Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:57 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.015
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

TAHLİL:

1 - Hamd, göklerde olan şeyler, yerde olan şeyler kendisi için olan Allah içindir. Ahirette de hamd yalnızca O'nun içindir. Ve O, Hakîm ve Habîr’dir.
2 - O [Allah], yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve onda yükseleni bilir. Ve O, Rahîm’dir, Gafûr’dur.

Bu ayetlerde, Rabbimizin gerçek ilâh olduğu; göklerdeki ve yeryüzündekilerin O’nun olduğu; O’nun her şeyi en ince ayrıntısına kadar bildiği; yasalar koyduğu; yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve onda yükseleni bildiği ortaya konulmakta ve Allah’ın الرّحيم Rahîm ve الغفورGafûr olduğu açıklanmaktadır.
Rabbimiz sureye Kendisinden başka bir bilenin olmadığını ve olamayacağını; dünya ve ahirette övgüye layık tek varlığın Kendisi olduğunu beyan ederek başlamaktadır. Böylece insanların yerler ve göklerde araştırma yapıp bu gerçeği yakından tespit etmeleri ve Kendisini bu tespitler doğrultusunda tanımaları gerektiği mesajını vermektedir.
2. ayetteki “yere gireni ve ondan çıkanı; gökten ineni ve onda yükseleni” ifadesiyle yerde ve gökte olup biten somut ve soyut olgulara dikkat çekilmiştir.
Yeryüzüne ne giriyor, oradan ne çıkıyor? Yani yerkürenin içine çevresinden ne sokuluyor ve ondan dışarıya ne çıkıyor? Yeryüzüne giren somut şeyler su, tohum, ceset gibi varlıklardır. Pınarlar, madenler, gazlar, petrol, tohumların filizleri gibi şeyler de yeryüzünden dışarıya çıkmaktadır. Yeryüzüne semadan yağmur, kar, yıldırım, ışık, ışın inmekte; buhar, ısı ve benzeri şeyler de yeryüzünden semaya çıkmaktadır.
Yeryüzüne giren ve yeryüzünden çıkanın soyut ve manevî varlıklar olduğu kabul edildiğinde ise: Dualar, kulluklar, küfürler, nankörlükler, isyanlar göklere yükselmekte, gökten de yeryüzüne nur, rahmet, gazap ve azap yağmaktadır. Nice ümitler, nice saltanatlar toprağa girmekte, yine nice idealler de yeşerip gelişmektedir.
Sen, şüphesiz Allah'ın gökten bir su indirip de onu bir yoluyla yeryüzündeki pınarlara koyduğunu, sonra onunla renkleri değişik bir ekin çıkardığını, sonra onun olgunlaşıp da senin onu sararmış gördüğünü, sonra da onu bir çöpe çevirdiğini görmedin mi? Şüphesiz, bunda kavrama yeteneği olanlar [temiz akıl sahipleri] için kesinlikle bir öğüt/hatırlatma vardır. (Zümer/21)
Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki izzet tamamıyla yalnızca Allah’ındır. Hoş kelimeler yalnızca O’na yükselir. Ve düzgün iş onu yükseltir. Şu, kötülüklerin plânlarını yapan kişiler; onlar şiddetli azap kendileri için olanlardır. Onların plânları ise; o, darmadağın olur. (Fatır/10)

HAMD
“الحمد - hamd”, bir nimetin ve güzelliğin kaynağı ve sahibi olan gücü, övgü ve yüceltme sözleriyle anmaktır. Bu anlamıyla “hamd”, verilen bir nimetten yararlanma veya yapılan bir yardımla feraha çıkma karşılığı olmaktan çok, o nimeti verenin veya o yardımı yapanın [Yaratıcı’nın] sonsuz güç ve kuvvetine duyulan hayranlık sebebiyle dile getirilen bir övgüdür.
Bu içeriğinden dolayı hamd şükürden farklıdır: Şükür bir nimete karşılık ve bir eylemle yapılırken, hamd bir nimetten yararlanmadan sadece söz ile de yapılır. Hamd, ilk bakışta “methetme” olarak tanımlanabilirse de, her methiye [övgü] hamd değildir. Çünkü methiyenin riyakârlık, dalkavukluk şaibesi taşımasına karşılık, hamd tam bir samimiyet gerektirir. Dolayısıyla hamd, nimetleri, ikramları ve iyilikleri sonsuz olan Yüce Rabbimiz dışında hiç kimseye yapılmaz. O halde hamd yapılırken nimetler sahibi Yüce Allah hem övülerek yüceltilmeli, hem de kendisine şükredilmelidir.
Ve O, kendisinden başka ilâh diye bir şey olmayan Allah’tır. İlkinde ve sonuncuda hamd O’nundur, hüküm yalnızca O’nundur. Ve ancak O’na döndürüleceksiniz. (Kasas/70)
Sonrası da öncesi de sadece Bizimdir. (Leyl/13)

Ayette “Ahirette de hamd yalnızca O'nun içindir” buyrularak kulların ahirette de sadece Allah’a hamd edeceklerine dikkat çekilmiştir. Bu durum başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Onlar da: "Bize vaadini doğru çıkaran ve bizi bu arza vâris kılan ve cennette bizi istediğimiz yerde konup göçürten o Allah’a hamdolsun” dediler. –İşte, çalışanların ödülü ne güzeldir!- (Zümer/74)

Onların oradaki duaları “Allah’ım, Sen her türlü eksiklikten münezzehsin!”dir. Ve onların oradaki selâmlaşmaları, “selâm!”dır. Dualarının sonu da “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun!”dur. (Yunus/10)

3, 4 – Ve o inkâr eden kimseler: “Bize o saat [kıyametin kopuş anı] gelmeyecektir” dediler. De ki: “Evet [gelecektir]. Gaybı bilen Rabbime ant olsun ki, o, iman eden ve salihatı işleyen kimselere -ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir rızk olanlardır- karşılıklarını vermek için size mutlaka gelecektir. O’ndan göklerde ve yerde zerre ağırlığı bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.”

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En’am/59)

Rabbimiz, dünya ve ahirete ait kendi tasarruflarını açıkladıktan sonra bu ayette de kâfirlerin kıyameti inkâr etmeleri durumuna değinerek onlara “kaçışın, kurtuluşun” olmayacağını, özellikle de inananların ahirette karşılıklarını, ödüllerini almaları için kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ihtar etmektedir. Metinden anlaşıldığına göre bu ihtar müşriklere bir cevap niteliğindedir.

Şüphesiz ki o saat [kıyamet] gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim.” (Ta Ha/15)

İnsanlar sana o saatten [kıyametin saatinden] soruyorlar. De ki: “Kesinlikle ona ait bilgi, Allah’ın münafık erkekleri, münafık kadınları, müşrik erkekleri, müşrik kadınları azap etmesi için ve mümin erkeklerin mümin, kadınların da tevbelerini kabul etmesi için Allah katındadır.” Ne bilirsin, belki de saat yakındadır. Ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Ahzab/63, 73)

Ayette ayrıca ahiretin mümkün olduğunu gösteren bir delile de değinilmiştir. Her akıllı insan, hak hukuk gereği olarak iyi insanların iyiliklerinin karşılığını, kötülerin de kötülüklerin karşılıklarını almasını gerektiğini kabul eder. Ne var ki, bu hak-hukuk alımı dünyada her zaman gerçekleşmeyebilir. Bazen iyiliklerin karşılığı dünyada alınamaz, bazen de kötüler bir yolunu bulup cezalarını çekmeden ölebilirler. Bu durumda, iyilerin iyi amellerinin karşılığının kaybolması, kötülere de yaptıklarının yanlarına kar kalması söz konusu olmaktadır. Bu hakkaniyete ters olur. Öyleyse ak ve hukukun gerçekleşeceği bir yer ve zaman olmalıdır. İşte, burada bu konu üzerinde durulmuştur.

Bu ayetlerde bir konu daha açığa çıkmaktadır. İman etmiş ve salihatı işlemiş olanların hayırlı sonlarına “-ki işte onlar kendileri için bir mağfiret ve kerim bir rızık olanlardır-” denilerek vurgu yapılmıştır.
“Esbab-ı Nüzul” kayıtlarına göre bu ayetin iniş nedeni şöyledir:

Ayette konu edilen kâfirlerden başta geleni Ebu Süfyan’dır. O, Mekke kâfirlerine “Lat ve Uzza’ya yemin olsun ki, saat [kıyamet] ebediyen gelmeyecektir” demiştir. Ebu Süfyan putlar adına yemin edince, Peygamber de Allah adına yemin etti. Bunun üzerine bu ayet indi. (Mukatil)

Merhum Mukatil [Vefatı: H. 150], bilindiği üzere ilk tefsir yazan zattır. Bu nedenledir ki, ayetler ile ilgili çok sınırlı ve sübjektif bilgileri aktarmıştır. Ayetleri belirli bir şahsa ve olaya tahsis etmeden tüm zamanların insanlarına uyarlamak en uygun olanıdır. Konumuz olan pasajdaki ayetler kıyameti inkâr edenlerin tümüne bir cevaptır.

Hepinizin dönüşü sadece O'nadır. Allah bunu hakk olarak vaat etmiştir. Şüphesiz O, halkı ilk baştan yaratır, sonra iman eden ve salihatı işleyen kimseleri kıst [nasipleri, hakları olan payları] ile karşılık vermek için geri döndürür. Şu küfretmiş olan kimseler, küfretmeleri nedeniyle, kaynar sudan bir içki ve acıklı azap kendileri için olanlardır. (Yunus/4)



Ve "O [azap] gerçek mi?" diye senden haber almak istiyorlar. De ki: “Evet. Rabbime ant olsun ki o, kesinlikle bir gerçektir. Ve siz âciz bırakanlar değilsiniz.” (Yunus/53)

Şu inkâr eden kimseler, katiyyen diriltilmeyeceklerine yanlışça inandılar. De ki: “Aksine, Rabbime kasem olsun ki kesinlikle diriltileceksiniz, sonra kesinlikle yapmış olduğunuz şeyler size haber verilecektir. Ve bu, Allah'a göre çok kolaydır”. (Teğabün/7)

Her kim zerre miktarı bir hayır ilerse onu görecek, her kim zerre miktarı bir şer işlerse onu görecek. (Zilzal/6, 7)

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır. Yavrucuğum! Salâtı ikame et, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Sana isabet edene de sabret. Şüphesiz bunlar, işlerin kesin olanlarındandır. Ve insanlar için avurdunu şişirme [suratını asma] ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez. Ve yürüyüşünde mutedil ol, sesinden kıs. Şüphesiz seslerin en yadırgananı kesinlikle eşeklerin sesidir” demişti. (Lokman/16)

Ve sen hangi işi yaparsan yap, Kur'an'dan onun hakkında ne okursan oku ve siz ne işte çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, Biz sizin üzerinizde şahidiz. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinizden uzak kalmaz. Ve bundan küçüğü ve daha büyüğü ancak apaçık bir kitaptadır. (Yunus/61)

Biz yerin onlardan neyi eksilttiğini elbette bilmişizdir. Yanımızda çok iyi kaydedip muhafaza eden bir kitap da vardır. (Kaf/4)

Gaybın anahtarları da yalnızca onun katındadır. Ondan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En'am/59)

Ayetin sonunda “açık bir kitaptadır” ifadesi yer almaktadır. Aynı ifade Yunus/61’de de vardı. Lokman/16’da “Ey oğulcuğum! Şüphesiz o [şirk, işlenen kötülük] bir hardal tanesi ağırlığında olup da bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde olsa, Allah onu getirecektir. Şüphesiz Allah en latif, hakkıyla haberdar olandır” şeklindedir. Bu, Allah’ın bilgisi demektir ki, biz bunu “Levh-ı mahfuz” olarak nitelemekteyiz.

Ve "O [azap] gerçek mi?" diye senden haber almak istiyorlar. De ki: “Evet. Rabbime ant olsun ki o, kesinlikle bir gerçektir. Ve siz aciz bırakanlar değilsiniz.” (Yunus/53):

Cehennem ashabı ve cennet ashabı eşit olmaz. Cennet ashabı kurtulanların ta kendileridir. (Haşr/20)

Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, o yeryüzündeki bozguncular gibi mi kılarız? Yoksa o takvâ sahiplerini azgın günahkârlar gibi mi kılarız? (Sâd/28)

Yoksa o, kötülükleri işleyen kimseler, hayatlarında ve ölümlerinde kendilerini, iman eden ve salihatı işleyen kimseler gibi kılacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar! (Casiye/21)

5 – Ve şu, ayetlerimi de aciz bırakanlar olarak çalışanlar [mucizelerden uzak tutanlar]; işte onlar, elem verici kötü azaptan bir azap kendileri için olanlardır.

Yukarıda inanmış ve salihatı işlemiş olanların kavuşacakları nimetler açıklandıktan sonra, bu ayette de müşriklerden Allah ile yarışa kalkanlar, bunca ayeti inkara yeltenenler, Allah’ın yeryüzündeki binlerce ayetini, sayısız nimetlerini başkalarından saklayarak insanların inanmalarını engelleyenler, böyle yaparak kendilerinin galip geleceği hesabını yapanlar tehdit edilmiştir. Bu inkârcı ve bozguncular mutlaka elem verici bir azap ile cezalandırılacaklardır.
Kur’an’dan ve dinler tarihinden öğrendiğimize göre, toplumlardaki bazı çıkarcı kişi ve guruplar, çıkarlarından olmamak için Allah’a karşı savaş açmışlar, Allah’ın mesajlarının toplumlara ulaşmaması, ulaşırsa anlaşılmaması, anlaşılırsa da uygulanmaması için her türlü mücadeleyi vermişlerdir. Özellikle de Kur’an’a karşı Mekke’de malûm müşrikler, Medine’de de münafıklar bu konuda çok çaba harcamışlardır.

6 - Kendilerine ilim verilmiş olan kimseler de görüyorlar ki, Rabbinden sana indirilen şey, hakkın ta kendisidir. Ve o [indirilen şey; Kur’an], Azîz’in, Hamîd’in yoluna kılavuz oluyor.

Bu ayette, insanlardan bilgi sahibi olanların diğerleri gibi Allah’ın ayetlerini örtmek için yarışmadıkları, onların peygambere vahyedilenlerin hakk olduğunu ve insanları Allah yoluna kılavuzladığını bildikleri nakledilmektedir.
Ayette “ilim sahipleri”nin kim olduğu açıklanmamıştır. Ancak Kur’an’dan anlaşıldığına göre denebilir ki, Kur’an’ın konu ettiği ilim sahipleri başta o günkü Yahudi ve Hıristiyanların bilgili, bilge insanları olmak üzere tüm zamanların bilgili insanlarıdır. Nitekim bugün de Kur’an’ı inceleyen her bilgin, o dönemdeki gibi onun hakkın ta kendisi olduğunu kolayca anlayabilmektedir.

Allah, melekler ve hakkaniyeti ayakta tutan bilgi sahipleri, şüphesiz Allah’tan başka ilah diye bir şeyin olmadığına tanıklık etti. O, Aziyz, Haliym’den başka ilah diye bir şey yoktur. (Al-i Imran/18)

Ve Biz onu [Kur’an’ı] sadece hakk ile indirdik, O da sadece hakk ile indi. Ve Biz seni yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak elçi yaptık.
Ve Kur’an’ı; Biz onu insanlara ağır ağır okuyasın diye parça parça ayırdık ve Biz onu indirdikçe indirdik!
De ki: Siz ona [Kur’an’a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’an] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler.
Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’an] onların huşûunu [alçak gönüllüğünü] artırır. (İsra/105- 109)

Ondan [Söz’den; vahiyden, Kur’an’dan] önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler; onlar, ona [Söz’e; vahye, Kur’an’a] da inanırlar.
Ve onlara o [Söz; vahiy, Kur’an] okunduğu zaman onlar: “Biz ona [Söz’e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık [Müslümanlardık]” dediler.
İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak ederler.
Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz cahilleri aramıyoruz” derler. (Kasas/52- 55)

Ve O, size Kitab’ı [Kur’an’ı] ayrıntılı/hak batıl ayrılmış olarak indirdiği halde, Allah’tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’an’] şüphesiz Rabbinden hak ile indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sen [Onların bu Kitabın Allah tarafından İndirildiğini bildikleri husu*sunda]sakın şüphecilerden olma. (Enam/114)

Konumuz olan 6. ayet, Yunus/94, 95’teki “Artık, sana indirdiğimiz şeylerin bir kısmından “şekk”te idiysen [“kesin bilgi”n yok idiyse], hemen senden önce kitap okuyan kimselere sor! Ant olsun ki, sana Rabbinden hakk gelmiştir. O hâlde sakın şüphe edenlerden olma! Sakın Allah'ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra hüsrana uğrayanlardan olursun” ifadelerini de açığa kavuşturmaktadır. Zira bilgi sahiplerine sorulursa onlar Kur’an’ın hakk ve hakka kılavuz olduğunu bildireceklerdir.

6. ayetin Medeni olduğu ve Abdullah b. Selam ya da Medine'de Kur'an'ın Allah’tan indirilme hak kitap olduğuna ve elçinin pey*gamberliğine şahit olan Yahudilerden müslüman olan başkaları hakkında indiği rivayet edilir. (Süyuti; el-İtkan)

Bilgi insana gerçeği gösterir ve onun anlaşılmasına yol açar. Bilgi, gözü açar, derinlemesine görmeyi sağlar ve met*nin özelliklerini ortaya çıkarır. Düzenbazlar, hile ve düzenleri ile ancak cahil insanları kandırabilirler. Bilgili insanları ise kolay kolay kandıramazlar ve saptıramazlar. Tarafsız bilgin kişi, okuduğuna, duyduğuna duygusal bağlardan bağımsız olarak yaklaşır, onu inceler ve niteliği ile ilgili bir karara varır. Gözlerine cemaat, mezhep, tarikat veya farklı bir dine mensup olmanın gözlüklerini takanlar ise gerçeği göremezler, hakikati kavrayamazlar.

7, 8 – Ve inkâr eden kimseler şöyle dediler: “Siz çürüyüp, didik didik parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni bir yaratılış içinde bulunacaksınız diye, size haber veren bir kişiyi size kişiyi gösterelim mi? O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” dediler. Bilakis, âhirete inanmayan kimseler, azap ve uzak bir sapıklık içindedirler.

Bu ayetlerde, öldükten sonra dirilmeye inanmayan kâfirlerin Peygamber’e karşı tavırları sergilenip bir başka tezleri nakledilmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere bu inkârcılar “kıyamet bize gelmeyecek” iddiasında bulunmakta ve Allah’ın ayetlerine karşı mücadele etmeye çalışmaktaydılar.
Bu pasajda ise bu inatçı, çıkarcı inkârcıların ahirete ait korkunç tabloları tasvir eden ve diriliş gerçeğini afak ve enfüsten sayısız delille ortaya koyan, pekiştiren ve defalarca tekrarlayan ayetler karşısındaki çırpınışları ile Kur’an ve Resulullah’a yönelen insanları alay, inkâr ve çarpıtma yo*luyla ayetlerin etkisinden uzaklaştırmaya çalışmaları dile getirilmiştir.

Yine onlar, “Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak dehr [geçen uzun zaman] helak eder.” dediler. Hâlbuki onların buna dair hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, sadece zan yürütüyorlar. (Casiye/24)

Evet, onlar, ahirete inanmayan, azap ve uzak bir sapıklık içinde olan kimselerdir.

9 – Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan şeylere bir bakmazlar mı? Biz dilesek kendilerini yere geçiririz. Yahut gökten üzerlerine parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda yönelen [hakka gönül veren] her kul için bir ayet vardır.

Bu ayette “Siz çürüyüp lime lime parçalandığınız vakit, kesinlikle yeni bir yaratılış içinde bulunacaksınız diye, size haber veren bir kişiyi size gösterelim mi? O, bir yalanı Allah'a uydurdu mu, yoksa kendisinde bir delilik mi var?” ifadeleriyle ahireti inkâr eden ve böylece düşünce olarak uzak bir sapıklığa düşen inkârcılara gönderme yapılıp “Peki onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında olan şeylere bir bakmazlar mı?” denilerek yer sarsıntısı, sel, yangın, tufan, boran, meteor veya meteoritlerin düşüşü, kozmik ışınlar gibi jeolojik ve kozmik olaylarla tehdit edilmişlerdir. Gökten ve yerden, aklı başında olan, gerçeğe yönelen her kişi için kesin kanıtlar olduğu bildirilerek insanlardan akıllarını başlarına almaları istenmiştir.
Bu ayetlerde, akıllı bir insanın gökleri ve yeri gözlemleyerek, öldükten sonra dirilme ve âhiret hayatına kesinlikle iman edeceğine vurgu vardır.
Ayetin sonundaki “Şüphesiz bunda yönelen [hakka gönül veren] her kul için bir ayet vardır” ifadesinden, “akıllı, bilgili insan bilir ki, bu düzenin kendisi, bu dünyayı yaratan ve bugün idare eden varlığın başka bir dünyayı da yaratmaya kadir olduğuna şahitlik eder. Eğer yeni bir dünya yaratmak O’nun için zor olsaydı, bugün bu yaşanan dünya da var olmazdı.

Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet, [elbette kadirdir]! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. (Ya Sin/81)

Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. (Mü’min/57)

Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır?
O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi?
Sonra bir alak [embriyon] idi de sonra onu yaratmış sonra da düzene koymuştur.
Ki, ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir.
Peki, bu [bütün bunları yapan] ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyamet/36- 40)
10, 11 - Ve Ant olsun ki, Biz Davud’a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve onun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir.- Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.-

Bu ayet gurubunda Rabbimiz, kendisine şükreden, sahip olduğu nimetlerin karşılığını nimet cinsinden ödeyen iki seçkin kulunu örnek göstermiştir. Bunlar Davud ve Süleyman peygamberlerdir. Hatırlanacağı üzere, Neml/15’te Davud ve Süleyman peygamberler kendilerine verilen ilim için hamd eden iki iyi kul olarak tanıtılmıştı. Konumuz olan 10 ve 11. ayetlerde yine Davud’a (as) değinilerek ona verilen fazl ve lütuflar bildirilmektedir. Davud’un (as) dağlardan yararlanması, kuşları yararına kullanması ve demiri işlemesi bunlardandır. Davud peygamber hakkındaki detaylar Sad ve Neml surelerinde verilmişti. (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s. 334-337, c.4, s.119)
Davud, Beytüllahim'de yaşayan Yuda kabilesinden sıradan bir gençti. Filistinlilere karşı açılan bir savaşta, İsrail'in en büyük düşmanı olan Calût'u öldürdü ve birdenbire İsrailoğulları arasında değeri yükseldi. Bu olayla birlikte önemi artmaya başladı, öyle ki Talut [Seul]'un ölümünden sonra ilk önce Hebron'da [bugünkü el-Halil’de] Yuda kralı seçildi, daha sonra da bütün İsrail kabilelerinin kralı oldu. Kudüs'ü aldı ve orayı İsrail krallığının başşehri yaptı. Onun liderliğinde tarihte ilk defa, sınırları Akabe körfezinden Fırat nehrinin batı kıyılarına kadar uzanan Allah'a ibadet eden bir krallık kurulmuş oldu
Ayetin sonunda tüm insanlara hitap edilerek “Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim” denilmiştir. Bu hitapla Allah’ın lutuf ve fazlına mazhar olmak için Davud (as) gibi salihatı işleyen birileri olmak gerektiği mesajı verilmektedir.
Kur’an’a bakıldığında Davud (as)’a şu nimetlerin verildiği görülür:
a- Bilgi (Neml/15).
b- Kuvvet (Sâd/17).
c- Dağların boyun eğdirilmesi (Sebe'/10).
d- Tövbesinin kabulü (Sâd/24-25).
e- Hükümranlık (Sâd/26).
f- Demiri işleme (Sebe’/10).
g- Zebur (Nisa/163).
h- Fasl-ı hıtap (Sebe’/20)
ı- Hikmet (Sebe’/20)

Ayetteki “Ve onun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir” ifadesinden, saldırı amaçlı değil, sadece savunma amaçlı bir yol tutulması istendiği anlaşılmaktadır. Bu da insan hayatını korumaya yönelik hayırlı bir yoldur. Ayrıca ayette herkesin meslek sahibi olması gerektiğine bir işaret de vardır. Herkes elinin emeğini yemeli, hayatını alın teri ile kazanmalıdır.

Bu, Allah'ın Davud'u (a.s) demiri kullanmada usta kıldığını ve özellikle korunma amacıyla ona zırh yapma sanatını öğrettiğini gösterir. Bu gerçek, arkeolojik ve tarihi araştırmalarla da desteklenmektedir. Çünkü bu araştırmalara göre demir devri M.Ö. 1200 ile 1000 yılları arasında başlamıştır ve bu da Davud'un (a.s) yaşadığı dönemdir. İlk önce Suriye ve Anadolu'da M.Ö. 2000-1200 yılları arasında yaşayan Hititler, demiri eritip şekil vermek için bir metot icat etmişler, fakat bunu diğer insanlardan gizlemişler, bu nedenle de demir yaygın bir kullanıma geçmemiştir. Daha sonra Filistiler bunu keşfetmiş fakat yine bir sır olarak saklamışlardı. Hükümdar Seul'den [Talut] önce İsrailoğulları'nın Hititler ve Filistiler'e defalarca yenilmesinin nedeni, karşısındakilerin savaşlarda demiri kullanmasıydı.
M.Ö. 1020'de Talut, Allah'ın emri ile İsrailoğulları'nın hükümdarı olduğunda (M.Ö. 1004-965) sadece tüm Filistin'i ve Ürdün'ü değil, Suriye'nin bir bölümünü de İsrail krallığına kattı. İşte o zaman Hititlerin ve Filistilerin bu kadar gizledikleri zırh yapımı sırrı açığa çıktı ve demirden günlük ucuz eşyalar bile yapılmaya başlandı. Filistinin güneyinde demir madenleri bakımından zengin bir bölge olan Edom'da yapılan yeni arkeolojik kazılar, demir eritme ve şekil verme işleminde kullanılan ocakları açığa çıkarmıştır. Akabe Körfezi'nde, Elat'ın yakınlarında, Süleyman (a.s) zamanında bir liman olan "Ezion-Geber"de yapılan kazılarda açığa çıkan bir ocağın, bu günkü modern eritme fırınlarında kullanılan ilkelere uygun bir şekilde inşa edildiği sanılmaktadır. O halde Davud'un (a.s) bu keşfinin ilk önce savaş gayesi ile kullanılmış olması doğaldır. Çünkü kısa bir süre öncesine kadar hükümdarlığının çevresinde yaşayan Kenanlılar halkını rahatsız ediyorlardı. Kitab-ı Mukaddes'de Davud'un (a.s) savaşta kullanılmak üzere demiri eritme ve kullanmada usta olduğunu belirtir. (Bkz. Yeşu, 17: 16 Hakimler, 1: 19, 4: 2-4) (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)

Konumuz olan pasajda ayet grubunda geçen “Ve onun için demiri yumuşattık” ifadesi, başka anlamlar da içermektedir. Zira ayette yer alan “hadid” sözcüğünün birçok anlamı bulunmaktadır. Bir metal ismi olan “demir”, bu anlamlardan sadece birisidir. Sözcüğün devamında “zırh yapımı”ndan söz edildiği için akla ilk olarak sözcüğün “demir” anlamı gelmektedir. Biz, Allah’ın kesin olarak ne murat ettiğini Kendisine havale ederek bu sözcük üzerinde bir tahlil yapmayı uygun görüyoruz.

HADİD: “Hdd” kökünden türemiş “mübalağa ismi fail” kalıbında bir sözcüktür. Sözcüğün gerçek anlamını tespit edebilmek için önce kök anlamının bilinmesi gerekir. Temel lügatlere göre:
“Hadd”, “birisi diğerine karışmasın ya da biri ötekine tecavüz etmesin diye iki şey arasındaki ara” demektir.
“Hadd”, “herhangi bir şeyin son noktası” demektir.
“Hadd”, “”defetmek, savmak, engel olmak” demektir.
“Hadd”, “suçluyu edeplendirmek” demektir.
“Hadd”, “insana bulaşan öfke, yeğnilik [hiddet]” demektir.
“Hadd”, “bir şeyi başka bir şeyden ayırabilme” demektir.
“Hadid”, bilinen “demir cevheri” demektir.
“Haddad”, “demirci, kapıcı, “hapishane gardiyanı” demektir. (Lisanü’l-Arab, c: 2, s: 353-356; Tacu’l-Arus, c: 4, s: 410-413, hdd mad.)

Görüldüğü üzere, sözcüğün birçok anlamı vardır. Demir cevherine “Hadid” denilmesi de onun sertliğinden, bir şeylere engel oluşundandır.
Biz burada sözcüğü “bir şeyi başka bir şeyden ayırma” anlamıyla ele alacağız. Bu durumda sözcüğün ayetteki anlamı “bir şeyi bir diğerinden iyice ayırabilen; keskin görüşlü, ince zekâlı” demek olur. Nitekim daha evvel Kaf suresinde de bu anlamıyla sunulmuştu.

Kesinlikle sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden perdeni kaldırdık. Artık bugün gözün keskindir. (Kaf/22)

Sözcüğün bu anlamı ön plana alındığında, konumuz olan ayetten “Davud’a demirin yumuşatılması” anlamından başka, Davud’a (as) keskin zekâ, en karmaşık şeyleri bile ayırabilme yetisinin verildiği de anlaşılabilir. Hatta diğer anlamlar da itibara alındığı takdirde, Davud’un (as) “karşısındaki tüm sertlikleri yumuşattığı” anlamı dahi çıkarılabilir.
Sözcüğü bu anlamlara taşıdığımızda da, “Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir” ifadesi, “bu yetenekler ile kendini koru, kimseden kendine zarar getirtme” anlamında olur.

FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitabeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını insanlara daha rahat iletirler, çevreyle daha iyi iletişim kurarlar. Kimilerinin de hitabetleri zayıftır; ne dedikleri anlaşılmaz, konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar.
Âyetteki فصل الحطاب [fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir. Bu deyim ayrıca hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve kararlardaki isabeti de ifade etmektedir. (Tebyinü’l Kur’an; c.2, s.343)

12- Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı [boyun eğdirdik]; ve Biz erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Ve cinlerden eli altında Rabbinin izniyle iş görmekte olan kişileri [boyun eğdirdik]. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık.
13 - Onlar, ona [Süleyman’a] mihraplar, timsaller [heykeller/resimler] ve havuzlar gibi çanaklar ve sabit kazanlardan her ne isterse yaparlar. -Ey Davud ailesi! Şükür için çalışın! Ama kullarım içinde şükreden de çok azdır! -

Bu ayetlerde, “şükreden” kullara örnek olarak gösterilen Süleyman peygamber ve ona verilen nimet ve lütuflar konu edilmektedir. Ayetlerden anlaşıldığına göre, Süleyman peygambere verilen nimetler arasında yelkenli gemilerde ve yel değirmenlerini çalıştırmakta rüzgârdan yararlanmak, bakırı eritip döküm yaparak muhtelif araç gereç yapmak, uzak yerlere çabucak gidip gelmek; yabancı, hünerli işçilerden zanaatçılıkta, ustalıkta, istihkâm işlerinde ve mimarlıkta yararlanmak gibi işler ve hünerler vardır.
Bir önceki pasajda, babası Davut peygamberin demiri işlediği ve ondan yararlandığı dile getirilmişti. Bu pasajda ise oğlu Süleyman peygamberin bakırdan yararlandığı konu edilmektedir. Bu iki peygamber-hükümdarın demir ve bakır gibi metalleri işleme yeteneğiyle donatılmış olması, onlara verilen iktidar nimetinin büyüklüğünü göstermektedir.
Ayetteki “Biz erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık” sözünün Süleyman peygamberin yaşadığı bölgede bakır madeni olmadığını; bu madeni gemilerle uzaklardan, özellikle de Kıbrıs’tan getirttiğini ifade ediyor olması mümkündür. Zaten “Kıbrıs” sözcüğü de “bakır” anlamındadır.
12. ayetin sonunda “Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık” ifadesi, 14. ayetin sonundan da anlaşılacağı üzere Süleyman peygamberin onlar üzerinde mutlak hükümranlığını, yabancıların onun için kerhen çalıştıklarını ifade etmektedir.

SÜLEYMAN PEYGAMBERİN CİNLERİ

Bu pasajda konu edilen cinler halk kültüründeki cinler değildir. Daha evvel Sâd Suresinin tahlilinde “Süleyman Peygamberin Emrindeki Şeytanlar/Cinler” (Tebyinü’l Kur’an; c.2. s.392- 397, c.3, s.191) başlığı altında da açıkladığımız gibi, sözü edilen cin taifesi Süleyman peygamberin babası Davut peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ve onlara ustabaşlık yapan Sur kralının gönderdiği Huram baba ve emrindeki hünerli kişilerdir.
Süleymân peygamberle ilgili bu âyetlerdeki gerçek ve ibret verici bilgiler bazı kimseler tarafından yine saptırılmış ve birçok asılsız, gerçek dışı hikâye ortaya çıkmıştır. Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar konusunda düzülen efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin, Kur’ân'daki tanımı dışında, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân'daki şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka bulunmamaktadır.
Hatırlanacak olursa, Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlili yapılırken “şeytân” konusuna da değinilmiş ve okuyucu bir miktar bilgilendirilmişti. Orada yapılan açıklamalarda şeytanın sözlük anlamının kısaca, “hakktan uzak olan” demek olduğu; bir kavram olarak şeytân'ın ise “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı” olduğu belirtilmişti. Süleyman peygamber kıssasında sözü edilen şeytanlar da bu tip şeytanlardır. Yani, Süleyman peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o'nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.
Süleyman peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab'ın [Yahudi ve Hıristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Eldeki Tevrât'ın muharref olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, tarihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler de tarihin temel kaynakları arasındadır. Dolayısıyla bu konunun eldeki Kitab-ı Mukaddes'ten de incelenmesinde yarar vardır.
Kitab-ı Mukaddes, Süleyman peygamberin hizmetinde olan kişilerin, babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara ustabaşlık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli kişiler, zanaatkârlar olduğunu kaydetmektedir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinlerin hünerli zanaatkârlar olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir tarihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz Tevrât'ın bilgileri bu konuda aynıdır. Zaten Kur’ân'ın bu âyetlerini duyan Ehl-i Kitap da bu anlatıma itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleyman’a (as) hizmet eden cinleri halk kültüründeki hayalî cinler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir.
Süleyman peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o'ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytan nitelikli cinler, bu hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlardır. Süleyman peygamber, bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür.

14- Ne zaman ki Biz onun ölümünü gerçekleştirdik, onun ölümüne onlara değneğini yiyen dabbetülarzdan [arz canlısından] başka hiçbir şey delâlet etmedi. [Onun öldüğünü onlara sadece değneğini yiyen dâbbetülarz [yer canlısı/ kurt] bildirdi/gösterdi yani anlamalarına sebep oldu]. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “Cinler o gaybı [Süleyman’ın bilmedikleri ölümünü] bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap [hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk] içinde kalmazlardı.”

Bu ayetin yanlış anlaşılması İslam toplumunda birçok hurafenin oluşmasına neden olmuştur. Hâlbuki ayetin doğru anlaşılabilmesi Kur’ân metotları çerçevesinde mümkündür. İsrailiyat kültürü ve hurafelerin baskısı, ayetin gerçek manasına ulaşmayı engellemektedir. Ayetin doğru anlaşılması için Sebe’/10’dan itibaren Dâvud (as) ve oğlu Süleyman (as)’ı konu alan âyetlerden oluşan paragraf bütün olarak ele alınmalı ve aynı konuların biraz daha ayrıntılı olarak ortaya konduğu Enbiya/78-82, Sâd/30-40 ve Bakara/102 ile bir bütünlük içerisinde değerlendirilmelidir.
Şimdi konuyu ve ayeti anlamaya çalışalım:
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Kullanicisina Bu Mesaji Için Tesekkür Edenler:
hiiic (4. November 2010)