Tekil Mesaj gösterimi
Alt 24. February 2014, 02:18 PM   #3
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

19Ölümün sarhoşluğu gerçekten gerçek ile gelmiştir de: –“Ey insan! İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir.”–
20Ve Sûr da üflenmiştir. –“İşte bu, korkutulan gündür.”– 21Ve herkes, kendisiyle beraber bir sürücü ve bir şâhit bulunarak geldi.
23Ve onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “İşte yanımdaki hazır.”

22. âyet, 1. âyetteki kasem cümlesinin cevabını teşkil etmesi sebebiyle, bize göre aslında bulunması gereken yerde değerlendirildiğinden, ölüm sarhoşluğundan başlayıp haşr ile yüz yüze gelişin ve hesap gününün dehşetinin anlatıldığı bu pasajın içine konulmamıştır.
19. âyette üçüncü şahıstan ikinci şahsa dönülerek iltifat sanatı yapılmış ve anlatım muhataba yöneltilmiştir. Bu da bize muhatabın özel olduğunu anlatmaktadır. Muhatabın özel olması demek, hitap edilen bu insanın genel anlamdaki insanları değil, sadece inkârcı, yalanlayıcı insanları sembolize ediyor olması demektir. Zaten İblis ile olan tartışması ve cehenneme atılması gibi pasajın bütününde anlatılan olaylar da bu insanın inkârcı, yalanlayıcı olduğunu göstermektedir.

ÖLÜM SARHOŞLUĞU: السّكر [sükr] sözcüğü genelde, “içkinin verdiği sarhoşluk, zihin bulanıklığı” olarak biliniyorsa da aslında “insanın herhangi bir sebeple zihinsel melekelerini tam olarak kullanamadığı her türlü zihinsel uyuşukluk durumu”nu ifade eden bir kavramdır. Buna göre, normal ve sağlıklı muhakemenin şaştığı veya ortadan kalktığı her türlü durum, sükr hâlidir.
Konumuz olan âyetteki sükr ise, –daha önce Kâriah ve Kıyâmet sûrelerinde de tasvir edildiği gibi– ölüm sarhoşluğunu, ölümle yüz yüze gelindiğinde meydana gelecek şoku ifade etmektedir.
Sükr sözcüğü Kur’ân'da bu anlamı dışında, “gözlerin sihir ile bulanması” anlamında Hicr/14-15'de, “şehvetten gözü dönmüşlük” anlamında Hicr/72'de, “kıyâmet korkusu” anlamında da Hacc/1-2'de geçmektedir.

ÖLÜM SARHOŞLUĞUNUN HAKK İLE GELMESİ: Bu ifade ile ölümün canı söküp aldığı başlangıç safhası kasdedilmiştir. Bu safha, daha evvel peygamber ve gönderilmiş kitap aracılığı ile verilmiş olan kıyâmete dair bilgi ve haberlerin gerçekleşerek insanın gözünün önüne geldiği safhadır. Bu safhada insan, âhiretin tamamen hakk olduğunu ve hayatın bu ikinci safhasına mutlu olarak mı, yoksa bedbaht olarak mı giriyor olduğunu bilecektir. Hatırlanacak olursa bu durum Kıyâmet sûresi'nde daha ayrıntılı olarak anlatılmıştı:

13O gün, o insan, önden yolladığı şeyler ve geriye bıraktığı şeyler ile haberdar edilir.
14,15Aslında insan, tüm mazeretlerini koysa da bile/tüm perdelerini koysa da bile kendi aleyhine iyi bir gözetmendir: “16Onu çabuklaştırman için dilini ona hareket ettirme! 17Kuşkusuz yaptıklarının-yapmadıklarının birleştirilmesi ve toplanması yalnızca Bizim üzerimizedir. 18O hâlde Biz yaptıklarını-yapmadıklarını topladığımız zaman sen onun toplanmasını izle! 19Sonra, yaptıklarının-yapmadıklarının beyanı; kanıtlarıyla ortaya konması da sadece Bizim üzerimizedir.” (Kıyâmet/13-19)


KORKUTULAN GÜN: İnançsız insan bu dünyada –sorumsuz diğer canlılar gibi– başıboş gezip dolaşmak istemekte, öldükten sonra yaptıklarının karşılığını göreceği başka bir hayatın varlığını da istememektedir. Bu yüzden âhiret düşüncesinden âdeta kaçmakta, böyle bir âlemin olacağını kabul etmeye asla yanaşmamaktadır. Ne var ki, ölüm sarhoşluğunun hakk ile geldiği o gün [o ölüm ânı], gözler önüne serilen o ikinci âlemin ilk safhasıdır. İnançsızın inanmaktan kaçtığı o âlem, o anda bütün gerçekliği ile inançsızın karşısına çıkmaktadır.

SÛR'UN ÜFLENMESİ: Sûr'un üflenmesi ifadesi, tıpkı eski devirlerde kullanılan, toplanmayı veya tehlikeyi haber vermek için genellikle büyükbaş hayvan boynuzundan yapılma bir borunun öttürülmesi gibi, o gün de sanki bir içtima borusunun veya sireninin çalınacağını düşündürmekte ya da bir hakemin oyunu başlatan ve bitiren düdüğünün öttürülmesini veya bir okulda dersin başladığını ve bittiğini bildiren zilin çalınmasını çağrıştırmaktadır.
Sûr'un birinci defa üflenmesi ile bütün canlılar ölecek, ikinci defa üflenen Sur ile de ölmüşler canlandırılarak kabirlerinden kaldırılacak ve Yüce Divan'da toplanmaya sevk edilecektir.
Sûr'un üflenmesi konusu Kur’ân'da birçok yerde geçmektedir:

68Ve sûra üflenmiştir de Allah'ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir de onlar kalkmışlar karşıda bakıp duruyorlar. (Zümer/68)


99Ve Biz, kıyâmet günü ortak koşan kimseleri dalgalar hâlinde birbirlerine girer hâlde bırakıvermişizdir. Sûr'a da üflenmiştir. Böylece ortak koşan kimselerin hepsini bir araya toplayıvermişizdir. (Kehf/99)


51Ve Sûr'a üflenmiştir. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden Rablerine doğru akın ediyorlar. (Yâ-Sîn/51)


Bu âyetlerden başka Müminûn/101, Hâkkah/13, En‘âm/73, Tâ-Hâ/102, Neml/87, Nebe/18 âyetleri de sûra üfürülmesinden bahsetmektedir.

SÂİK ve ŞEHÎD: Klâsik eserlerde sâik'in, insanı önce mahşer meydanına oradan da hakk ettiği yere sevk edip götüren melek; şehîd'in de amelleri yazan melek olduğu yönünde açıklamalar yapılmıştır. Ancak bu yöndeki açıklamalar hem dayanaksızdır, hem de Kur’ân'daki tanıtıma uymamaktadır.
Sâik ve şehîd, yukarıda 17. âyette bahsedilen iki tesbitçi olup bize göre bunlar İblis ile insan hâfızası'dır. Bizim “İblis” dediğimiz sâik, burada ve 27. âyette karîn olarak nitelenmiştir. Bu kavramla ilgili daha ayrıntılı açıklamanın “Karîn” başlığı altında yapılmasını daha yararlı görüyoruz.

KARÎN: قرين [karîn] sözcüğü, “yakın, hısım, akraba, arkadaş ve yaşıt [aynı yaşta olan arkadaş]” anlamlarına gelir. Türkçe'deki “akran” sözcüğü de buradan gelmiştir.

Sözcüğün âyete göre en uygun anlamı, “yaşıt” anlamıdır. Çünkü karîn olarak nitelenen bu varlık, Rabbimizin emri ile Yüce Divan'da o kişi aleyhinde tanıklık yaptığına göre, onun ayrılmaz parçası denecek kadar o kişiye yakın olmalıdır. Ayrılmaz parça konumundaki bir yakınlık ise, o kişi ile birlikte doğup onunla yaşamayı ve onunla birlikte ölmeyi, yani o kişi ile yaşıt olmayı ifade etmektedir.
Bize göre bu karîn, “İblis”tir. Her kişi İblis'i ile doğar, yaşar ve ölür. Nitekim İblis de mahşere kadar, yani kişi ile birlikte huzura çıkıp aleyhteki tanıklığını yapıncaya kadar Rabbimizden izinlidir.
Karîn sözcüğü Kur’ân'da, 7'si tekil, 1'i de çoğul hâlde olmak üzere toplam 8 kez geçmektedir. Hem karîn'i, hem de İblis'i daha iyi anlayabilmek için bu sûrede geçen iki âyet dışındaki âyetlere de bakmakta yarar görüyoruz:

51-53Onlardan bir sözcü der ki: “Şüphesiz benim ‘Sen gerçekten, kesinlikle doğrulayanlardan mısın? Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz?’ diyen bir yaşıtım/yakın arkadaşım vardı.” (Sâffat/51)


36,37Ve her kim Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için akrandır/ yandaştır; ve şüphesiz ki yandaşlar/ akranlar, körleşenleri Yol'dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar.
38Sonunda Bize gelince: “Keşke seninle benim aramda doğu ile batı arasındaki kadar bir uzaklık olsaydı” der. –Öyleyse bu ne kötü bir akrandır/ yandaştır!–
(Zuhruf/36-38)

36-38Ve Allah'a kulluk edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ve de anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yasalar çerçevesinde himayenize verilmiş kimselere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine armağanlarından verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için akran/yakın arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır! (Nisâ/36-38)


25Ve Biz onlara birtakım yaşdaşlarını/İblislerini kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Gelmiş geçmiş herkesten, kendilerinden önce gelip-geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan “Söz” onların üzerine hak oldu. Şüphesiz onlar, zarara/kayba uğrayıp acı çeken kimseler idiler. (Fussılet/25)


Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü gibi, bu dünyadaki yaşamında kişiyi yoldan çıkaran karîn [İblis], mahşerde yine devreye girecek ve neredeyse inançsız kişinin kendisini suçlamasına bile meydan vermeyecek şekilde, İşte yanımdaki hazır! diyecektir. İnançsızın son bir çırpınışla, yaptıklarının asıl suçlusu olarak İblis'i göstermesi karşısında da birçok âyette anlatıldığı gibi kendini savunacaktır:

22Ve iş bitince şeytan [İblis/düşünce yetisi] onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım siz de bana karşılık verdiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim” dedi. –Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kendileri için acı bir azap olanlardır!
(İbrâhîm/22)

–“24,25Haydi, İblis ve tanık; ikiniz, tüm inatçı, kâfir; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden, hayrı alabildiğine engelleyen, kendine haksızlık eden ve şüpheci olan o kişileri atın cehenneme! 26O ki Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmişti. Haydi, ikiniz birlikte, onu şiddetli azaba atın!”–

Âyette geçen, القيا فى جهنّم [elkiyâ fî cehennem=ikiniz onu cehenneme atın] cümlesindeki القيا [elkiyâ=ikiniz atın] ifadesi, klâsik eserlerde Kur’ân dışı zorlamalarla değişik anlamlara çekilmiştir. Kimileri bu ifadeyi, “Atın, atın!” anlamında yorumlamışlar, kimileri de “ikiniz” şeklinde çevirip hitap edilenlerin ‘iki melek’ olduğunu düşünmüşlerdir. Halbuki Rabbimizin elkiyâ [ikiniz atın] emrinin muhatapları, 21. âyette bildirilen sâik ve şehîd'dir.
Bu pasajda, Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı kâfiri! talimatı ile seslenilen, yalanlayıcı kâfirle birlikte haşr alanına getirilmiş olan sâik [karîn=İblis] ile şâhit [insanın hâfızası], dolayısıyla suçu işleyen organlarıdır. Bu demektir ki, inançsızı cehenneme atacak olanlar; kişinin cehennemi hakk eden davranışlarda bulunmasına sebep olan İblisinin (yani, kendisinin, nefsinin) ve bu davranışlarda bulunan organlarının tüm hareketlerini kaydetmiş olan hâfızasının aleyhteki tanıklığıdır. Başka bir tanığa da, sebebe [sâike, güce] de ihtiyaç yoktur. Çünkü insana şahdamarından daha yakın olan Allah, insanın bünyesine koyduğu donanım [İblis ve hâfıza] ile, haşirdeki yargılama sırasında çıkacak tartışmaları ta en baştan çözümlemiştir. İblisin dışında insan için, peygamberler, vahyler, yakınları ve toplumu da tanıklık edecektir. Bu konuyla ilgili şu ayetlere de bakılabilir.
Bakara/ 143, Hacc 78, Fecr/21-23, Nebe/38-40, Nisa/ 41, 159, Nahl /84, 89, Kaf/ 21, Mü’min /51, Hud/18, 19, Kasas/ 75, Fussılet /20-22, Nur/ 24, Ya Sin/ 65, Furkan/30, Maide/116-118.

Gerek kalıpları ve gerekse geniş anlamları itibariyle, âyetteki sıfat özellikli sözcüklerin Türkçe'deki bire bir karşılıklarının tek sözcükle ifadesi mümkün olamamaktadır. Bu sebeple sıfat nitelikli sözcüklerin ayrıntılı olarak açıklanması yoluna gidilmiştir.

كفّار [KEFFÂR=AŞIRI KÜFREDEN/AŞIRI NANKÖR]: كفر [küfr] veya كفران [küfrân] mastarlarından türemiş olması mümkün olan bu sözcük; küfr mastarından türemiş olduğunda “alabildiğine inkârcı”; küfrân mastarlarından türemiş olduğunda ise “alabildiğine nankör”, yani “kendine bağışlanmış onca bolluğa rağmen Allah'ın nimetlerini inkâr eden, şükrünü eda etmeyen” anlamlarına gelir.

منّاع للخير [MENN‘ÜN Lİ'L-HAYR=HAYRI ENGELLEYEN]: Bu ifadedeki hayr sözcüğü, “mal-mülk” ya da “iman” manasına gelebileceği gibi, her iki mana için de kullanılmış olabilir. Bu durumda mennâ‘ün li'l-hayr ifadesi, “kimseye mal-mülk vermeyen, iyilik yapmayan, üstelik başkalarının yapmasını da aşırı derecede engelleyen, insanları imandan şiddetle alıkoyan” anlamına gelir. 25. âyette bir bakıma şöyle denmektedir: “O Allah'ı inkâr etti, inkârıyla da kalmayıp başkalarının hayrına [imanına] da engel olmaya çalıştı.”
Bu sıfatın ve dolayısıyla âyetin daha iyi anlaşılabilmesi için Mâûn sûresi'nin hatırlanmasında yarar vardır:

1Âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını görmesini/ Allah'ın sosyal düzeni belirleyen ilkelerini yalanlayan şu kimseyi gördün mü/ hiç düşündün mü? 2,3İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse.
4-7Artık, salâtlarında ilgisiz, duyarsız, gösteriş olsun diye salât eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olan; toplumu aydınlatmaya çalışır gözüken] ve basit bir şeylerin bile bir ihtiyaçlıya ulaşmasını engelleyen kişilerin vay haline! (Mâûn/1-7)



معتد [MU‘TED]:

Bu sözcük, “zâlim, haddi aşan” anlamına gelir. Sözcüğün mennâ‘ün li'l-hayr [hayrı engelleyen] ifadesi ile birlikte ele alınması durumunda, hayr sözcüğünün de anlamı hesaba katılarak mu‘ted sözcüğü şu iki şekilde açıklanabilir:

1) Hayr sözcüğünün, “mal-mülk” anlamı ön plana alındığında mu‘ted'in de, malı-mülkü, sosyal yardımı çokça engelleyen, yapması gerekeni kendisi yapmadığı gibi haddi aşarak zâlimleşen, tefecilik ve hırsızlık gibi yollarla fakir-fukarayı soyup soğana çeviren bir insan olduğu anlaşılır.

2) Hayr sözcüğünün, “iman” anlamı ön plana alındığında ise mu‘ted'in, imanı engelleyen, bununla yetinmeyip haddi aşarak zâlimleşen, iman edenleri aşağılayan, onlara eziyet eden, öldüren, öldürdüğü gibi iman edenlerin düşmanlarına da yardım edip barındıran bir insan olduğu anlaşılır.

Mennâ‘ün li'l-hayr ve mu‘ted olan bir insanın, her işinde ahlâk sınırlarını yıkıp aşan, kendi çıkarları ve istekleri uğruna her şeyi yapmaya, her şeyi yıkıp geçmeye hazır olan, haram yolla mal biriktirip haram yollarda harcayan, insanların haklarına el uzatıp tecavüz eden, dili bir ahlâk sınırı tanımadığı gibi eli de zulüm ve eziyetten geri kalmayan, iyilik yoluna engeller çıkaran, bununla da yetinmeyip iyiliği benimseyenlere eziyet eden, iyilik için çalışanlara kötülük yapan aşırı günahkâr bir insan olduğu anlaşılmaktadır.

مريب [MÜRÎB]: Sözcük yapısı itibariyle Arapça'da farklı anlamları olan iki ayrı kalıba da uygundur:
Bu kalıplardan birine göre sözcük, “şüpheci, şüphe ile dopdolu” anlamına gelmektedir. Bu anlama göre yukarıda özellikleri sayılmış olan kişi aynı zamanda âhiret ve mükâfaat konusunda da şüphe içindedir. Dolayısıyla karşılığını alacağından şüpheli olduğu için kimseye yardım yapmamakta, mal vermemektedir.
Kalıplardan diğerine göre ise sözcük, “şüpheler uyandırmak sûretiyle başkalarını da şüphe içinde bırakan kimse”yi ifade etmektedir.

Topluca bakıldığında Rabbimizin bu âyetlerde, insanı cehenneme götüren sıfatları sayıp bildirdiği görülmektedir, ki bunlar; 1) Hakkı inkâr etmek, 2) Allah'a şükretmemek, 3) Hakka ve haklıya karşı direnmek, 4) İyilik ve doğruluk yolunda engel olmak, 5) Kendi malından Allah'ın ve kullarının hakkını vermemek, 6) Muamelelerinde haddi aşıp doğruluktan sapmak, 7) İnsanlara zulüm ve eziyet etmek, 8) Dinin temel prensiplerinden şüphe etmek, 9) Başkalarının kalbine şüphe sokmak, 10) Allah ile beraber başka birini ilâhlığa ortak kılmaktır.
Bu sıfatları ortaya döküldüğünde inançsız insan korkup titremekte, yaptığı her kötülükte arkadaşı ve yandaşı ile birlikte olmasından dolayı da onlardan gelebilecek suçlamaları savuşturmaya çabalamaktadır.

27Onun yaşıtı olan arkadaşı/İblis dedi ki: “Rabbimiz! Ben onu azdırmadım. Fakat kendisi uzak bir sapıklık içindeydi.”

Bu pasajlardaki söz akışından ve 27-28. âyetlerin ifadelerinden açıkça anlaşılıyor ki, karîn'den maksat, dünyada o kişi ile uyum içinde olan “İblis”tir ve o kişi ile İblis, Allah'ın mahkemesinde birbirleri ile atışıp tartışacaklardır.
Mahkeme esnasında kötülükleri ortaya dökülen kişi, şeytânın peşini bırakmadığından yakınarak asıl cezanın İblis'e verilmesini, İblis'in cezasının kendi cezasından kat kat fazla olmasını talep edecektir.
Buna karşılık şeytân da (yani, karîn olan “İblis” de), İbrâhîm/22'de olduğu gibi, o kişiyi günahkâr ve isyankâr yapmak için hiçbir zorlamada bulunmadığını, bu zavallı kişinin asıl kendisi iyilikten şiddetle kaçan, kötülüğe tutkun ve yapışık birisi olduğu için Allah'ın âyetlerinden, peygamberlerin sözlerinden hiçbirini benimsemediğini ve aksi yönde yapılan ufacık bir davete bile koşarak geldiğini söyleyerek kendini savunacaktır:

22Ve iş bitince şeytan [İblis/düşünce yetisi] onlara, “Şüphesiz ki Allah size gerçek vaadi vaat etti, ben de size vaat ettim, hemen de caydım. Zaten benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım siz de bana karşılık verdiniz. O nedenle beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ben sizi kurtaramam, siz de benim kurtarıcım değilsiniz! Şüphesiz ben, önceden beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim” dedi. –Şüphesiz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar, kendileri için acı bir azap olanlardır!
(İbrâhîm/22)

39,40İblis dedi ki: “Rabbim! Sen beni, insanları azdırmam için yarattığın nedenle kesinlikle ben de yeryüzünde, her şeyi onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini kesinlikle azdıracağım!”
41-44Allah dedi ki: “İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaat edilen yer de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır.”
(Hicr/39-44)

60Derler ki: “Hayır, asıl size merhaba; selam sabah yok. Cehennemi önümüze siz getirdiniz. O ne kötü bir duraktır!”
61Derler ki: “Rabbimiz! Bizim önümüze bunu kim getirdiyse onun ateşteki azabını kat kat arttır!”
62Ve yine derler ki: “Kendilerini kötülerden saydığımız birtakım adamları niye göremiyoruz? 63Biz onları alaya almıştık/aşağılamıştık. Yoksa gözler onlardan kaydı mı?”
64Şüphesiz ki bu, ateş ehlinin birbiriyle tartışması/ davalaşması gerçektir. (Sâd/60-64)


Bu tartışmalar başka sûrelerde de ayrıntılarıyla yer almıştır.

UZAK BİR SAPIKLIK: Âyette ضلالة [dalâlet=sapkınlık]in bir de uzaklık ile nitelenmesi dikkat çekicidir. Bu niteleme dall [sapkın] kimsenin doğru yoldan fazlasıyla sapmış ve uzaklaşmış olduğunu ifade eder. Sapıklıkta/sapkınlıkta epeyce yol almış ve o yollarda oyalanıp kalmış kimse, maksat ve hedeften epeyce uzak kalmış demektir. Dolayısıyla buradaki uzaklık, sapıklığın süresinin uzunluğunu ifade etmektedir. Doğru yoldan sapan kimse, saptığını anladığı anda girdiği yanlış yoldan dönerse, o kişi için maksat ve hedeften fazla uzaklaşma söz konusu olmaz. Ancak unutulmamalıdır ki, doğru yoldan saparak yanlış yolda uzun müddet giden kimse için artık semtler ve yönler belirsiz hâle gelir ve o kişi esas hedefi göremez, ona ulaşamaz; “gerçek”ten uzaklaşır, kaybolur gider.

28Allah dedi ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim. 29Benim huzurumda Söz değiştirilmez. Ve Ben kullara asla yanlış iş yapan; yaptıkları iyi amelleri noksanlaştıran, haksızlık eden biri değilim.”

Yani, Benim huzurumda çekişmeyin. Vaktiyle size kitaplar ve peygamberler göndermiş, sizi uyarmıştım. Azgınlık edenlere şiddetli azap edileceğine dair size tehditler göndermiştim. Şeytâna tâbi olmanız durumunda size cehenneme gireceğinizi daha dünyada iken haber vermiştim. Ama siz yine de ona tâbi oldunuz, Beni dinlemediniz. O nedenle şimdi hesap ve ceza yerinde boşuna çekişmeyin. Burası çekişme yeri değildir. Daha önce her amelin karşılığı belirlenmiştir. Her yapılan kaydedilmiştir, değiştirilmez. Herkes ancak yaptığından dolayı cezalandırılır. Kimseye zulmedilmez; çünkü cezayı veren en âdil hüküm sahibidir.
28. âyetin ifadesinden, âhiretteki mahkemede çekişmenin men edildiği ve bunun faydasız olduğu anlaşılmaktadır. Bu pasajdaki uyarının bir benzeri de Yâ-Sîn sûresi'nde yer almıştır:

59Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın!
60-62Ben; “Ey Âdemoğulları! Şeytana kulluk etmeyin, kesinlikle o size apaçık bir düşmandır ve Bana kulluk edin, işte bu dosdoğru yoldur ve andolsun ki şeytan sizden birçok kuşakları saptırdı” diye size ahit vermedim mi? Hâlâ aklını kullananlar değil miydiniz? 63İşte bu, sizin vaat olunmuş olduğunuz cehennemdir. (Yâ-Sîn/59-63)


ALLAH'IN SÖZÜ DEĞİŞMEZ: Âyette değişmeyeceği bildirilen القول [kavl=söz] nedir? Bu soruyu kavl sözcüğünün bu âyette ifade etmesi mümkün olan iki farklı anlamı ele alarak cevaplamak mümkündür:

1) Söz, kelimesi, âyette özel bir sözü, kararı, ilkeyi belirtmek için kullanılmıştır. Bu ilke Kur’ân'da açıkça bildirilen bir ilkedir:

13Ve eğer Biz, dileseydik her kişiye doğru yolu verirdik. Velâkin Benden: “Bütün bilinen, bilinmeyen, geçmişten, gelecekten herkesten cehennemi elbette tamamen dolduracağım” sözü hak olmuştur. (Secde/13)

110Ve andolsun ki Biz Mûsâ'ya Kitab'ı verdik de onda ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbinden daha önce verilmiş bir Söz olmasa idi, elbette bu dünyada hemen cezalandırılırlardı. Ve onlar şüphesiz, Kur’ân'dan kuşkulu bir şüphe içindedirler. (Hûd/110)

Kur’ân'da başka âyetlerde de tekrarlanan bu ilke, cehennemin ins ve cinn [herkes] tarafından doldurulmasına yönelik, Rabbimiz tarafından alınmış bir karardır. Ancak Rabbimizin ins ve cinnin özgür irâdeleri ile yaptıkları seçimi esas aldığı dikkatten kaçırılmamalıdır.
Rabbimizin bu kararı Kur’ân'da bazan el-kavl (İsrâ/16; Neml/82, 85; Kasas/51, 63; Yâ-Sîn/7, 70; Sâffat/31; Fussılet/25; Ahkâf/18) olarak; bazan da kelimetü Rabbik (Hûd/119; En‘âm/115; A‘râf/137; Yûnus/19, 33, 96; Mümin/6; Fussılet/45; Şûrâ/14; Sâffat/171; Tâ-Hâ/129) olarak yer almıştır.
Bu âyetler ışığı altında, Allah'ın sözü değişmez ifadesinin takdiri şu şekilde yapılabilir: “Benim katımda kararımı değiştirme prensibi yoktur. Sizin için verdiğim cehenneme atma kararı geri alınamaz. Siz daha dünyada iken, yolunu sapıtanlara ve yolu saptıranlara âhirette ne ceza verileceğini bildirdiğim o kanun da değiştirilemez. ‘Sizden hanginiz kötülük yaparsa o cezasını bulacaktır.’, ‘Hanginiz doğru yoldan ayrılırsa vebalini yüklenecektir’ diye ikinizi de uyarmıştım. Benim bu uyarıma rağmen ikiniz de suç işlemekten vazgeçmediniz. Şimdi çekişmekle elinize ne geçecek? Doğru yoldan sapana, saptığından dolayı; doğru yoldan saptırana da saptırdığından dolayı mutlaka ceza verilecektir. Bu sözden dönüş yoktur.”

2) القول [söz] kelimesi, âyette “cins isim” olarak kullanılmıştır. Bu kabule göre ifadenin anlamı zımnen şöyle olur: “Benim katımda yalan söylenilemez. Benim huzurumda bir şeyler uydurulamaz, iftira edilemez. Çünkü Ben âlimim, dolayısıyla azanı da, azdıranı da, az azanı da, çok azanı da bilirim. Dolayısıyla sizin, ‘Beni şeytân azdırdı’ şeklindeki sözünüz de, şeytânın ‘Ey Rabbimiz! Onu ben azdırmadım’ şeklindeki sözü de Benim nezdimde bir şey ifade etmez.”

ظلاّم [ZALLÂM]: Bu sözcük, “çok büyük zâlim” demektir. Ancak sözcüğün anlamından yola çıkarak âyetteki ifadeyi, “Ben çok büyük zâlim değilim” diye anlamak doğru değildir. Çünkü bu ifadenin mefhumu muhalifinden, “Ben çok büyük zâlim değilim, ama zâlimim” manası çıkar. Oysa Allah'ın zâlimliği söz konusu olamaz. Tam tersine, Yüce Allah zâlimliğin zıddı sıfatlara sahiptir. Dolayısıyla buradaki ifade şöyle anlaşılmalıdır: “Eğer Ben yaratıcı ve Rabb olarak kendi beslediğim yarattığıma zulmedersem o zaman çok büyük zâlim olmuş olurum. Bundan dolayı Ben Kendi kullarıma en ufak bir zulüm bile yapmam. Size verdiğim ceza doğrudan doğruya, kendi kendinizi müstahak kıldığınız cezadır. Size hakk ettiğinizden zerre kadar bile fazla ceza verilmeyecektir. Benim mahkemem, benzersiz bir adaletin mahkemesidir. Bu mahkemede, suçu kesin şahadetlerle isbat edilmeden hiç kimse cezaya uğratılmaz.”

30Biz, o gün, cehenneme, “Doldun mu?” deriz. O da, “Daha var mı?” der.

Bu âyette, yine dehşet verici bir manzara canlandırılmaktadır. Tüm inkârcı ve yalanlayıcılar, toplumlarına ayak bağı olanlar, mâlî yükümlülüklerini yerine getirmeyenler, zâlimler ve şüpheciler küme küme cehenneme atılmakta iken cehenneme, “Doldun mu, yeter mi?” diye seslenilir. Bu karşılıklı konuşmanın bir tarafı olan cehennem de, “Daha var mı?” diye cevap verir.
Bu sahne, 28. âyetin tahlilinde değindiğimiz ve Rabbimizin Secde/13'de bildirdiği ilke kararının âhirette nasıl gerçekleşeceğinin, verilmiş Söz'den [ilkeden] asla dönülmeyeceğinin sembolik bir anlatımıdır.
Bu dehşet tablosunun tam karşısında ise başka bir tablo gösterilmektedir. Bu tablo, muttakîlere yaklaştırılmış olan cenneti ve orada güzel bir şekilde ağırlanan ve arzu ettikleri nimetlerle onurlandırılan müminleri göstermektedir.
İşte o tablo:

31Cennet de, Allah'ın koruması altına girmiş kişilere uzak olmayıp yaklaştırılmıştır.
32-35İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan Rahmân'dan; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tan görülmediği, duyulmadığı; sezilmediği yerlerde bile saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperen ve gönülden bağlı olan herkes için söz verilendir. –“Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk günüdür.”– Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.

Dikkat edilirse, bu sûreye kadar Kur’ân'da uygulanmış olan uyarı yöntemi bu sûrede de uygulanmıştır: Bu pasaja kadar önce içe dönük ve çevreden gösterilen kanıtlarla insanların ikna edilmesi yoluna gidilmiş, sonra da yalanlayıcıların mahşerdeki hâllerinden bir kesit aktarılarak yalanlayıcılar tehdit edilmiştir. Bu pasajda ise projöktörler müminlere çevrilmiş, onların cennetteki durumları gözler önüne serilmiş ve vaatlerin gerçekleşeceği bildirilmiştir.
Cennetin yaklaştırılması ifadesi, mekân olarak yakınlık anlamına gelmez. Bu ifade, cennete girme imkânı verilenlerin giriş sıralarının geldiğini, cennete girmelerinin çok yaklaştığını anlatmaktadır.

Bir önceki pasajda olduğu gibi, bu pasajda da çok özel ve çok güzel anlamları olan sözcükler seçilmiştir. Anlam sahaları bir hayli geniş olan bu sözcüklerin ayrıntılı olarak açıklanmasında yarar vardır:

اوّاب [EVVÂB], حفيظ [HAFÎZ]: Evvâb sözcüğü, “çokça dönen, çokça yönelen”; hafîz sözcüğü ise “çokça koruyan” demektir. Her ikisi de mübalâğa kalıbında birer sıfat olan evvâb ve hafîz sözcükleri birlikte “çokça yönelen ve çokça muhafaza eden” [hiç unutmayan] anlamına gelir.

Pasajın anlamı da dikkate alınırsa, sözcükleri aşağıdaki gibi açmak mümkündür:
Evvâb sıfatı; “günahlardan pişman olup çokça dönmeyi ve çokça istiğfar etmeyi”; “tefekkür ile Allah'a çokça dönmeyi, yönelmeyi”; “Allah'ın dışındaki varlıklara karşı aşırı meyil göstermekten, hevâ ve heveslerine uymaktan çokça dönmeyi [kendini alıkoymayı]”; “Allah'tan başkasını kabullenmemeyi ve Allah'ın dışındaki her şeyden kesinlikle el-etek çekmeyi gerektirdiğinden, evvâb olan kimse arzularını ve isyanı terk edip Allah'a itaat ve rızayı seçen kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terk eder, Allah'ın tavsiye ettiği yola tâbi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. Çokça tevbe eder. Allah'a kulluk yapar, O'nu hatırlar ve her işinde O'na yönelir.
Hafîz sıfatı ise; “tevbesini bozmaktan kendini çokça korumayı”; “Allah'ın zikrini hep muhafaza etmeyi ve hiç unutmamayı”; “Allah'ı mükemmel sıfatları ile algılayıp O'nu asla bırakmamayı gerektirdiğinden, hafîz olan kimse bütün varlığı ile Allah'a yönelen ve böylece her şeyin O'nun sayesinde olup bittiğini, her şeyi O'nun var ettiğini gören kimsedir. Hafîz bu noktaya vardığında, bolluk içinde ve nimetlere boğulmuş vaziyette bile olsa Allah'ı hiç aklından çıkarmaz, hep zikreder.
Bu açıklamalara göre evvâb, hafîz ifadesi ile kasdedilen kişi; Allah'ın emirlerini, farzlarını, haramlarını ve teslim ettiği emanetlerini koruyan, Allah tarafından kendisine verilen hakkları göz önünde bulunduran, iman ettikten sonra Rabbine verdiği sözü unutmayan, yanlış hareketlerden dolayı kaybolmasın diye kendi zamanını, gücünü, gayret ve çalışmalarını gözeten, tevbe ettikten sonra onu bozmayıp tevbesinde duran, her zaman, “Acaba ben hareket ya da sözlerimle Rabbime itaatsizlik ettim mi?” diye kendini hesaba çeken kişidir.
Bu sözcüklerin ifade ettiği manalar, aynı zamanda daha önce ayrıntısı verilmiş olan “muttakî” sözcüğünün de tefsiri mâhiyetindedir.

الخشية [HAŞYET]: Haşyet, daha evvel açıkladığımız gibi, bilgi ve idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak kalma korkusudur.
Haşyet sözcüğü ile ilgili ayrıntılı bilgi A‘lâ sûresi'nin tahlilinde verilmiştir.

GAYBDA RAHMÂN'A HAŞYET DUYMAK: Bu ifade, müminleri Allah katında takdire lâyık hâle getiren iki temel özelliğe işaret etmektedir:

A) Rahmân olan Allah'ın beş duyu organıyla hissedilip algılanamamasına rağmen müminlerin Allah'a derin bir saygı duymaları ve takvâlı davranmalarıdır. Müminlerin rahmân olan Allah'a karşı duydukları bu haşyet, onların apaçık görülen ve müthiş güçleri olan başka varlıklara karşı duydukları korkudan daha fazladır.
B) Mü’minlerin, Allah'ın “rahmet” sıfatını çok iyi bilmelerine rağmen Allah'ın bu sıfatına güvenerek günah işlememeleridir.
Bu bilgilerden yola çıkılarak “gaybda iken Rahmân'a haşyet duyan” ifadesi şöyle açıklanabilir: “Allah'ın rahmân olduğunu bildiği hâlde, O'nun rahmetine güvenerek hiçbir zaman günahkâr olmayan...”
Böyle bir kişi, “Rabbim beni affeder ama ben yine de yapmayayım” diye düşünür.

قلب منيب [KALB-İ MÜNÎB]: “Bir tarafa yüz çevirip hep o tarafa yönelmek” anlamındaki انابة [inâbet] kökünden gelen منيب [münîb] sözcüğü ile, bir nevi pusula anlatılmak istenmiştir. Çünkü pusulanın ibresi de daima manyetik kuzey ve manyetik güney kutupları doğrultusundadır ve pusula hangi yöne çevrilirse çevrilsin, ibrenin yönü bu doğrultudan sapmaz.
Kalb-i münîb ifadesi ile de, “her taraftan yüz çevirip Allah tarafına dönen ve hayatta karşılaştığı her türlü acı-tatlı hâdiseler karşısında, yönelmiş olduğu Allah'ın yolundan hiç sapmayan kalp [akıl]” kasdedilmiştir. Bu ifadenin anlamını Türkçe'de en iyi ifade eden deyim “gönülden bağlanma” deyimidir. Allah katındaki asıl değer ve kıymet, sadece dil ile ifade edilen bağlılık değil, O'na canı gönülden gösterilen samimi ve sürekli bağlılıktır.
Kalb-i münîb, 27. âyette bahsi geçen “uzak bir kayboluş [sapıklık]” ifadesinin tam zıddıdır. İnançsızlar uzak bir sapıklık içindeyken, inançlılar Allah'a gönülden bağlıdırlar. Hata ve kusur işlemiş olsalar bile hemen O'na dönmüşler ve O'ndan hiç uzaklaşmamışlardır.
34. âyette geçen ادخلوها بسلام [udhuluhâ bi-selâm] ifadesine gelince, bu ifade selâm sözcüğünün farklı anlamları kullanılarak iki şekilde açıklanabilir:
Selam'ın, “emniyet” anlamını öne aldığımızda, söz konusu ifade, “her çeşit üzüntü, keder ve endişeden korunmuş olarak cennete girin” şeklinde anlaşılır.
Sözcüğün “esenleme” anlamı öne alındığında ise âyetteki ifadeyi, “gelin, bu cennete girin; Allah ve melekleri tarafından size cennette selâm vardır” şeklinde anlayabiliriz. Bu konunun detayları aşağıdaki âyetlerde mevcuttur:

30-32Ve Allah'ın koruması altına girmiş kimselere: “Rabbiniz ne indirdi?” denilince onlar: “Hayır” derler. Bu dünyada güzelleştirenlere-iyileştirenlere iyilik-güzellik vardır. Âhiret yurdu ise kesinlikle daha hayırlıdır. Ve Allah'ın koruması altına girmiş kimselerin yurdu; Adn cennetleri ne güzeldir! Onlar, oraya girecekler. Onun altından ırmaklar akar. Orada, onlar için diledikleri şeyler vardır. Allah, Kendisinin koruması altına girmiş kişileri işte böyle karşılıklandırır. Allah'ın koruması altına girmiş kişiler o kimselerdir ki, melekler onları hoş ve rahat ettirerek onlara geçmişte yaptıklarını ve yapmaları gerekirken yapmadıklarını bir bir hatırlattırırlar. “Selâm size, yapmış olduğunuz işlerin karşılığı olarak girin cennete!” derler. (Nahl/30-32)


58Söz olarak onlara engin merhamet sahibi Rabbden “selâm” vardır.
(Yâ-Sîn/58)

73Rablerine karşı Allah'ın koruması altına girmiş olan kişiler de kesinlikle cennete bölük bölük sevk edilecek. Sonunda oraya vardıkları, kapıları açıldığı ve bekçileri onlara: “Selâm sizlere, tertemiz geldiniz!” dediği zaman “Sonsuz olarak içinde kalmak üzere haydi girin oraya!” denilecek. (Zümer/73)


46Aralarında da bir perde vardır.
Ve Kur’ân bölümleri üzerinde bilgisi olan kimseler, onların hepsini alâmetlerinden tanırlar. Ve Kur’ân bilgisine sahip kimseler, cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbına seslenirler: “Selâm olsun size!” (A‘râf/46)


23İman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar da, Rablerinin izniyle/ bilgisiyle içinde sürekli kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere girdirilirler. Oradaki selâmlaşma karşılamaları, “Selâm”dır.– (İbrâhîm/23)


Ayrıca Yûnus/10 ve Hicr/46'ya da bakılabilir.

NE İSTERLERSE VAR, DAHA FAZLASI VAR: Muttakîlerle ilgili tabloyu anlatan âyetlerin her kelimesinde, muttakîlere yönelik bir ağırlama ve onurlandırmanın göze çarptığı son derece güzel bir tertip vardır. Meselâ, muttakîlerin cennete girmeleri, cennetin muttakîlere yaklaştırılması şeklinde ifade edilerek sanki cennetin muttakîlerin ayaklarına getirildiği izlenimi yaratılmıştır. Yüce Allah'ın cennetin kapısına gelmiş olanlara verdiği, Selâm ile oraya girin! buyruğu, sanki ikramda bulunmak için davet ettiği misafirlerini kapıda karşılayıp selâmlayan bir ev sahibinin davranışını andırmakta ve cennet ile yapılan ikrama ayrı bir renk katmaktadır. Ayrıca Rabbimizin 32-33. âyetlerdeki, İşte bu, çokça dönen ve çokça koruyan, Rahmân'dan gaybda [tenhada] iken haşyet duyan ve dönen bir kalp ile gelen [gönülden bağlı olan] herkes için söz verilendir ifadesi ise, cennetin muttakîlere, sâlihâtı işledikleri için karşılık [ücret] olarak verildiği anlamına gelmektedir. Rabbimizin cenneti ücret olarak niteleyen bu beyanı, muttakîlerin cennet nimetleri üzerindeki tasarruf yetkisinin tam olduğunu göstermekle kalmayıp bize göre iki incelik daha içermektedir: A) Bir nimete bedel ödeyerek sahip olan bir kimsenin, bedel ödemeden sahip olan kimseye göre o nimetten çok daha iyi yararlanmayı bileceği gerçeğiyle ilgilidir. Âyetlerde verilen dolaylı mesaj, cennet nimetleri üzerindeki tasarruf yetkileri tam olan muttakîlerin bu nimetlerden tam ve mükemmel biçimde istifade etmeyi bileceklerini vurgular niteliktedir. B) “Bedelsiz bir nimete kavuşan kimsede oluşan endişenin; bağış sahibinin fikir değiştirip cayabileceği endişesinin ortadan kaldırılmasıyla ilgilidir. İlgili âyetlerdeki dolaylı mesaj, muttakîlere verilen böyle bir güvenceyi ifade eder niteliktedir. Böylece cennet, hukukî anlamda bir vaat olmaktan öteye geçerek muttakîlerin mutlaka tahsil edecekleri bir alacak hâline gelmektedir. Yani muttakîler, sâlihâtı işlemeleri dolayısıyla Allah'a verdikleri borçların karşılığını [ücretini] cennet nimetleri ile geri almış olacaklardır.
35. âyetteki مزيد [mezîd] sözcüğü, “ziyade, ilâve, fazlası” [artısı] demektir. Yani, cennet ehline, kendi istediklerine ilâve olarak, onların düşünemedikleri, bilemedikleri, elde etme arzusunu akıllarına getiremedikleri nimetler verileceği söylenmektedir. Böyle bir müjde bir başka âyette daha verilmiştir:

26Güzellik yapan kişiler için daha güzeli ve fazlası vardır. Yüzlerine kara bulaşmaz, aşağılık, aşağılanma da. İşte bunlar, cennet ashâbıdırlar. Onlar, orada sonsuz olarak kalıcıdırlar. 27Kötülük kazanmış olan kimseler de, kötülüğün cezası, bir benzeri iledir. Ve onları bir aşağılık kaplar. Onlar için Allah'tan, hiçbir koruyucu yoktur. Sanki onların yüzleri karanlık gecelerden bir parçaya bürünmüş gibidir. İşte onlar ateşin ashâbıdırlar. Onlar orada sonsuza dek kalacaklardır. (Yûnus/26)


Cennet ehline istediklerinden fazla verilmesi, oradaki nimetlerin cennettekilerin hatırına gelmeyecek ayrıntıda ve istedikleri miktardan fazla olduğu anlamına geldiği gibi, Allah'ın orada bu dünyada yaratmadığı şeyleri yaratacağı anlamına da gelmektedir. Yani, cenneti hakk edenler orada umduklarından ve bildiklerinden fazla ikram göreceklerdir.

24-26. âyetlerin tahlilinde Rabbimizin bu sûrede insanı cehenneme götüren nitelikler olarak saydığı sıfatlar belirtilmişti. 31-35. âyetlerden oluşan pasajda ise Rabbimiz kişiyi cennete lâyık kılan sıfatların bir kısmını saymıştır ki, bu sıfatlar da şunlardı: 1) Takvâ; 2) Allah'a yönelmek [evvâb]; 3) Allah ile olan ilgiyi korunmak [hafîz]; 4) Allah'ı görmeden, O'nun rahmetine kesin inanmakla birlikte O'na haşyet duymak; 5) Kalb-i münîb ile gelmek [Allah'a gönülden bağlanmak].

36Biz onlardan önce kendilerinden daha çetin güce sahip nice nesilleri değişime, yıkıma uğrattık. Öyle ki onlar beldeleri delik-deşik ediyorlardı. Hiç kaçıp kurtulacak yer var mı?
37Şüphesiz ki bunda aklı, anlayışı, vicdanı olan veya kendisi tanık olarak kulak veren kimse için elbette öğüt vardır.

12-14. âyetlerde, peygamberleri yalanlayan ve helâk edilen kişi ve kavimlerin isimleri verilerek yapılan uyarı, işin önemine binaen burada farklı bir ifade ile tekrarlanmış ve dikkatler yeniden tarihten ders alma konusuna çekilmiştir.

HAŞRDAN KAÇMA OLMAZ: İnsanları, önlerindeki o müthiş gün ve çetin azap konusunda uyaran Allah, onları bu dünyada iken yakalayıp imha edeceği konusunda da uyarmış ve Kur’ân'ın bir çok yerinde yaptığı açıklamalarla onlara kendilerinden önceki kavimlerin durumlarını örnek göstermiştir.
36. âyet, Allah tarafından yakalanma zamanı gelenlerin, kuvvet ve ihtişamlarının onları Allah'ın yakalamasından kurtaramayacağını, kimsenin bu âkıbetten kaçacak ve sığınacak bir yer bulamayacağını anlatmaktadır. Kaçıp kurtulma çabasını gösterenler arasında geçmiş bazı kavimlerin de bulunduğu, âyetteki, Öyle ki, onlar beldeleri delik deşik ediyorlardı ifadesinden anlaşılmaktadır.
Bu cümlenin fiili olarak seçilmiş olan نقّبوا [nakkabû] sözcüğü, “delmek, gezmek, dağ içindeki yol” anlamlarına gelen nekb mastarından türemiştir. Sözcüğün bu anlamlarına göre âyetteki ifadenin taşıdığı anlamları şu şekilde sıralamak mümkündür:

1) Sözcüğün “delmek” anlamına göre: Belirtilen toplumun yerleri yarıp yol açtıkları ve kayaları oyup evler yaptıkları anlaşılır ki, bu takdirde onların güçlerine işaret edilmiş olur. Hatırlanacak olursa, Fecr/9'da da Semûd kavminin güç ve kudreti bu şekilde ifade edilmişti.

2) Sözcüğün “gezmek” anlamına göre: “Onlar hep yolculuk yaptılar ve bu esnada helâk olan kavimlerinin izlerini, yok olup gidişlerinin alâmetlerini gördüler” demek olur ki, bu durumda âyette kasdedilenlerin Mekkeli müşrikler olduğu anlaşılır.
3) Sözcüğün “dağ içindeki yol” anlamına göre: Âyette sözü edilen toplumun yeryüzündeki diğer insanların temsilcileri veya idarecileri oldukları anlaşılır ki, örnek gösterilen toplumun kuvvet ve saltanatlarının kendilerine sağladığı imkânlar vurgulanmış olur.

Yukarıdaki üç anlam birleştirilecek olursa, ifadenin takdiri şöyle yapılabilir: “Öyle ki, onlar sadece kendi memleketlerinde güçlü değillerdi. Hatta dünyanın diğer bölgelerine de, başka memleketlere de girip çıkarlar, onlardan yaşam ve geçim araçlarını temin ederler ve saldırıp istilâ ederek ülkelerinin dışında sömürgeler oluştururlardı. Sahip oldukları güçlerle herkesi sindirirlerdi. Onlar zoraki sömürürlerdi.”

قلب [KALP] SÖZCÜĞÜ: Konuşulan her dilde, ilk defa karşılaşılan bir takım manaları veya maddeleri ifade etmek için bir lâfız, sözcük vaz'edilir. Vaz'edilen sözcükler ile sözcüğün ifade ettiği mana veya maddeler arasında her zaman doğru ilgiler, ilişkiler olmayabilir. Türetilen sözcük halk arasında yaygınlaştığında kimse o sözcük ile o sözcüğün ifade ettiği mana veya madde arasındaki ilginin doğru veya yanlış olduğuna bakmaz ve herkes o sözcüğü kullanır.
Meselâ, Kristof Kolomb Hindistan'a ulaştığını sanarak karşısına çıkan adalara Batı Hint Adaları ismini vermiştir. Bu ismin coğrafî gerçeklere uymadığı bugün herkesçe bilinmesine rağmen isim düzeltilmemiş, kullanılmaya devam edilmektedir. Bağırsakta sadece bir tane olduğu zannedilerek “tek şerit” anlamındaki taenia solium diye adlandırılan parazit de böyledir. Sonraları bu parazitin bağırsakta birden çok olduğu öğrenilmesine rağmen ismi değiştirilmemiştir, kullanılmaya devam edilmektedir. Ya da, eskiden rahimdeki bir illetten kaynaklandığı zannedilerek “rahim” anlamına gelen hysteria sözcüğü ile tanımlanmış olan bir sinir hastalığı, artık kaynağının rahim olmadığının bilinmesine rağmen hâlâ bu isimle anılmaktadır.
Bu durum Arapça için de aynen geçerlidir. Meselâ, “cinn” denilen görünmez doğaüstü güçlerin varlığını kabul eden bâtıl inançlarla, bu cinnlerin etkisi altına girdiği sanılan bir kimseyi tanımlamak için vaz'edilmiş olan ve “cinnlenmiş” anlamına gelen mecnûn sözcüğü, bugün akıl hastalıklarının bâtıl inançlardaki cinnlerle hiçbir alâkası olmadığının bilinmesine rağmen halk arasında hâlâ akıl hastaları için kullanılmaya devam etmektedir. Veya, güneş sistemi'ndeki hareketlerin ve yörüngelerin bilinmediği dönemlerde, “güneşin ufkun üzerine çıkması” anlamına gelen tuluu'ş-şems [güneşin doğması] ve “güneşin ufukta kaybolması” anlamına gelen gurubu'ş-şems [güneşin batması] sözcükleri, artık bu olayların dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklandığının öğrenilmesine rağmen, hâlâ aynen kullanılmaktadır.
Demek oluyor ki, sözcük ile sözcüğün ifade ettiği mana veya madde arasındaki ilginin yanlışlığı her dilde söz konusudur. Bu tip sözcükler ve terimler yaygın kullanıma ulaştıktan sonra, bilim adamları bile sözcüklerin bina edildikleri temelin hatalı veya yanlış olduğunu bildikleri hâlde bu sözcük ve terimleri kullanmaya devam etmişlerdir. Bu tip sözcüklerin kullanılması da hiçbir zaman kınanmamıştır.
Bu uzun açıklamalarla söylemek istediğimiz şudur: Diğer diller gibi Arapça'da da, sözcükler ile bunların ifade ettiği mana veya maddeler arasındaki ilginin yanlış olduğu bilindiği halde yaygın olarak kullanılan sözcükler vardır. Bu tip sözcükler Kur’ân'da o dönemde yaygın olan anlamları ile kullanılmıştır. Çünkü Arap diliyle inmiş olan Kur’ân, insanların kolayca anlaması ve öğüt alması için indirilmiştir. Bundan dolayıdır ki, insanların Kur’ân'ı anlamaları için sözcüklerin yaygın ve halkın anlayacağı anlamlarıyla kullanılması kaçınılmazdır. Nitekim câhiliye dönemi Araplarının inançlarına göre “cinnler ülkesinin ismi” olan ve halk arasında “harikulâde şeyler” için kullanıla nابقر [ebgar] sözcüğü, “Ebgar ülkesi” diye bir ülkenin tamamen hayalî olmasına rağmen, Kur’ân'da Rahmân/76'da, وابقرىّ حسان[ve ebgariyyin hisân=ve Ebgarlı halılar/harikulâde, nefis, şahane halılar] anlamında kullanılmıştır.
İşte kalb sözcüğü de bu duruma uygun olarak Kur’ân'da “kan pompalayan organ” olarak değil; “aklın, düşüncenin ve tüm zihinsel fonksiyonların merkezi olan beyin” anlamında kullanılmıştır. Yani, Kur’ân'a göre kalb, başta akıl olmak üzere insanı insan yapan özelliklerin merkezidir, kısaca insanın özüdür.

KALBİ OLANA İKAZ: Âyetteki, kalbi olan kimseler için ifadesindeki kalb sözcüğü, yukarıda açıkladığımız gibi genel anlamda “insanın özü” demekse de, âyete özel anlamda “akıl” manasına gelir. Yani, âyetteki ifade, “aklı olanlar için” demektir. Bu durum dikkate alındığında âyetin dolaylı olarak şu anlama geldiği söylenebilir: “Bunda, kalb [akıl] denilebilecek en ufak bir şeyi olan kimse için bir öğüt vardır. Bu durumda artık kim öğüt almazsa, onun hiç kalbi [aklı] yok demektir.”
Gerçekten de tarihe bakarsak, ders almak, geçmiş olaylardan ibret almak, insanların hep birbirine tavsiye ettiği ve yapılmasının gerekli olduğuna inandığı bir yöntemdir. Ama kendisine geçmişten öğüt çıkarmak, âyette de işaret edildiği gibi, aslında kalbi [aklı] olan insanlar için söz konusudur. Kalbi olmayan veya kalbi ölü olan [aklı çalışmayan] insan ne öğüt alabilir ne de ibret... Kalbi [aklı] olan insan ise geçmişteki acı âkıbetler konusunda son derece hassastır. Mezarlar ve örenler gibi etkileyici ve coşturucu yerler kalbi [aklı] olan insanı etkiler; duygularını coşturur, hatıralarını canlandırır, ona ilham kaynağı olur. Ama kalbi [aklı] olmayanlar, bu gibi yerler ve olaylar karşısında kör, sağır ve dilsizdirler:

-18Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Artık onlar dönmezler.-
(Bakara/18)

4Onları gördüğün zaman da cüsseli yapıları –sanki onlar, dayandırılmış/yarı giydirilmiş ahşap kütükler gibidirler– beğenini kazanmaktadır. Söyledikleri zaman da kulak verirsin. Her feryadı kendileri aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp sakının. –Allah onları kahretti; nasıl da çevriliyorlar!– (Münafikûn/4)


179Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu cehennem için türetip ürettik; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir. (A‘râf/179)


43Kötü duygularını, tutkularını kendine tanrı edinen kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?
44Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten vahye kulak vereceğini yahut akıllarını kullanacaklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir. Aslında yol bakımından daha sapıktırlar/şaşkındırlar/aşağıdırlar. (Furkân/43-44)


50Buna rağmen eğer sana cevap vermezlerse, bil ki onlar, yalnızca heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık [şaşkın, aşağı] kim olabilir? Kesinlikle Allah şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan topluma yol göstermez. (Kasas/50)


26Ve andolsun ki Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık; size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular vermiştik. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir yarar sağlamadı/ kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi. (Ahkâf/26)


Kur’ân son derece manidar örneklerle anlattığı kâfirlerin hâlini, bağırıp çığıran ve kendi sesinden başka bir şey duymayan çobanın hâline benzetmiştir. Kuru gürültüyle hakk sözü bastırıp boğarak galip gelmeyi çok iyi bilip uygulayan kâfirler, Kur’ân'a göre ancak sükûnet ve ciddiyet içinde dinlemekle anlaşılabilecek sözleri dinlemeye değer ve anlamlı bulmazlar. Onları kör, sağır, dilsiz ve yüreksiz olarak niteleyen Kur’ân, bu kâfirlerin kıyâmet günü de böyle kör, sağır ve dilsiz olarak haşredileceğini bildirmiştir (bkz. Bakara/171 ve İsrâ/97).

YAHUT KULAK VEREN: Âyette geçen veya kendisi şâhit olarak kulak veren kimse ifadesi, “dinleyen” demektir. Çünkü kulak vermek, “dinlemek”ten kinâyedir. Dinlemeyen kimse, sanki kulağını tıkayıp onu dinlemekten alıkoymuştur. Kulağını serbest bıraktığında ise, kulak vermiş ve dinlemeye başlamış demektir.

Bu açıklamaların ışığı altında 37. âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “Bunda, her şeyi zekâsıyla bulup çıkaran, zekî, ezberleyen [öğüt alan] kalp [akıl] sahibi kimseler için yahut da kulak verip uyarıcıyı dinleyen, böylece öğüt alan kimseler için bir öğüt var.”
Rabbimiz, rahmeti gereği, kendilerini kurtarmaları için insanlara iki nimet lütfetmiştir: Akıl ve vahiy... İnsanlar bu iki nimeti değerlendirdikleri takdirde kendilerini kurtarabileceklerdir:

10Ve onlar derler ki: “Eğer biz dinlemiş olsaydık yahut akletmiş olsaydık şu çılgın ateşin ashâbı içinde olmazdık.” (Mülk/10)


100Ve önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris; son sahip olanlara kılavuz olmadı mı, etki yapmadı mı: “Eğer Biz dilersek onları da günahlarından dolayı cezalandırırdık. Biz onların kalplerinin üzerine damga vururuz/mühürleriz de onlar işitmezler.” (A‘râf/100)


46Peki onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, akıl edecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)


38Ve kesinlikle Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı evrede oluşturduk. Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.

ALTI GÜN/ALTI DEVRE: اليوم [yevm] sözcüğü, Türkçe'ye “gün” olarak çevrilebildiği gibi, “devir” olarak da çevrilebilir. Çünkü Arapça'da yevm sözcüğü, hem “gündüz ve geceden oluşan 24 saatlik bir devir [gün]” anlamına, hem de genel olarak “devir [hangi müddet olursa olsun, zamandan bir müddet]” anlamına gelir. Nitekim Secde/5'de, 1.000 senelik bir yevm'den, Me‘âric/4'de ise 50.000 senelik bir yevm'den bahsedilmek sûretiyle, yevm sözcüğünün belirli bir ölçüdeki “devir”i değil de genel anlamda bir “devir”i ifade ettiği Kur’ân tarafından da teyit edilmiştir.
Eğer yevm sözcüğü, Kur’ân'a uygun olmayarak “24 saatlik gün” anlamında kabul edilirse, evrenin ve yeryüzünün 6 “yevm”de yaratıldığını söyleyen Kur’ân âyetleri de [A‘râf/54, Hûd/7, Yûnus/3, Furkân/59, Secde/4, Hadîd/4] yanlış anlaşılmış olur. Çünkü bu takdirde söz konusu âyetlerden, evrenin ve yeryüzünün her biri 24 saat olan 6 günde yaratılmış olduğu anlaşılır ki, daha güneşin ve dünyanın varlık âleminde olmadığı, yani gece ve gündüzden oluşan 24 saatlik bir gün'ün evrende mevcut olmadığı bir dönemdeki yaratılışa ait sürenin, güneş, dünya ve insanlar var olduktan sonraki döneme ait bir ölçü ile ifade edilmiş olması mantıklı bir ihtimal gibi gözükmemektedir. Zaten bilim de, evrenin ve yeryüzünün oluşumuna dair elde ettiği bulgular sonucunda kabul ettiği kuramlarla bu süreyi “milyarlarca yıl” ile ifade etmektedir. Dolayısıyla âyetteki altı gün'ün, “altı devir” olarak anlaşılması gerekir.
Yevm sözcüğünün buradaki anlamının “devir” olarak kabulü, bize Kur’ân'ın bir mucizesini daha görme imkânı vermektedir. Bilindiği gibi günümüz itibariyle elde edilmiş kozmolojik bulgular, evrenin [dolayısıyla dünyanın] bir takım evrelerden geçerek bugünkü durumuna geldiğini göstermektedir:
Genişleyen evren modellerinin hemen hepsi, evrenin yaşam öyküsü üzerinde uyuşmaktadır. ... Başlangıçta evren, sıcaklığı K gibi olağanüstü yüksek proton, nötron, elektron, pozitron ve nötrino gibi temel parçacıklardan oluşmuş, sonsuz yoğun bir ortamdı. Bu ortama enerji egemendi. … Patlamadan 100 saniye kadar sonra sıcaklık K'e düşmüş ve temel parçacıklar daha ağır çekirdekleri oluşturmak üzere birleşmeye başlamıştır. ... Bundan sonraki 1.000.000 yıl boyunca evren, fotonların kurtulup uzaya yayılamadığı yıldız çekirdeği gibi sıcak ve mat bir yapıda kalmıştır. Bu zaman süresinde sıcaklık yavaş yavaş 3.000 K'e düşmüş, yoğunluk da 1.000 olmuştur. Bu noktadan sonra ışınım uzaya kaçmaya başlamıştır. ... Uzayda yayılan madde, kütle çekimi kuvvetinin etkisiyle kümeler biçiminde toplanmaya başlamıştır. Böylece ışınım çağı sona ermiş ve yıldız çağı olarak adlandırılan yeni bir süreç başlamış, gökadaların ve yıldızların oluşumu gelişmiştir. ... Bu modellerin kanıtlanmasına yönelik araştırmalar, evrenin en uzak geçmişine karşılık gelen en uzak bölgelerinin incelenmesiyle sürdürülmektedir.

Keza dünya da bugünkü durumuna bir gaz bulutuyla başlayan ve çeşitli evrelerden oluşan bir süreç ile gelmiştir. İşte Kur’ân, evrenin ve dünyanın “altı yevm”de [devirde] yaratıldığını bildirerek bugünkü bilimsel bulgularla varılan sonucu, yani oluşumun evreler, devirler hâlinde gerçekleştiğini 14 asır önceden ilân etmiş ve bir mucizesini daha gözler önüne sermiştir.

11Sonra duman hâlinde bulunan göğe yerleşti/ egemenlik kurdu da ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin!” dedi. İkisi de, “Biz isteyerek geldik” dediler. (Fussılet/11)


YAHUDİ İNANIŞININ REDDEDİLİŞİ: Yahudi inanışına göre âlemi yaratmaya Pazar günü başlayan Allah, yaratma işini altı günde tamamlayarak Cuma günü bitirmiş ve Cumartesi günü de arşının üzerine sırt üstü yatarak dinlenmiştir. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 2:2'de yer alan bu efsanedeki, Allah'ın yedinci gün istirahat ettiğine dair olan ifade, Hıristiyan papazları rahatsız etmiş olmalı ki, Kitab-ı Mukaddes'in Türkçe ve Arapça yeni tercümelerinde “istirahat etti” ifadesi, “serbest kaldı” şeklinde değiştirilmiştir. Ama King James'in meşhur İncil'inde, “Ve O yedinci günde dinlendi” ifadesi, And he rested on the seventh day kelimeleri ile mevcuttur. Bu ifade, İncil'in Arapça tercümelerinde yer aldığı gibi, Yahudilerce 1954 senesinde Philadelphia'da yayınlanan İngilizce tercümede de aynen yer almaktadır.
Bu yanlış inanış, yukarıda da söylediğimiz gibi, bilim tarafından milyarlarca yıl ile ifade edilen bir sürecin, ancak Sümerler veya Babillilere dayanan bir zaman ölçüsü [hafta] ile ifade edilmesi şeklinde ortaya konmuş bir mantıksızlık ve bilime aykırılık içermekte olduğundan, akıl ve bilim tarafından dışlanmış durumdadır. Rabbimiz de bu yanlış inancı 38. âyetteki, Ve Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı ifadesiyle daha 14 asır önceden reddetmiştir. Yüce Allah tarafından reddedilmesine, akıl ve bilim tarafından dışlanmasına rağmen bu yanlış inancın hâlâ devam ediyor olması, bize göre, Tevrat'ta yer alan o âyet hükmünün iyi anlaşılmamasından veya o âyetin tahrif edilmiş olmasındandır.
38. âyetteki ifade, Yahudilerin yanlış inançlarını reddettiği kadar, müşriklerin ölümden sonra dirilmenin mümkün olmadığı yolundaki inançlarını da reddetmektedir. 15. âyette, Peki Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni bir yaratılıştan kuşku içindedirler ifadesiyle kınanan müşriklere, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılması kanıt gösterilerek âdeta şöyle denmiştir: “Biz ilk yaratmadan dolayı yorulmadık ki, ikinci kez iadeye, yeniden yaratmaya kadir olmayalım...”
Gerçekten de, gözlerimizin önündeki muhteşem evren ve hayret verici yaratıklar düşünüldüğünde, bütün bunları yoktan var ederken hiç yorulmayan bir Güc'ün ölüleri de diriltebilecek olması hiç de mantıksız bir kıyas değildir. Üstelik insanın yaratılışı, göklerin ve yeryüzünün yaratılışına göre çok daha basit ve önemsiz bir şeydir.
Bu açıklamalardan sonra âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “Yani, gerçek şu ki, bütün kâinatı Biz altı günde yarattık. Onu yarattığımızdan dolayı da yorulmadık. Böyle olunca onu yeniden yaratmaya gücümüzün yetmeyeceğini kim iddia edebilir? Bu zavallı câhiller, öldükten sonra dirilme haberini senden duyunca seninle alay etmeye ve sana deli demeye başlarlarsa buna sabret, sükûnetle onların manasız sözlerini dinle ve açıklamakla görevli olduğun hakikati onlara açıklamaya devam et.”

39,40O nedenle, sen onların söylediklerine karşı sabret. Ve güneşin doğmasından önce ve batmasından önce ve geceden bir bölümde; her fırsatta Rabbinin övgüsü ile birlikte arındır. Ve boyun eğip teslim oluşların/ikna oluşların arkalarında; inkârcıya iman ettirdikten sonra da O'nu arındır.

Bu âyetler, anlamları çarpıtılmak sûretiyle dinin yozlaştırılmasına malzeme yapılan âyetlerdendir. Bu âyetlerde geçen تسبيح [tesbîh] ve سجدة [secde] sözcükleri maalesef gerçek anlamları dışında yansıtılmış, böylece İslâm'la hiç alâkası olmayan bazı davranışlar, dinimizin en önemli ibâdetleri hâline getirilmek istenmiştir.
Âyetlerdeki sözcük ve deyimlerin ne anlama geldiklerine geçmeden önce, dinimizin nasıl yozlaştırılmak istendiğini göstermek açısından bu konudaki çarpık görüşleri sizlerle paylaşmakta yarar görüyoruz:
“Bu, Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber (s.a.s)'e, namaz kılmasını emreden bir ifâdedir. Böylece bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın bir zamanda namaz kıl (Hûd/114) âyeti gibi olur. Âyetteki, Güneşin doğuşundan evvel ve batışından önce... ifâdesi, “gündüzün iki tarafı”na; Gecenin bir cüzünde de ... O'nu tesbîh et ifâdesi de, “geceye yakın bir zaman”a bir işarettir.
Allah'a hamd ve O'nu tesbîh etmek'ten maksat, burada “namaz”dır. Nerede olursa olsun Kur’ân-ı Kerîm'de hamd ve tesbîh için özel zamanlar ayrılmışsa, orada namaz kasdedilmiştir. Güneşin doğuşundan önce ifadesiyle sabah namazı, Güneşin batışından önce ifadesiyle “iki namaz: öğle ve ikindi namazları”, Geceleyin ifadesiyle de “akşam ve yatsı namazları, üçüncü olarak da teheccüd namazı” kasdedilmiştir.
Bu ifâdeyle, “Sübhânallâh de!” manası kasdedilmiştir. Bu böyledir, zira belli bazı lafızlar, Arapların dilinde, o lafızları söyleme anlamına gelir. Binâenaleyh, biz meselâ, kebbera deriz, bununla “Allahu Ekber” demeyi kasdederiz. Selâmlama için selleme tabirini kullanır, bununla, “esselâmü ‘aleykum” demeyi kasdederiz. Hamdele sözüyle, “elhamdülillah”; hellele sözüyle “lâ ilâhe illallâh” demeyi ve sebbeha sözüyle de “sübhânallâhi” demeyi kasdederiz.
Secdeleri yaptıktan sonra yapılması buyrulan tesbîhe gelince, bundan maksat, namazdan sonra yapılan zikir de, farzdan sonra eda edilen nâfileler de olabilir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan, Ebû Hüreyre, İbn-i Abbâs, Şâbî, Mücâhid, İkrime, Hasan Basrî, Katâde, İbrâhîm Nehâî ve Ezvâî, “Bununla, namazdan sonra kılınan iki rekât namaz murad edilmektedir” demektedirler. Abdullah b. Amr b. Âs ve bir rivâyete göre de İbn-i Abbâs, bundan maksat, namazdan sonra zikirdir görüşündedirler.
İbn-i Zeyd de, “bu buyruktan maksadın, farzlardan sonraki nafileler” olduğu düşüncesindedir. Ebû Hüreyre'nin Buharî ve Müslim'deki rivâyetine göre, birgün fakir muhâcir sahabîlerden birkaçı Peygamberimizin huzurunda otururken dediler ki:
Ey Allah'ın Resûlü! Zenginler büyük dereceler ele geçirdiler.
Peygamberimiz sordu:
Ne oldu?”
Dediler ki:
Bizim kıldığımız gibi o zenginler de namaz kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi onlar da oruç tutuyor, fakat onlar sadaka veriyor biz veremiyoruz, onlar köle azat ediyorlar biz azat edemiyoruz.
Peygamberimiz bunun üzerine şöyle buyurdu:
Ben size öyle bir şey söyleyeyim mi? Eğer siz onu yaparsanız, onların da yapmasının dışında diğer insanlarla yarışırsınız. Bu da her namazdan sonra 33'er kere Sübhanallâh, Elhamdülillâh ve Allahu Ekber demeye devam etmenizdir.
Birkaç gün sonra bu insanlar tekrar Peygamberimize gelerek dediler ki:
Zengin kardeşlerimiz de bu sözü duymuşlar, onlar da bu işi yapmaya başlamışlar.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurdu:
Bu Allah'ın dilediğine verdiği bir keremidir.
Bir rivâyette de bu kelimelerin sayısı 33'er yerine 10'ar olarak nakledilmiştir.
Hz. Zeyd b. Sâbit rivâyet ediyor ki: Hz. Peygamber (s.a) bize her namazdan sonra 33'er kere Sübhânallâh ve Elhamdülillah, 34 kere de Allahu Ekber demeye devam etmemizi tavsiye buyurdu. Daha sonra Ensâr'dan bir sahabî, “Birinin rüyamda, eğer 25'er defa bu kelimeleri söyledikten sonra arkasından 25 kere de “Lâ ilâhe illallâh” dersen daha iyi olur dediğini gördüm” deyince Peygamberimiz, “Pekiyi öyle yapmaya devam et!” buyurdu.
Hz. Ebû Sa‘îd-i Hûdrî şöyle diyor: “Allah'ın Resûlü'nün namazı bitirdikten sonra geri dönerken şöyle dediğini işittim: “Sübhâne rabbike rabbi'l-izzeti amma yasifûne ve selâmun ale'l-mürselîn ve'l-hamdu lillâhi rabbi'l-âlemîn.”
Edbare's-sücûd tabiri ise, “secdeyi, yani namazı bitirdikten sonra, Allah'ı tesbîh ve tenzîhi bırakma, bütün vakitlerinin de tesbîh ile geçmesi için, secdelerin peşinden tesbîhe devam et” anlamındadır. Dolayısıyla bu ifâdeler, Cenâb-ı Hakk'ın, Unuttuğunda Rabbini an (Kehf/24) âyetlerinin bildirdiği manayı ifâde eder. Bir işi bitirince hemen başkasına giriş ve yalnız Rabbine yönel. Bu ifâde, “idbare's-sücûd” şeklinde de okunmuştur.
Ve secdelerin arkalarında, yani namazlardan sonra; tesbîh her namazın arkasında yapılır. Nâfile namaz mânâsına tesbîh ise sabah ve ikindi namazlarından sonra mekruhtur. Secdelerin arkasından ifadesinin, “akşam namazının son sünneti”ne işaret olduğunu söyleyenler de çoktur.

Çeşitli vesilelerle değindiğimiz “dinde dilin önemi” konusunun gerçekten çok mühim ve öncelikli bir konu olduğu, yukarıdaki alıntılarla aşağıdaki açıklamaların karşılaştırılmasından sonra bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

الصّبر [SABR]: Gerek dinimizdeki önemi, gerekse anlam ve muhtevasının yanlış bilinmesindeki yaygınlığı nedeniyle; Kalem suresinin tahlilinde ayrıntılı olarak verilmiştir.
İnsanın kendi gücü ve irâdesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabr değil, âcizliktir, tembelliktir, korkaklıktır.
تسبيح [TESBÎH]aha önce ayrıntılı olarak açıklandığı için tesbîh sözcüğü ile ilgili olarak burada sadece kısa bir hatırlatmayla yetinilecektir. (Ayrıntılı açıklama için bkz. c. 1., A‘lâ sûresi.)
تسبيح [tesbîh] kelimesi, sözlük anlamı “havada ve suda hareket etmek, geçip gitmek, yüzerek uzaklara gitmek” demek olan sebh kökünden türemiş bir kelimedir. Kur’ân'daki anlamı ise, “Allah'ı O'na yakışmayan şeylerden uzak tutmak, Allah'ı yüceltmek, O'nun her türlü kemal sıfatlarla donanmış olduğunu iyi kavramak ve bunu her vesile ile yüksek sesle söylemek” demektir. (Bkz. c. 1, Kalem/29'un tahlili.)
Kısaca tesbîh, “yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak” demektir.

İSMİN TESBÎHİ: Bir ismi tesbîh etmek [noksanlıklardan uzak tutup yüceltmek], aslında o ismin sahibini tesbîh etmek demektir. Çünkü bir ismin sahibinin yüceliği ve kutsallığı, o ismin yüceliği ve arınmışlığı ile ifade edilir. Bir kısım âlimler, “İsim ile sahibi aynıdır” demişlerse de, hepsi, ismin arındırılmasındaki maksadın sadece ismin sözlük anlamlarının değil, asıl o sıfat ve isimlerin sahibinin arındırılmasına yönelik olduğunu kabul etmişlerdir. Dolayısıyla, “ismin tesbîhi”nden maksat, kendisine yakışmayan isim ve sıfatların Rabbimizden uzak tutulmasıdır.
Gerek Rabbimizin bazı varlıklarla nesep bağı olduğuna ilişkin bâtıl inançları, gerekse hile, tuzak, intikam gibi konularda Rabbimize yakıştırılan isim ve sıfatları Rabbimizden uzaklaştırmak, O'nun ismini ve dolayısıyla bizzat Kendisini her türlü eksiklik lekesinden uzak tutmak “ismin tesbîhi” ifadesinin gereğini yapmak demektir.
Bu açıklamalar ışığı altında, Ve güneşin doğmasından önce, batmasından önce ve geceden bir bölümde Rabbini hamd ile tesbîh et! ifadesi şu anlama gelmektedir: “O'nu, o müşriklerin dediklerinden tenzih et; onların karşı koymalarından usanma! Tam aksine, onlara Allah'ın azametini hatırlat ve O'nu şirkten, eş ve çocuklar edinmişlik iftirasından ve imkân dâhilinde [akla yatkın] olan haşr'dan aciz olmaktan tenzih et!”
Bu işlerin güneşin doğumundan ve batımından önce ve gecenin evvelinde yapılmasının emrediliş sebebi ise, Mekkelilerin bu vakitlerde toplanmalarından başka bir şey değildir.

SECDELERİN SONUNDA: Pasajdaki bu ifade de rivâyetlerin baskın çıkması sonucu hep terimleşmiş anlamıyla nakledilmektedir. Böylece, aslında tamamen aktiviteye dayalı olan İslâm ilkeleri pasifleştirilmiş olmakta, bunun sonucu olarak da İslâmiyet, yaygın olarak uygulanmakta olan zikriyle, salâvatıyla, tesbîhiyle âdeta sözel tekrarlamalardan beslenen mistik bir tarikata dönüştürülmektedir.
Hâlbuki burada secde sözcüğünün, “boyun eğiş, teslim oluş” demek olan sözcük anlamı kasdedilmekte ve bu âyetlerde Peygamberimize, “İslâm'a yeni girmiş kimselere tevhîdi öğret, onlar kötü sıfatlardan Allah'ı arındırsınlar, Rabb'lerini doğru tanısınlar, şirk koşmasınlar” talimatı verilmektedir.

41Ve sen bir seslenenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver; 42o gün, o çığlığı gerçek olarak duyarlar. İşte bu çıkış, diriliş günüdür.
43Gerçekten Biz, evet Biz, hayat veririz ve öldürürüz. Dönüş de yalnızca Biz'edir.

Peygamberimize 39-40. âyetlerde verilen talimatlar, 41. âyette de devam etmektedir. Bu âyetteki, Ve sen bir seslenenin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver talimatı, “sen kendini ölüme, kıyâmete hazırla!” anlamına gelmektedir. Bu talimat bir başka âyette, daha farklı bir üslûpla tekrarlanmıştır:

98,99O hâlde sana “yakîn/kesin bilgi” gelmesi için Rabbinin övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındır, boyun eğip teslimiyet gösterenlerden ol ve Rabbine kulluk et! (Hicr/98,99)


Çağrıyı yapanın çağıracağı şeyin ne olduğu konusunda Kur’ân eksenli bir takım izahlar yapılabilir:

59Ve ey günahkârlar! Bugün siz hadi ayrılın!
(Yâ-Sîn/59)

22,23Toplayın o şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları, eşlerini ve Allah'ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cehennemin yoluna kılavuzlayın. 24,25Ve durdurun onları, şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: “Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?”
(Sâffat/22-25)

82Ve Söz üzerlerine vaki olduğu/gerçekleştiği zaman onlar için, insanların âyetlerimize gerektiği gibi inanmadıklarını onlara söyleyen/anlatan, topraktan/maddeden yapılmış hareket eden, konuşan bir varlık çıkardık.
(Neml/82)

Çağrıyı yapacak olanın Allah olduğu, Kaf/24, 30, Hâkka/30 ve Fussılet/47'den anlaşılmaktadır. Allah'ın doğrudan veya dolaylı yaptığı bu çağrılara başka âyetlerden de örnekler verilebilir.

YAKIN BİR YERDEN: Yakın bir yerden ifadesi, çağrıyı yapacak olan sesin herkes tarafından duyulacağına, hiç kimseye saklı kalmayacağına bir işarettir.
ÇAĞRININ DUYULMASI: 41. âyette yapılan kulak ver ihtarı dikkate alınarak 42. âyetteki çağrının duyulacağını bildiren ifadenin takdiri şu şekilde yapılabilir: “Dinle, yani dinlemezden önce onun meydana gelmesi konusunda uyanık ol, bekle! Çünkü duyma işi mutlaka olacaktır. Sen ve onlar, bu hususta eşitsiniz. O hâlde bu demektir ki, onlar da duyacaklar. Ne var ki, onlar dinlemeye hazır olmadan duyacaklar, böylece de yıkılıp yere düşecekler; sen ise dinlemeye hazır olarak onu duyacaksın. Dolayısıyla bu, sende, mutlaka olması gerektiği kadarıyla etkili olacaktır...”
Çağrının duyulmasını niteleyen الحقّ [el-hakk] sözcüğüyle, يقين [yakîn=kesin bilgi] kasdedilmiştir. Çünkü hakk, “yakîn”dir. Nitekim, “Ondan o sayha yakînen sudur etti, bir yankı değildi” anlamında, “Zan ve tahmin değil, falanca kesinlikle kendi sesiyle seslendi” denilir. Yani, insanlar o kıyâmet çağrısını hakk olarak [yakînen, kesin bilgi ile] işitecekler, bunun bir vehim ve hayal olmadığını, gerçek olduğunu öğrenecekler. Böylece kendilerine haber verilmiş olan kıyâmet gününün geldiğinden ve bu sesin o günü ilân ettiğinden hiç şüpheleri kalmayacak şekilde emin olacaklardır.
DÖNÜŞ YALNIZ BİZEDİR: Bu bir tehdit ve korkutma ifadesidir. İnsan bir suç işlediğinde sonuç olarak hâkim karşısına çıkacağını bilir, ama yargılamayı o suçu işlerken kendisini görmeyen bir hâkimin yapacak olması, onu yapmak istediği kötü şeylerden alıkoymaya yetmez. Bu nedenledir ki, Rabbimiz herkesi yargılayacak hâkimin bizzat Kendisi olduğunu bildirmekte, insanlara her şeyi “bilen” ve “gören” bir “hâkim” karşısına çıkacaklarını hatırlatarak onlardan korkup sakınmalarını istemektedir. İşte bu yüzden âyet açık bir tehdit mesajıdır ve Rabbimiz bunu başka âyetlerde de dile getirmiştir:

23Sonra ne zaman ki Biz onları oradan kurtardık, kurtulur kurtulmaz yeryüzünde haksız yere taşkınlıklar yaparlar. –Ey insanlar, taşkınlığınız şu basit dünya hayatının kazanımı olarak sırf kendi zararınızadır. Sonra dönüşünüz sadece Bizedir. Sonra Biz, yapmış olduklarınızı size haber vereceğiz.– (Yûnus/23)


7Eğer küfredecek; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedecek/ iyilikbilmezlik edecek olursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah size hiçbir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için, küfre; Kendisinin ilâhlığının ve rabliğinin bilerek reddedilmesine/ nankörlüğe rıza göstermez. Ve eğer kendinize verilen nimetlerin karşılığını öderseniz, sizin için ona razı olur. Hiç bir taşıyıcı, bir başkasının yükünü çekmez. Sonra dönüşünüz yalnızca Rabbinizedir. Böylece yapmış olduklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı iyi bilendir. (Zümer/7)


44O gün yer onlardan çabuk yarılır. İşte bu, sadece Bize kolay bir toplamadır.

حشر [haşr], “toplamak” demektir. Kıyâmet gününde, ölmüş insanların kaybolup giden parçaları bir araya toplanacak, canlar da bedenleriyle birleştirilecektir. Böylece, dağılmış, paramparça olmuş ve çürümüş ümmetler yeniden bir araya gelmiş olacaktır. Dolayısıyla haşr [toplama] konusu, hem insanların dağılmış olan parçalarının bir araya getirilmesini, hem de dağılmış ümmetlerin bir araya getirilmesini ifade etmektedir.

İşte bu, sadece Bize kolay bir haşrdır [toplamadır] ifadesindeki يسير [yesîr] sözcüğünün önüne konmuş olan علينا [‘aleynâ] sözcüğü, ifadeye “Bu iş, başkasına değil, ancak Bize kolaydır, başkalarının yapabileceği bir şey değildir” anlamını kazandırmıştır. Bu ifade, kâfirlerin 3. âyette nakledilen, Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür şeklindeki sözlerine bir cevaptır. Cevaptaki mesajın özü şöyle takdir edilebilir: “Ölenlerin cesetlerinin toprağa, suya, havaya karışarak darmadağın olması, Bizim onları ayrı ayrı derleyerek vücutlarını teker teker meydana getirmemize ve o vücutların içine kişiliklerini, bilinçlerini daha önce o vücutta yaşadığı gibi yerleştirip insanları tekrar yaratmamıza bir engel teşkil etmez. Çünkü bu iş Bizim için büyük zahmet ve emek isteyen bir iş değildir. Tam tersine, bunların hepsi bir işaretimizle bir an içinde oluverir ve ilk yükümlü insandan kıyâmete kadar dünyadan gelmiş geçmiş tüm insanlar kolaylıkla bir araya toplanıverir. Sizin bu oluşumu bilemeyecek nitelikteki beyniniz bunu akıl dışı kabul etse bile, bu iş ve oluş, evreni yaratanın gücünden uzak değildir.”

45Biz, onların söylediklerini daha iyi biliriz. Ve sen, onların üzerinde zorlayıcı değilsin. O hâlde sen, Benim tehdidimden korkan kimselere Kur’ân ile öğüt ver.

ELÇİ ZORBA DEĞİLDİR: Bu âyet Peygamberimize hitap etmekle beraber kâfirlere de şu ihtarı yapmaktadır: “Peygamberinizin sorumluluğu sadece ihtar etmekten ve aklını başına alanlara Kur’ân ile hakikati anlatmaktan [tebliğden] ibarettir. Onun işi, inanmak istemeyenleri zorla mümin yapmak değildir; o, insanlara bir zorlayıcı olarak gönderilmemiştir.”
Bir başka açıdan bakıldığında ise bu âyet bir taraftan kâfirleri tehdit ederken, diğer taraftan da Peygamberimizin gönlünü almakta, o'nu teselli etmektedir: “Bu insanların sana karşı uydurdukları sözlere asla kulak asma ve katiyen önem verme! Çünkü Biz, onların sözlerini biliyor ve yaptıklarını görüyoruz. Bize yaptığın şikâyetler seni maksadından alıkoymasın, sen verdiğimiz işle meşgul ol, onları cezalandırmak Bizim işimizdir. Onlar iman ve küfür konusunda özgür bırakıldılar. Sen onların duygularına, yetilerine ve kudretlerine hükmetmek için gönderilmedin, senin onları zorlayarak hidâyete erdirme gibi bir yükümlülüğün yok. Sen sadece gerçeği tebliğ etmekle emrolundun. O halde sen sabret, sadece iyiyi, doğruyu, güzeli onların gözleri önüne ser ve Rabbini tesbîh et [arındır], onları da Bize bırak.”
Kâfirlere yapılan tehdit ise şudur: “Gönderdiğimiz Elçi hakkında yakıştırdığınız çirkin sözler ve öne sürdüğünüz asılsız iddialar size çok pahalıya mal olacaktır. Biz söylediklerinizin her cümlesini duyuyoruz, bunların cezasına katlanacaksınız.”
Daha önce Kalem/44 ve Müddessir/11-19'da da verilmiş olan bu açık mesaj, aşağıda 80. âyeti verilen Nisâ sûresi gibi başka sûrelerde de karşımıza çıkacaktır:

80Kim, Elçi'ye itaat ederse, artık o, Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, artık Biz, seni o yüz çevirenlere koruyucu/bekçi olarak göndermedik. (Nisâ/80)


KUR’ÂN İLE ÖĞÜT VER: Bu ifade, “onların geriye kalanlarından o va‘îd [tehdid] gününden korkanlara Kur’ân'ı okuyarak öğüt ver! Kur’ân'ı göz önüne al ve bu Kur’ân'da sana haber verilen şeyleri hatırlatmak sûretiyle onlara öğüt ver!” demektir.
Bu âyet Peygamberimize kişisel görüşleriyle öğüt vermesini yasaklamıştır. Peygamberimizin toplum idaresindeki yasa uygulamaları da ileride görüleceği gibi, yine Kur’ân'a dayalıdır. Yani, Peygamberimizin Kur’ân dışı herhangi bir hüküm verme ve uygulama yetkisi, serbestisi bulunmamaktadır.
Sûrenin Kur’ân ile açılıp Kur’ân ile kapanması, Kur’ân'ın önemine dikkat çekmek için uygulanan bir yöntemdir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.


1(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
2(el İsfehani; el Müfredat)
3(Lisanü’l Arab, “mrc” mad. )
4Sahibü'l-Keşşaf.
5İbn-i Esir.
6Râgıb. Ayrıca Râgıb, habl-i verîd'den maksadın “ruh” olduğunu da söylemiştir.
7Nizameddin Nisâburî.
8Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.
9Keşşaf sahibi.
10Kadı Beydavî ve Ebu's-Suud.
11(Lisanü’l Arab, “krn” mad. )
12(Lisanü’l Arab, “atd” mad. )
13(el İsfehani; el Müfredat
14Ana Britannica; c. 12, s. 28.
15Buharî, “Dualar Kitabı”, 17/25.
16İmâm Ahmed, Neseî, Dârimî.
17Cessas, Ahkâmü'l Kur’ân.
18(Razi; el Mefatihu’l Gayb)
19(Kurtubi; el Camiu li Ahkami’l Kur’an)
20(Lisanü’l Arab, “hşr” mad. )
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla