Konu: Maide Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 9. August 2010, 12:06 AM   #8
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Bu mesaj da Kur’ân'da sıkça vurgulanmaktadır:

Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], harcadıklarında israf etmezler, sıkılık da etmezler ve bu ikisi arasında bir denge olmuştur. (Furkân/67)

Ey Âdemoğulları! Her mescidin yanında süslerinizi alın, yiyin-için fakat savurganlık etmeyin; kesinlikle Allah savurganları sevmez. De ki: “Allah'ın kulları için çıkardığı zînetleri ve tertemiz rızıkları kim haram etmiş?” De ki: “Bunlar, iğreti hayatta inananlar içindir –kıyâmet gününde yalnız onlar için olmak üzere–.” İşte böylece Biz, âyetleri bilen bir topluluğa ayrıntılı olarak açıklıyoruz. (A‘râf/31-32)

Ey Peygamber! Eşlerinin rızalarını arayarak Allah'ın helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haramlaştırıyorsun? Ve Allah, çok bağışlayan çok merhamet edendir. (Tahrîm/1)

Ve Allah'a karşı yalan uydurandan, yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı hâlde “Bana vahyolundu” diyenden ve “Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim” diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimleri ölümün şiddetleri içindeyken, melekler de onlara ellerini uzatmış, “Nefislerinizi [canlarınızı] çıkarın. Bugün, Allah'a karşı gerçek dışı şeyler söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derlerken bir görsen! (En‘âm/93)

Ve kendi dillerinizin yalan vasfetmesi ile Allah'a yalan uydurmak için, “Şu helâldir, şu haramdır” demeyin. Şüphesiz Allah'a yalan uyduran kimseler iflah olmazlar. (Nahl/116)

Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında kaynaklarda şu bilgiler yer almaktadır:

Taberî'nin, İbn Abbâs'a kadar ulaşan bir senetle naklettiğine göre âyet-i kerîme, Peygamber'e (s.a) gelip şöyle diyen bir kişi hakkında nâzil olmuştur: “Ey Allah'ın Rasûlü! Ben et yedim mi, cinsî isteğim harekete geçer ve şehvetim bana gâlip gelir. O bakımdan et yemeyi haram kıldım.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Yine denildiğine göre bu âyet-i kerîme, aralarında Ebû Bekr, Ali, İbn Mes‘ûd, Abdullah b. Ömer, Ebû Zer el-Ğıfarî, Ebû Huzeyfe'nin azatlı kölesi Sâlim, el-Mikdad b. el-Esved, Selman-i Farisî ve Ma‘kil b. Mukarrin'in (Allah hepsinden razı olsun) de bulunduğu, Rasûlullah ashâbından bir topluluk dolayısıyla nâzil olmuştur. Bunlar, Osman b. Maz‘un'un evinde bir araya geldiler ve gündüz oruç tutup, gece namaz kılmak, döşek üzerinde uyumamak, et ve yağlı şeyler yememek, kadınlara yaklaşmamak, koku sürünmemek; buna karşılık kıldan elbiseler giyip dünyayı reddetmek, yeryüzünde dolaşmak, rahipliğe yönelmek ve erkeklik organlarını da kesmek üzere ittifak ettiler, Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirdi.[36]

89. Allah sizi, yeminlerinizdeki lağv ile [kasıtsız olarak yaptığınız; ağız alışkanlığı yeminlerinizden] sorumlu tutmaz. Fakat yeminleri düğümlediğiniz şeylerle [kasıtlı yaptığınız; sözleşmeler oluşturduğunuz yeminlerinizden] sizi sorumlu tutar; onun kefareti, ehlinize yedirdiğinizin en hayırlısından; en iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir. Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Bu, bozduğunuz zaman yeminlerinizin kefaretidir. Ve yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, şükredesiniz [karşılığını ödersiniz] diye âyetlerini sizin için böyle açığa kor.

Bu âyette yapılan yeminlerle ilgili ilkeler konulmuştur:

• Allah insanları, kasıtsız olarak/ağız alışkanlığı dolayısıyla yaptıkları yeminlerden sorumlu tutmaz.

• Fakat kasıtlı yapılan, sözleşmeler oluşturulan yeminlerden sorumlu tutar.

• Yeminin kefareti, aileye yedirilenlerin en hayırlısından/iyisinden on miskini yedirmek veya giydirmektir. Veyahut da bir köleyi özgürleştirmektir.

• Verecek bir şey bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır.

Ve iyilerden olmanıza, takvâlı davranmanıza, insanlar arasını düzeltmenize, Allah'ı, yeminleriniz için engel kılmayın. Ve Allah en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/224)

90. Ey iman etmiş kişiler! Hamr [içki, uyuşturucu ile aklı örtmek], kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytân işinden ricstirler [zarar veren şeylerdir]. Öyleyse felâha ermeniz için bundan [şeytân işinden] kaçının.

91. Gerçekten şeytân, hamr ve kumarda sizin aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi, Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitimden, öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. Öyleyse sona erdirmişler [vazgeçmişler] misiniz?

92. Ve Allah'a itaat edin, Elçi'ye itaat edin ve sakının. Artık eğer uzak durursanız, biliniz ki, Elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir.

93. İnanan ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever.

Bu âyette; uyuşturucu, içki, kumar ve falcılık gibi insanın kimyasını bozup insanı zararlı işlere yönelten davranışlardan kaçınılması için ilkeler konuyor. Âyetlerin ifadeleri gâyet açık ve nettir:

• خمر [hamr/içki, uyuşturucu], kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytân işlerinden ricstirler [zarar veren şeylerdir]. Bu nedenle mü’minler, felâha ermeleri; zarar görmemeleri için bunlardan kaçınmalıdır.

• Şeytân, içki ve kumarda insanlar arasında düşmanlık ve kin sokmak ve insanları Allah'ın zikrinden ve salâttan [eğitimden, öğretimden ve sosyal destekten] alıkoymak ister. O nedenle bunu yapanlar bu işe son vermelidirler?

• Mü’minler Allah'a itaat etmeli, Elçi'ye itaat etmeli ve takvâlı davranmalıdır. İnsanlar, Allah'tan ve Elçi'den uzak dururlarsa bu kendilerinin bileceği bir şeydir. Elçiye düşen sadece apaçık tebliğdir.

• İnanan ve sâlihâtı işleyenlere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever.

90. âyetteki, خمر[hamr] sözcüğü, “aklı örten şeylerin ortak adı” olup خَمَرَ [hamere] fiilinin de mastarıdır ve anlamı “örtmek” tir. Bu pasajda tercih edilmesi gereken anlam ise, –90. âyetteki “şeytân işleri” ve 93. âyetteki “tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur” ifadesinden hareketle– sözcüğün mastar anlamıdır.

Bakara/219'da hamr/içki, uyuşturucu ve kumar konu edilmişti:

Sana hamrdan [aklı karıştıran/örten şeylerden] ve şans oyunlarından soruyorlar. De ki: “Bu ikisinde büyük bir günah, bir de insanlar için bazı menfaatler vardır. Fakat dünya ve âhirette günahları, menfaatlerinden daha büyüktür.” Yine sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan fazlasını infak edin.” Allah, tefekkür edersiniz diye âyetlerini işte böyle sizin için ortaya koyuyor. Sana yetimlerden de soruyorlar. De ki: “Onlar için iyileştirme, en iyisidir. Eğer onlara karışırsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, bozguncuyla iyileştiriciyi bilir [birbirinden ayırt eder]. Eğer Allah dileseydi, sizi zora koşardı. Şüphesiz Allah azîz'dir, hakîm'dir.” (Bakara/219-220)

Âyetteki ifadeler, bu şeytân işlerini; içki, kumar, ensab [Allah'tan başkalarına tapınmak için adanmış ve içlerinde Allah'tan başka şeylerin adlarına kurbanlar ve hediyeler sunular yerler] ve kehanet araçlarını kesinlikle yasaklamaktadır. Çünkü bunlar, pistir, pisliktir, zararlıdır. Zira, içki ve uyuşturucu alan, kumarda heyecanlanan kimsenin kimyası bozulmakta, akıl, dikkat, hafıza vs. gibi melekleri çalışmamakta; meydan şeytâna, İblise kalmaktadır. Böylece tefekkürsüz ve kontrolsüz sözler sarf edilmekte, işler yapılmaktadır. Bunun sonucu olarak da düşmanlıklar ve cinâyet gibi kötü sonuçlar meydana gelmektedir.

87-88. âyetlerde, Allah'ın size helâl kıldığı tayyibatı [temiz-nefis şeyleri] haram saymayın. Ve aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah, aşırı gidenleri sevmez. Ve Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin ve siz inandığınız Allah'a takvâlı davranın buyurulmuştu. İşte içki, kumar kazancı, put adağı, kehanet gelirleri tayyibattan olmadığı için yasaklanmıştır.

Bu âyetlerin iniş sebebine dair şu bilgiler nakledilmiştir:

Yüce Allah, Muhakkak şeytân, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister âyeti ile kullarına, şeytânın düşmanlık ve kini, aramıza içki ve başka şeylerle düşürmek istediğini bildirmektedir. O bakımdan bizi bunlardan sakındırdı ve bunları bize yasakladı.

Rivâyete göre, Ensâr'dan iki kabile şarap içtiler ve sarhoş oldular. Biri ötekine hoş olmayan şeyler yaptı. Ayıklıklarında, onlardan birisi yüzünde kendisine yapılanların etkilerini gördü. Bunlar ise kardeş gibiydiler. Kalplerinde kin namına bir şey yoktu. Onlardan birisi, “Eğer kardeşim bana şefkatli olsaydı, bunu bana yapmazdı” dedi. Böylelikle aralarında kin baş gösterdi. Bunun üzerine yüce Allah da, Muhakkak şeytân içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak... ister âyetini indirdi.[37]

İbn Abbâs, el-Berâ b. Âzib ve Enes b. Mâlik der ki: İçkiyi haram kılan buyruk nâzil olunca, ashâptan bazıları, “İçki içip kumar parasını yediği hâlde aramızdan ölenlerin durumu nasıl olacak?” gibi bazı sözler söylediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

Buhârî, Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet eder: Ebû Talha'mn evinde içki içenlere içki veriyordum. Bunun üzerine içkinin haram kılındığına dair buyruk nâzil oldu. Peygamber de bir münadiye bunu yüksek sesle ilan etmesini emredince, Ebû Talha şöyle dedi: “Dışarı çık da bu sesin ne olduğuna bir bak.” Dışarı çıktım, (gelip) şöyle dedim: “Bu, ‘Haberiniz olsun muhakkak içki artık haram kılındı’ diye ilan eden bir münadidir.” Bu sefer Ebû Talha şöyle dedi: “Git ve o şarabı dök.” O şarap, el-Fadîh'den [yarılmış taze hurmadan yapılıp ateşte pişirilmeyen bir şarap] yapılmıştı. (Enes devamla) der ki: Şarap, Medîne sokaklarında akıp gitti. Kimisi şöyle dedi: “Karınlarında (şarap) bulunduğu hâlde bir topluluk öldürüldü.” Bunun üzerine yüce Allah, İman edip sâlih amel işleyenlere... tattıklarından dolayı bir vebal yoktur âyetini indirdi.[38]

93. âyetteki, İnanan ve sâlihâtı işlemiş olan kimselere, takvâlı davrandıkları, inandıkları, sâlihâtı işledikleri, sonra takvâlı davrandıkları, inandıkları ve sonra takvâlı davrandıkları ve iyilik-güzellik ürettikleri zaman, tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever ifadesi, birtakım tutarsız nakillerden hareketle “önceden tattıklarından sorumlu tutulmayacaklardır” diye çevrilmektedir. Bazıları da buradan, “helâl olan yiyecek ve içeceklerin yenilip içilmesinde sakınca yoktur” anlamı çıkarmaya çalışmışlar, bunu teyit için de şu nakilleri zikretmişlerdir:

Rivâyet edildiğine göre, içkiyi haram kılan âyet nâzil olunca, sahabe, “Bizim kardeşlerimiz Uhud günü'nde içki içtiler, sonra da öldürüldüler [şehit düştüler]. Binâenaleyh, onların durumları nasıl olacak?” dedi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kertme nâzil oldu ki, bunun manası, “Bu hususta onlara bir günah yoktur. Çünkü onlar içkiyi, helâl olduğu bir sırada içmişlerdi” şeklindedir.[39]

İçkinin haramlığını ifade eden âyet nâzil olduğu zaman, Hz. Ebû Bekr (r.a), “Yâ Rasûlallah! Daha önce içki içtiği ve kumar oynadığı hâlde ölmüş olan kardeşlerimizin [mü’minlerin] durumu ne olacak ve yine şu anda bizden uzak beldelerde bulunup, Allah'ın içkiyi haram kıldığını bilmeyen ve içkiyi tatmaya devam edenlerin durumu ne olacak?” demişti de, işte bu âyetler nâzil olmuştu.[40]

Eşyada aslolan ibaha olduğuna göre böyle bir hükmün verilmesinin bir mantığı olmasa gerektir.

Âyette açıkça, aklı örten yiyecek ve içeceklerin aklı örtmeyecek, salâttan ve Allah'ın zikrinden geri kalmayacak ölçüde yenilip içilmesinde bir sakınca olmadığı bildirilmektedir. Harâm olan, ister yiyecek, ister içecek, ister nefesle alınacak bir şey olsun aklın devreden çıkacağı ölçüde yiyip içmektir.

94. Ey iman etmiş kimseler! Kesinlikle Allah, ğaybda [tenhada] kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için sizi bir şeyle; ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği bir avla sınar. Öyleyse kim bundan sonra haddi aşarsa artık acıklı azap onun içindir.

95. Ey iman etmiş kimseler! Siz dokunulmaz iken [hacc görevini sürdürürken] av hayvanı öldürmeyin. İçinizden kim kasten onu öldürürse, yaptığı işin vebalini tatması için, Ka‘be'ye ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –buna içinizden iki adaletli kişi hükmeder– yahut kefaret olarak miskinleri doyurmak, yahut onun dengi oruç tutmaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah ondan intikamını alır [yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar]. Ve Allah, azîz'dir, intikam sahibidir.

96. Deniz [su] avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere size helâl kılındı. Kara avı ise, siz dokunulmaz [hacc görevi sürdürür] olduğunuz müddetçe size haram edilmiştir. Ve Kendisine toplanacağınız Allah'a takvâlı davranın.

Bu âyetlerde normal zamanlarda ve hacc görevi ifa edilirken avlanma ilkeleri bildirilmektedir:

• Allah mü’minleri, tenha yerlerde, kimin Kendisinden korktuğunu bildirmek için ellerinin ve mızraklarının erişeceği bir avla sınamaktadır. Mü’minler bu konuda dikkatli olup haddi aşmamalıdır. Haddi aşanlar acıklı azap ile azaplandırılırlar.

• Mü’minler hacc esnasında av hayvanı öldürmemelidir. Kim kasten av hayvanı öldürürse, yaptığının vebalini tatması için Ka‘be'ye ulaşacak bir hedy olmak üzere öldürdüğü hayvanın benzeri ona ceza olacak, –hayvanın niteliği, mü’minler arasından iki adaletli kişi tarafından belirlenecektir– yahut kefaret olarak miskinleri doyuracaktır yahut onun dengi oruç tutacaktır. Allah geçmişi affetmiştir. Fakat kim de tekrarlarsa, Allah onu yakalayıp cezalandırarak adaleti sağlar.

• Deniz [su] avı ve onun yenilmesi, size ve yolculara yarar olmak üzere helâldir.

• Kara avı ise, hacc esnasında haramdır. Mü’minler bu kurala uymalı ve Kendisine toplanılacak olan Allah'a takvâlı davranmalıdır.

97. Allah, Ka‘be'yi; o Beyt-i Harâm'ı, haram ayı, hedyi [hacc yapanlara yiyecek yollamayı, hediye etmeyi] ve gerdanlıkları [hacc yapanların yemesi için gönderilen hayvanlara konulan işaretleri] insanlar için bir ayağa kalkış kıldı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir.

Bu âyette Ka‘be'nin fonksiyonu bildirilmektedir. Meseleyi iyi anlayabilmek için daha evvel inmiş olan şu âyetlere de dikkat edilmelidir.

Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir musalla [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık. (Bakara/125)

Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke'dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm'in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97)

Yukarıdaki üç âyette yer alan vurgular dikkate alındığında, “Mescid-i Harâm”ın özellikleri hakkında şu tesbitler yapılabilir:

• Mescid-i Harâm veya Beytullah veya Ka‘be (üçü de aynı şeyi ifade ediyor), insanlar için (bir tek insan için değil), yeryüzünde hazırlanan evdir [okuldur].

• Orada İbrâhîm peygamberin makamı [ayaklandığı, zâlimlere karşı kıyam ettiği, mücâdele ettiği yer] vardır (Ka‘be'yi yaparken ayağını bastığı taş değil).

• Orada herkes güvende, dokunulmaz, hür olmalı, baskı ve zulüm olmamalıdır.

• Orada hikmetler [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeler] yürürlüğe sokulmalı, herkes bilmediğini öğrenmelidir.

• Orası, orada dolaşanlar, âkifler, kâimler, rükû ve secde edenler için tertemiz tutulmalıdır.

• Müslümanlar, İbrâhîm'in makamından bir musalla [salâtın ikâme edildiği yer, alan] edinmelidir.

• Gidip gelmeye imkân bulanlar da oraya gidip gelmelidir.

“Mescid-i Harâm”ın Kur’ân'da bildirilen özellikleri yukarıdaki gibi tesbit edildiğinde; yapılan vurguların Mescid-i Harâm'ın, Beytullah'ın veya Ka‘be'nin fizikî yapısı ile ilgili olmayıp, işlevleriyle ilgili olduğu ve İbrâhîm peygamberin Ka‘be'yi inşa etmesinin de, tevhid okulunu açması ve bu okula işlerlik kazandırması olduğu görülür. Böylece, “Mescid-i Harâm tarafı” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği ve “Mescid-i Harâm tarafına yönelmek” için nelerin yapılması lazım geldiği kendiliğinden ortaya çıkar:

• Özerk ilâhiyat okulları (“tabii bilimler”in tümü doğal olarak ilâhiyat okuludur) açılmalı ve bu okullarda ilâhiyat ve tevhidi öğreten öğretmenler [rüku edenler] ile öğrenciler [ilâhiyat eğitimi alarak ikna olanlar] gözetilmelidir.

• Salâtın ikâmesi için, sosyal destek kurumları kurulmalıdır.

• Gerekli askerî güç ve organizasyon kurularak düşmanlardan üstün olunmalıdır. Bu alanda da iyi eğitimciler ve subaylar yetiştirilmelidir.

Bu tesbitlere göre, Ka‘be'nin bir “yüksek ilâhiyat okulu” olduğundan hareketle; hacc sözcüğünün isim olarak anlamı, “Ka‘be'de yüksek ilâhiyat öğretim ve eğitimini kafaya koyup oraya gitme, orada İbrâhîmî eğitim ve öğretimle İbrâhîmleşme; bir kurmay tevhid eri olma” demektir.

Bunlar, toplumların ayağa kalkmasını ve ayakta durmasını sağlayacaktır. Zira haccta toplumları aydınlatacak eğitimci ve öğretmenler, askerî, siyasî ve idarî alanlarda uzmanlar yetişecektir. Ayrıca Müslümanlar arası ticarî, sınaî alış-verişler ve kültürel etkilenimler sağlanacaktır.

98. Şüphesiz Allah'ın cezasının çok şiddetli olduğunu ve şüphesiz Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğunu bilin.

99. Elçi'ye düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediğiniz şeyleri bilir.

100. De ki: “Her ne kadar pisliğin çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz.” Öyleyse, ey kavrama yetenekleri olanlar! Kurtulmanız için Allah'a takvâlı davranın.

İnsanlık için kısa bir beyânname niteliğinde olan bu âyetlerde, Allah'ın cezasının çok şiddetli ve Allah'ın çok bağışlayıcı, çok merhametli, Elçi'ye düşen görevin sadece tebliğ olduğu, Allah'ın, açık-gizli her şeyi bildiği ifade edilmiş, sonra da, Her ne kadar pisliğin çokluğu hoşunuza gitse de, pis olan şeyle temiz olan şey bir olmaz. Öyleyse, ey kavrama yetenekleri olanlar! Kurtulmanız için Allah'a takvâlı davranın denilerek, akıllı olmaları yönünde mesaj iletilmiştir.

100. âyette, Allah'ın yasakladığı şeylerin –ki bunlar pis ve zararlı şeylerdir– tayyibata göre daha çok olduğu ve bunların da kişinin hoşuna gideceği ifade edilmiştir. Çünkü şeytân tüm kötü şeyleri süsleyecektir:

O [İblis] dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!” (Hicr/39-40)

Burada insanlar akıllı olmaya çağırılmaktadır. Hiçbir zaman; kemiyet/çokluk, keyfiyetin/niteliğin yerini tutmaz. Küçük bir elmas tonlarca kömürden, az bir miktar helâl kazanç, yığın yığın haram kazançtan daha hayırlıdır.

101. Ey iman etmiş kimseler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın/istemeyin. Eğer onlardan Kur’ân indirilirken sorarsanız/isterseniz de size açıklanır. Allah, onlardan geçmiştir. Ve Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.

102. Şüphesiz sizden önce gelen bir toplum bunları sormuştu/istemişti, sonra da onlar inkâr eden kimseler oldular.

103. Allah bahîre'den sâibe'den vasîle'den ve hâm'dan hiç birini kılmamıştır. Ancak inkâr eden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez.

104. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin” dendiği zaman, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” dediler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı?

105. Ey iman eden kimseler! Kendiniz kendiniz üzeresiniz [herkes kendinden sorumludur]. Siz hidâyete erdiğiniz zaman, sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Sonra da O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir.

Bu paragrafta mü’minler uyarılmakta, müşrik ve münâfıkların yanlış tutumları eleştirilmekte, sonra mü’minlerin kurtuluşlarını birinci plânda tutmaları öğütlenmektedir. Buradan anlaşıldığına göre câhiliye Arapları, Allah'ın dini üzerinde oldukları kanaatine sahiptiler. O nedenle de atalar dinine ve geleneklerine sahip çıkıyorlardı.

Mü’minler, açıklandığı zaman hoşlarına gitmeyecek olan şeylerden sormamalıdır/istememelidir. Zira gelen cevabın sertliği ve ağırlığı dolayısıyla üzülebilirler. Daha önce bir toplum bunları sormuştu/istemişti, istekleri açıklanınca inkâr etmişlerdi.

Tirmizî ve Dârakutnî'de Ali'den (r.a) şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Ona yol bulabilenlerin, o evi haccetmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır (Âl-i İmrân/97) âyeti nâzil olunca, “Ey Allah'ın Rasûlü! Her yıl mı?” diye sordular. Hz. Peygamber sustu. Yine, “Her yıl mı?” diye sordular. Hz. Peygamber bu sefer, “Hayır, ama evet demiş olsaydım, elbette (her yıl) farz olacaktı” dedi. Bunun üzerine yüce Allah'ın, Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz birtakım şeyleri sormayınız... âyeti sonuna kadar nâzil oldu.[41]

Kur’ân'da, geçmiş ümmetlerin gereksiz isteklerinden bazıları zikredilmiştir:

Kitap Ehli Mûsâ'dan Allah'ı apaçık göstermesini istediler:

Kitap Ehli, senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Ve kesinlikle onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi de, “Allah'ı bize açıkça göster” demişlerdi. Sonra da hakksızlıkları sebebiyle onları yıldırım çarptı. Sonra da kendilerine açık deliller geldiği hâlde o buzağıyı edinmişlerdi. Sonra Biz onları bundan dolayı da affettik. Ve Biz Mûsâ'ya apaçık bir kanıt verdik. (Nisâ/153)

Peygamberlerinden, bir hükümdar gönderilmesini istediler:

İsrâîloğulları'nın Mûsâ'dan sonra ileri gelenlerini görmedin mi? Hani onlar, kendi peygamberlerinden birine, “Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım” demişlerdi. O [peygamber], “Size savaş farz kılınırsa, acaba yapmamazlık eder misiniz?” dedi. Onlar [İsrâîloğulları'nın ileri gelenleri], “Bize ne oldu da yurtlarımızdan ve çocuklarımızdan çıkarılmışken Allah yolunda savaşmayalım?” dediler. Sonra da savaş kendilerine farz kılınınca da onlardan pek azı hariç, yüz çevirdiler. Ve Allah, o zâlimleri en iyi bilendir. (Bakara/246)

Hükümdar gönderilince, kendilerinin ondan daha ehil olduklarını söyleyerek onu küçümsediler:

Peygamberleri de onlara, “Şüphesiz Allah, size hükümdar olarak Tâlût'u gönderdi” demişti. Onlar [İsrâîloğulları], “O, bizim üzerimize nasıl hükümdar olur, oysa hükümdar olmaya biz ondan daha çok hakk sahibiyiz, ona maldan bir genişlik, bir bolluk da verilmemiştir” dediler. O [peygamberleri], “Onu sizin başınıza Allah seçmiş ve onu bilgi ve vücut bakımından ziyadeleştirmiştir” dedi. Allah da, mülkünü dilediği kimseye verir. Ve Allah, vâsi'dir, alîm'dir. (Bakara/247)

103. âyetteki, Allah bahîre'den, sâibe'den, vasîle'den ve hâm'dan hiç birini kılmamıştır. Ancak inkâr eden kimseler, Allah'a karşı yalan düzüp uyduruyorlar. Ve onların pek çoğu akıl erdirmez ifadesiyle de câhiliye Araplarının bazı dinî inançları reddedilmektedir. Câhiliye Araplarının hayvanlar ile ilgili birçok bâtıl inançları bulunuyordu: Şöyle ki:

BAHÎRE

Araplar, dişi deve beş kez doğurduğu zaman, ona binmeyi ve sırtına yük yüklemeyi haram sayarlardı. Yünlerini de kesmezlerdi Beşinci yavrusu erkek olursa kurban ederler, dişi olursa kulaklarını yararlardı. Bu onun adandığını gösterirdi.

SÂİBE

İçlerinden biri hastalandığında, ya da bir şeyi kaybolduğunda veya acı bir durum baş gösterdiğinde bir deveyi salıvermeyi adarlardı. Hasta iyileştiğinde veya kayıp olan şey bulunduğunda yahut acıklı durumdan kurtulduklarında deveyi azat eder; ona yük vurmazlar, sırtına binmezler ve onu kesmezlerdi. Onu başıboş salıverirlerdi.

VASÎLE

Koyun biri erkek biri dişi olmak üzere ikiz doğurduğunda erkeğini boğazlamazlar, “Kız kardeşi ona ulaştı” derlerdi. Bu tür koyunlara da vasîle derlerdi.

HÂM

Bir erkek devenin sulbünden on tane deve dünyaya geldiğinde ya da bu deve yavrusunun yavrusunu gördüğünde (yani, dede olduğunda), ona yük vurmazlar ve onun sırtına binmez, “Kendini korudu [himaye etti]” derlerdi.

Bu hususta farklı tanımlar da vardır:

İbn İshâk der ki: Bahîre, Sâibe diye bilinen dişi devenin dişi yavrusudur. Sâibe ise, arada erkek yavrulamaksızın ardı arkasına on dişi yavrulayan devedir. Böyle bir devenin sırtına binilmez, yünü kesilmez ve sütü –misafir dışında– içilmezdi. İşte bundan sonra yine dişi yavrusu olursa, o yavrunun da kulağı yarılır, annesi ile birlikte serbest bırakılır, sırtına binilmez, tüyü alınmaz, misafir müstesna kimse onun sütünü içmezdi. Annesine yapılan ona da yapılırdı. Buna göre Bahîra, Sâibe diye bilinen devenin yavrusudur.

İbn Uzeyz der ki: Vasîle koyundan olurdu. Yine İbn Uzeyz der ki: Koyun, yedi defa yavruladı mı, yavrularına bakarlardı. Eğer yedincisi erkek ise, kesilir ve erkeklerle kadınlar müştereken ondan yerlerdi. Eğer dişi ise, diğer koyunlar arasına katılırdı. Şâyet yedinci doğumu erkek ve dişi birlikte [ikiz] ise, “Bu dişi yavru erkek kardeşine yetişti” derler ve bu durumu dolayısıyla kesilmezdi. Ancak, bu dişi yavrunun eti kadınlara haram olduğu gibi, yine o dişi yavrunun sütü de kadınlara haram olurdu. Bu iki yavrudan birisi ölecek olursa, o yavruyu erkekler ve kadınlar da müştereken yerlerdi. Hâm ise, yavrusunun yavrusunun sırtına binilecek hâle gelen erkek devedir.[42]

Bütün bu uygulamalar din adına yapılıyordu. Bunu yapmakla Allah'a şükrettikleri, O'na yaklaştıklarını düşünüyorlardı.

Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye çağırıldıklarında, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter” diyen kimselere, Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu bulmayan kimseler olsa da mı? denilerek, atalarının yanlış yolda oldukları vurgulanmakta ve doğru yola gelmeleri istenmektedir. Atalar dininin terki konusunda birçok kez uyarı yapılmıştır:

Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine tâbi olun!” dendiği zaman, “Aksine, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” dediler. Ya şeytân onları cehennemin azabına çağırıyor idiyse! (Lokmân/21)

Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine uyun” dendiği vakit, “Aksine biz, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız” dediler. Ataları bir şeye akıl erdirmez ve doğru yolu bulmaz idiyseler de mi? (Bakara/170)

Ve işte böyle Biz, senden önce de hangi kente bir uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın şımarık varlıklı kimseleri, “Şüphesiz biz babalarımızı bir ümmet [önderli toplum] üzerinde bulduk. Biz de kesinlikle onların izlerine uyanlarız” demişlerdi. O [gönderilen uyarıcı], “Eğer size babalarınızı üzerinde bulduğunuz şeyden daha doğrusunu getirmişsem de mi?” dedi. Onlar, “Şüphesiz biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz” dediler. (Zuhruf/23-24)

Müşriklerin akılsız davranışları açıklandıktan sonra mü’minlere öğüt verilmektedir:

Ey iman eden kimseler! Kendiniz kendiniz üzeresiniz [herkes kendinden sorumludur]. Siz hidâyete erdiğiniz zaman, sapan kimseler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Sonra da O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir.

106. Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şâhitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkorsunuz. Sonra da onları, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirirsiniz.

107. Sonra da eğer o ikisinin [şâhitlerin] bir günah işledikleri anlaşılırsa ölene daha yakın olan hakk sahiplerinden diğer iki kişi onların yerine geçerler de, “Bizim şâhitliğimiz, o ikisinin [önceki iki kişinin] şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zâlimlerden olurduk” diye Allah'a yemin ederler.

108. İşte bu [böyle bir yemin], şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en yakın [iyi] yoldur. Allah'a takvâlı davranın ve kulak verin. Ve Allah, fâsıklar topluluğuna kılavuzluk etmez.

Bu âyetlerde Bakara sûresi'nde konu edilen vasiyetin yapılış şekline dair bazı ilkeler bildirilmektedir. Vasiyet hakkında geçen âyetler:

Sizden birinize ölüm hazır olduğu vakit, eğer bir hayır [mal] bıraktıysa, muttakiler üzerine bir hakk olarak, babası-anası ve en yakın akrabası için, ma‘rûf ile vasiyet etmek yazıldı [farz kılındı]. Artık her kim, bunu duyduktan sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Bakara/180-181)

Konumuz olan âyetler ile daha evvel konu edilmiş olan vasiyetin nasıl yapılacağı açıklanmaktadır:

• Mü’minlerden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında kendilerinden dindar, muttaki, güvenilir iki şâhit bulundurmalılar.

• Vasiyette bulunacak kimse gurbette ise, yakını olmayan iki şâhit bulacaktır.

• Şüpheye düşerlerse, salâttan sonra musallada onları alıkoyup, “Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şâhitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi hâlde günahkârlardan oluruz” diye Allah'a yemin ettirmelidirler.

• Bu şâhitlerin yalan veya yanlış söylediği anlaşılırsa ölene daha yakın olan hakk sahiplerinden iki kişi onların yerine geçerler ve “Bizim şâhitliğimiz, o ikisinin şâhitliğinden daha doğrudur ve biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik. Aksi hâlde biz zâlimlerden olurduk” diye Allah'a yemin ederler. İşte bu, şâhitliklerini usulüne göre yapmaları yahut yeminlerinden sonra yeminlerinin kabul edilmemesinden korkmaları için en iyi yoldur.

• Sağlam bir vasiyet ile miras taksiminden doğabilecek hakksızlıklar ortadan kalkacaktır.

109. Allah, elçileri toplayacağı gün şöyle diyecek: “Size verilen cevap nedir?” Onlar, “Bizim hiç bir bilgimiz yoktur; şüphesiz ki Sen, ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin” dediler.

Bu âyette işin âkıbetine dikkat çekilmektedir. Elçi ile, elçinin gönderildiği insanlar arasındaki ilişkiye geçmiş sûrelerde, özellikle de bu sûrede sıkça değinilmişti. Burada buna tekrar dikkat çekilip, âhirette elçilerin tanıklığı, elçinin tebligatına duyarsız kalanların aldanmışlığı konu edilmektedir.

Elçilerin tanıklığı şu âyetlerde de zikredilmektedir:

Andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz. (A‘râf/6)

Hakklarında söz gerçekleşen kimseler, “Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Biz nasıl azmışsak, işte bunları da öylece biz azdırdık. Biz Sana karşı uzak olduk. Onlar sadece bizlere tapmıyorlardı” derler. Ve “Ortaklarınızı çağırın!” denir, onlar da çağırırlar. Sonra da onlar kendilerine cevap vermezler ve azabı görürler. –Ne olurdu onlar doğru yola girmiş olsalardı!– Ve o gün O [Allah], onlara seslenir de, “Gönderilenlere [elçilere] ne cevap verdiniz?” der. İşte o gün onlara bütün önemli haberler kapkaranlık olmuştur; artık onlar birbirlerine de soramazlar. (Kasas/63-66)

Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisâ/41)

Elçiler vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! Ayırt etme günü için... (Mürselât/11-13)

Âhirette elçilerin tanıklığı Kur’ân'da somut olarak sahnelenmiştir. Allah elçisi Muhammed'in Tanıklığı:

İşte o gün gerçek hükümranlık, Rahmân'a özgüdür. Kâfirler için ise o, pek çetin bir gün olmuştur. Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke Elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı halîl [önder] edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytân insan için bir rezil edenmiş!” der. Elçi de, “Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’ân'ı mehcur [terk edilmiş bir şey] edindiler” dedi. (Furkân/26-30)

Îsâ'nın tanıklığı da aşağıdaki âyetlerde sahnelenmiştir:

110. Hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni kudüs'ün rûhu ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan inkâr edenlerin, “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan çekmiştim [korumuştum].”

111. Ve hani havarilere, “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim. Onlar, “İnandık” ve “bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol” demişlerdi.

112. Hani havariler, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O [Îsâ], “Eğer iman edenler iseniz Allah'a takvâlı davranın” demişti.

113. Onlar [havâriler], “Biz, istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve biz de buna tanıklardan olalım” dediler.

114. Meryem oğlu Îsâ, “Allahım, Rabbimiz! Bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen rızıklandıranların en hayırlısısın!” dedi.

115. Allah dedi ki: “Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, Ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım.”

116-118. Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin” dedi.

119. Allah dedi ki: “Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedî kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan cennetler vardır.” Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur.

120. Göklerin, yeryüzünün ve bunların içinde bulunan şeylerin mülkü yalnızca Allah'ındır. Ve O, her şeye en iyi güç yetirendir.

Bu âyet grubunda elçilerin dünyadaki görevi, insanlar ile ilişkileri ve onlara tanıklığı, dünya ve âhiret sahneleri ile Îsâ peygamber örneklenmek sûretiyle somut olarak anlatılıyor.

Allah ilk önce Îsâ'ya, Ey Meryem oğlu Îsâ! Senin üzerinde ve annenin üzerinde olan nimetimi hatırla! Hani Ben seni kudüs'ün rûhu ile güçlendirmiştim. Yüksek mevkide olan biri olarak ve yetişkin biri olarak insanlara konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri], Tevrât'ı ve İncîl'i öğretmiştim. Hani Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun ve üflüyordun, o da Benim iznimle kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve alaca hastalığına yakalanmış kimseyi iznimle iyileştiriyordun. Yine Benim iznimle ölüleri çıkarıyordun. Ve hani İsrâîloğulları'na apaçık kanıtlarla gelip de onlardan inkâr edenlerin, “Bu ancak apaçık bir sihirdir” dedikleri zaman seni, onlardan çekmiştim [korumuştum]. Ve hani havarilere, “Bana ve elçime inanın” diye vahyetmiştim. Onlar, “İnandık” ve “Bizim gerçekten Müslümanlar olduğumuza tanık ol” demişlerdi. Hani havariler, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. O [Îsâ], “Eğer iman edenler iseniz Allah'a takvâlı davranın” demişti. Onlar [havâriler], “Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz iyice yatışsın, senin bize doğru söylediğini bilelim ve bizde buna tanıklardan olalım” dediler. Meryem oğlu Îsâ, “Allahım, Rabbimiz! Bizim üzerimize, bizim için, öncekilerimiz ve sonrakilerimiz için bir bayram ve Senden bir âyet olarak gökten bir sofra indir. Ve bizi rızıklandır. Ve Sen rızıklandıranların en hayırlısısın!” dedi. Allah dedi ki: “Şüphesiz Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım” diyerek Îsâ'nın dünyada yaşamış olduğu önemli olayları hatırlatır.

Sonra da hesaba çeker:

Allah, “Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?”diye sorduğunda, O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilenin ta kendisisin! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben içlerinde olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, Sen onları gözetleyenin ta kendisi oldun. Ve şüphesiz Sen, her şeye en iyi tanık olansın. Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin diye cevap verir.

Sonra, Bu, doğru kimselere doğruluklarının fayda sağladığı gündür. Onlar için içinde ebedî kalıcılar olarak altlarından ırmaklar akan, cennetler vardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. Göklerin, yeryüzünün ve bunların içinde bulunan şeylerin mülkü yalnızca Allah'ındır. Ve O, her şeye en iyi güç yetirendir buyurularak, akıllarını başlarına almaları için insanlar uyarılır.

112. âyette zikri geçen “sofra”nın gönderilip gönderilmediği açıklanmaz. Eldeki muharref İncîllerde de bu konuya dair bir bilgi yoktur. Ama rivâyet mekanizması burada da devreye girer ve üretimine devam eder: “Sofra indi. Sofrada pulsuz ve kılçıksız bir balık vardı. Yanında da tuz, sebze, sirke, üzeri yağlı ekmek, bal, peynir, zeytin ve pastırma vardı”, “Sofrada, yedi çörek ve yedi balık vardı”, “Sofra, dünyadaki tüm yiyeceklerin lezzetini veren bir balıktı”, “Sofra cennet nimetlerindendi”, “Sofra, ekmek, pirinç pilavı ve sebzeden ibaretti”, “Havariler hep bu sofradan beslenirlerdi. Sonra birisi hırsızlık etti, sofra ondan sonra inmez oldu.” vs. gibi daha birçok asılsız ve mesnetsiz sözler ortaya atılmıştır.

Kanaatimizce sofra inmemiştir. Zira âyette, Ben, onun size indiricisiyim. Artık bundan sonra sizden kim inkâr ederse, Ben onu âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azapla azaplandıracağım buyurulmuştur, ki böyle bir mucize ızharından sonra felaket söz konusudur:

Ve onlar, “Bu Peygamber'e bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer Biz bir melek indirmiş olsaydık, iş, mutlaka bitirilmiş olurdu. Sonra da kendilerine göz bile açtırılmazdı. (En‘âm/8)

Ve Bizi, âyetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semûd'a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsrâ/59)

Burada dikkat çeken ikinci nokta da, Îsâ'nın insanlara, kendisini ve annesini kutsallaştırmaları yönünde bir telkininin olmadığıdır. Hristiyanlıkta Îsâ ve Meryem'in kutsallaştırılması, çıkarcı sözde din bilginleri tarafından sonradan dayatılmıştır. Bu konu 68-79. âyetin tahlili kapsamında detaylı olarak sunulmuştu.

Allah doğrusunu en iyi bilendir.



[1] Lisânu'l-Arab, “Bhm” mad.

[2] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[3] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[4] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[5] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 8, s. 379-537.

[6] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 10, s. ??????????????

[7] Sayılar, 1:1-16.

[8] Çıkış, 4:22-23.

[9] Yeremya, 31:9.

[10] Sayılar, 13:1-33.

[11] Sayılar, 14:1-45.

[12] Tekvin, 4:1-16.

[13] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[14] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[15] Lisânu'l-Arab, “Vsl” mad.

[16] İbn Kesîr.

[17] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[18] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[19] Tesniye, 22:13-30.

[20] Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 21:12-27.

[21] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[22] İbn Kesîr.

[23] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[24] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[25] Levililer, 26:1-13.

[26] Levililer, 26:14-46.

[27] Tesniye, 28:1-14.

[28] Tesniye, 28:15-68.

[29] İbn Kesîr.

[30] Matta, 4:7-11.

[31] Mevdûdî, Tefhîmu'l-Kur’ân.

[32] Mezmur, 10:1-18.

[33] Mezmur, 50:1-23.

[34] Matta, 23:1-39.

[35] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[36] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[37] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[38] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[39] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[40] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[41] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[42] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla