Konu: Mülk
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 17. May 2012, 11:38 AM   #2
galipyetkin
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2011
Mesajlar: 1.458
Tesekkür: 105
574 Mesajina 958 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
galipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud ofgalipyetkin has much to be proud of
Standart

FERDİ MÜLKLEŞME

(Okumaya başlamadan önce muhakkak yukarıdaki kısım ve 3 bölümden oluşan
http://www.hanifler.com/showthread.p...1493#post11493
okunmalıdır)

''Bazı kavram ve kurumlara basit tanımlar getirerek, konumuz olan mülkleşme ve mülkleşme tutkusuna öyle girelim. Bunun için de önce sözlük anlamlarını vererek, kısa açıklamalar yapalım.

İyi bir Ansiklopedik sözlük olan Büyük Larousse'a bir göz atalım.
Liberal:
1-Kişi özgürlükleri, düşünce özgürlüğü ve siyasal özgürlük yanlısı bir kimse için kullanılır.
2-EKONOMİK LİBERALİZMDEN YANA OLAN BİR KİMSE İÇİN KULLANILIR.

Birinci şıkta açıklanan anlamlar açıklamakta olduğumuz sema’i dinlerin anti-liberalist olduğu savına doğrudan ilişkili olmamakla birlikte, birkaç şey söyleyelim ki, boşlukta kalmasın.

Aceleci ve etraflı düşünce üretmeyen birisi zannetmesin ki, hak din ve ona bağlı olanlar bireyleşmeye karşı çıkarlar.
Hayır, ''bireycilikle/bireysellikle'', “Bireyleşme” tamamen ayrı şeylerdir.
''Bireyleşme'' kavramının oluşum mantığında bulunan esas içerisinde liberalizm yoktur. "Bireyleşme" nin özünde yatan en önemli şey, köleler gibi düşünmemektir. Bunu Kur'an ilmiyle ifade edersek, köleci eğitimden geçmemek ve siyasi, sosyal, ekonomik ve dini alanda “Benim çobanımsın, ben de senin sürünüm beni güt” dememektir(Bakara-104). Bunu Mustafa Kemal: ”Fikri hür vicdanı hür” diye kısmen tanımlamıştır.

Biz ise, fikrin ve vicdanın hürlüğüne "birey olma", "bireyleşme" diyoruz. Ama, burada kalınmamasını, bireyin bireyleşmesi önündeki her engelin kaldırılarak, siyasi, ekonomik ve sosyal hürriyetinin de bir bütün halinde sağlanmasının yolunun açılmasını özgürlük olarak kabul ediyoruz. Böyle geniş bir perspektif ise, Bakara-104. ayete daha uygundur. Bunun için de, “Her bireyin fiilen özgür olmasının” önünde engel olarak gücü elinde tutan birey, grup ve sınıfların olmaması gerektiğini savunuyoruz. Çünkü, nasıl fazlaca bireyleşen ve toplumun mülkte tahakkümünü tek başına elinde tutan Kral, bunu bireycilik adına meşru gösteremezse, fazlaca hürleşen ve toplumun diğer fertlerinin sahasını istila eden ve onların ekonomik özgürlüklerini kısıtlayıp, sınırlayan bir komprador burjuvayı, derebeyi v.s. ........ yi de bireyselleşme adına mazur göremeyiz.

Öyle ise geldiğimiz noktada kavramın ilave edilen yukarıdakı tanımın ikinci şıkkındaki “Ekonomik Liberalizm” denilen ikinci anlamına şiddetle itirazımız vardır. Sema’i dinler de burada itiraz ederler. Çünkü bireyleşme özgürlüğü, ferdiyetçilik yolunda genişletilmiş, diğer bireyler için ''Ekonomik Krallar'' ihdas edilmiştir(ortaya çıkartılmıştır.).

Nasıl yetkisi halkın sahasına taşmış(Siyasi müstevli/siyasi etkisi altına alan) zirvedeki bireyin bireyselleşmesine karşı isek, nasıl Kral, kendi makamını muhafaza ederken Hürriyet ve Demokrasiden bahsetmek mümkün değilse, ekonominin fazlaca bireyselleşerek ekonominin kralları(Ekonomik müstevliler) durumuna geçmiş özel girişimler ortada iken, herkesin özgür olduğunu söylemek saçmalamaktır. Ne demişti: Gölge etme.....

Sema’i dinlerin özgürlük tanımıyla, sofist paganların özgürlük tanımları arasında dağlar kadar fark vardır. Pagan kültürler özgürlük derler. Ama dikkat edin "herkese" demezler. Kim güçlü ise o yaşasın dercesine, kim güçlüyse gerçekten onlar özgürdür.

Ama hak ve içi boşaltılarak, Sosyal ve Ekonomi sistemi paganlarınkiyle özdeşleşmemiş Sema’i din böyle demez. Herkese özgürlük der ve bunun gerçekleşme yolunu da gösterir.
Bunun gerçekleşme yolu ise, elinde sermaye ve üretim araçları bulunanların, herkesin özgürlüğü için en büyük engel olduğunu söyler. Bunun çözümünü de gösterir. İstisnasız herkesin hür olabilmesi için, fazlaca hürleşip topluma fark atan ve onları mahrum ve mağdur eden siyasi, sosyal ve ekonomik güç odaklarının toplumun genel seviyesine çekilmesini emreder(Nahl-71). Bunu yapmayanlara nimete nankörlük(Kafirlik) edenler demektedir.

Bunda kolaylık/yol-yordam ise, Leyl suresinde bize gösterilen yoldur. Bu ise, Yüsra’dır; ki anlamı ise: "itidal/kavam üzere birey" ve "çok güçlü kamu". Yani kavram sosyalizm ve kolektivizmi tanımlarken, aynı zamanda kolaylık anlamına gelir. Zorluk ise devlet kurulmamışsa, ''Nahl-71''deki uygulamadır. Her gün kazanılandan akşam eve gitmeden eşitliği bozan gelir fazlasını devlet hazinesine teslim ederek uykuya çekilmek ve yine (sosyal devlet kurulmadan önce, fıkh'ın kuralı olarak kırkardan doğu-batı, kuzey-güney cihetlerinde seçilmiş)) 160 komşuyu sabaha kadar dolaşıp, fazlayla onları infak etmek ve ertesi gün uyumadan tekrar kazanç kapısına koşmak. Bu gerçekten zor olduğu için hak din sosyalizme,kolektivizme kolaylık ismini takmıştır.

Demek ki, paganların liberalizm dedikleri kurum asla hürriyetçi değildir. Güçlüyü daha güçlü kılarak ve bunu mazur ve meşru göstererek, toplumun kahir ekseriyetinin bu güçlüler tarafından köleleştirilmesine bireycilik der.
Ama doğru ilkeyi hak din koymuştur; hakiki bireyleşmeye varacak doğru yol, toplumculuktan geçer. Çünkü istisnasız herkesi fiilen, siyasi, sosyal, ekonomik güç odakları ortadan kaldırılarak özgürleştirmek en akılcı ve doğru yoldur. Demek ki, bireyleşmenin yolu, sosyalizmden, kolektivizmden (cem, cemaiyyundan)geçer.

Hak din bireyin özgürleşmesinin karşısında değil, aksine herkesin özgürleşmesi için özgürlükte fark atan güç odaklarının toplumculukla ortadan kaldırılmasıyla özgürlüğü herkesin tatmasının mümkün olacağını ortaya koymakla ilimsel ve akli bir yol oltaya koymuştur. Çok sık rastladığımız lafazan kesim çoğu kez, ''İslam Sosyalizmi'' diyenlere bile karşı çıkar. Bunlar ya çok cahil, ya da safsatacıdırlar. İşte hak dinin gerçek bireyleşmeyi gerçekleştirecek yolu kendi mantığı içinde icad ettiğini ortaya koyduk. Din sosyalizmi demek, dini küçültmez, bilakis onun adalet ve rahmet kapısı olduğunu gösterir. Kaldı ki, sosyalizmi ve Kolektivizmi insanlığa tanıtanlar Sema’ı din vahileridir. Kendi kurumuna sahip çıkmak niçin kötü olsun.

Cahiller bunu bilmez ve ''İslam'ın zekatı vardır, o sosyalizme muhtaç değildir'' diye akıldışı bir şeyler homurdanıp durur. İşte bu da cehalettir. Çünkü, ne liberalizm ve ne de sosyalizm üretim sonrası ilişki ve gelirin paylaşılmasını tanımlayan kavram ve kurumlar değillerdir. Yani sosyalizm, üretim sonrası ilişkinin değil, üretim ve onun ilişkisini ortaya koyan kavram ve kurumdur. Yani, üretim araçları mülkiyetini özel teşebbüse devretmiş her sistem liberal kapitalist; üretim araçları mülkiyeti toplumun müşterek mülkiyetinde ise bu üretim tarzı sosyalist-kolektivisttir.

Oysa bir sistem ya sosyalist, ya kapitalisttir. Kapitalist, ticari ve sınai faaliyetin ne olduğunu bilmediği, zekatın artanın tümünü topluma iade zorunluluğu getirdiğini bilmezden geldiği için böyle yapar. Kaldı ki, ''İnfak'' diye bir kurum vardır ki, Kuran daha ilk suresi, Bakara suresinin başında infaktan bahseder ve kurtuluşun infakta olduğunu bildirir. İnfak ise, kazananların, kazanamayanların veya az kazanıp itidal seviyesinin altında bulunanların, barınma, giyinme, beslenme, eğitim v.s gibi bütün masraflarını üzerlerine almaları ve kendileriyle aynı seviyede bir hayat standardı sunmalarının emredilmesi demektir. Sosyalizmi madem ki ret ediyorsun, bunu yap ve toplumda kendi seviyenden aşağıda bir kişi bırakma. Çünkü bunu yapmazsan, vatandaşlarını en az kendin kadar sevme şartını yerine getirmemiş, getirmediğin için de iman etmemiş sayılırsın.

Bunun için ahirete insan haklarından(kul hakkı) tamamen temizlenmiş olarak gitmenin en kolay yolu, Yüsra sistemidir(işlerin birleştirilmesi ve Mülkte iştirak). Hak din pagan bir kurumu almıyor ki, zaten kendisinin ilk uygulamalarını Manastır, havra(Salavat) ve Mescid El Haram kurumlarında tarihe tanıttığı, derebeylerin, aristokratların ve liberal kapitalistlerin gizleyip sakladıkları kendi öz kurumuna sahip çıkıyorsun. Doğru bilgi ve doğru davranış ancak kavramları doğru tanımak ve doğruluğu içine sindirerek doğru davranışı alışkanlık haline getirilmekle başarılır.
Madem ki, Sema’i dinler ve bilhassa hem Sema’i ve hem de Allah indinde hak ve doğru din İslam’dır, öyle ise, İslam niçin anti-kapitalisttir, bunu delilleriyle ortaya koyalım. Çünkü bu bilinmeden söylenecek her ''anti-kapitalistim'' söz ve iddiası havada kalır. Nitekim, bazı milli görüşçüler bir müddet önce kapitalizme ve emperyalizme karşıt olduklarını söylerlerdi. Aynı seçmen kitlesinin büyük bir kısmı kapitalizme yandaş olan siyasetleri şimdilerde hararetle savunur oldular. Çünkü Kapitalist üretim ve ticari faaliyetin ne olduğunu, Kur'an’ın hangi ayetlerine aykırı olduğunu bilmeden bir slogan halinde dillerine dolamışlardı.

Kapitalizm ve Kapitalist ticari, sınai ve tarımsal faaliyetleri neye denilir?

Bilindiği gibi Kapital’in Türkçe karşılığı “Ana mal”, Kapitalizm de "anamalcılık"tır. Kapitalin Farsçası ise, sermaye ve emek yerine sermaye ile faaliyet göstermek, sermayedarlıktır. Şunu hemen belirtelim ki, Hak din, emek ve say ile bedenen çalışmayı makbul sayar ve helal kazancın bu olduğunu gerek hadisler ve gerekse Kuran ayetleriyle bize bildirmiştir. Kapitalle kazanmak haram olarak ilan edilmemişse de, hatta mubah bile olsa, muttakiler bundan kaçınması gerekir. Çünkü bu Kitabın muttakilere geldiğini daha Bakara-2 ayette bize Kuran kendisi bildirir. Öyle ise Kapitalle kazanmak ve kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu ailesinin geçimliğinin çok üzerinde iş tutanlara kazandıklarının ne kadarı helaldir sorusunu sorup cevap aramak en doğru yoldur. Bunun cevabı ise aşağıda yine değineceğimiz ayet olan, Nahl Surasinin 71. ayetidir. Gelir eşitliğini bozan fazla eğer topluma, kazancın meydana geldiği günün akşamı Beyt El Mal’a( Devlet hazinesine) tamamen teslim edilirse, kazancın iffet miktarı(Bakmakla yükümlü olduklarının infakı miktarı) helaldir. Öyle ise, bir de kapitalizme ve onun tanımına bakalım da öyle karar verelim.

Kapitalist sistem:
Sınai, tarımsal ve ticari faaliyet sırasında kazanılan maddi değerlerinden edilen karın ihtiyaç fazlası infak edilmeyip veya infak edilmek üzere hazineye tamamen teslim edilmeyip sermayeye(anamala) eklenerek tekrar üretime sokulmasına, Sosyo-ekonomi politik yapılmasına denilir.

İşte, yukarda belirttiğimiz gibi ''Sema’i dinlerin Sosyo ekonomi politiklerine'' aykırı olarak infak etmemek, bunun yerine bakmakla yükümlü olduklarının ihtiyacından artan her kör kuruşu toplumuna iade etmemek suretiyle, bireysel ve sınıfsal maddi varlığını çoğalttığı için hak ve içi boşaltılmamış bir dine aykırıdır. Bunu tasvip eden dinlere ise genel bir isimle ''pagan dinler'' denir.

Gerçi pagan ve paganizm Avrupa’da oluşmuş bir kavramdır. Anlamı da köylü demektir. Kırsal yöre insanı demektir, ama biz bunu tüm adalet ve merhametten kaçınan vahşileşen ve ''doğal mücadele''yi yaşamlarına ilke yapan(Rekabeti serbest eden) topluluklar için kullandık. Zaten Hristiyanların da kırsal alan insanına Pagan demelerinin sebebi, Hristiyanlığa karşı direnme ve atavist tavırlarını sürdürmelerinden dolayı bu isim verilmiştir. Bunun Kuransal terminoloji karşılığı ise ''bedevi''dir. Yani geleneklerine bağlı, toplumculuk karşıtı, ancak şövenist duygular ve galebe/alt etme kültürüyle birlik haline gelen ve asıl yaşam tercihi bireysellik/bireycilik olan adaletsiz ve merhametsiz kesimi anlatmak için kullanılmıştır. Bu mizaçtaki insan, ister şehirde(Medine’nin zıttı), ister kırda otursun, egoist ve toplumculuk karşıtı, kıst üzere borç ödemeyi ret eden mizacıyla pagandır. Mesela Liberalizm ve Kapitalizm insanı böyledir. Bunun için de kapitalizme “Vahşi” lakabını takanlar haklıdır. ''Vahşi batı'' da bu anlamdadır. Yani Medine insanı olmayan, Ensâriyet(Karşılıklı yardımlaşma) ve îsâr(Kendi ihtiyaç içindeyken, başkasını kendi nefsine tercih edecek kadar üstün ahlak sahibi) olmayan kesimin genel ismi pagan veya bedevidir.

Bilindiği gibi Kuran, Hristiyan alemine "Nasrani" der. Bu ise, selam ona İsa tarafından getirilen dinin medeni insanına “Yardımlaşma” özelliklerinden dolayı verilmiş bir isimdir. Bunun için, paganlar Nasrani'liğe çok direnmişlerdir. Onların liberalist tavırları medenileşmelerine mâni olmuştur. Paganlar ferdiyetçidirler. Bunun için müşrik ve putperesttirler. Yani hanif değillerdir. Yani maddi şeyleri Allah’ı sever gibi severler, eşyayı, parayı, güç ve kuvveti taparcasına sevdikleri için putperest diye isimlendirilmişlerdir. Liberalist ve Kapitalist mizaç bundan başkası değildir. Allah ''artanın tamamını verin'' demesine rağmen, onlar az bir vergi veya zekat ile durumu geçiştirip, toplumun tümünü kendileriyle aynı düzeyde yapana kadar vermekten kaçınarak nimete nankörlük etmişlerdir(Nahl-71). Bu ayete uyarak kârı sermayeye eklemeyenler ve müktesepleri dahi servet edinmeyip infak edenler ise hanif müminlerdir. Yüzdelik ve çok az zekatla durumu geçiştirenler, infaktan kaçınanlar, özel teşebbüsten çok az vergi alarak üste teşvikler verenler ise hanif olamamışlar, pagan kalmışlardır. Bunun için kapitalizm hak dinle taban tabana zıt bir Sosyo ekonomi politiktir.

Burada zekat müessesine de göz atarsak, fıkhın ''kırkta bir''de kalması bedeviliktir. Zorunlu ihtiyaçtan artanın/mizanda vezin dışının tamamının verilerek Nahl-71. ayetine uyulması anlamında zekat vermeye Ali(r.a) “bizim zekat verme tarzımız” der. İki buçukta kalanlara ise cimriler(Kapitalistler gibi) der. Yine sizin Mevlana dediğiniz, benim mevlam Allah olduğu için, benim merhum Celalettin Rumi dediğim, hakkıyla fakih insan, eserlerinin birinde(Mesnevi veya Divanında) Zekatı bihakkın tanımlar. Örneğini ise tarımdan, yani öşür Tarımsal faaliyetten alınan vergiden verir. Tarımsal faaliyetin bitip hasatta gayri safiden yüzde on hesap eder. Aynı ürünün değirmende un haline getirildikten sora kazandığı değer nedeniyle bir yüzde on daha alınacaktır der. Sonra aynı undan ekmek yapılarak katma değer kazandığında yine yekûn üzerinden bir yüzde on daha alınacaktır der. Yine Ekmek haline getirildiğinde aynı ürüne katılan yeni katma değer üzerinden bu kez ekmeğin yüzde onunun zekat olarak verileceğini söyler. Yine geriye kalan ekmek satılıp paraya çevrildiğinde bir yüzde on daha alınacaktır der. Bu yorum fıkhın kısır yorumundan çok daha ileri ve bunu buğdaya nispet ederseniz de yüzde altmışın üzerinde bir vergi alınmış demektir. Hem de kapitalist sistem gibi kârdan değil, gayrı safi hasıladan bu vergiler alınmaktadır ki, masraflar düşülmemiş olduğundan neredeyse yüzde doksanın üzerinde bir vergidir. Doğru olan budur.

Bu işine gelmiyorsa, sana yeşilbaşlı mum göndermedik ya, devlete maişet karşılığında çalış; bu senin için en helal kazançtır. Kapitalist sistem vergiyi azalttığı ve zengine iltimas yaptığı için Arapça sözlük buna ''Yemin-i Bânus'' der. Bunun manası: “Günah batağına batmaktır''. Şimdi durum böyle olduğu halde, bazı vatandaşlarımız, ''Müslüman yönetici'' teraneleri okurlar. Liberalizme balıklama dalan, kapitalizmden(Yemin-i Bânus’tan) rahatsız olmayanları sen dindar mı sayıyorsun. Evet onlar dinsiz değildirler, paganların da bir dini vardır ama, Allah’ın indinde geçerli din değildir.

Şimdi Liberal kavramının kirli mazisini de ortaya koyalım da, neyi muhafaza etmeye çalıştığını, Avrupalının muhafazakarlık dediği liberalizmi/kapitalizmi iyi tanıyıp da kendimizi bu isimle tanımlamaktan kaçınalım.Yine Ansiklopediye diyalektik mantıkla bakalım.Yani kavramların kesik kesik olmadığını, birbirleriyle zincirleme bağlı bulunduklarını hatırlayalım.

Liberal kavramının bir üzerinde oluşmuş kavram “Libera” dır. Bunun anlamı şöyledir.

LİBERA: Roma. Mit.Liber Pater’e bağlı tanrıça. Genellikle Ceres ile özdeşleştirilir.

Şimdi ise Liber Pater’e bakalım.

Liber Pater: İtalik şarap tanrısı. Kısa surede Dionysos’la özdeşleştirildi. Onuruna Liberalle şenlikleri düzenlendi.

Bu kültür eski ve öteki Yunan’da Bakchos şenlikleriyle aynı amaç için yapılır. Niçin Arapça sözlük tâğut kavramının içersine Rum(Roma) kralları manasını dahil etmiştir? Çünkü günümüz Avrupa’sı, Roma-Yunan pagan dininin Sosyo ekonomi politiğini tekrar yürürlüğe koymuştur da ondan.

İşte görüldüğü gibi, liberal masum bir kavram değildir. O nefsin hevasına tapmada istisna tanımayan bir zihniyettir. Onun tanımı için Casiye 23. ayet yeterlidir. Bunları bilip de, ''biz liberalizme geçeriz, bu hürriyettir, ama Casiye 23.ayetteki halden kendimizi koruruz'' mantıksızlığını yapmayalım. (Su'da yürüyüp de ayakkabısı ıslanmayan yoktur.). Çünkü Sosyo ekonomi politik bir bütündür, bütünüyle kabul görürse ve cinsel ve mülksel şehvetin her ikisi de sonuna kadar teşvik edilirse ancak liberallikte başarılı olunur; yoksa bunun duayenlerine uşaklıktan ileri geçilemez.

Bunları bilen eski ümmetlerden bir azınlık muttaki, sosyalizmi ve bilhassa mülkte iştirak içinde herkesi hür birey yapmak ve insan haklarına zerre kadar tecavüz etmemek için kollektivizmi icad etmişler ve bunu vera ve takva sahipleri pozitif züht olarak ortaya koymuşlardır. Çünkü pasifist züht zillet sebebidir. Onunla devlet aylakta durmaz. Doğru ve pozitif olanı ise, birey itidal ve kavam sınırında iken, "Beyt El Mal" ise güçlü kuvvetli olursa Enfal-60. ayette Müslüman’a emredilen görev (onlar için gücünüz yettiğince kuvvet toplayın ve...) yerine getirilebilir. Demek ki mütedeyyinler kolektivizminin bir ismi de “Pozitif zühd"dür(değer üretip mülkleşmemek, ihtiyacı kadarda kalmak). Bunu iyi bilerek ve bize; ''kollektivizm dine yabancı'' diyen yalancılara yüz vermeyelim. Şu bir gerçek ki, eğer sema’i dinler ve onun vera sahibi(para/mülk şehvetinde olmayan) insanları olmasaydı, insanlık sosyal hakların ve bilhassa kolektivizmin K’sını bile bilemezlerdi. Bu müslümanın öz malı; bunu al ve... Tâğut’u terk et ve zamanın mücahidi sen ol. Bu birr’de yarışmaktır. Sana bu emri Maide suresinin 2.ayeti(...Bir ve takva üzere yardımlaşın......) vermedi mi?. Basiretini kullan. Körlükten kurtul. Çünkü A’verlik deccal’ın ve onun avanelerinin mizacıdır.

Şimdi Mülk ve mülkleşme tutkusuna(Mülk ve onun fitnesine) geçebiliriz.

MÜLK ve MÜLKLEŞME TUTKUSU

İnsan Bakara Suresi 30. ayete göre 'halife', yani yeryüzünde "memur"dur, ve de Allah "hiç bir şeye ihtiyacı olmayan" olduğundan dolayısı ile insan bu görevle görevlendirilmiştir.Allah mülkün mülkiyetini değil, kullanımını/intifa hakkını/faydanılmasını ''kıst'' esasları dahilinde canlılara bırakmış, ama başı boş bırakılmış değillerdir. İnsanlar yönünden de bu görev Uluhiyette, İnsanlar arası münasebetlerde ve Hayvanlar (canlılar ve tabiat) arasında adaletli davranmaktır.(Aşağıda "mülkün kullanımı" bahsi)

http://www.hanifler.com/showthread.php?t=2788
Alıntı:
pramid Nickli Üyeden Alıntı
Hiç kuşkusuz evrende bulunan her şeyin hükmü ve hikmeti Allah’a mahsustur. O ki, yarattığı her şeyi insanların hizmetine sunmuş ve onlara emanet etmiştir. Emanet, gündelik dildeki en genel anlamıyla güvenilen kimseye veya kuruma bırakılan şeye denir. Geldiği “emn” köküne bağlı olarak esas anlamı ise güven, korkusuzluk ve korumak demektir. Bu anlamda pratiğe yansıması; güvenilir ve güvende olmak, inanmak ve onaylamak(mümin olmak), bir şeyi korumayı üzerine almak, insan benliğinin/nefsin itminana kavuşması ve anlayarak hakka boyun eğmek(iman), korkunun ortadan kalkması şeklinde olmaktadır.

Allah, insanların birbirlerine adaletli davranmaları, eşitlik, özgürlük, mutluluk ve güvenlik içinde yaşamaları için, onlara en büyük emaneti olan Vahyine uymalarını buyurmuştur. Rızkınıda insanlar için genişçe yaymıştır. Bu rızıklardan(nimet/her türlü geçimlik) insanlar üretim, ticaret, takas ve başka yöntemlerle ihtiyaçlarını gidermek için yararlanmaktadırlar. Söz konusu yararlanmada rızkı verenin yaptırım hakkının olması doğal ve gereklidir.
İnsanlar da diğer canlılar gibi, yaşamlarını sürdürebilmek için ihtiyaç duydukları şeyleri bulundukları çevreden karşılar, hayatlarını böylece devam ettirirler. Birey olarak gereksinim duyduğu şeylere, diğer canlılar da gereksinim duydukları için, elini çabuk tutmak ve hâkimiyet kurmak zorundadır. Hâkimiyet, genellikle ''alan hâkimiyeti''dir. Alan hâkimiyeti ise, hem şeyler üzerindeki, hem de bu şeylere talip olan diğer şahıslar üzerindeki hâkimiyeti kapsamaktadır. Bu olgunun adı mülktür. Alan hâkimiyeti mülke konu olan şey üzerinde kişiye tasarruf etme yetkisi verirken, başkalarının bu yere veya şeye müdahale etmelerine mani olma yetkisi verir.

Bu yetki, doğal mücadeleyi benimseyip vahşete özenenlerde güce; hakka inanan Medeni toplumlarda ise, kanuna dayanır. Bu kanunları evrensel hukukla(melekutla) örtüşenini bulup uygulayanlar, adil, rahim, kıst uygulayan gerçekten medeni ve kâmil manada erdemli toplumlardır. Ne yazık ki böyleleri o kadar az ki.

Eğer şey üzerindeki sahipliğiniz, salt sizin güç kullanma ve başkalarının da bu güce zorla boyun eğdirilmesinden ileri geliyorsa, hem eşyaya, hem çevreye, hem de çevredekilere tahakküm etmiş sayılırsınız.
Tanımaya dayalı mülkleşmede ise şey üzerinde yine tahakkümünüz vardır, ancak hak sahipliğiniz kabul gördüğünden başkaları üzerinde baskı kurmanıza gerek kalmaz. Sizin hakkınız ya anlaşmaya, ya geleneğe, ya da yasaya göre kabul görmüştür.

Gerek zora dayalı, gerekse bunun dışındaki halde bir şeyin birine aidiyetinin şayi/biliniyor olması mülkle anılmadır. Bu anılma, ZORUNLU İHTİYACIN ve ZORUNLU SAHİPLİĞİN SINIRLARINI AŞMIYORSA meşrudur. Yok, eğer, ŞAN-ŞÖHRET İÇERİYORSA haddi aşan mülkleşme'dir. Yani mülk şehveti ile ilintili olup, mülkün kötü anılma nedenlerindendir. Bu kötülük ise, hak din nazarında, zorunlu ihtiyaç kriterinin aşılması ile oluşur.

Nitekim zorunlu ihtiyaç sınırını aşmayanlar hak dinin İFFETLİ dedikleridir. Bunun onlarca örneğinden bir tanesi de Mu'minun Suresinin 5. ayetidir (Ve onlar ki iffetlerini korurlar).

(Hadis meraklılarına da iki hadis metnini örnek olarak vereceğiz ve maişet ve ihtiyaçla yetinmenin erdemlerini anlatan bir hadis, bir de kendisinin ve bakmakla yükümlü olduklarının ihtiyacı ile sınırlı varlığı olmanın ve bunun aşılmamasının tavsiyesine dair iki hadis not edeceğiz. Resulullah(a.s) şöyle demektedir. “İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup buna kanaat edene ne mutlu”(Kütüb-ü sitte Cilt 14. s. 45)

Diğer bir hadiste de şöyle denilmektedir.
“Ey âdemoğlu eğer fazla malı(lüzumlu ihtiyaçtan artanın hepsini) Allah yolunda harcarsan, bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Bakımları üzerinde olanlar için olan başka.( yani Kifaf biriktirmek sayılmaz)Kifaf sebebiyle kınanmazsın. Veren el, alan elden daha hayırlıdır”(Kütüb-ü sitte c. 14. S. 48.))

Ahlak ve dinin kerih gördüğü mülkleşme, içi doldurulmuş bir kavramdır. İçeriğini şöyle özetleyebiliriz:

Birinci öğe, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduklarının zorunlu gereksinimlerinin karşılanmasını aşan servet ve sermayeye malik veya zilyet olması halidir.

Mülkleşmede ikinci kerih öğe, elinde bulundurduğu ihtiyaç fazlası-hırsızlıkla edinilmiş mal- mülkten dolayı şan şeref saikı ile makam ve mevki hırsı içinde bulunmak.

Üçüncü öğe ise, elinde bulundurduğu ihtiyaç fazlası-hırsızlıkla edinilmiş mal- mülkten dolayı, kendi kendini yönetme erki dışında ve üzerinde bir güç, heves ve hırs ile güç, kuvvet ve tahakkümünü başkaları üzerine yayıp genişletmektir.

İşte, vahiye dayanan hak dinin sosyo-ekonomi politiği, “mülk” kavramıyla yukarıdaki üç öğenin oluşumunu kastetmiş ve buna mülkleşme demiş, onun da itidal seviyesinin üzerinde hususileştirilmesini çirkin bulmuştur. İslam coğrafyası ve bilhassa Arap dili sözlüklerinde, kavramların birbirini takip eden sıralı içsel mantığı ile sunulan kolaylık gereği, bunu saptamak olanaklıdır. Batı dillerinde de olan sözlük tarama, kavramların alfabetik dizilişi ve buna göre birbirini açıklaması Allah’ın bu nimetini fark edenler tarafından büyük bir hayranlıkla keşfedilecektir. Diğer dillerde de böyle olması gerekir. Gerçek bilgi, seslerin matematiğinde korunmuştur. Bu İse, Allah’ın rahmetidir( Kuran, Rahman Suresi ayet 1–3 arası). Vahiler de bu emniyet sistemi ile korunmuştur. Gerek kelime ve heceleri, gerekse anlamlarını bozanları ele verir.

Hal böyle iken, gerek batıda, gerekse doğuda, mülkleşmenin adaletsizlik yarattığı tezini kabul edip savunan birçok düşünür, mülkleşmeye karşı çıkarken, hak dinin mülk kavramı ile neyi kastettiğini tam bilemediklerinden, mülkün sadece özel servet ve sermaye öğesi ile meşgul olmuşlardır. Bunun için de, sağlıklı bir kollektivist görüş oluşturamamışlardır. Çünkü bu, insanın mülkü ihtiyacının üzerinde hususileştirmekten vazgeçen bir ahlaka sahip olmasıyla mümkündür. Bu ise, mütevazı bir mizaca sahip olmak demektir ki; şan, şeref, şişinme, ihtişam ve kibirlenmeden arınma ile mümkündür.

Böyle bir mizaçta ve amaçta olmayan insan, zaten ne "zorunlu ihtiyaç fazlası"/"eşitliği bozan gelir fazlası" mülke talip olur, ne de, eğer toplumun ona şiddetli ihtiyacı yoksa bir makam ve mevkiye kendisi için, ikbal için, itibar için istek duyar. Ne de Mülk’ün, servet-sermaye ve tahakküm kısmının kendine yeterinden fazlasına talip olur. Bu güzel ahlaktandır. Bu mizaçtaki bir insanın, kendine yetecek kadar özgürlük dışında, bir kişisel özgürlüğe istekli olmasına olanak bulunmadığı gibi, kendi otonom yönetimi dışında, bir başka kişi veya toplumun otonom bölgesine taşması da mümkün değildir.

Bir başka deyişle mülkleşme şehvetini bastırmış, olgun bir insan olma yolunda karar kılmıştır. Başkasını yönetme veya sahasına taşma hastalığından kurtulmuştur. İnsan yaşamında ve insanlık tarihinde, sulh ve barışın önündeki en büyük engel şehvetler (tutkular)dir. Şehvetten anlaşılması gereken ise, bizatihi değerli olmayan, ancak bilgisiz insan nezrinde değerli olduğu zannedilen gelip geçici şeylere karsı aşırı tutku ile bağlanmaktır. Kısa tanımı ise arzu ve isteklerdir. Bu bakımdan aşk, ihtiras, tamah, hırs gibi (cesetsel)tutkuların insanın basiretini bağlaması; adalet, merhamet ve sevgi gibi şeylerin mutlak değer olduğunu unutması, kalbinin katılaşması ile sonuçlanan bir mizaca bürünme ile görünür hale gelir.

Bunun dışa yansıması adaletsizlik, haksızlık ve kalp katılığı olarak kendini gösterirken; mizaç olarak da, aklın zevklerinden tat alma yerine, ten zevklerine yöneliş karakterine bürünür. Ten zevkleri birer dipsiz kuyudur. Tatminler doyurup kanıksatıcı değil, bilakis daha da acıktırıcıdır. Tıpkı tuzlu suyu içen insanın daha da susuzluğunun artması gibidir. Doyuruldu zannedilirken, kendisine sunulan kişiyi daha da acıktırır. Böylece, gerçek değer ve aklın zevkleriyle tanışmadığı için, görgücü ve görsel değerlerle tatmin olma çabasıyla boşu boşuna zaman kaybederken, hem kendisini aşırı derecede yorar, hem de başkaları için hayatı zehir eder. İşte bu zülümdür. Başkalarına gölge etmektir.

Aklın zevkleri öyle midir? Asla öyle değildir. Örneğin; bir Allah sevgisi insanı mutmain eder. Yine bir adaletsizliği yok etme, birinin sıkıntısını giderme, bir insanı karşılıksız sevme, muhtaçların sıkıntı ve dertlerini giderme ve yine kendinde bulunan her imkânın, aynısının başkalarında da bulunması istemek ve bununla mutlu olmak, egosunu tatmin etme yolundaki gayretten aldığınız zevkle bir midir? Tabii ki bunu ancak akıl sahipleri idrak ederler. Yani doğru bağı kurarlar. Emir ve komutayı aklından değil de, akıl zannettiği ten zevkleri merkezi, ilkel libidosundan alan bir kimse, aklın zevklerini idrak edemediği gibi, kendisine böyle bir zevkten bahsedilse, ya ütopya der güler geçer, ya da bundan nefret ettiği için duymak bile istemez. Ten zevklerinden başka zevk tanımamış ve tanımak da istemeyenler gafil’dir. Aklın zevklerini ön plana alıp tercih edenlere münevver ismi daha çok yaraşmaktadır. Öyle ise Gafletten çıkıp kurtulma nedir? Aydın nitelendirmesi, münevver ile aynı ağırlığı taşır mı? Sorusuna cevap bulmak gerekir.''
İlhami Çetin'de alıntıdır.

Saygılarımla.
Galip Yetkin.

Konu galipyetkin tarafından (15. January 2021 Saat 02:09 PM ) değiştirilmiştir.
galipyetkin isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
galipyetkin Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Barış (5. September 2013), dost1 (13. June 2012)