Tekil Mesaj gösterimi
Alt 7. February 2009, 02:16 AM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

YAKUB (AS), OĞULLARININ YALANINI BİLMİŞTİ

Yakub peygamber, 18. ayette geçen konuşmasının “bel [bilakis]” edatıyla başlamasından anlaşılacağı üzere, oğullarının Yusuf hakkında söylediklerinin yalan olduğunu bilmiştir. Bunu nasıl bilebildiğine mantıklı gerekçeler bulmak mümkündür:
* Yakub peygamber, Yusuf’un vizyonunu onun ileride büyük nimetlere nail olacağı yönünde tahmin etmiştir. Bu beklentisi gerçekleşmediği için de Yusuf’un öldüğüne inanmamıştır.
* Yakub peygamber, kesin bilgi sahibi olmasa da, bir baba olarak, Yusuf’un ve küçük kardeşinin diğer çocukları tarafından kıskanıldığını az çok tahmin ettiği için, Yusuf’un öldürülmeyip sadece kıskançlıkla evden uzaklaştırıldığını düşünmüş olabilir.
* Belki de Yakub peygambere getirilen kanlı gömlekte Yusuf’u parçaladığı söylenen kurda ait diş ve pençe izi yoktur, gömlek de yırtılıp parçalanmamıştır. O da bunlara dikkat ettiği için Yusuf’un ölümüne inanmamıştır.

Yakub peygamberin Yusuf’un ölümü haberine gösterdiği tepki hakkında Mevdudî’nin yaptığı tespitler şöyledir:

Yakub`un (a.s) Hz. Yusuf`un (a.s) ölüm haberine gösterdiği tepki de Kitab-ı Mukaddes ve Talmud`da zikredilenden farklıdır. Bu kitaplara göre Hz. Yakub (a.s) söz konusu kötü haber karşısında alt-üst olmuş ve sıradan bir baba gibi davranmıştır. Kitab-ı Mukaddes şöyle diyor: "Ve Yakub elbisesini parçaladı ve çulunu beline doladı. Ve oğlu için yıllarca ağladı" (Tekvin, 37:34). Talmud ise acıklı haberi aldıktan sonra kendini kederin kucağına koyverdiğini ve yüzünü yerlere çaldığını söyleyerek Hz. Yakub`un işin aslından haberdar oluşunu reddeder. Güya Yakub: "Vahşi bir hayvan Yusuf`u parçaladı ve bir daha onu asla göremeyeceğim" diyerek haykırmış ve "yıllarca Yusuf için ağlamıştır" (The Talmud, H. Polano, sh. 78. 79). (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

YAKUB PEYGAMBER NİÇİN YUSUF`U KURTARMAYA GİRİŞMEDİ?

18. ayetin ifadesinden evlatlarının anlattıklarına inanmadığı açıkça belli olan Yakub peygamberin, Yusuf’un ölmediğini düşünmesine rağmen Yusuf’a ne olduğunu, kardeşlerinin Yusuf’a ne yaptıklarını öğrenmek için harekete geçmemesi ve işin arkasını kovalamaması merak uyandıran bir durumdur. Kıssanın bütünü üzerinden oluşabilecek bir kanaatle bu durum hakkında şu görüşler ileri sürülebilir:
* Yüce Allah, fitnelendirmek için Yakub peygamberin basiretini bağlamış olabilir.
* Yakub peygamber, güçlü kuvvetli olan çocuklarının kıskançlık sebebiyle Yusuf’u arayıp bulmasına imkân vermeyeceklerini, eğer bu konuda fazla ısrarlı olursa kendisine eziyet edebileceklerini, hatta belki de öldürebileceklerini düşünmüş olabilir.
* Yakub peygamber, Allah’ın Yusuf`u belâ ve mihnetlerden koruyacağına ve onun şanının yücelteceğine, Yusuf’un gördüğü vizyon sayesinde inanıyordu. Bu nedenle, Yusuf’a kardeşlerine söylememesini tembihlediği bu sırrı kendisinin ifşa etmesi mümkün değildi.

Kısacası, Yakub peygamber, böyle bir belânın ortasında kalınca, en doğru olanın susup sabretmek ve işi tamamen Allah`a havale etmek olduğunu düşünmüş olmalıdır.

SABR-I CEMİL

Yakub peygamberin çıkış yolu olarak sarıldığı “ صبر جميلsabr-ı cemil [güzel sabır]”, herhangi bir tahammülsüzlüğün ve şikâyetin bulunmadığı sa*bırdır.


19 – Ve bir yolcu kafilesi geldi de sucularını gönderdiler. O da kovasını kuyuya saldı, “Müjde hey, müjde! İşte bir oğlan!” dedi. Ve onu bir ticaret malı olarak gizleyip korudular. Allah ise onların ne yapacaklarını biliyordu.
20 - Ve onu düşük bir fiyata; birkaç dirheme sattılar. Onlar bu konuda [Yusuf’un satılmasında] zahitlerden idiler.

Bu ayetlerde, kuyuya atılması teklifini ortaya atan kardeşin öngördüğü gibi, Yusuf’un yoldan geçen ve su almak için orada duran bir kafile tarafından bulunup kurtulduğu anlatılmaktadır. Ayetlerin bildirdiğine göre, Yusuf’u bulan kafile onu “lukata” olarak görüp korumuş ve ilk fırsatta düşük bir fiyata satmış, bu olay da Yusuf’un hayatındaki başka bir dönemin başlangıcı olmuştur.

LUKATA

“ لقطةLukata”, bir hukuk terimi olarak “mülkiyetini veya üzerindeki hakkını terk etme niyeti olmaksızın sahibinin iradesi dışında kaybolmuş ve başkası tarafından bulunup sahibine verilmek üzere alınmış, bulanın sahibini bilmediği muhterem [üzerinde sahibinden başkasının tasarruf hakkı olmayan] mal” şeklinde tanımlanmıştır. Hukuk alanında “lukata”, tanık göstermekten duyuru yapmaya, sahibine teslim şartlarından bulanın sahibi çıkmayan buluntudan yararlanma koşullarına, kısımlarından vergisine kadar, ayrıntılı olarak incelenmiştir.
Ayette geçen “ الزّاهدونzahidun” sözcüğünün mastarı olan “ زهدzühd”; “dünya için hırslı olmamak, dünyaya rağbet etmemek” demektir. (Lisanü’l-Arab; c. 4, s.419)
Buna göre, ayetten iki türlü anlam çıkarmak mümkündür:
* Kafiledekiler, istedikleri takdirde çok para karşılığı satabilecekken Yusuf’u az bir para karşılığı satmışlardır. Böyle yapmalarının sebebi, ya velisinin ortaya çıkıp geleceğinden endişelenerek bir an önce onu ellerinden çıkarmak istemeleri, ya da emek harcamadan buldukları için onu fazla değerli görmemeleridir.
* Buldukları küçük bir çocuğu satmak karşılığında haksız olarak aldıkları para, yaptıkları işin kötülüğüne göre önemsizdir.
Gerek Yusuf’u bulan kafile hakkında, gerekse Yusuf’un satılması ile ilgili olarak birçok efsane ortaya çıkmıştır. Gerçeklikleri çok kuşkulu olan bu anlatıların ibret teşkil edecek herhangi bir özellikleri bulunmamaktadır. Bu nedenle nakillerinde yarar görmüyoruz.

21 – Ve onu satın alan Mısırlı kişi karısına; “Bunun yerini şerefli tut. Bize faydalı olabilir ya da onu evlat ediniriz” dedi. Ve Biz Yusuf`u böylece yeryüzünde yerleştirdik. Ona olayların tevilini de öğrettik. Ve Allah emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler.
22 – Ve o [Yusuf], tam erginlik çağına gelince, kendisine ilim ve hüküm verdik. Ve işte Biz, güzelleştirenleri böyle karşılıklandırırız.

21. ayette, Yusuf’un Mısırlı bir kişiye satıldığı ve Mısır’a yerleştirildiği, böylece yeni bir hayata başladığı bildirilmektedir. 22. ayette ise Yusuf’a bahşedilen nimetler açıklanmaktadır.
Yusuf’u satın alan kişinin, karısına “bunun yerini şerefli tut” demesi, “ona değer ver, onu yücelt” anlamına gelmektedir. Rabbimizin aynı ayetteki “Ve Biz Yusuf`u böylece yeryüzünde yerleştirdik. Ona olayların tevilini de öğrettik. Ve Allah emrinde galiptir” ifadesinden, Yusuf’u satın alan ailenin gerçekten ona değer vererek iyi bir eğitim ve öğretim sağladığı, bu durumun da aslında Allah’ın emri ile olduğu ve hayatının bu döneminde Yusuf’un vahye muhatap olarak kendisine olayların te’vilinin öğretildiği anlaşılmaktadır. Yani, daha önce çölde yaşayan bir ailenin çocuğu iken, Yusuf, ilk olarak kendisine iyi bir eğitim ve öğretim imkânı sağlayacak bir ailenin yanına yerleştirilmiş, erişkinlik çağına gelince de Allah tarafından elçi yapılmıştır.
Yusuf’un elçi yapıldığının bildirildiği 22. ayetteki “kendisine ilim ve hüküm verdik” ifadesi, Rabbimizin hem elçi hem de hükümdar yaptığı elçiler için kullandığı bir ifadedir. Bu da Yusuf’un hem elçi hem de mülki amir, hükümdar yapıldığını göstermektedir. Çünkü “hüküm verdik” ifadesi, Yusuf’a, “yeryüzünde fitne ve fesadı önleyip adaleti sağlayacak yasalar” demek olan “hikmet” ile yargılama gücü verildiği anlamına gelmektedir. Nitekim bu husus, 101. ayette Yusuf’un “Rabbim! Sen bana mülk verdin …” şeklindeki ifadesi ile teyit edilmiştir. (Hüküm, hikmet sözcükleri Kamer suresinin sonunda bulunan “Hikmet” başlıklı yazımızda ayrıntılı olarak tahlil edildiğinden, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.) (Tebyinü’l Kur’an c:2, s: 284-300)
Yusuf`un erginlik çağı hakkında Rabbimiz tarafından Kur’an’da herhangi bir bilgi verilmediği hâlde, bu konuda pek çok fikir ileri sürülmüştür:

İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde “otuz üç sene” derler. İbn Abbâs`tan rivayete göre, otuz küsur senedir. Dahhâk yirmi, Hasan kırk, İkrime otuz beş, Süddî otuz, Saîd b. Cübeyr de on sekiz sene derler. İmâm Mâlik, Rabîa, Zeyd b. Eslem ve Şa`bî, erginliği baliğ olmakla açıklamışlardır. Bundan başkaları da söylenmiştir. (İbn Kesir)

MISIRLI KİMDİR?

Kur’an’da Yusuf’u satın alan Mısırlı kişinin kim olduğuna dair bir bilgi verilmemiş, ancak bu şahsın karısı için 30. ayette “Aziz’in karısı” ifadesi kullanılmıştır. “Aziz” sıfatı insanlara nispet edildiğinde, o kişinin “çok güçlü, yenilmez kişi” olduğu anlamına gelmekte, dolayısıyla bu ifadeden de Yusuf’u satın alan kişinin Mısır’da gayet etkin birisi olduğu anlaşılmaktadır.
Bu konudaki anlatılar şöyledir:

Mısır`da onu satın alan kişi Mısır`ın azîzi, veziri idi. İbn Abbâs`tan rivayetle Avfî, onun isminin Kıtfîr olduğunu söyler. Muhammed b. İshâk ise isminin Itfîr b. Rûhayb olup Mısır azîzi ve Mısır hazîneleri üzerine görevli olduğunu söyler. Buna göre, o zamanda Mısır kralı, Reyyân b. Velîd isminde Amâlika`dan birisiydi. Muhammed b. İshâk`a göre karısının ismi Râîl bint Râîl imiş. Başkaları ise karısının isminin Zelîhâ [veya Züleyhâ] olduğunu söylerler. Yine Muhammed b. Sâib`den, onun Ebu Sâlih`den, onun da İbn Abbâs`tan rivayetine göre, Hz. Yûsuf`u Mısır`da satın alan, Mâlik b. Bûyeb b. Anka b. Medyan b. İbrahim imiş. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Kitab-ı Mukadddes`e göre bu şahsın adı Potifar idi. Fakat Kur`an onu yalnızca "el-Aziz" ünvanıyla zikreder. Kur`an`ın aynı ünvanı, mevkii yükseldiği zaman Hz. Yusuf (a.s) için de kullandığına bakılırsa, bu ünvanın Mısır`da oldukça yüksek bir resmi makama delalet ettiği ortaya çıkar. Zira "Aziz" kelimesi, karşı çıkılamayan, itaatsizliğin mümkün olmadığı muktedir şahıslar için kullanılmaktadır. Kitab-ı Mukaddes ve Talmud`un zikrettiğine bakılırsa, "Aziz"in Firavun`un özel muhafızı ve muhafız subayı olması gerekir. İbn Cerir`in zikrettiği Hz. İbn Abbas hadisine göre, Aziz, kraliyet hazine memuruydu.
Talmud`a göre zevcesinin ismi "Zelıcha" [Zeliha] idi ve bu kadın müslüman geleneğinde de aynı isimle tanınır. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

1 İsmailîler Yusuf`u Mısır`a götürmüştü. Firavun`un görevlisi, muhafız birliği komutanı Mısırlı Potifar onu İsmailîler`den satın almıştı.
2 RABB Yusuf`la birlikteydi ve onu başarılı kılıyordu. Yusuf Mısırlı efendisinin evinde kalıyordu.
3 Efendisi RABB`in Yusuf`la birlikte olduğunu ve yaptığı her işte onu başarılı kıldığını gördü.
4 Ondan hoşnut kalarak onu özel hizmetine aldı. Evinin ve sahip olduğu her şeyin sorumluluğunu ona verdi.
5 Yusuf`u evinin ve sahip olduğu her şeyin sorumlusu atadığı andan itibaren RABB Yusuf sayesinde Potifar`ın evini kutsadı. Evini, tarlasını, kendisine ait her şeyi bereketli kıldı.
6 Potifar sahip olduğu her şeyin sorumluluğunu Yusuf`a verdi; yediği yemek dışında, hiçbir şeyle ilgilenmedi. Yusuf güzel yapılı, yakışıklıydı. (Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 39:6)

22. ayetin son kısmındaki “Ve işte Biz, güzelleştirenleri böyle karşılıklandırırız” ifadesiyle Rabbimiz, iktidarı vereceği kimselerin ona layık bilgi ve güzel davranışlara sahip olmaları gerektiğini ve muhsin [sürekli iyilik-güzellik üreten] insanlara hem dünyada hem de ahirette nimetler verdiğini bildirmektedir.

23 - Ve evinde bulunduğu hanım, onun nefsinden murat alıp yararlanmak istedi, kapıları kilitledi ve “Haydi beri gel!” dedi. O [Yusuf]; “Allah`a sığınırım! Muhakkak ki, o [kocan], benim efendim, benim mevkiimi güzel yaptı. Şüphesiz zalimler iflah olmazlar” dedi.
24 – Ve ant olsun o [hanım], ona niyeti kurmuştu. Eğer o [Yusuf] Rabbinin burhanını görmese idi, ona [kadına] niyeti kurmuştu. Ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyledir. Şüphesiz o, Bizim arıtılmış kullarımızdandı.
25 – Ve ikisi de kapıya koştular. Hanım, onun gömleğini arkadan yırttı. Ve kapının yanında onun [hanımın] efendisiyle karşı karşıya geldiler. O [hanım]; “Senin ehline kötülük yapmak isteyen kişinin cezası, zindana atılmaktan veya acıklı bir azaptan başka ne olabilir?” dedi.
26, 27 – O [Yusuf]; “O, benden, kendimden yararlanmak istedi” dedi. Ve onun [hanımın] ehlinden bir şahit şahitlik etti: “Eğer onun [Yusuf’un] gömleği önden yırtılmış ise o [hanım] doğru söylemiştir, bu [Yusuf] da yalancılardandır. Ve eğer onun [Yusuf’un] gömleği arkadan yırtılmış ise, o [hanım] yalan söylemiştir, o [Yusuf] da doğrulardandır.”
28, 29 – Artık ne zaman ki o [Yusuf’un efendisi], onun [Yusuf’un] gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu gördü, “Şüphesiz bu, siz kadınların fendinizdendir. Gerçekten de sizin fendiniz çok büyüktür. Yusuf! Sen bundan vazgeç. Kadın! Sen de günahın için istiğfar et. Şüphesiz sen hata edenlerden oldun” dedi.

Bu pasaj, sonuçları bakımından Yusuf’un hayatında önemli yeri olan bir hadise ile ilgilidir. Evin hanımının cinsel arzu ile Yusuf’a saldırışıyla başlayan hadise, Yusuf’un Allah’a sığınarak kadının isteklerine alet olmayışı ile ibretamiz sonuçlara neden olmuştur.
Ayetlerdeki gayet açık ve net anlatıma göre; evin hanımının kendisine saldırması üzerine Yusuf kapıya doğru koşarak kaçmış, arkasından kovalayan kadın ise onu gömleğinden yakalayıp çekiştirerek gömleğinin yırtılmasına sebep olmuştur. Kadının kocası tam bu esnada eve gelmiş ve kendini kurtarmak için Yusuf’a iftira eden karısı ile kendini savunan Yusuf’un söyledikleri arasında kararsız kalmıştır. Sonuçta olay, kendisine hakemlik için başvurulan bir kadın tarafından gayet mantıklı bir şekilde çözümlenmiştir. Aziz’in karısının akrabası olan bu kadın, gömleğin önden yırtılmış olması halinde Yusuf’un, arkadan yırtılmış olması halinde ise kadının suçlu olduğunun anlaşılacağı yönünde görüş bildirmiş, sonuçta gömleğin arkadan yırtılmış olması sebebiyle Yusuf’un iftiraya uğradığı anlaşılmıştır. Olayın çözüme kavuşması üzerine, kadının kocası Yusuf’tan olayı başkalarına duyurmamasını, karısından da suçu için istiğfar etmesini istemiştir.


YUSUF’UN, RABBİNİN BURHANINI GÖRMESİ

24. ayetten anlaşıldığına göre, kadının niyetini açığa vurarak harekete geçmesi karşısında Yusuf’un da içinden aynı niyet geçmiş fakat Yusuf, Allah’ın kendisine gösterdiği bir kanıt sayesinde nefsine hâkim olmuş ve meydana gelecek çirkin işten uzak kalmıştır.
Allah’ın Yusuf’a gösterdiği burhanın [kanıtın] ne olduğu Kur’an’da açıklanmamıştır. Yusuf’un olaydaki konumu dikkate alınarak ayetteki “burhan” hakkında birçok görüş ileri sürülebilir. Nitekim klasik eserlerde de bu konuya değişik açıklamalar getirilmiştir:

Ayetteki "Rabbin burhanı" ile ne kasdedildiğini şöyle açıklarız: Peygamberlerin masum [günahsız] olduğunu kabul eden muhakkik alimler Hz. Yusuf`un gördüğü burhanı birkaç şekilde açıklamışlardır:
a- Bu, zina fiilinin haram olduğu hususundaki, Allah`ın hüccetinin ve zina edecek kimseye terettüb eden cezanın bilinmesidir.
b- Allah Teâlâ, peygamberlerin nefislerini kötü huylardan temizlemiştir. Hatta Allah`ın, peygamberlerin yakın arkadaşlarının nefislerini bile böyle kötü huylardan temizlediğini söyleyebiliriz. Nitekim Cenab-ı Hak, "Ey Ehl-i Beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler" (Ahzab/33) buyurmuştur. Binaenaleyh burada Hz. Yusuf`un gördüğü bildirilen ilahî burhandan maksat, peygamberler için güzel huyların tahakkuk etmesi, onları öyle kötü işlere yönelmekten alıkoyan hallerin hatırlatılmasıdır.
c- Hz. Yûsuf (a.s), odanın tavanında,"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz ki hayâsızlıktır, kötü bir yoldur" (İsra/32) ayetini yazılı olarak gördü.
d- Bu, fuhşiyyatı işlemeye mâni olacak olan "nübüvvet"tir. Bunun delili, peygamberlerin, insanları kötülüklerden ve rezil rüsvay eden şeylerden men etmek için gönderilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla, eğer peygamberler, kendileri her türlü kötülük ve fuhşa yönelirken, insanlara bunu yasaklamaya kalkışırlarsa, "Ey iman edenler, niçin kendinizin yapmadığı şeyleri söyleyip emrediyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz bakımından Allah indinde büyüktür" (Saff/2-3) ayetinin muhtevasına girmiş olurlar.
Hem sonra, Allah Teâlâ, Yahudileri "Siz, insanlara iyiliği emredersiniz de kendinizi unutur musunuz?" (Bakara/44) diye ayıplamıştır. Yahudiler için ayıp olan birşey, mucizelerle desteklenmiş bir peygambere nasıl isnad edilebilir?
Bu günahı Yusuf (a.s)`a nisbet edenler de, bu "bürhân”ın ne demek olduğu hususunda, şu izahları yapmışlardır:
1- "Kadın, evin ortasında inci ve yakut kakmalı bir puta yöneldi ve onun üzerini bir bezle örttü. Bunun üzerine Hz. Yusuf (a.s): "Bunu niçin yaptın?" dediğinde de, "Ben putumun bir günah işlerken beni görmesinden utanırım" dedi. Hz. Yûsuf (a.s) da: "Sen, aklı olmayan, duymayan bir puttan utanırken ben nasıl olur da, herkesin yaptığını [yapma gücünü] kendisine veren ilahımdan utanmam! Allah`a yemin olsun ki, ben bu işi kesinlikte yapmam!" dedi" Bu görüşte olanlar, "işte bürhân budur" demişlerdir.
2] Ontar, İbn Abbas (r.a)`dan şunu rivayet etmişlerdir: "Hz. Yûsuf (a.s)`a, babası Ya`kûb, parmaklarını ısırır olduğu halde ve "Peygamberler zümresinden takdir edilmiş olduğun halde, tacirlerin işini mi yapıyorsun? Bundan utan!" der vaziyette temessül etti, göründü." Bu aynı zamanda İkrime, Mücahid, Hasan el-Basri, Sald b. Cübeyr, Katâde, Dahhâk, Mukâtil ve İbn Sîrîn`in görüşüdür. Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: Hz. Yaküp (a.s.) Yusuf (a.s.)`a göründü ve onun göğsüne vurdu. Böylece onun bütün şehveti, parmak uçlarından –adetâ- çıkıp gitti."
3- Onlar şöyle demişlerdir: "Hz. Yusuf (a.s.), birisinin gökten kendisine "Ey Ya`kûb`un oğlu, sen kuşlar gibi olma. Kuşun tüyleri vardır. Ama zina ettiğinde, o güzel tüyleri dökülür [güzelliği gider] diye seslendiğini duydu"
4- Onlar, İbn Abbas (r.a)`ın şöyle dediğini nakletmişlerdir: "Hz. Yûsuf (a.s.), Yakub (a.s.)`un temsilini [hayalini] görünce de, vazgeçmedi. Ta ki Cebrail (a.s.), onu geri tepince bütün şehveti kayboldu.” Vahidî bu rivayetleri nakledince, kibirlenerek [laf atarak] "Bu, tenzili [Kur`ân`ın nüzulünü] gören zatlardan, Kur`ân`ın tefsirini alan tefsir önderlerinin görüşüdür" demiştir. Ona şöyle denilebilir: "Sen, bize hiç bir faydası bulunmayan bu laf atmalardan başka birşey söylemiyorsun. Senin, buna delilin nerede?" Hem, aynı şeyde delillerin birbirini takib etmesi caizdir. Yûsuf (a.s.), asli delillere göre, zinadan uzak durmuştur. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

“Rabbinin burhanı” demek, Allah`tan gelen ilham demektir ki, bu ilham kendisini bir kadının tahrikine kapılmanın hiçbir kâr getiremeyeceği şuuruna erdirmiştir. "Bu burhan neydi?" sorusunun karşılığı da daha önceki ayette zaten geçmektedir: "Rabbim bana karşı bunca ihsanda bulundu. Şu halde ben niye böyle yanlış bir iş yapayım? Zalimler asla felah bulmaz." Şu halde, gençliğine rağmen Hz. Yusuf`u (a.s) bu büyük tahrikten koruyan "ilahi burhan" anlaşılmış olmalıdır.
Ali b. Ebi Talib (r.a)’dan rivayete göre Züleyha evin bir köşesinde inci ve yakutlarla süslü bir taç giydirilmiş puta kalkıp bir örtüyle üzerini kapattı. Hz. Yusuf ona ne yapıyorsun diye sorunca, Zeliha: Bu ilahımın beni bu şekilde görmesinden utanırım deyince: Benim Allah`tan utanmam daha bir yaraşır, diye cevap verdi. Bu, bu hususta yapılmış en güzel açıklamadır. Çün*kü bu şekildeki cevab ile [Zeliha`ya şirkine karşı] delil getirilmiş olmaktadır.
Denildiğine göre Hz. Yûsuf evin tavanında: "Zinaya yaklaşmayın, o cid*den bir hayasızlıktır, kötü bir yoldur" (İsra/32) buyruğunu yazılı ola*rak gördü.
el-A`meş, Mücahid`den şöyle dediğini rivayet eder: O şalvarını çözünce Ya`kub ona göründü ve: Ey Yûsuf! deyince, Hz. Yûsuf dönüp kaçtı.
Süfyan da, Ebu Husayn`dan, o Said b. Cübeyr`den şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Yûsuf’a, Hz. Ya`kub göründü ve göğsüne bir darbe indirdi. Bunun üzerine şehveti parmak uçlarından çıkıp gitti.
Mücahid der ki: Hz. Ya`kub`un herbir oğlunun oniki erkek çocuğu oldu. Yûsuf’un ise sadece iki oğlu oldu, bu şehveti dolayısıyla çocukları azaldı.
Bundan başka açıklamalar da yapılmıştır. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an]

Bizim görüşümüze göre, Yusuf’a gösterilen ayet, Allah`ın, zina fiilinin suç olduğuna ve bu fiili işleyenlerin cezalandırılmaları gerektiğine dair olan emridir. Nitekim 24. ayette Yüce Allah, Yusuf’a kanıt göstermesinin gerekçesini, “Ondan fuhşu ve fenalığı uzak tutalım diye böyledir” diye açıklamıştır.
24. ayetin son cümlesi olan “Şüphesiz o, Bizim arıtılmış kullarımızdandı” ifadesinden anlaşıldığına göre, Yusuf bu olaydan evvel birçok bela ve fitne ile arıtılmış, saf, halis, katışıksız bir kul hâline getirilmiş bulunmaktaydı.
“Arıtılmış” diye çevirdiğimiz “Muhles” sözcüğü, Kur’an’da, Dâvûd, Süleymân, İbrâhîm, İsmâîl ve Yusuf peygamberler için kullanılmış bir niteliktir. Ancak Kur’ân`da muhles oldukları bildirilen bu peygamberlerden başka hiç kimsenin muhles olamayacağını düşünmek ve bu niteliği sadece peygamberlere özgü saymak isabetli bir kanaat değildir. Fitnelenen, belâ ve musibetlerle sınanmaya sabreden, arınma isteğiyle kendini eğitip olgunlaştıran, tefekkür ve akletme gibi zihnî donanımlarını güçlendirerek kendini yetiştiren herkes muhles olup İblis`in iğvalarından korunabilir.
(Sâd Suresi’nin sonunda yer alan “Fitne” başlıklı yazımız, “Muhles” sözcüğünü de kapsayan açıklamalar içermektedir.) (Tebyinü’l-Kuran; c: 2 s: 452)

Konumuz olan ayetlerde [Yusuf/23-29] anlatılan olay, Kitab-ı Mukaddes’te şu şekilde yer almaktadır:

7 Bir süre sonra efendisinin karısı ona göz koyarak, "Benimle yat" dedi.
8 Ama Yusuf reddetti. "Ben burada olduğum için efendim evdeki hiçbir şeyle ilgilenme gereğini duymuyor" dedi, "Sahip olduğu her şeyin yönetimini bana verdi.
9 Bu evde ben de onun kadar yetkiliyim. Senin dışında hiçbir şeyi benden esirgemedi. Sen onun karısısın. Nasıl böyle bir kötülük yapar, Tanrı`ya karşı günah işlerim?"
10 Potifar`ın karısı her gün kendisiyle yatması ya da birlikte olması için direttiyse de, Yusuf onun isteğini kabul etmedi.
11 Bir gün Yusuf işlerini yapmak üzere eve gitti. İçerde ev halkından hiç kimse yoktu.
12 Potifar`ın karısı Yusuf`un giysisini tutarak, "Benimle yat" dedi. Ama Yusuf giysisini onun elinde bırakıp evden dışarı kaçtı.
13 Kadın Yusuf`un giysisini bırakıp kaçtığını görünce,
14 hizmetkârlarını çağırdı. "Bakın şuna!" dedi, "Kocamın getirdiği bu İbrani bizi rezil etti. Yanıma geldi, benimle yatmak istedi. Ben de bağırdım.
15 Bağırdığımı duyunca, giysisini yanımda bırakıp dışarı kaçtı."
16 Efendisi eve gelinceye kadar Yusuf`un giysisini yanında alıkoydu.
17 Ona da aynı şeyleri anlattı: "Buraya getirdiğin İbrani köle yanıma gelip beni aşağılamak istedi.
18 Ama ben bağırınca giysisini yanımda bırakıp kaçtı."
19 Karısının, "Senin kölen bana böyle yaptı" diyerek anlattıklarını duyunca, Yusuf`un efendisinin öfkesi tepesine çıktı. (Tekvin; 39. Bab, 7-19. cümleler)



30 - Şehirde kadınlar da “Aziz’in karısı, delikanlısının nefsinden murat almak istermiş. Kesinlikle sevgi onun yüreğine işlemiş. Şüphesiz biz, kesinlikle onu apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.
31 – Sonra o [Aziz’in karısı], onların mekirlerini [gizliden gizliye dedikodu yaydıklarını] işitince, onlara elçi gönderdi ve onlara yastık / meyve [mükellef bir sofra] hazırladı. Ve onlardan her birine bir bıçak verdi. Ve “Çık karşılarına!” dedi. Ve şimdi onlar onu [Yusuf’u] görür görmez onu [Yusuf’u] gözlerinde çok büyüttüler ve ellerini kestiler. Ve “Haşa! Allah için, bu bir beşer değil, ancak çok şerefli bir melektir! / Haşa! bu satın alınmış bir köle değil ancak çok şerefli bir prenstir!” dediler.
32 – O [Aziz’in karısı]; “İşte, bu gördüğünüz, beni hakkında kınadığınızdır. Ant olsun ki, ben bunun nefsinden yararlanmak istedim de o, namuslu davrandı. Yine ant olsun ki, kendisine emrettiğimi yapmazsa, muhakkak zindana atılacak ve kesinlikle zillete uğrayanlardan olacaktır” dedi.
33 – O [Yusuf]; “Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer Sen, bunların tuzaklarını benden döndürmezsen, ben onların tuzağına düşerim ve cahil kimselerden olurum” dedi.
34 - Bunun üzerine Rabbi, ona [onun duasına] icabet etti de ondan onların tuzaklarını döndürdü. Şüphesiz O, evet O, hakkıyla işitenin, hakkıyla bilenin ta kendisidir.

Saldırı olayından sonraki gelişmelerin konu edildiği bu pasajdan, olayın Mısır sosyetesi arasında dedikodu konusu olduğu, buna rağmen evin hanımının yine de niyetinden vazgeçmediği anlaşılmaktadır.
Anlatılanlara göre, Aziz’in karısının Yusuf’tan murat alma arzusunda olduğu çevrede duyulmuş ve bu durum kentin kadınları tarafından kınanmıştır. Büyük bir ihtimalle, olayın haberi, hakemlik yapan kişi tarafından sızdırılmıştır. Aziz’in karısı da, kendi yerinde kim olsa Yusuf’a karşı aynı arzuları duyacağını göstermek için olsa gerek, kendisini kınayan kadınları evine ziyafete çağırıp Yusuf’u karşılarına çıkarmıştır. Bundan sonraki olaylar Aziz’in karısının düşündüğü gibi gelişmiş ve Yusuf’u gören kadınlar öyle bir hayranlık duyup şaşkınlığa kapılmışlardır ki, meyvelerini yerken ellerini kesmişlerdir. Böylece Yusuf’a yönelik arzuları yüzünden kendisini kınayan kadınların desteğini alan Aziz’in karısı, kadınların önünde de niyetinden vazgeçmediğini açıklamış ve Yusuf’un karşı çıkması durumunda onu zindana attırmakla tehdit etmiştir. Yusuf ise, zindana atılmanın ne kadar kötü bir şey olduğunu bilmesine ve kadının istediği şeyin çok cazip olmasına rağmen akıllı davranmış, geçici bir zevki ahiret hayatına tercih etmemiş, yani suçu değil, zindana girmeyi tercih etmiştir.
30. ayette konu edilen kadınların sayısı Kur’an’da bildirilmemiş olmasına karşılık, bu konuda bir takım iddialar ortaya atılmıştır:

Kelbî şöyle demiştir: "Bu kadınlar dört kişi idiler: Aziz`in sucusunun karısı, ekmekçisinin karısı, gardiyanın karısı ve çobanının karısı." (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Mukatil, bunlara bekçisinin karısını da ilâve edilmiştir.

Biz, ayetteki “nisvetün [kadınlar]” sözcüğünün çoğul anlamından yola çıkarak sözü edilen kadınların üç veya daha fazla olduklarını düşünüyoruz.
31. ayetteki “ellerini kestiler” ifadesi, “ellerini çizip yaraladılar” demektir. Hemen hemen her dilde, vücudun herhangi bir yerinde meydana gelen çizilme, kanama gibi yaralanmalar “kesilme” şeklinde ifade edilir.
Ayetteki “kesme” fiili “ قطّعkattaa” kalıbıyla verilmiştir. Bu kalıp fiile “kesret [çokluk]” anlamı katar. Ancak “anlam”a katılan bu çokluk, cümlenin fiil, fail veya mefulünden herhangi birine ait olabilir. Dolayısıyla kadınların ellerini çokça kesmeleri ifadesinden: a- Ellerini üç-beş kez kestikleri; b- Ellerinin birkaç parmağını birden kestikleri; c- Ya da ellerini kesenlerin sayıca çok oldukları anlamı çıkarılabilir.
22, 24. ayetlerde Yusuf için hem “محسن muhsin [iyilik-güzellik üreten]” hem de “ مخلصmuhles [arıtılmış]” nitelikleri verilmiştir. Bu durum, Yusuf’un kimlik, kişilik, ahlak ve eğitim yönünden hangi boyutta olduğunu anlamaya yetip artmaktadır.

35 – Sonra bu kadar delili gördükten sonra bir süre için onu zindana atmaları açığa çıktı.

Bu ayette, Yusuf’un duasının kabul edildiği ve zindana atıldığı nakledilmektedir. Her şeyin ortaya çıkmasına, asıl saldırıya uğrayanın o olduğunun anlaşılmasına ve bunun bizzat Aziz’in karısı tarafından itiraf edilmesine rağmen Yusuf zindana atılarak kadının rezaleti örtbas edilmeye çalışılmıştır. Bu, o dönemin sosyetesinin ahlaken ne kadar kokuşmuş olduğunu gözler önüne seren bir durumdur. Çünkü ahlaki zafiyet içinde olan tacizkâr bir kadının sosyal statüsü sarsılmasın diye, suçsuzluğu kanıtlanmış bir insan haksız yere hapse gönderilmiştir.
Zemahşeri, Yusuf’un haksız yere zindana atılmasını, karısına karşı uysal ve zayıf davranan Aziz’in kılıbık kişiliğine bağlamış ve Aziz’i “yularını kadının eline bir binek devesi misali teslim etmiş bir kişi” olarak nitelemiştir. (Zemahşerî; Keşşaf, c.2,s. 319)
Yusuf’un zindan süresi olarak klasık eserlerde “üç ay”, “beş yıl”, “yedi yıl”, “on iki yıl”, “dokuz yıl” gibi sürelerden söz edilmiştir. Ancak bu iddiaların hiçbir dayanağı yoktur. Ayetteki “ حينhıyn [bir süre]” ifadesinden, Yusuf’un uzun bir süre için değil, kısa bir süre için hapse atıldığı anlaşılmaktadır. Bu da dedikodunun dinmesini, ortalığın yatışmasını sağlayacak kadar bir süredir.

36 – Ve zindana onunla birlikte iki delikanlı girdi. Onlardan birisi, “Şüphesiz ben kendimi şarap sıkarken gördüm” dedi. Öteki de; “Şüphesiz ben başımın üstünde ekmek taşıdığımı, kuşların da ondan yediğini gördüm. Bize bunun tevilini haber ver. Şüphesiz biz seni muhsinlerden [iyilik-güzellik üretenlerden] görüyoruz” dedi.
37 - 41 – O [Yusuf]; “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tevilini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben Allah’a inanmayan bir kavmin –ki onlar ahreti inkâr edenlerin ta kendileridir- milletini terk ettim. Ve atalarım İbrahim, İshak ve Yakub`un milletine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur. Velâkin insanların çoğu şükretmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O’nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Ona [bunlara tapmanız konusuna] Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti” dedi.

Bu ayetlerde Yusuf’un zindan hayatından bir kesit nakledilmektedir. İki zindan arkadaşı kendi haklarında gördükleri görüntüleri Yusuf’a anlatmışlar, Yusuf da bu görüntüleri tevil etmeden önce hapisane arkadaşlarına net bir tevhit dersi vermiştir.
Zindan arkadaşlarının Yusuf’a “Şüphesiz biz seni iyileştirenlerden görüyoruz” demeleri, onun boş durmayıp salihatı işlediğini ve zindanda saygı duyulan, değer verilen bir konumda olduğunu göstermektedir. Nitekim gördükleri görüntüleri anlatmak suretiyle Yusuf’a içlerini dökmüşler, dertlerini açmışlar, çözüm için ona müracaat etmişlerdir. Bu hususta Kitab-ı Mukaddes’te şunlar yazılıdır:

Ve gardiyan zindanda daha önce tutuklu bulunan tüm mahkûmları Yusuf`un eline teslim etti. Böylece ne yaptılarsa, onu Yusuf yapmış oldu. Gardiyanın izlediği hiçbir şey yoktu ki Yusuf`un eli altından çıkmış olmasın. (Tekvin; 39. Bab, 22, 23. cümleler)

Yusuf’un görüntüleri tevil etmeden önce önce yanındakilere verdiği tevhit dersi çok dikkat çekicidir. Yusuf’un buradaki sözleri, ancak vahy ile muhatap olup elçilik görevi almış birinin sözleridir:

“Şüphesiz ben Allah’a inanmayan bir kavmin -ki onlar ahireti inkâr edenlerin ta kendileridir- milletini terk ettim. Ve atalarım İbrahim, İshak ve Yakub`un milletine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur. Velâkin insanların çoğu şükretmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, Allah’ın astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Ona [bunlara tapmanız konusuna] Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O, size, kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.”

Yusuf peygamberin bu konuşmasında geçen “Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı?” sözleriyle yaptığı mukayese tarzındaki uyarı Neml suresinde de yer almaktadır:

De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. Selam [esenlik, güvenlik] da seçip arı duru hâle getirdiği kullarınadır. Allah mı hayırlıdır, yoksa onların ortak koştuğu şeyler mi?”
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, gökleri ve yeryüzünü yaratan, gökten sizin için su indiren mi? Sonra da Biz onunla, bir ağacını bile bitirmenizin söz konusu olmadığı güzel güzel bahçeler bitirmişizdir. Allah’la beraber başka bir ilâh mı var! Aksine onlar zulümde devam eden bir kavimdir.
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, yeryüzünü barınak kılan, aralarında nehirler kılan, onun için sabit dağlar kılan ve iki deniz arasına engel kılan mı? Allah ile beraber bir ilah mı var? Bilakis onların çoğu bilmiyorlar.
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve kötülüğü gideren, sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı? Allah’ın yanında başka bir ilah mı var? Çok az düşünüyorsunuz!
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, karanın ve denizin karanlıkları içinde size kılavuz olan, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber bir ilah mı var? Allah onların koştukları ortaklardan çok yücedir.
(Onların ortak koştuğu şeyler mi hayırlıdır?) Ya da, önce yaratan, sonra onu iade edecek olan ve sizi hem gökten, hem yerden rızklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? De ki: Eğer doğru kimseler iseniz, kesin delilinizi getiriniz! (Neml/59-64):

Yusuf peygamberin, konuşmasına başlarken “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun tevilini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir” diyerek kendisinin bir kâhin olmadığını, yapacağı tevillerin gerçeği ifade ettiğini haber vermesi ve tevhit dersinden sonra da arkadaşlarının gördükleri görüntüleri tevil etmesi, ona “tevil mucizesi” verildiğinin, yani peygamber yapıldığının bir başka göstergesidir.

TE’VİL

“Te’vil” sözcüğü, “geriye dönüş” şeklindeki kök anlamından değişerek “tedbir [arkalaştırma]” yani birinci, ikinci, üçüncü şeklinde “ardı ardına dizmek, sıralamak, öncelik sırasına koymak” anlamlarında kullanılır. Burada vizyonlara ait birçok benzer olay ortaya atılabilir. Bunların tevili, bu olayların en uygun olanının tercih edilmesi, benimsenmesidir.
Bu ayetlerde anlatılan olaylar, Kitab-ı Mukaddes’te aşağıdaki şekilde geçmektedir:

1 Bir süre sonra, Firavun`un sakisi ve fırıncısı efendilerini gücendirdiler.
2 Firavun bu iki görevlisine, baş sakiyle fırıncıbaşına öfkelendi.
3 Onları muhafız birliği komutanının evinde, Yusuf`un tutsak olduğu zindanda göz altına aldı.
4 Muhafız birliği komutanı Yusuf`u onların hizmetine atadı. Bir süre zindanda kaldılar.
5 Firavun`un sakisiyle fırıncısı tutsak oldukları zindanda aynı gece birer düş gördüler. Düşleri farklı anlamlar taşıyordu.
6 Sabah Yusuf yanlarına gittiğinde, onları tedirgin gördü.
7 Efendisinin evinde, kendisiyle birlikte zindanda kalan Firavun`un görevlilerine, "Niçin suratınız asık bugün?" diye sordu.
8 "Düş gördük ama yorumlayacak kimse yok" dediler. Yusuf, "Yorum Tanrı`ya özgü değil mi?" dedi, "Lütfen düşünüzü bana anlatın."
9 Baş saki düşünü Yusuf`a anlattı: "Düşümde önümde bir asma gördüm.
10 Üç çubuğu vardı. Tomurcuklar açar açmaz çiçeklendi ve salkım salkım üzüm verdi.
11 Firavun`un kâsesi elimdeydi. Üzümleri alıp Firavun`un kâsesine sıktım. Sonra kâseyi ona verdim."
12 Yusuf, "Bu şu anlama gelir" dedi, "Üç çubuk üç gün demektir.
13 Üç gün içinde Firavun seni zindandan çıkaracak, yine eski görevine döneceksin. Geçmişte olduğu gibi yine ona sakilik yapacaksın.
14 Ama her şey yolunda giderse, lütfen beni anımsa. Bir iyilik yap, Firavun`a benden söz et. Çıkar beni bu zindandan.
15 Çünkü ben İbrani ülkesinden zorla kaçırıldım. Burada da zindana atılacak bir şey yapmadım."
16 Fırıncıbaşı bu iyi yorumu duyunca, Yusuf`a, "Ben de bir düş gördüm" dedi, "Başımın üstünde üç sepet beyaz ekmek vardı.
17 En üstteki sepette Firavun için pişirilmiş çeşitli pastalar vardı. Kuşlar başımın üstündeki sepetten pastaları yiyorlardı."
18 Yusuf, "Bu şu anlama gelir" dedi, "Üç sepet üç gün demektir.
19 Üç gün içinde Firavun seni zindandan çıkarıp ağaca asacak. Kuşlar etini yiyecekler."
20 Üç gün sonra, doğum gününde Firavun bütün görevlilerine bir şölen verdi. Görevlilerinin önünde baş sakisiyle fırıncıbaşını zindandan çıkardı.
21-22 Yusuf`un yaptığı yoruma uygun olarak baş sakisini eski görevine atadı. Baş saki Firavun`a şarap sunmaya başladı. Ama Firavun fırıncıbaşını astırdı.
23 Gelgelelim, baş saki Yusuf`u anımsamadı, unuttu gitti. (Tekvin; 40. Bab)

42 - Ve o [Yusuf] o iki kişiden, kurtulacağını kesin olarak bildiği kişiye; “Rabbinin [efendi, hükümdar edindiğin kişinin] yanında beni an!” dedi. Sonra şeytan ona, hatırlatmayı terk ettirdi. Böylece o [Yusuf], senelerin küsurunca [3 ila 10 sene] zindanda kaldı.

Ayetten anlaşıldığına göre, Allah’ın verdiği ilim sayesinde Yusuf peygamberin yaptığı tevil gerçekleşmiş, ne var ki, kurtulacağını söylediği kişi Yusuf peygamberin tembihini efendisinin yanında söylememiş ve o da zindanda kalmaya devam etmiştir.
Kurtulan kişiye o tembihi hatırlatmayı terk ettiren şeytan o kişinin kendisi, yani kendi şeytanı, iblisidir. Çünkü Rabbimizin bildirdiği gibi, şeytanın herhangi bir zorlama gücü yoktur. Dolayısıyla o kişi, unuttuğundan ya da kendisine unutturulduğundan değil, işine gelmediği, kendisi istemediği için efendisine Yusuf peygamberden bahsetmemiştir.
Ayetin orijinalinde geçen النّسيان[nisyân] sözcüğü “unutmak” olarak meşhurlaşmıştır; ancak sözcüğün esas anlamı “ ضدّ الذّكر والحفظ zıddu`z-zikri ve`l hıfz [söylememek, anmamak ve akılda tutmamak]”tır. (Lisanü’l-Arab; c: 8, s: 544) Buna göre, “nisyân” sözcüğü “bile bile terk etme”yi, “değer vermeme”yi, “umursamama”yı ifade eder. “Hatırlamamak, unutmak” kavramları da bu sözcükle ifade edilmekle beraber, Kur’an’daki bütün “nisyân” sözcükleri için daima “umursamamak, ağza almamak” anlamı da itibara alınmalıdır.
Sonuç olarak, zindan arkadaşının Yusuf peygamberden efendisine bahsetmeyi unutması mazeret niteliğindeki normal bir unutma değil, genç arkadaşının Musa peygambere “Hut’u unuttum” (Kehf/60) demesi gibi, “umursamamak, önemsememek, bile bile terk etmek” anlamında, suç niteliğinde bir unutmadır.
“Senelerin küsurunca [3 ila 10 yıl]” olarak çevirdiğimiz ifadenin orijinali, “ بضع سنين biz’ı siniyn”dir. “ بضعBiz’ı” sözcüğü “3 ila 10 arasında” demek olup buna “3 ila 9 veya 4 ila 9 arasında” diyenler de vardır. (Lisanü’l-Arab c: 1, s: 438, “bz’ı” mad.)
Buradaki gibi, alt ve üst sınırı belli aralıktaki sayılar dilimizde “küsur” olarak ifade edilmektedir. Meselâ on ila yirmi yıl arasındaki süreler “on küsur yıl” veya yüz lira ile iki yüz lira arasındaki fiyatlar “yüz küsur lira” olarak söylenir. Bizim de çevirimizi “senelerin küsuru” şeklinde yapmamızın sebebi budur. Yusuf önce kısa süre için zindana atılmış olmasına rağmen, ayetten anlaşıldığına göre, planlanandan daha uzun süre hapiste kalmıştır.
Ayette geçen “ ظنّzann” sözcüğü burada “kesin bilgi” anlamındadır. “Zann” sözcüğünün Kur’an’daki kullanımı ile ilgili detay Sad suresinin sonunda bulunan “Zann” başlıklı yazımızda mevcuttur. (Tebyinü’l Kur’an; c: 2, s: 457)

43 – Ve melik [hükümdar] dedi ki: “Şüphesiz ben yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başakla yedi kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Siz görüntü [vizyon] tabir ediyorsanız beni bu görüntü hakkında fetvalandırın.”
44 - Onlar [ileri gelenler] dediler ki: “Karmakarışık görüntülerdir. Biz ise böyle karmakarışık görüntülerin tevilini bilenler değiliz.”

Bu ayetlerde ülke yöneticisinin gördüğü görüntü [vizyon] anlatılmaktadır ki, bu görüntü rüyada değil, uyanıkken görülmüştür. Hükümdarın canını sıktığı, tevilini çevresindekilere sormasından belli olan görüntü, sonraki ayetlerden anlaşıldığı gibi, aslında Yusuf peygamberin zindandan çıkmasına vesile olmuştur. Ya da başka bir ifade ile Rabbimiz, hükümdarın vizyonunu, Yusuf peygamberin zindandan çıkması için bir sebep kılmıştır.
“Yöneticinin kimliği” ve “rüyaların çeşitleri” konularında Elmalılı Hamdi Yazır’ın görüşleri şöyledir:

İslâm âlimleri, rüya hadisesini üç sınıf olarak tasnif etmişlerdir: Birincisi, Allah tarafından doğrudan doğruya veya bir melek aracılığıyla meydana gelen ilâhî bir telkindir ki, asıl rüya, hak ve gerçek olan rüya budur. İkincisi, benliğin kendinden kendisine yapılan telkin ile meydana gelen görüntüdür ki, geçmişten gelen hatıra birikimlerinin yeni baştan hayal edilmesinden başka bir değer taşımaz. Üçüncüsü ise, şeytanî bir telkin ile meydana gelen zihinsel görüntüdür ki, bilinmeyen bir dış etkenden etkilenerek meydana gelir, fakat yalan bir tedai ve tehayyülden ibaret olur. İşte bu ikisi “ahlam” veya “adğâsü ahlam” adını alır. Bununla beraber bütün bunlar nefiste bilgi değeri olmasa bile, hissî bir heyecan uyandırmaktan geri kalmazlar. Şu halde yalnızca bilgi değeri açısından değil, duyguların halden hale geçmesi açısından da düşünüldüğü zaman görülür ki, ahlam denilen kısmın bile psikolojide hesaba katılmaya değer önemli bir yeri vardır. Gerçekten de Hz. Peygamberin hadislerinde rüyaların hem bilgi değeri, hem de duygusal önemi üzerinde durulmuş, her iki faydasına da ayrı ayrı işaret buyurulmuştur. Bu arada şunu da hatırlatmalıyız ki, hadis-i şerifte "Rüya, peygamberliğin kırkaltı cüz`ünden bir cüz`dür" yani, kırkaltı parçasından bir parçadır buyurulmakla, onun ilmi değerine işaret edilmiştir. Ayrıca yine hadis-i şerifte "Peygamberlik kesildi, mübeşşir at kaldı" buyurulmuştur. Bu da daha ziyade işin duygusal tarafına aittir. Hiç şüphesiz nübüvvetlerin ekmeli, Hz. Muhammed`in nübüvvetidir. Hatemü`l-enbiya [son peygamber] efendimizin vefatına kadar vahiy aldığı peygamberlik süresi yirmi üç sene idi. Ve bu yirmi üç senelik sürenin ilk altı ayında aldığı vahiy, hep sabah aydınlığı gibi zuhur eden rüyalar şeklinde olmuştu. Yirmi üç senenin ise kırk altı tane yarım sene, yani kırkaltı tane "altı ay" demek olduğu hesaba katılırsa, ilk altı ayda rüyalar şeklinde gelen vahyin, bütün vahiy süresinin kırk altıda biri ettiği ve onun kırk altı parçasından bir parça olduğu anlaşılır.
Burada rüya meselesini biraz da zamanımızın felsefi görüşleri açısından ele almak da faydadan halî olmayacaktır. Psikoloji ve genelde ruhsal bilimlerle meşgul olanların bildiği gibi, uyanıkken bize belli bir şeyi tanıtan, mesela "bir buğday başağı gördüm veya bir ses işittim" dedirten herhangi bir görme ve işitme, tek başına o anda meydana gelen basit bir duyumdan ibaret değildir. O anda aldığımız o duyu ile birlikte hafızamız da ona benzer bir hızla hemen harekete geçer, kendisinde daha önceden ona benzer bütün görüntüleri yoklar, varsa aynını bulur, onunla karşılaştırır ve o anda onun buğday başağı olduğuna karar verir. Gördüğü yeni duyu ile daha önce edindiği idraklerin bütünleşmesinden yeni bir tanım elde etmiş bulunur.
Burada sözü geçen Kral, öyle görünüyor ki, Sina Yarımadası yoluyla doğudan gelip Mısır`ı istila ettikten sonra ülkede M.Ö. 1700`den 1580`e kadar hüküm süren altı Hiksos kralından biri. Yabancı bir kavimden olduğunda şüphe bulunmayan bu hanedanın ismi eski Mısır dilinde “hik şasu” ya da “heku şoswet” sözünden türemiştir ki, bunun anlamı “göçebe ülkelerin hükümdarları” yahut geç dönem Mısır tarihçilerinden Manetho`ya göre “çoban krallar” demektir. Ki, bütün bunlar da onların Mısır`ın istilasından önce Suriye`de yerleşik hayat tarzını benimsemeye başlamış olmakla birlikte göçebe hayat tarzından çok şeyler taşıyan Araplar olduklarını göstermektedir. Bu, kıssada sözü geçen kralın İbranî kavminden olan Hz. Yusuf`a duyduğu güven ve yakınlığı ve ayrıca sonrakinin ailesinin bilahare Mısır`a yerleşmesini (ve böylece zaman içinde İsrail ulusunun teşekkülünü) kısmen açıklamaktadır. Çünkü hatırlanmalıdır ki, İbranîler de birkaç yüzyıl önce Arabistan Yarımadası`ndan Mezopotamya`ya, sonra Suriye`ye göç eden bedevî kabilelerden birinin soyundan gelmektedirler; ayrıca Hiksos dili, kendisi de nihayet eski Arap lehçelerinden biri olan İbraniceye çok yakın bir dil olsa gerektir. (Elmalılı)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla