Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 12:21 AM   #7
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

83.Seni toplumundan daha çabuklaştıran nedir ey Mûsâ?

84.Mûsâ: “Onlar, benim izim-öğretim üzerinde olanlardır. Ben de Sen hoşnut olasın diye Sana acele ettim Rabbim” dedi.

85.Allah: “Şüphesiz işte, Biz senden sonra toplumunu imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı” dedi.

Bu Âyetler aslında 79. Âyetin devamıdır. Yukarıda da söylediğimiz gibi, 80–82. Âyetler kıssanın anlatımına bir parantez olarak girmiştir. Bu parantezde, denizden geçirilen kavmini nimeti bol bir yere iskân eden ve Rabbi ile buluşma hevesiyle vahiy mahalli olan dağa giden Mûsâ peygamberin Allah ile olan konuşması anlatılmaktadır. Anlatılanlara göre, kavminin kendilerine verilen ilâhî öğretilerden vazgeçmeyeceğine güvenen Mûsâ peygamber, onları kardeşi Hârûn’a emanet ederek Rabbini hoşnut etmek için alelacele ilk vahyi aldığı yere gitmiş ama orada durumun hiç de kendi düşündüğü gibi olmadığını, Samirî’nin onları saptırdığını, onların da kendilerini ateşe attığını öğrenmiştir. İsrâîloğulları’nın kendilerini ateşe atması, Biz onları fitnelendirdik cümlesi ile ifade edilmiştir. Rabbimizin fitnelendirme fiilini kendisine nispet etmesi, “fitnelendirme” eyleminin yaratıcısı olması sebebiyledir. Yani İsrâîloğulları aslında kendi kendilerini ateşe atmışlar, ne olduklarını, içyüzlerini açığa vurmuşlardır.

SÂMİRÎ KİMDİR:

السّامرى - Sâmirî sözcüğü, tıpkı الامّى - ümmî = anakentli, مكّى - Mekkî = Mekkeli, الرّومى - rûmî = Romalı sözcükleri gibi Sâmirli demektir. Buna göre “Sâmir” ya bir ülkenin, ya bir kentin, ya da bir kavmin [oymağın] adıdır. Buna dair elimizde kesin bir bilgi bulunmamasına rağmen biz bu sözcüğün “Sümer” sözcüğünden bozulmuş olduğu kanaatine sahibiz. Sâmirîsözcüğü, Tevrât’ta “Sâmiriye” şeklinde geçmektedir:

Omri, Şemer adlı birinden Samiriye Tepesi’ni iki talant gümüşe satın alıp üstüne bir kent yaptırdı. Tepenin eski sahibi Şemer’in adından dolayı kente Sâmirîye adını verdi.[14]Sâmirî sözcüğünün “Sümer” sözcüğünden bozulmuş olduğu varsayımına dayanarak ve yukarıdaki Tevrât cümlesini dikkate alarak İsrâîloğulları’nı yoldan çıkaran Sâmirî hakkında şu yorumu yapmak mümkün olabilir: Sâmirî, İsrâîloğulları arasına karışmış olmasına rağmen, aslen Mezopotamya’dan Mısır’a göçmüş ve hâlâ asaletlerini koruyan Sümerli guruplara mensup birisidir.

86.Bunun üzerine Mûsâ öfkeli ve üzgün olarak hemen toplumuna geri döndü; “Ey toplumum! Rabbiniz size güzel bir vaat ile söz vermedi mi? Şimdi size bu uzun mu geldi, yoksa Rabbinizden size bir gazap inmesini mi arzu ettiniz de bana olan vaadinizden cayıverdiniz?” dedi.

87.Onlar dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz o toplumun zînetlerinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Sonra onları fırlatıp attık. Sonra da işte böylece Samirî kafamıza soktu.”

86. Âyette, güvenerek arkasında bıraktığı kavminin yoldan çıktığını öğrenen ve öfke ile kavmine dönen Mûsâ peygamberin sitemi, 87. Âyette de Mûsâ peygamberin azarına karşılık suçu Sâmirî’nin üzerine atmak sûretiyle kavminin kendisini savunması anlatılmıştır. Hatırlanacak olursa, kıssanın bu bölümü A’râf Sûresinde bu ayrıntıda değildi:

150Ve Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak toplumuna döndüğünde, “Bana arkamdan ne kötü bir halef/ nesil oldunuz! Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız mı?” dedi. Ve levhaları bıraktı ve kardeşi Hârûn’u kendine çekerek başından tuttu. Hârûn: “Ey anamın oğlu! İnan ki, bu toplum beni güçsüz düşürdü, az daha beni öldüreceklerdi. Onun için bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma. Ve beni bu zâlimler toplumu ile bir tutma” dedi.

151Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”(A’râf/ 150–151)

FIRLATIP ATILAN ZİYNETLER:
87. Âyetteki ifadeler genellikle aşağıdaki nakil esas alınarak yorumlanmış ve Mûsâ peygamberin kavminin fırlatıp attığı ziynetlerin, İsrâîloğulları’nın Mısır’daki komşularını kandırarak onlardan emanet olarak alıp da iade etmedikleri kıymetli eşya ve madenler olduğu ileri sürülmüştür.

Ziynet”ten kasıt, firavun hanedanından aldıkları altın ve gümüşten oluşan süs eşyaları idi. Otuz beş gün sonra Sâmirî -ki o İsrâîloğulları’ndan idi- onlara dedi ki: “Ey Mısır halkı! Mûsâ size geri dönmeyecektir. Siz de şu vizre bakın. O vizr, kadınlarınız ve çocuklarınız üzerindeki pisliğin ta kendisidir. Bunlar sizin gasp yoluyla firavun hanedanından aldığınız süs eşyalarıdır. Haydi, bunlardan temizlenin ve onları ateşe atın!” Onlar da onun dediğini yaptılar. Altın ve gümüşten oluşan bütün süs eşyalarını toplayıp bir araya getirdiler. Sâmirî bunları aldı ve 36.37 ve 38. günlerde -yani, toplam üç günde- işleyerek bir buzağı şekline getirdi. Sonra Cibril’in atının toynağının izinden almış olduğu toprağı ona kattı. Buzağı bir defaya mahsus olmak üzere böğürdü. Fakat bir daha böğürmesini tekrarlamadı. Samiri, 39. gün bu buzağıya tapmalarını emretti. Ertesi günü, yani kırkıncı günde Mûsâ onların yanına döndü. İşte Allah’ın şu buyruğu bunu anlatmaktadır: “Onları attık, Sâmirî de böylece (o süs/ziynet eşyalarını ateşe) attı.[15]

Yukarıdaki iddiaların Kitab-ı Mukaddes’teki yanlış anlatımından başka kaynağı yoktur.

İsrâilliler Mûsâ’nın dediğini yapmış, Mısırlılar’dan altın, gümüş eşya ve giysi istemişlerdi. RAB İsrâillilerin Mısırlıların gözünde lütuf bulmasını sağladı. Mısırlılar onlara istediklerini verdiler. Böylece İsrâilliler onları soydular.[16]

Tevrât’taki anlatıma göre; İsrâîloğulları Mısır’dan ayrılmadan hemen önceki günlerde Mısırlılardan altın, gümüş eşya ve giysiler istemişler ve almışlar ama bu aldıklarını geri ödeme niyeti taşımadıklarından aslında Mısırlıları soymuşlardır.

87. Âyeti yukarıdaki anlayışa malzeme yapmak ve bir takım eklemelerle çevirmek, muharref Tevrât’ı nakletmekten başka bir şey değildir. Aslında Tevrât etkisiyle yapılan bu eklemeli çeviriler, Âyetteki fiillere ve cümlelerin kurulumuna da uygun düşmemektedir.

Bize göre bu yaklaşım tamamen yanlıştır. Bu konuda dikkat edilmesi gereken ilk nokta, 87. Âyette geçen زينة القوم - zîynetü’l-gavm = kavmin ziyneti ile A’râf Sûresi’nin 148. Âyetindegeçen حلّيهم - hulliyhim = kadınlarının süs eşyaları ifadelerinin aynı şeyler olmadığıdır. Dolayısıyla Tevrât’ta ve Mukâtil’in iddialarında Mısırlılardan alındığı söylenen süs eşyaları ve kıymetli madenler, A’râf Sûresi’nin 148. Âyetinde geçen hulliyhim ifadesi kapsamında olup bu madenlerin konumuz olan 87. Âyette geçen zîynetü’l-gavm ifadesi kapsamında mütalâa edilmesi mümkün değildir. Bize göre buradaki ziynetler, İsrâîloğullarının yüzlerce sene iç içe yaşadıkları Mısırlılardan aldıkları dini ve ahlâkî değerlerdir. İşte, Mûsâ peygambere mazeret beyan eden kavmi, o kavimden [Mısırlılardan] aldıkları yanlış inançları “ziynetlerden yük” olarak nitelemekte ve bu yükü fırlatıp attıklarını söylemektedirler. Fırlatıp atmak deyimi de İsrâîloğulları’nın Mûsâ peygamberin gösterdiği doğru yola uyarak yanlış inançlardan vazgeçtiklerini ve böylece yükten de kurtulduklarını ifade etmektedir.

Sâmirî ise bu noktadan sonra devreye girmiş ve İsrâîloğulları’nın zihinlerine bazı şeyler sokmuştur. Zihinlerine Sâmirî tarafından sokulan bu şeyler 88. Âyette açıklanmıştır.

88.Samirî onlara bir aldatan, tuzağa düşüren cesedi/altını çıkardı da İsrâîloğulları: “İşte bu, sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ’nın ilâhıdır. Ama Mûsâ onu terk ediverdi” dediler. –89.Peki, onlar görmüyorlar mıydı ki, altın kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu!–

90.Ve andolsun ki Hârûn daha önce onlara: “Ey toplumum! Şüphesiz siz bununla imtihana çekildiniz/dinden çıkıp kendinizi ateşe attınız. Ve şüphesiz sizin Rabbiniz Rahmân’dır [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tır]. Gelin bana uyun ve emrime uyun” demişti. 91.Hârûn’un toplumu: “Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, biz ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz” dediler.

Bu Âyetlerde Hârûn peygamberin nezaretinde iken İsrâîloğullarının Sâmirî’nin ortaya çıkardığı, böğürmesi [çekiciliği] olan ama kendisi işe yaramayan bir buzağıyı ilâh edinmek sûretiyle sapmaları ve işe yaramaz bir nesneye taparak düşüncesiz bir davranış sergilemeleri sebebiyle Yüce Allah tarafından kınanmaları anlatılmaktadır.

BUZAĞI; BÖĞÜRTÜSÜ ÇEKİCİLİĞİ OLAN CESET:
Hatırlanacak olursa, bu konu daha önce A’râf Sûresi’nin 148. Âyetinde geçmiş ve orada tahlil edilmiştir. Ancak önemine binaen konu burada tekrar ele alınmış ve aynı paralelde bir daha açıklanmıştır.

Bilindiği gibi, buzağı sığır yavrusuna denir. Ancak buzağı sözcüğü burada hakikat anlamıyla, yani yeryüzünde var olan milyonlarca sığır yavrusundan biri kastedilerek kullanılmamıştır. Zaten Rabbimiz de burada buzağı‘yı iki ayrı özellikle nitelemek sûretiyle sözcüğün anlamını te’vil etmiş ve dolayısıyla buzağı sözcüğünün Müteşâbih olduğunu göstermiştir. Rabbimizin nitelemelerine göre bu buzağı böğürmesi [çekiciliği] olan bir buzağıdır. Buzağının ikinci niteliği ise bir ceset mesabesinde olmasıdır. Ceset, ölü vücut demektir. Fakat buradaki ceset sözcüğü de bize göre Müteşâbih olup hakikat anlamının dışında kullanılmıştır. Ceset sözcüğünün hakikat anlamı dışında kullanılışının Kur’ân’daki bir diğer örneği de Sâd Sûresi’nin 34. Âyetindedir. Ceset sözcüğü orada kinâye yollu bir anlatımla Süleymân peygamberin iktidarı sırasında bir dönem iyi işler yapmadığını belirtmek için kullanılmıştır. İşte, ceset sözcüğü nasıl Sâd Sûresinde Süleymân peygamberin iyi işler yapmadığını, Arapça deyimi ile meyyit-i müteharrik = hareketli ölübir tutum sergilediğini anlatmak için kullanıldıysa, burada da söz konusu buzağının hiçbir işe yaramadığını, kendine veya başkalarına yarar veya zarar verebilecek iradeye ve etkinliğe sahip olmadığını belirtmektedir. Nitekim buzağının bu işe yaramaz özellikleri,A’râf Sûresi’nin 148. Âyetinde Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi? ifadesiyle; konumuz olan 89. Âyette de Onlar görmüyorlar mıydı ki, o, [buzağı] kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu ifadesiyle vurgulanmıştır. Buzağının bu nitelikleri aslında insanların Allah’ın astlarından edindikleri sözde ilâhların nitelikleridir. Rabbimiz pek çok Âyette tekrarlayarak bu nitelikleri insanlara iyice tanıtmış ve bu nitelikteki şeylerin ilâh edinilmemesini öğütlemiştir: Bu konu için aşağıdaki Âyetlere de bakılabilinir.

Yûnus Sûresi’nin 18, 106; Meryem Sûresi’nin 42; Enbiyâ Sûresi’nin 66; Mâide Sûresi’nin 76; Ra’d Sûresi’nin 16; Şu’arâ Sûresi’nin 73; Furgân Sûresi’nin 3, 55 ve Hacc Sûresi’nin 12.Âyetleri.

BÖĞÜRME: HUVÂR:

وار - Böğürmesi olan ifadesindeki “böğürme” sözcüğünün orijinali خوار - huvâr sözcüğüdür. Leys tarafından “boğa sesi” olarak, İbn-i Side tarafından “sığır, koyun, geyik ve havada uçan nesnelerin sesi” olarak açıklanan huvâr sözcüğü, Lîsânü’l-Arab’ta şöyle açıklanmıştır:

Huvar’ın aslı: Avcı geyik yavrusunu yakalar, onu bir yere bağlar ve onun kulaklarını ovalar. İşte o zaman geyik yavrusu böğürür (bağırır). Bunu duyan yavrusunu kaybetmiş olan ana geyik, yavrusunun yanına koşar ve avcıya yakalanır.[17]

Lîsânü’l-Arab’ın verdiği bu bilgiye göre huvâr, bir hayvanın normal böğürmesi değil, bir hayvanı tuzağa düşürmek için başka bir hayvana çıkartılan sestir. Yani “çeken, aldatan bir ses“tir. Nitekim bu, bir yöntem olarak ördek ve keklik avında da yaygın şekilde kullanılmakta, hatta “huvar” bir nevi boru ile taklit bile edilmektedir.

Konumuza bu bilgiler ışığı altında bakıldığında, Âyetlerde böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi]olan ceset olarak nitelenmiş buzağının [altının] insanları tuzağa düşüren bir özelliğe, aldatıcı bir cazibeye sahip olduğu anlatılmaktadır.

Sonuç olarak bize göre burada konu edilen buzağı, [böğürmesi, çekici, aldatıcı sesi olan ceset] altın’dır. Nitekim 148. Âyetteki kendi kadınlarının süs takılarından bir buzağı ifadesi de buzağı’nın “ziynet” olduğunu bildirmek sûretiyle bu görüşü doğrulamaktadır. “Altın“ın[ziynetin] insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, nasıl onları kendisine köle yaptığı, [insanların "altın"ı ilâh edindiği] günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır. Ayrıca aynı kıssanın Bakara Sûresi’nin 67–71. Âyetlerindeki anlatımında, ilâh edinilen sığır için kullanılan sarı, lekesiz ve bakanlara haz veren ifadeleri de aynen “altın“ın özelliklerini yansıtmaktadır. Bu konu, orada Rabbimizin Bakara [sığır] ifadesinin te’vilini yapışı ile daha iyi anlaşılmış olacaktır.

67Ve hani Mûsâ toplumuna, “Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar, “Sen, bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. Mûsâ, “Ben, câhillerden biri olmaktan Allah’a sığınırım” dedi.

68Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o sığır her ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. Mûsâ, “Rabbim diyor ki: ‘Şüphesiz o sığır, pek yaşlı değil, pek körpe de değil, ikisi arası dinçtir.’ Haydi, emrolunduğunuz şeyi yapınız” dedi.

69Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. Mûsâ, “Şüphesiz Rabbim diyor ki”: “Şüphesiz o sığır, rengi bakanlara neşe saçan, sapsarı bir inektir” dedi.

70Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o, nedir; bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle kılavuzlandığımız doğru yolu bulmuşlarız” dediler.

71Mûsâ, “Şüphesiz Rabbim diyor ki”: “O sığır, zelil olmayan/çifte koşulmayan, arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” Onlar, “İşte tam şimdi gerçeği getirdin” dediler. Sonunda onu boğazladılar. Ama neredeyse yapmayacaklardı. (Bakara/ 67–71)

Görüldüğü gibi, Bakara Sûresi’nin yukarıdaki Âyetlerinde geçen bakara [sığır] sözcüğü de mecaz anlamda kullanılmıştır. Çünkü hakikat anlamıyla çifte koşulmayan, tarla sürmeyen, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırın varlığından söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla gerek Bakara Sûresindeki sığır, gerekse A’râf Sûresinde ve bu sûrede konu edilen buzağı, bilinen sığır ve yavrusu değil, te’vilinden anlaşıldığına göre “altın“dır. O hâlde, hem Bakara Sûresindeki bakara, hem de A’râf ve Tâ-Hâ Sûrelerindeki buzağısözcüklerinden “altın” anlaşılmalıdır. Ancak 88. Âyette geçen buzağı sözcüğünün meallerde parantez içi ekleme şeklinde de olsa “altın buzağı” olarak ifade edilmesi yanlıştır. Sözcük sadece buzağı olarak ifade edilmeli fakat “altın” olarak anlaşılmalıdır.

Buzağı’nın mecazen “altın” anlamında kullanılmış olması, hadiseye İsrâîloğulları’nın sapmasına yol açması bakımından yaklaşıldığında da konu ile tam bir uyum göstermektedir. Çünkü, “altın“ın insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, onları nasıl kendisine köle yaptığı, yani insanların “altın“ı nasıl ilâh edindiği, günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır.

Klâsik kaynakların çoğunda söz konusu buzağının canlı bir buzağı olduğu ve Sâmirî’nin kerametiyle gerçekleştirildiği yönünde nakiller yer almaktadır. Güya Samirî, denizden geçerken İsrâîloğulları’na öncülük eden Cebrâîl’in atının bastığı yerden bir avuç toprak almış, o toprağı potada eriyen altınların içine atmış, eriyen altını da kalıba dökerek ondan canlı, böğüren bir buzağı çıkarmıştır.

Kimileri de buzağının canlı olmadığı görüşündedir. Bunlara göre, Sâmirî buzağı şeklinde bir heykel yapmış ve bu heykele rüzgârın gireceği, böylece buzağı sesine benzer bir ses çıkarmasını sağlayacak bazı delikler, kanalcıklar koymuştur. Heykel bu sebeple böğürmektedir.

Bu konudaki yorumlardan en çok kabul gören iki tanesi Esed ve Râzi’ye aittir:

İsrâîloğulları’nın bu altın buzağısı, besbelli, yüzyıllarca süren Mısır etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis’de tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğa’ya, Apis’e tapınırlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis’in doğduğu düşünülüyor ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris’e hulûl ettiğine inanılıyor ve bu iki başlı tanrıya bundan böyle artık Osiris-Apis (Greco-Egyptian dönemde “Serapis”) adıyla tapınılıyordu. Altın buzağının çıkardığı “boğuk ses”e (huvâr) gelince, bunun, Mısır tapınaklarında bulunan ve içine açılmış bir takım oyuklar sayesinde ses çıkardığı bilinen putlarda olduğu gibi rüzgârın etkisiyle çıkan bir ses olması muhtemeldir.[18]

İkrime, İbn Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Hârûn (a.s), Sâmiri buzağıyı yaptığı bir sırada ona uğrar ve ona “Ne yapıyorsun?” dediğinde o “Ben, ne faydası ne de zararı olmayan bir şey yapıyorum. Binaenaleyh, bana dua et” der. Bunun üzerine Hz. Hârûn (a.s) da, “Allah’ım ona, istediğini ver” der. Hz. Hârûn (a.s) çekip gidince Sâmiri, “Allah’ım, senden onun böğürmesini istiyorum” der, o da böğürür. Böyle olması halinde bu, Hârûn (a.s)’ın bir mu’cizesi olmuş olur. “İşte sizin de, Mûsâ’nın da tanrısı budur” ifadesine gelince, bu hususta şöyle bir problem bulunmaktadır: “O kavim, eğer, o anda yapılan o buzağının, göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna inanacak kadar cahil idiyseler onlar deli demektirler ki, dolayısıyla da mükellef olmazlar! Hâlbuki bu kadar kalabalık bir kitlenin deli ve cahil olması da imkânsızdır. Yok, eğer onlar bunun böyle olduğuna inanmıyor idiyseler, daha nasıl, ‘işte sizin de, Mûsâ’nın da tanrısı budur” diyebilmişlerdir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Onlar, belki de “hulul” inancına sahip idiler. Binaenaleyh, böğürme işi, ulûhiyete münasib düşmediğinden her ne kadar bu da uzak bir şey ise de, ilâhın veya onun herhangi bir sıfatının o maddeye hulul ettiğini düşündüler. O topluluk belki de, son derece ahmak ve aptal idiler.[19]

Netice olarak tekrar söylüyoruz ki, İsrâîloğulları “altın buzağı“ya değil “altın“a tapmışlardır. Sâmirî’nin kafalarına soktuğu şey, altına tapmanın Allah’a tapmaktan daha iyi olduğu fikridir. İsrâîloğulları da, altına taptıkları yetmezmiş gibi, İşte bu sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ’nın ilâhıdır. Ama o [Mûsâ] onu terk ediverdi şeklindeki sözleriyle bir zamanlar Mûsâ peygamberin de altına taptığını ve sonra onu terk ettiğini ileri sürmüşlerdir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla