Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 12:18 AM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

TAHLİL

1. Ayet:

طTa (9), هHa (5),

Sûrenin birinci Âyeti, daha evvel “Kesik Harfler” olarak ifade ettiğimiz bu iki harften oluşmuştur. Tek başlarına herhangi bir anlamları bulunmayan bu harfler, Kur’ân’ın indiği ve Araplar arasında henüz rakamların kullanılmayıp sayıların harflerle ifade edildiği dönemde 9 [dokuz] ve 5 [beş] sayılarını temsil etmekteydi. Kesik harflerle başlayan önceki sûrelerde de açıkladığımız gibi, biz bu harflerin ya Kur’ân’ın maddî yapısı bakımından önemli birer unsûr ya da uyarı niteliği taşıyan ifadeler olduklarını düşünüyoruz. Bu harfler, tam olarak ne anlama geldiklerini ortaya koyacak Kur’ân erlerini beklemektedir.

ط - tâ ve ه - hâ harfleri ile ilgili olarak geçmişte birçok açıklamalar yapılmış ve denmiştir ki:

Bunlar Allah’ın güzel isimlerinden birer isimdir.
Peygamberin adıdır.
Tâ harfi cennetteki “Tuba ağacı’nı”, hâ harfi de هاوية – hâviye‘yi [cehennemi] temsil eder.
“Ey insan!” demektir
وطا - vetâ filinin emir kipidir ve “bas oraya” anlamına gelir.[3]
Ancak bu görüşler arasında üzerinde durulmaya değer tek açıklama Tâ-Hâ ifadesinin “Ey insan” demek olduğu şeklindeki görüştür. Çünkü klâsik kaynaklarda Habeş Uk kabilesi ve Süryani dillerinde Tâ-Hâ ifadesinin “ey insan” anlamına geldiği yolunda dil araştırmacılarının yaptığı bazı tespitler yer almaktadır. Ancak Kur’ân’da yabancı dillerden gelen ve Arapçalaşmış yüzlerce sözcük bulunmasına rağmen Tâ-Hâ ifadesinin bu anlamı taşıması mümkün değildir. Zira yapılan tespitler, Kur’ân indiği dönemde bu sözcüğün henüz Arapçalaşmamış olduğu yönündedir. Kur’ân’ın da “Arapça indirildiği” bildirildiğine göre, Kur’ân’ın içinde Arapçalaşmamış bir sözcüğün bulunduğu söz konusu edilemez. Dolayısıyla, Tâ-Hâ ifadesi ile ilgili olarak bugüne kadar yapılmış olan açıklamalar, itibar edilmeyecek, gerçeklerden uzak yakıştırmalardır.

2-4.Biz, Kur’ân’ı sana sıkıntıya düşesin/mutsuz olasın diye değil, ancak saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan kimse için bir öğüt olmak üzere, yeryüzünü ve yüce gökleri oluşturandan bir indirilişle indirdik.

Görüldüğü gibi, bu Âyetler Meryem Sûresi’nin sonlarında yer alan İşte şüphesiz Biz onu,[Kur'ân'ı] kendisiyle takvâ sahiplerini müjdeleyesin, inat eden kavmi de uyarasın diye senin lisanın üzere kolaylaştırdık ifadesinin devamı mahiyetindedir.

Burada peygamberimize Kur’ân’ın kendisine bir sıkıntı vermek, onu mutsuz etmek için indirilmediği bildirilmekte ve kendisinden tebliğ ve tebyin görevini yaparken başarısız olduğu hissine kapılarak sıkılıp üzülmemesi veya yalanlayıcıların âkıbetlerine üzülerek sıkıntı duymaması istenmektedir.

Bu Âyetlerden ayrıca Kur’ân’ın kimseye sıkıntı vermek üzere inmediği, dolayısıyla peygamberimizin de onu kimseyi üzmeden, kimseyi sıkmadan, yumuşak sözlerle, tatlı dille, güzel yöntemlerle tebliğ ve tebyin etmesi gerektiği anlamı da çıkmaktadır.

Bu Âyetlerin inişiyle ilgili olarak esbâb-ı Nüzûl’de şöyle bir olay nakledilmektedir:

Âlimler, bu âyetin sebe-i nüzûlü ile ilgili bir kaç vecih zikretmişlerdir:

1- Mukâtil şöyle demiştir: Ebû Cehil, Velİd b. Muğire, Mut’im b. Âdiyy ve Nadr b. el- Haris, Hz. 1- 1- Peygamber (s.a)’e: “Şüphesiz ki sen, atalarının dinini terk ettiğin için bir meşakkat ve sıkıntı içindesin” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), “Aksine ben, âlemlere rahmet olmak üzere gönderildim” dedi. Onlar da: “Hayır, aksine sen zahmet çekiyor, zahmet veriyorsun” deyince, Cenâb-ı Hak, onları reddetmek ve Hz. Muhammed (s.a)’e de İslâm’ın sırf barış ve esenlik olduğunu; bu Kur’ân’ın bütün kazançları elde etmeye götüren bir selamet ve bütün mutlulukları elde etmeye bir sebep olduğunu; kâfirlerin içinde bulunduğu durumun ise pür bedbahtlık olduğunu bildirmek üzere bu Âyeti indirdi.

2- Hz. Peygamber (s.a), ayakları şişinceye kadar gece namazı kılmıştı. Bunun üzerine Cebrâîl (a.s) ona, “(Biraz da) nefsine (zaman) bırak. Çünkü onun da senin üzerinde bir hakkı var” dedi. Buna göre Âyetin manası, “Biz, Kur’ân’ı sana, hep ibadet ede ede nefsini helâk etmen ve ona büyük bir meşakkat vermen için indirmedik. Sen ancak dosdoğru, lekesiz ve hoşgörülü bir din ile gönderildin” şeklinde olur. Yine Hz. Peygamber (s.a)’in gece namazına kalktığı zaman, uyumamak için göğsünü bir ipe bağladığı rivayet edilmiştir. Bazıları ise şöyle demişlerdir: “O, tek bir ayağı üzerinde durup ibadet ederdi.” Diğer bazıları ise, “O, bütün gece boyunca uykusuz kalırdı. İşte Cenâb-ı Hak, “Zahmet çekesin diye” ifadesi ile bunu kastetmiştir” demişlerdir. Kâdi, “Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Peygamber (s.a) bir şeyi yaptığı zaman, şüphesiz onu Allah’ın emri ile yapar. Hz. Peygamber (s.a) bunu, Allah’ın emriyle yapınca, mutluluk babından bir şey olmuş olur. Dolayısıyla da ona, “Biz bunu sana emretmedik” denilmesi doğru olmaz” demiştir.

3- Bazı alimler de şöyle demişlerdir: “Bu Âyetten muradın, “Kendine eziyet etme ve nefsine, şu kâfirlerin küfrüne üzülerek, azâb etme. Şüphesiz ki Biz, Kur’ân’ı sana, ancak onunla öğüt veresin [uyarasın] diye indirdik. Binaenaleyh kim iman eder ve kendisini düzeltirse, kendisi içindir. Kim de inkâr ederse, onun inkârı seni hüzünlendirmesin. Sana düşen ancak tebliğ etmektir” manası olması muhtemeldir. Bu, “Onlar mümin olmayacaklar diye neredeyse kendine kıyacaksın”Şu’arâ Sûresi’nin 3. Âyetinde ve “Onların sözleri seni hüzünlendirmesin” Yûnus Sûresi’nin 76.Âyetlerinde anlatıldığı gibidir.

4- Âyet, “Şüphesiz ki sen, kavminin küfründen ötürü kınanacak değilsin” manasınadır. Bu, “Onların üzerine Mûsâllat (bir adam) değilsin” Gâşiye Sûresi’nin 22. Âyeti ve “Sen onlar üzerine (görevli) bir vekîl değilsin” En’am Sûresi’nin 107. Âyetlerinde olduğu gibidir. Yani, “Sen onlara tebliğ ettikten sonra, onların küfürlerinden sorumlu değilsin, günahlarından dolayı sorgulanmazsın” demektir.

5- Bu sûre Mekke’de ilk nazil olan sûrelerdendir. Bu dönemde, Hz. Peygamber (s.a) de, düşmanların eziyeti ve hükümranlığı altında idi. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki ona, “Ebediyyen bu durumda kalacağını zannetme. Aksine peygamberliğin galib gelecek, kadr-u kıymetin ortaya çıkacak. Çünkü bu Kur’ân’ı sana, o müşrikler arasında mutsuz kalasın diye indirmedik. Aksine onunla yücelesin ve şereflere nail olasın diye indirdik” demektir.[4]

Bizim kanaatimize göre bu nakillerin tümü sonradan uydurulmuştur. Dikkat edilirse, 3. Âyette Kur’ân’ın haşyet duyanlara bir öğüt olduğu bildirilmiş ve öğüt ile haşyet arasında bir ilişki kurulmuştur. Hatırlanacağı gibi, Furgân ve Yâ-Sîn Sûrelerinde de peygamberin ancak haşyet duyanları uyaracağı bildirilmişti. Bu, ilim sahibi olmayanların haşyet duyamayacakları, -çünkü haşyet, ilimden kaynaklanan bir saygı ve ürperti duygusudur-, öğüt almayacakları ve uyarı kabul etmeyecekleri anlamına gelmektedir. Peygamberimiz ise tebliğde bulunduğu her kişinin öğüt almasını, imana gelmesini ummakta, umduğu gibi olmayınca da üzülüp kahrolmakta, sıkıntı çekmektedir. Rabbimizin Kur’ân’ı sıkıntı versin diye indirmediğini vurgulayan sözleri, peygamberimize bir teselli olmakta, içine düştüğü psikolojik sıkıntıyı gidererek onu rahatlatmaktadır.

Nitekim bu mealdeki rahatlatıcı uyarılar peygamberimize sık sık yapılmıştır:

3.Onlar; Hıcr 91.Kur’ân’ı sihir, şiir, esatir (mitolojik söylentiler), uydurulmuş söz gibi birtakım parçalar, kötü sözler kabul eden kimseler, 3iman edenler olmuyorlar diye sen kendini yıkıma uğratacaksın! (Şu’arâ/ 3)

76.O hâlde onların sözü seni üzmesin. Şüphesiz ki Biz, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını da biliyoruz.(Yâ-Sîn/ 76)

21,22.Haydi, öğüt ver/ hatırlat, şüphesiz sen, sadece bir öğütçüsün/hatırlatıcısın. Sen, onların üzerinde bir zorba değilsin. (Ğaşiye/ 21, 22)

6.Sonra da sen onlar bu Kur’ân’a inanmazlarsa, onların yaptıklarından dolayı, üzüntüden neredeyse kendini harap edeceksin!(Kehf/ 6)

106,107.Sen Kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Rabbinden sana vahyedilene uy. Ortak koşanlardan da yüz çevir. Ve eğer Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz, seni onlar üzerine bir bekçi yapmadık, sen onlar üzerine işleri belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan biri de değilsin!(En’âm/ 106, 107)

4. Âyetteki yeryüzünü ve yüce gökleri yaratandan bir indirilişle indirdik ifadesinde, Allah’ın azametine dikkat çeken bir vurgu mevcuttur. Böylece hem peygamberimizin arkasındaki güç ortaya konmuş olmakta, hem de verilen bu bilgi ile müşriklerin haşyet duymalarına imkân sağlanmaktadır.

5.Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], en büyük taht üzerine egemenlik kurmuştur. 6.Göklerde olan şeyler, yeryüzünde olan şeyler, bu ikisinin arasında olan şeyler ve nemli toprağın altında bulunan şeyler yalnızca Rahmân’ındır.

7.Sen sesini yükseltirsen, Rahmân şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. 8.Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. En güzel isimler sadece O’nundur.

Bu Âyetlerde de Rabbimiz, Meryem Sûresi’nin son bölümünde olduğu gibi Rahmân adını ön plâna çıkararak beyanlarda bulunmaktadır.

ARŞ’A İSTİVÂ:
Müteşâbih bir anlatım olan arş’a istivâ ifadesi, lâfzen “arşın üstüne kurulmak”, mecazen de “en büyük makama sahip olmak, en büyük gücü elinde bulundurmak” anlamına gelir. Allah’ın mekândan münezzeh olduğu hem birçok Âyetle bildirilmiş ve hem de aklen sabit olduğuna göre, bu ifadede sözcüklerin “hakikat” manalarının murat edilmiş olması mümkün değildir. Dolayısıyla Allah’ın arşa istivâ etmesi, Allah’ın en büyük makama sahip olduğu ve en büyük gücü elinde bulundurduğu anlamına gelmektedir.

Necm Sûresi’nin tahlilinde de ifade ettiğimiz gibi, pek çok Âyette Allah’ın sıfatları “istivâ etti” ifadesine benzeyen Müteşâbih ifadelerle tanıtılmıştır. Meselâ, o günkü Araplar arasında kullanımı yaygın olan “gökte olan, tahtta oturan, tahtını sekiz meleğin çektiği kral” gibi ifadeler, Kur’ân’da hep Allah’ın gücünü ve kuvvetini anlatmak için kullanılmıştır. Allah’ın gelmesi, inmesi, yaklaşması, eli olması, yüksek-açık ufukta olması, Âdem ve İblis’le bire bir konuşması, görmesi, işitmesi gibi ifadelerin lâfzî anlamlarıyla anlaşılması Kur’ân’ın rûhuna aykırı bir davranıştır. Dolayısıyla buradaki istivâ etti ifadesi de mecaz anlamdadır ve aşağıdaki Âyetlerde olduğu gibi “egemenlik kurdu, kontrol altına aldı” demektir:

54.Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah’tır. İyi biliniz ki oluşturma ve sistemler kurup yürütme sadece O’na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne cömerttir!(A’râf/ 54)

29.O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için oluşturandır. Sonra da O, semaya egemenlik kurdu; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir.(Bakara/ 29)

إستوى – İstivâ sözcüğü, yukarıdakilerden başka şu Âyetlerde de aynı anlamda kullanılmıştır:

Necm Sûresi’nin 6; Yûnus Sûresi’nin 3; Ra’d Sûresi’nin 2; Furgân Sûresi’nin 59; Secde Sûresi’nin 4. Âyetleri.

6. Âyet, her nerede olursa olsun Yüce Allah’ın her şeyi bildiğini ve dikkate aldığını anlatmaktadır. Bu husus başka Âyetlerde de dile getirilmiştir:

16.Ey oğulcuğum! Şüphesiz ortak koşmak; işlenen kötülük bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah, en latif, hakkıyla haberdar olandır. (Lokmân/ 16)

6.De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir.” (Furgân/ 6)

7. Âyeti oluşturan Sen sesini yükseltirsen; O [Rahmân] şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir ifadesi, peygamberimize şu mesajı vermektedir:

“Senin ve arkadaşlarının çektiği işkenceler ve düşmanlarınızın sizi yenmek için yaptığı oyunlar nedeniyle Allah’a sesli olarak şikâyet etmeniz gerekmez. Çünkü Allah her şeyden haberdardır ve O sizin kalplerinizden geçirdiğiniz şikâyetleri bile duyar.”

GİZLİNİN GİZLİSİ:
Deyim, gelecekte yapılması plânlanan ve herkesten gizli olan sırları veya plânlı olmasa da insanın içinden geçirdiği ve zihninin bir köşesine attığı düşünceleri yahut da çeşitli sebeplerle farkında olunmadan bilinçaltına itilmiş etkilenmeleri ifade etmektedir. Yani Allah, fiiliyata geçmediği için sorumlu tutmasa da, insanların her türlü tasarımlarını ve kendilerine bile itiraf etmedikleri gizli eğilimlerini hep bilmektedir.

EN GÜZEL İSİM ve SIFATLAR (ESMÂÜ’L-HÜSNÂ) ALLAH’INDIR:
Genellikle birer anlam ifade eden isimlerin “güzel” veya “çok güzel” olarak nitelenmesi, anlamlarının “güzel” veya “çok güzel” olmasına bağlıdır.

Rabbimiz kendisini, kimliğini ve sıfatlarını Kur’ân’da birçok güzel isimle anmıştır. Bunların bir kısmı sadece O’nun zatına ait olan, bir kısmı da O’nun yarattıkları ile ilişkisini yansıtan isimlerdir. Bu isimlerin tümü de anlam ve nitelik itibariyle O’na yakışan isimlerdir. Allah’ı kullarına tanıtan bu isimler, varlık âlemindeki “en güzel” isimlerdir.

Esmâü’l-Hüsn’a = en güzel isimler ifadesi, konumuz olan Âyet grubundaki 8. Âyet de dâhil olmak üzere Kur’ân’da dört yerde geçmektedir. Diğerleri A’râf Sûresi’nin 180; İsrâ Sûresi’nin 110 ve Haşr Sûresi’nin 24. Âyetleridir. Bu ifadenin yer aldığı cümleler yapı itibariyle Kasr ifade etmektedir. Yani esmâü’l-hüsn’a deyimi cümlelere hep “en güzel isimler sadece Allah içindir” vurgusu kazandırmaktadır. Bu, kullara ait olan isimlerin “en güzel” nitelemesi ile nitelenemeyeceği anlamına gelmektedir. Şu hâlde insanlar için ancak “güzel isimler” söz konusu olabilir. Meselâ, bir insan “bilen” olabilir ama “en iyi bilen” sadece Allah’tır. Bu nedenle, Allah’a ait tüm isim ve sıfatlar, “en iyi bilen“, “her şeyi bilen” şeklinde mübalâğa kalıplarıyla ifade edilmiştir.

Esmâü’l-hüsn’a ile ilgili geniş bilgi, A’râf Sûresinin 180. Âyetinin tahlilinde verilmiştir.

9.Mûsâ ile ilgili bilgiler kesinlikle sana ulaştı.

Bu Âyetten itibaren Mûsâ Peygamber ile ilgili kıssa başlamaktadır. Diğer sûrelerde detaylıca açıklanmış olan Mûsâ olgusu Tâ-Hâ/9-99′da kısa değinilerle özet hâlinde verilmiştir. Bu pasaj, hemen bir çırpıda oluvermiş gibi algılamamalıdır. 9–36. Âyetlerde Mûsâ’nın peygamberlikle görevlendirilişi, 37–40. Âyetlerde Mûsâ peygamberin peygamber olmadan önceki hayatına dair yapılan hatırlatma, 41–98. Âyetlerde de Mûsâ peygamberin Firavun ve İsrâîloğulları ile yaşadığı olaylar nakledilmektedir. Burada nakledilen olaylar kronolojik değildir. Bu pasajın, resmi mushafta, tertip heyeti tarafından düzgün tertip edilmediği kanaatiyle ayet sıralarını farklı olarak tertip etmiş bulunuyoruz.

Daha önceki Sûrelerde kısaca değinilen Mûsâ peygamberin hayat hikâyesine daha ayrıntılı olarak ilk kez bu Sûrede yer verilmiştir. Doğumu ile peygamber olması arasındaki hayat hikâyesi ise Kasas Sûresinde yer almaktadır.

Bu Sûrede geçen olaylarda, Allah’ın Mûsâ peygambere mesaj gönderirken uyguladığı yöntem ile Mûsâ peygamberin yaşadığı gelişmeler karşısındaki tutumu sergilenmektedir. Dolayısıyla bu kıssadan öncelikle hisse almış olan ilk muhatap peygamberimiz, sonra da onun görevini devam ettiren ve ettirecek olan mücahitlerdir.

Ulaştı mı sana Mûsâ’nın haberi? şeklindeki soru, cevap almak üzere değil, dikkat çekmek için sorulmuş bir sorudur. Ve bu cümle, “Sana Musa’nın haberi kesinlikle geldi” demektir.

10.Hani o bir ateş görmüştü de ehline [ailesine, yakınlarına]: “Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!” demişti.

Âyette geçen ehil [aile ve yakınlar] ifadesinden anlaşıldığına göre Mûsâ peygamber bu seyahatte yalnız değildir. Daha sonra -Kasas Sûresinden- öğrenileceği üzere, bu olay Mûsâ ve ehlinin Medyen’den Mısır’a dönmesi sırasında gerçekleşmiştir.

Olay esnasında ateşin görülebilmesi vaktin gece olduğunu, kora ihtiyaç duyulması havanın soğuk olduğunu, ateşin yanında bir kılavuz bulma ümidi de Mûsâ peygamber ve ehlinin yollarını kaybettiğini göstermektedir.

11.Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! 12.Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva’dasın/iki kere temizlenmiş bir vadidesin. 13.Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye; “14.Hiç şüphesiz ki Ben, Allah’ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut]. 15.Şüphesiz ki o saat/kıyâmet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. 16.O nedenle kıyâmete inanmayan ve kendi boş iğreti arzusuna uyan kimse seni, kıyâmete iman etmekten alıkoymasın; sonra değişime/yıkıma uğrarsın” 14.uyarısına kulak ver.

Not: Diğer sûrelerde ayrıntılı olarak açıklanmış olan Mûsâ olgusu, Tâ-Hâ/9-99′da (120. necm), kısa değinilerle özet hâlinde verilmiştir. Bu sûredeki anlatımın hemen bir çırpıda oluverdiği zannedilmemelidir. Burada nakledilen olaylar, bir kronoloji de takip etmez.

Tahlile başlamadan evvel, kıssanın bu bölümünün diğer sûrelerdeki anlatımlarına da bakmakta yarar vardır:

7.Hani Mûsâ, yakınlarına: “Şüphesiz ben bir ateş gördüm, ondan size bir haber getireceğim yahut ısınmanız için bir kor ateş getireceğim” demişti.

8-12.Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: “Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi bolluklu kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden arınıktır!

“Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olan, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapan Allah’ım!

“Ve birikimini ortaya koy!” –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görüverince, dönüp arkasına bakmadan kaçtı. -Ey Mûsâ korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. Ancak, kim yanlış; kendi zararlarına iş yapar, sonra kötülüğün ardında iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim.–

“Ve koynundaki gücünü devreye sok, dokuz âyet [alâmet/gösterge] içinde Firavun’a ve onun toplumuna hiç kusursuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir toplum olmuşlardır.”

13.Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, “Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır” dediler.

14.Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!– (Neml/ 7–14)

29.Artık Mûsâ süreyi doldurup ailesiyle/yakınlarıyla yola çıkınca, dağ tarafından bir ateş hissetti. Ailesine, “Benim size bir haber getirmem için siz bekleyin; ben bir ateş hissettim. Yahut ısınırsınız diye o ateşten bir parça getiririm” dedi.

30-32.Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: “Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır.”(Kasas/ 29–32)

15.Mûsâ’nın haberi sana geldi mi?

16,17.Hani, Rabbi ona mukaddes Tuvâ vadisinde/iki kez temizlenmiş vadide seslenmişti: “ Firavun’a git! Şüphesiz o azdı.”(Nâziât/ 15–17)

11–16. Âyetler, Mûsâ peygambere yapılan ilk hitabı, ilk vahyi ve sonraki aldığı vahiylerinin tümünün özetini bildirmektedir. Mûsâ peygambere olan bu ilk vahyinde Yüce Allah kendisini Mûsâ peygamberin ve âlemlerin Rabbi olarak tanıtmakta, kendisinden başka ilâh olmadığını, vaktini açığa vurmamakla birlikte kıyâmetin mutlaka geleceğini bildirmektedir.

Ayrıca Mûsâ peygamberin tertemiz bir vadîde [yolda, doğrultuda] olduğunu ve onu Elçi seçtiğini açıklamakta, ona bazı emirler vermektedir:

Nalınlarını çıkar.
Vahye dileceklere kulak ver.
Allah’a kul ol.
Allah’ı anmak için salâtı ikame et.
Hevasına uyan kimse iman etmene engel olmasın diye dikkat et.
NALINLARI ÇIKARMAK:
12. Âyette geçen nalınlarını çıkar emrinin ne anlama geldiği hakkında aşağıdakilere benzer birçok yorum yapılmıştır:

Mûsâ peygamberin pabuçları ölmüş eşek derisinden imiş de böyle bir pabuçla mukaddes vâdiye girilmezmiş.
Mûsâ peygamberin iki ayağı da vâdiye iyi tutunsun diye Allah ona pabuçlarını çıkarmasını emretmiş.
Allah, Mûsâ peygamberin üzerinde bulunduğu vâdiye saygı için ondan -bu zamanda camilere girerken ayakkabı çıkarıldığı gibi- pabuçlarını çıkarmasını istemiş.[5] Biz bu konuda farklı bir kanaate sahibiz. Şöyle ki:
Mûsâ peygambere verilen nalınlarını çıkar emri, Türkçede kullandığımız “kolları sıva,paçaları sıva, yola koyul” şeklindeki tabirlerimize benzemektedir. Mûsâ peygamberden artık kendisini tamamen peygamberlik görevine adaması; görevini yaparken ehlinin, malının, mülkünün, kısaca hiçbir şeyin kendisine ayak bağı olmamasını sağlaması istenmektedir. Bu emre göre Mûsâ peygamber bütün benliğiyle elçilik görevine koşacak, görevini yapmak için gerekirse eşinden, çocuklarından ayrılacaktır. Tasavvufçuların “nalınları çıkarmak” tabirini “hanımı boşamak” anlamında yorumlamalarının kaynağı da, Mûsâ peygambere verilen ve eşinden ayrılmayı da kapsayan bu emir olsa gerektir. Bu emir, askerlik çağı gelen gençlerin malını, eşini, işini, çocuklarını bırakıp vatan bekçiliğine gitmelerine benzemektedir. Aynı durumu Saffat suresinde İbrahim peygamber ile ilgili olarak göreceğiz. O da ölü toprağı serpilmiş beldede de karısını çocuğunu mağdur olmaları pahasına bırakıp Allah’a hizmete koşmuştur.

Bu emir sonrasında Mûsâ peygamberle ehli arasındaki ilişkiler ve mal varlığındaki gelişmeler Kur’ân’da yer almamıştır. Ancak Tevrât’a göre Mûsâ peygamber ehlini ve mal varlığını orada bırakmış, ehli ile daha sonra Mısır’da buluşmuştur:

Mûsâ kayınbabası Yitro’nun yanına döndü. Ona, “İzin ver, Mısır’daki soydaşlarımın yanına döneyim” dedi, “Bakayım, hâlâ yaşıyorlar mı?” Yitro, “Esenlikle git” diye karşılık verdi.[6]

Mûsâ peygamberin kayınbabası Midyanlı Kâhin Yitro, Tanrı’nın Mûsâ peygamberin ve halkı İsrâil için yaptığı her şeyi, RABB’in İsrâilliler’i Mısır’dan nasıl çıkardığını duydu. Mûsâ peygamberin kendisine göndermiş olduğu karısı Sippora’yı ve iki oğlunu yanına aldı. Mûsâ,peygamber “Garibim bu yabancı diyarda” diyerek oğullarından birine Gerşom adını vermişti. Sonra, “Babamın Tanrısı bana yardım etti, beni Firavun’un kılıcından esirgedi” diyerek öbürüne de Eliezer adını koymuştu. Yitro Mûsâ peygamberin karısı ve oğullarıyla birlikte Tanrı Dağı’na, Mûsâ peygamberin konakladığı çöle geldi. Mûsâ’ya şu haberi gönderdi: “Ben, kayınbaban Yitro, karın ve iki oğlunla birlikte sana geliyoruz.” Mûsâ peygamber kayınbabasını karşılamaya çıktı, önünde eğilip onu öptü. Birbirinin hatırını sorup çadıra girdiler. Mûsâ peygamber İsrâilliler uğruna RABB’in Firavun’la Mısırlılara bütün yaptıklarını, yolda çektikleri sıkıntıları, RABB’in kendilerini nasıl kurtardığını kayınbabasına bir bir anlattı.[7]

15.Âyette geçen onu (kıyâmeti) neredeyse gizleyeceğim ki herkes emeğinin karşılığını alsınifadesi, kıyâmetin kopmasının ve âhiret hayatının başlamasının bu dünya hayatındaki imtihanın gereği olduğuna işaret etmektedir. Çünkü her insan bu dünyada yaptıklarının karşılığını tam olarak ancak âhirette alabilecek, orada tam bir adaletle karşılaşacaktır:

7,8.Artık her kim, zerre miktarı bir hayır işlerse onu görecek, her kim de zerre miktarı bir şer işlerse onu görecektir.(Zilzâl/ 7–8)

13-16.O gün yalanlayıcılar, cehennem ateşine itildikçe itilirler. –İşte bu, yalanlayıp durduğunuz ateştir! Peki, bu da mı bir sihir? Yoksa siz görmüyor musunuz? Yaslanın oraya! İster sabredin ister sabretmeyin, artık sizin için birdir. Siz, sadece yaptıklarınızın karşılığını alacaksınız!–(Tûr/ 13- 16)

63,73.İnsanlar sana kıyâmetin kopuş vaktinden soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi, Allah’ın; münâfık erkekleri, münâfık kadınları, ortak koşan erkekleri, ortak koşan kadınları azap etmesi; ve Allah’ın, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbelerini kabul etmesi için ancak Allah’ın nezdindedir. Ne bilirsin belki kıyâmetin kopuş vakti yakında olur. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.”(Ahzab/ 63, 73

Kıyâmetin kopma belirtilerinin açıkça gösterilmemesi, aslında insanların inançlarındaki samimiyeti ortaya çıkarmaktadır. Çünkü samimî bir şekilde âhirete inanan kimse, kıyâmetin ne zaman kopacağını bilmese de her an takvâ üzerinde yaşamaya devam edecek, âhirete inanmayan kimsenin devam edeceği şey ise kıyamet belirtilerini açıkça görmediğinden hayatını fıskla, fücurla sürdürecektir.

16. Âyetin muhatabı aslında tek tek mükelleflerdir. Akıl sahibi herkese zımnen şöyle denmektedir: “Kıyâmeti yalanlayan, dünyada kendilerine lezzet veren şeylere yönelen, Mevlâ’sına isyan eden, arzularına uyan kimsenin peşinden gitmeyin. Kim onlara bu tavırlarında muvafakat ederse, mutlaka kaybeder, helâk olur. Malı mülkü kendisine fayda vermez.”

8-11.Kim de cimrilik ederse ve kendisini tüm ihtiyaçların üstünde görürse ve en güzeli yalanlarsa, Biz ona en zor olan için kolaylık vereceğiz. Aşağı yuvarlanıp değişime, yıkıma uğradığında/öldüğünde malı onu kurtaramayacaktır. (Leyl/ 8–11)

طوى- TÛVÂ:

Bu sözcüğün geçtiği cümle genellikle Şüphesiz sen temizlenmiş vadîdesin; Tûvâ’dasın şeklinde çevrilerek Tûvâ sözcüğü özel bir vadînin adı olarak açıklanmıştır. Ancak Zebidi, en önemli Arap kaynakları arasında yer alan Tacü’l-Arus adlı eserinde böyle bir vadîden hiç bahsetmemiştir. Aynı konu üzerinde emek harcayanlardan biri olan Zemahşeri isetûvâ sözcüğünün anlamının iki kere demek olduğundan yola çıkarak cümleye “sen iki kere temizlenmiş bir vadîdesin” anlamını vermiştir.[8]

الوادى - VÂDİ:

Vâdi “dağların, tepelerin arasındaki her yarık, çukur yer” demektir.[9]

Türkçedeki koyak sözcüğü de yukarıdaki “vadî” anlamının yanı sıra, “akarsuların karalarda oluşturduğu, bir yöne doğru meyilli, uzunlamasına çukur” demektir.

Âyette geçen vâdi sözcüğünü yukarıdaki gerçek anlamlarında kabul etmek mümkün değildir. Zira aynı olayı anlatan başka Âyetlerde bir dağdan bahsedilmekte ve Mûsâ peygamberin uzaktan oradaki ateşi gördüğü bildirilmektedir. Eğer Âyette geçen vâdisözlüklerdeki anlamına uygun olarak çukur bir yer olsa idi, ne Mûsâ peygamber oradaki ateşi görebilir, ne de Rabbimiz orada bir dağın varlığından söz ederdi. Dolayısıyla buradavâdi sözcüğü ile mecazî olarak “yol” kastedilmiştir. Bu “yol“, iki kere temizlenmiş peygamberlik yoludur. Mûsâ peygambere “Artık sen peygamberlik yolundasın. Kolları sıva, artık çoluk-çocuk, mal-mülk düşünme, vahye kulak ver, yeni işine başla!” denilmiştir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla