, kâfirlerden de. Sizin varacağınız yer ateştir. O, size yaraşandır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hadîd/14-15)

19-24. Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren, Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”

25. Allah'ın ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozan ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri koparan ve yeryüzünde fesat çıkaran kimseler; işte onlar, lanet kendileri için olanlardır. Yurdun kötüsü de onlar içindir.

26. Ve Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir de ölçülendirir de. Onlar ise basit hayat ile ferahladılar. Oysa basit hayat, âhirette sadece bir kazanımdır.

Bu âyetlerde müşrikler akıllarını kullanmaya çağrılmaktadır. Çünkü onlar çıkarlarını ön plânda tuttuklarından başlarına gelecekleri hesaba katmamaktadırlar. İslâm dininin temel prensiplerinden bir çoğu yer aldığı bu âyet grubunda, mü’min görene, kâfir ise köre benzetilerek, Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? buyurulmuştur; ki bu ikisinin bir olmadığı, olamayacağı herkesçe bilinmektedir. Aynı durum, başka bir âyette de şöyle ifade edilmektedir:

Ya da o, gece saatlerinde kalkan, secde ederek, kıyam durarak, daima saygıda duran ve Rabbinin rahmetini uman kimse, (öyle yapmayan gibi midir)? De ki: “Hiç bilen kimseler ve bilmeyen kimseler eşit olur mu?” Kesinlikle sadece temiz akıl sahibi olanlar öğüt alırlar/gereği gibi düşünürler. (Zümer/9)

Bu açıklamadan sonra, kavrama yetenekleri olan kişilerin, yani gerçek akıllıların nitelikleri sayılmıştır. Şöyle ki:

• Allah'ın ahdini yerine getiren,

• Antlaşmayı bozmayan,

• Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren,

• Rabb'lerine haşyet duyan,

• Hesabın kötülüğünden korkan,

• Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabreden,

• Salâtı ikâme eden,

• Kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak eden,

• Çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran.

Bunlar, Rasûlullah ile birlikte olma lütfuna eren kimselerin bir çoğunun sahip olduğu niteliklerdir, ki bu niteliklere sahip olmayan kimsenin gerçek bir mü’min olduğu söylenemez.

Bu nitelemeden sonra da, İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” buyurularak, bu niteliklere sahip olanlar müjdelenmiş; ardından da, Allah'ın ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozan ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri koparan ve yeryüzünde fesat çıkaran kimseler; işte onlar, lanet kendileri için olanlardır. Yurdun kötüsü de onlar içindir buyurularak, Allah'a karşı gelenler tehdit edilmiştir. Sonra da, Ve Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir de ölçülendirir de. Onlar ise basit hayat ile ferahladılar. Oysa basit hayat, âhirette sadece bir kazanımdır buyurularak, inançsızların dünyadaki değersiz, geçici şeylerle kendilerini aldattıkları beyân edilmiştir.

Burada Allah'ın ahdi ve buna riâyet önplanda tutulmuştur, ki buna birçok yerde dikkat çekilmişti. Bu hususa dair Nahl sûresi'ndeki pasajı burada da veriyoruz:

Ve sözleşme yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminlerinizi [sözleşmelerinizi] sağlama aldıktan ve Allah'ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediğiniz şeyleri bilir. Bir ümmet, diğer bir ümmetten daha çoktur diye, yeminlerinizi aranızda aldatma aracı edinerek, ipliğini sağlamca eğirdikten sonra onu söküp bozan kişi [kadın] gibi de olmayın. Şüphesiz Allah, sizi bununla sınıyor. Hakkında ihtilaf ettiğiniz şeyleri kıyâmet günü size kesinlikle açıklayacaktır. (Nahl/91-82)

Bu âyetlerde, toplumsal yaşamın düzgün yürümesi için hayatî öneme sahip bir ahlâk kuralı konularak, bu ahlâkî kurala uygun davranıp davranmamanın mü’minler için bir sınama olacağı bildirilmektedir. Sözü edilen ahlâk kuralı, toplumsal yaşamın olmazsa olmazı sayılan “sözleşmelere sadakat” ilkesidir. İnsanlar verdikleri sözde durmalı, yaptıkları sözleşmelere uymalı, yeminler ve sözler kesinlikle bir aldatma aracı olarak kullanılmamalıdır:

Ergenlik çağına erinceye kadar yetimin malına da yaklaşmayın. En güzel bir şekilde olması müstesna… Ahdi de yerine getirin. Şüphesiz ahitte [verilen sözde] sorumluluk vardır. (İsrâ/34)

Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa âdil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O'nun [Allah'ın] size vasiyet ettikleridir. (En‘âm/152)
ALLAH'IN AHDİ

Allah'ın ahdi ile, insanın kendi irade ve ihtiyarıyla üstlendiği her söz kastedilmiştir. Yüce Allah insanların kendi istek ve tercihleri ile yaptıkları anlaşmaları bozmalarını kınamakta, böyle yapanları şiddetli bir şekilde azarlamaktadır. Ahdi [sözü] bozmak, Allah'ın lanetlediği fiillerin başında gelir. Bunun nedeni, ahdi bozmanın toplumda büyük zararlara sebebiyet vermesidir.

Ahdini bozanlar Felâk sûresi'nde, “düğümlere tükürüp üfleyenler” olarak da nitelenmiştir:

“Yarattığı şeylerin şerrinden ve çöktüğü zaman karanlığın şerrinden ve düğümlere tükürüp üfleyenlerin şerrinden ve kıskandığı zaman kıskananın şerrinden felâkın Rabbine sığınırım” de! (Felâk/1-5)

Ve onlar [kurtulan mü’minler], emanetlerine ve ahitlerine riâyet eden kimselerdir. (Mü’minûn/8)

Ancak destekçiler bunun dışındadır. Onlar [destekçiler] ki salâtlarını sürdürenlerdir. Ve onlar [o musalliler/destekçiler], kendi mallarında, isteyen ve mahrumlar [istemekten utanan yoksullar] için belli bir hakk olan kimselerdir. Ve onlar ceza gününü tasdik ederler. Ve onlar Rabb'lerinin azabından korkanlardır. –Şüphesiz Rabb'lerinin azabından emin olunmaz.– Ve onlar ırzlarını koruyanlardır. –Ancak eşlerine ve sözleşmelerinin sahip oldukları hariçtir. Çünkü onlara yaklaştıklarında kınanmazlar. Artık ötesini isteyenler; işte onlar haddi aşanların ta kendileridir.– Ve onlar, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. Ve onlar, şâhitliklerini yerine getirirler. Ve onlar, salâtları üzerine korumacıdırlar. İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar. (Me‘âric/22-35)

Yüzlerinizi doğu ve batı yönüne çevirmeniz birr değildir. Ama birr, Allah'a, Âhiret Günü'ne/Son Gün'e, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanmak; malını akrabalara, yetimlere, miskinlere, yolcuya ve dilenenlere ve boyunduruktakilere [kölelere], Allah sevgisi için vermek ve namazı ikâme etmek, zekâtı vermektir. Ve sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte onlar sâdık olanlardır. Ve işte onlar takvâlı olanların ta kendileridir. (Bakara/177)

Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahit verdikleri şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, hiç değiştirmediler. (Ahzâb/23)

O kişiler, Allah'ın ahdini yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar. (Ra‘d/20)

Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, Benim ahdime vefa gösterin ki Ben sizin ahdinize vefa göstereyim. Ve sadece Benden korkun/sadece Bana ibâdet edin. (Bakara/40)

Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahit vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur. (Ahzâb/15)

Hayır, kim O'nun ahdine vefalı olursa ve takvâlı davranırsa, bilsin ki şüphesiz Allah takvâlı davrananları sever. (Âl-i İmrân/76)

Yemin eden, ahitleşen ve ahdini sağlamlaştırıp pekiştirdikten sonra bozan kimselerin durumu, konumuz olan âyette, yününü eğirip sağlam bir şekilde büktükten sonra onu tekrar çözen bir kadının durumuna benzetilmektedir. Bir kadının kendi eğirip büktüğü yünü tekrar çözmeye kalkması, ahitlerini bozanları karakterize etmek için yapılan bir tasvirdir. Arap örfüne göre yapılan bu benzetmenin belirli bir kadını işaret ettiği nakillerde yer alsa bile, karakterize ettiği kişiliğin ahitlerini bozan tüm erkek ve kadınları kapsadığı açıktır.

Âyetle ilgili olarak klasik eserlerde şu nakil yer almaktadır:

Rivâyet olunduğuna göre, Mekke'de Amr b. Ka‘b b. Sa‘d b. Teym b. Murre kızı Rayta diye bilinen ahmak bir kadın varmış. Bu kadın bu şekilde yaparmış. İşte bu benzetme onadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Abdullah b. Kesîr ve es-Süddî de bunu nakletmekle birlikte kadının adını vermemişlerdir.[5]

Ne yazık ki, ekonomik, politik ve kişisel çıkarlar söz konusu olduğunda, toplumda büyük tanınan ve çeşitli özellikleriyle temayüz etmiş pek çok kişinin kolayca ahitlerini bozduğu, çeşitli mazeretler ileri sürerek verilen sözleri yerine getirmemeye çalıştığı gözlenmektedir. Müslüman toplumların bu konudaki ahlâkî disiplinsizliği, sosyal bir yara olarak nitelenebilecek kadar yaygın bir tablo arz etmektedir. Müslümanlar daha birçok ahlâkî değer gibi, sözünde durma, ahitlerini yerine getirme, yeminlerinin muktezasına uyma… konularında da Allah'ın koyduğu ilkeleri iyi anlayıp uygulamalı ve diğer toplumlara örnek olmalıdırlar.

Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin “evsatından” [en hayırlısından; en iyisinden] on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah âyetlerini sizin için böyle açığa kor ki, belki şükredersiniz [karşılığını ödersiniz]. (Mâide/89)

25. âyetteki, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyler ifadesi, –Bakara/27'de de açıkladığımız gibi– “iman ve amelin birleştirilmesi”dir.

Âyetteki, Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi kesen ifadesi, genellikle “akrabalık bağını kesen” şeklinde anlaşılmıştır. Hâlbuki burada, “amel ile imanın birleştirilmesi” kastedilmekte; salt imanın yetmeyeceği, imanın mutlaka sâlihâtı işlemek ile birleştirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Böylece münâfıkların, “İnandık” demekle yetinerek, diğer dinî vecibeleri yerine getirmedikleri beyân edilmektedir:

İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle, bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da mutlaka bildirecektir. (Ankebût/2-3)

26. âyette, Ve Allah, dilediği kimseye rızkı genişletir de ölçülendirir de. Onlar ise basit hayat ile ferahladılar. Oysa basit hayat, âhirette sadece bir kazanımdır buyurularak, mala-mülke güvenilmemesi ihtar edilmiştir:

Kesinlikle mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir. Allah ise, büyük ecir Kendi katında olandır. (Teğâbün/15)

Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir. (Münâfikûn/9)

Allah'a haşyet duyma, hesabın kötülüğünden korkma, Allah'ın rızasını kazanmak arzusuyla sabretme, salâtı ikâme etme ve kendilerine verilen rızıklardan gizli ve açık infak etme ile ilgili de onlarca âyet geçmişti. Onları tekrar zikretmeye gerek görmüyoruz.

Burada üzerinde durulacak bir husus da âyetteki, “çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırma” niteliğidir, ki bir çok âyette mü’minin düzeltici, güzelleştirici ve iyileştirici olması gerektiği bildirilmiştir:

Ve gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde salâtı ikâme et [zihnî ve malî desteği oluştur ve ayakta tut]; çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür. (Hûd/114)

Ve Allah'a çağırıp/yakarıp sâlihi işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir yakın'dır. Buna [olgun davranışa] ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak büyük bir pay sahibi olan kavuşturulur. (Fussilet/33-35)

Bu yüce niteliklerle mücehhez kullar, İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” buyurularak onurlandırılmıştır. Buradaki müjdeler başka âyetlerde de zikredilmiştir:

Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde sürekli kalanlar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler ve adn cennetlerinde hoş meskenler vaat etti. Allah'ın rızası ise daha büyüktür. İşte bu, çok büyük kurtuluşun ta kendisidir. (Tevbe/72)

Ve takvâlı davranmış kimselere, “Rabbiniz ne indirdi?” denilince onlar, “Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-güzellik vardır. Âhiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve takvâlı davrananların yurdu; adn cennetleri ne güzeldir! Onlar oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar. Orada onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, takvâ sahiplerini işte böyle karşılıklandırır. (Takvâ sahipleri) o kimselerdir ki, melekler, onları hoş ve rahat ettirerek vefat ettirirler. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete!” derler. (Nahl/30-32)

Sonra Biz Kitab'ı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Şimdi de onlardan bazıları nefislerine zulmeden, bazıları orta yolu tutan, bazıları da Allah'ın izniyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu büyük lütfun; adn cennetlerinin ta kendisidir. Onlar oraya gireceklerdir. Orada altın bileziklerle ve incilerle süsleneceklerdir. Oradaki elbiseleri ipektir. (Fâtır/32-33)

İşte bu bir öğüttür/şereftir/hatırlatmadır. Şüphesiz ki takvâ sahipleri için güzel bir dönüş yeri; içlerinde yaslanarak birçok meyve ve içecekler istedikleri ve de yanlarında hepsi de aynı yaşta bakışları dikililerin olduğu [gözleri karşılarındakinden başkasını görmeyen hizmetçilerin bulunduğu] kapıları kendilerine açılmış olan adn cennetleri vardır. (Sâd/49-52)

27-29, 31. Yine o küfretmiş olan kimseler, “Ona Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi, eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı…” diyorlar. De ki: “Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlanan kimseleri; inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla yatışan kişileri kendisine kılavuzlar.” Gözünüzü açın! Kalpler yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla yatışır/tatmin olur. İman etmiş ve sâlihâtı işlemiş kimseler; tuba [güzellikler, müjdeler] ve güzel dönüş yeri sadece onlar içindir. Aslında emrin tümü Allah'ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, kesinlikle insanların tümüne hidâyet ederdi. İnkâr eden kimseler, Allah'ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir belâ çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah verdiği sözden dönmez/miadını şaşırmaz.

31. âyet, teknik olarak 27. âyete bağlıdır. O nedenle bu paragrafta meallendirilmiştir.

Bu âyetlerde müşriklerin inanmamak için, Ona Rabbinden bir âyet indirilmeli değil miydi, eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’ân olsaydı… diye ileri sürdükleri sudan bahaneler ve onlara, Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtır ve gönülden bağlanan kimseleri; inanan ve kalpleri Allah'ı anmakla yatışan kişileri Kendisine kılavuzlar. Gözünüzü açın! Kalpler yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla yatışır/tatmin olur. İman etmiş ve sâlihâtı işlemiş kimseler; tuba [güzellikler, müjdeler] ve güzel dönüş yeri sadece onlar içindir. Aslında emrin tümü Allah'ındır diye verilen cevaplar yer almakta; böylece inanmama nedenlerini kendilerinde aramaları istenerek, kâfirlerin ileri sürdükleri bahaneler ile asıl inanmama gerekçelerinin alâkasının olmadığı bildirilmektedir:

Aslında o insan, önünü fücurla geçirmek istiyor; soruyor: “Kıyâmet günü ne zamanmış?” (Kıyâmet/5-6)

Aksine onlar, “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok, o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir âyet [mucize] getirsin” dediler. Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir karye [memleket] iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler? Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik [elçi yaptık]. Haydiyin, siz bilmiyorsanız zikir ehli olanlara [Tevrât'ı bilenlere] soruverin. Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli kalıcılar da [ölümsüz] değillerdi. (Enbiyâ/5-8)

Ve onlar [müşrikler], kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır.” Onlara mucizeler geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz? Ve Biz onların kalplerini ve gözlerini ilkin iman etmedikleri durumdaki gibi ters çeviririz. Ve Biz de onları taşkınlıkları içerisinde kör ve şaşkın olarak bırakırız. Ve eğer Biz şüphesiz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, –Allah'ın dilemesi dışında– yine inanmayacaklardı. Velâkin onların çoğu câhillik ediyorlar. (En‘âm/109-111)

Ve Bizi, âyetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd'a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsrâ/59)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla