Tekil Mesaj gösterimi
Alt 4. March 2010, 12:38 AM   #17
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

MİLLET, İBRÂHÎM MİLLETİ

ملّة[millet] sözcüğü, aslında “yol, sünnet” demektir. Sonradan “din” anlamında kullanılır olmuştur.[94] Ancak, sözcük tek başına değil de âyetlerde görüldüğü üzere izafetli olarak o'nun milleti [o'nun dini], İbrâhîm'in milleti [İbrâhîm'in dini] şeklinde kullanılır. Dolayısıyla konumuz olan âyetteki İbrâhîm milleti ifadesi, –Sâd/7, A‘râf/89 ve Yûsuf/37'deki gibi– “İbrâhîm'in dini” demektir. Bu ifadenin Kur’ân'da birçok kez kullanılması, Araplar içinde İbrâhîm peygambere uyduğunu söyleyen kişilerin bulunduğunu gösterir. Zaten o dönemde Arabistan'da yaşayıp Yahûdi veya Hristiyan olmayanlara, “İbrâhîm milletine mensup” kişiler denilmektedir.

Kur’ân'da, “tevhid” ve “sağlam din” mevzuunda İbrâhîm peygamberin adı pek çok kez zikredilmiştir:

Ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/78)

Ve İbrâhîm'in milletinden, kendini bilmezden başka kim yüz çevirir? Ve Biz o'nu dünyada seçkin birisi yaptık. Hiç şüphesiz o, âhirette de iyilerden biridir. (Bakara/130)

De ki: “Allah doğru söylemiştir. Öyle ise hanif olarak İbrâhîm'in dinine uyun. Ve o, müşriklerden değildi.” (Âl-i İmrân/95)

Ve din bakımından, iyilik-güzellik üreten biri olarak, yüzünü [kendisini] Allah'a teslim eden ve hanifçe, İbrâhîm'in dinine tâbi olan kimseden daha iyi-güzel kim olabilir? Ve Allah, İbrâhîm'i halil [izdaş] kabul etti. (Nisâ/125)

Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığı ile kulları için koyduğu şeriatın adı olan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise fark vardır. Çünkü millet ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise, kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeyir.

Âyetteki, De ki: “Şüphesiz Allah'ın kılavuzluğu, kılavuzluğun ta kendisidir” mesajı ile, mü’minin, Allah'ın çizdiği yol haritasından başka bir kılavuzu olamayacağı vurgulanmaktadır. Öyleyse mü’minler, kişisel ve sosyal hayatlarında, ulusal ilişkilerinde hep Allah'ın gösterdiği yol çerçevesinde hareket etmelidir. Bu konu, sûrenin başında da zikredilmiş, Âdem'e de aynı bilgilerin verildiği ifade edilmişti. Kur’ân'dan anlaşıldığına göre Âdeme indirilen ilk vahiyler de bu ilkelerdir:

Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı [kendine vahyedildi; zihnine yerleştirildi]; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da O [Allah], onun tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/37-39)

Burada hitap Rasûl'e yönelik olmakla birlikte, kasıt o'nun ümmetidir.

Âyetteki, Ve eğer ilimden sana ulaşan şeyden sonra bunların hevalarına [boş ve iğreti arzularına] uyarsan, senin için Allah katından herhangi bir velî olmaz, herhangi bir yardımcı da olmaz ifadeleri de başta Rasûlullah olmak üzere tüm mü’minlere uyarıdır. Bu uyarının bir benzeri de Ra‘d sûresi'nde bulunmaktadır:

Ve Biz böylece onu [Kur’ân'ı] Arapça bir hüküm [mükemmel bir yasa] olarak indirdik. Ve eğer sana gelen ilimden sonra onların hevalarına uyarsan, Allah'tan sana bir yakın kimse ve bir koruyucu yoktur. (Ra‘d/37)

121. Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, tilâvetinin hakkını vererek okurlar/izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.

Bu âyette, Ehl-i Kitaptan, Kur’ân'ı samimiyetle tilâvet ve kabul eden bir grubun varlığı ve bunların durumu beyân edilmektedir.

TİLÂVET

Tilâvet, “Kur’ân'ın âyetlerine saygı duymak, onların lâfız ve manalarına uymak”tır.

Akıllarını başlarına almaları için Kur’ân'da birçok kez Ehl-i Kitaba özel mesajlar verilmiştir:

Ve hiç kuşkusuz eğer onlar Tevrât'ı, İncîl'i, ve kendilerine Rabb'lerinden indirileni [Kur’ân'ı] ayakta tutsalardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından yiyeceklerdi [besleneceklerdi]. Onlardan bir kısmı orta yol tutan [bazısına inanıp bazısına inanmayarak orta yol tutan] bir ümmettir. Ve onlardan çoğunun yapmakta oldukları ne kötüdür! “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez.” De ki: “Ey Kitap Ehli! Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni ikâme etmedikçe hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunda azgınlık artırır. Öyleyse kâfirler kavmi için üzülme! (Mâide/66-68)

Kendilerine gönderilen mesaja kulak veren, gerçeğe inanlar da övülmüştür:

De ki: Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve, “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [saygılarını, alçak gönüllüğünü] artırır. (İsrâ/107-109)

Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yeteneği olan kişiler; Allah'ın ahdini yerine getirirler. Ve antlaşmayı bozmayan, Allah'ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştiren,. Rabb'lerine haşyet duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler, Rabb'lerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş, salâtı ikâme etmiş ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etmiş ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar oraya [adn cennetlerine] gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!” (Ra‘d/19-24)

Ve onlara o [söz; vahiy, Kur’ân] okunduğu zaman onlar, “Biz ona [söz'e] inandık. Şüphesiz o, Rabbimizden gelen gerçektir. Kesinlikle biz ondan önce teslim olanlardık [müslümanlardık]” dediler. İşte onlar; sabretmelerinden ötürü onların mükâfatları iki kere verilecektir. Ve onlar kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak ederler. Ve onlar, boş söz işittikleri zaman, ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz yalnızca bizim için, sizin işleriniz de yalnızca sizin içindir. Size selâm olsun! Biz câhilleri aramıyoruz” derler. (Kasas/53-55)

Ve şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene Allah'a huşû [saygı] duyanlar olarak inananlar vardır. Onlar Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rabb'leri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Âl-i İmrân/199)

Sen kesinlikle iman eden kişilere karşı düşmanlık yönünden insanların en şiddetlisi olarak Yahûdileri ve ortak koşan kimseleri bulursun. Ve kesinlikle iman eden kimselere sevgi bakımından en yakın olarak da, kendi içlerinde keşişler ve rahibler olduğundan ve onlar büyüklük taslamadıklarından, “Biz Hristiyanlarız” diyen kimseleri bulursun. Ve onlar Elçi'ye indirileni [Kur’ânı] dinledikleri zaman, onun hakk olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar, “Rabbimiz! Biz iman ettik, bizi şâhitler ile birlikte yaz!” derler. (Mâide/82-83)

De ki: “Gördünüz mü [hiç düşündünüz mü]? Eğer o [Kur’ân], Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz, bununla birlikte İsrâîloğulları'ndan bir şâhit de onun bir benzeri üzerine tanık olup da inanmışsa, siz de büyüklük tasladıysanız… Şüphesiz ki, Allah zâlimler topluluğuna kılavuzluk etmez.” (Ahkâf/10)

Ve O, size Kitab'ı [Kur’ân'ı] ayrıntılı/hakk-bâtıl ayrılmış olarak indirdiği hâlde, Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Ve kendilerine kitap verdiğimiz şu kişiler, onun [Kur’ân'ın] şüphesiz Rabbinden hakk ile indirilmiş olduğunu bilirler. O hâlde sen [onların bu Kitabın Allah tarafından indirildiğini bildikleri hususunda] sakın şüphecilerden olma. (En‘âm/114)

122. Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın!

123. Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın.

Bu âyette yeni bir hitapla uyarılan, yanlış peşinde koşan İsrâîloğulları'na, Ey İsrâîloğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi ve şüphesiz sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın! Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden adl [fidye] kabul edilmeyeceği, şefaatin hiç kimseye yarar sağlamayacağı ve onların yardım olunmadığı güne takvâlı davranın denilmiş ve kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmeleri sebebiyle İsrâîloğulları kınanmıştır.

Benzeri bir âyet daha evvel de geçmişti:

Ey İsrâîloğulları! Size verdiğim nimeti ve şüphesiz Benim sizi âlemlere fazlalıklı kıldığımı hatırlayın. Ve hiçbir kimsenin başka bir kimseye herhangi bir şey için karşılık ödemediği, hiçbir kimseden şefaatin kabul edilmediği, kimseden fidyenin alınmadığı ve onların [hiçbir kimsenin] yardım olunmadığı güne takvâlı davranın. (Bakara/47-48)

İsrâîloğulları'na tekrar tekrar hatırlatılan nimet ne olduğu hakkında Kur’ân'daki âyetlerden şöyle bir özet yapılabilir: Allah İbrâhîm peygamberi önder kılmış, sonra bu önderlik İshâk-Ya‘kûb ve oğullarına geçmiş; onlar da bu önderlik sıfatına layık davranmışlardı. Ama sonradan gelenler, bu nimete layık olmadıklarını göstermiş, elçilerin ve toplumların başlarına bela olmuşlardır. İşte Allah'ın İsrâîloğulları'na lutfettiği nimetlerin en büyüğü budur. Nitekim 124. âyette buna değinilecektir. Bunun dışında da yüzlerce nimet söz konusudur, ki bunların çoğu sûrenin başından bu yana zikredilmiştir.

124. Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler ile belâlandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti. O [Rabbi], “Ben seni insanlara imam [önder] yapacağım” demişti. O [İbrâhîm], “Zürriyetimden de (önderler yap)!” dedi. O [Rabbi], “Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz!” dedi.

122. âyette İsrâîloğulları'na, kendilerine verilen özel nimeti hatırlamaları ihtar edilmişti. Bu âyette ise, İsrâîloğulları'nın hatırlamaları gereken nimetlerin ilkini bizzat Allah hatırlatarak, verdiği görevleri hakkıyla yerine getiren İbrâhîm'i önder kıldığını bildirmektedir. Âyetin devamı ise, Yahûdilere bir uyarı niteliğindedir. Çünkü, Allah'ın kendisine lütfettiği nimetin tüm soyunu kapsamasını isteyen İbrâhîm'e, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz! cevabı verildiği bildirilmek sûretiyle, İbrâhîm soyundan olmaları sebebiyle üstünlük iddia eden Yahûdilere önemli bir ders verilmektedir. O günkü İsrâîloğulları'nın bir üstünlüklerinin bulunmadığına yönelik bu ders, başka bir âyette ima yoluyla şöyle hatırlatılmaktadır:

Onlar, gelip geçen bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinedir, sizin kazandıklarınız da kendinizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu olmazsınız. (Bakara/134)

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre İbrâhîm peygamber, Nûh peygamberden sonra, İslâm'ın evrensel mesajını yaymakla görevlendirilen ilk peygamber olup, bu görevi yerine getirmek için üstün gayretler göstermiştir. Çocuklarından ve torunlarından Allah'ın ahdine uyanların elçi, önder yapıldığı İbrâhîm peygamber, bu görevi hakkıyla yapabilmek ve sürdürebilmek için oğullarından İshâk'ı Sûriye ve Filistin'e; İsmâîl'i Arabistan'a göndermiş, kendisi de Sûriye, Filistin, Mısır ve Arabistan'a gitmiştir. Kitab-ı Mukaddes, İbrâhîm'in, başka eşinden olan çocuklarını da doğuya gönderdiğinden bahsetmektedir:

İbrâhîm bir kadınla daha evlendi. Kadının adı Ketura'ydı. Ondan Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, İşbak, Şuah adlı çocukları oldu. Yokşan'dan da Şeva, Dedan oldu. Dedan soyundan Aşurlular, Letuşlular, Leumlular doğdu. Midyan'ın Efa, Efer, Hanok, Avida, Eldaa adlı oğulları oldu. Bunların hepsi Ketura'nın soyundandı. İbrâhîm, sahip olduğu her şeyi İshâk'a bıraktı. Câriyelerinin oğullarına da armağanlar verdi. Kendisi sağken bu çocukları oğlu İshâk'tan uzaklaştırıp doğuya gönderdi.[95]

İBRÂHÎM'İN SORUMLU TUTULDUĞU KELİMELER

Âyetteki, Ve hani Rabbi İbrâhîm'i, birtakım kelimeler ile belâlandırmış [sınamış], o da onları tam olarak yerine getirmişti ifadesinden, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı anlaşılmaktadır.

Belâ kelimesinin sözlük anlamı, “yıpratmak, bitkin düşürmek”tir. Sınanmak veya denenmek de insanı yıpratan bir süreç olduğu için, bu sözcük zamanla “belâ” sözcüğü yerine kullanılır olmuştur.

Yüce Allah fert ve toplumları bazan sıkıntılara, zorluk ve darlıklara maruz bırakabilir, ki bunlar, bir bakıma insana verilen belâ hükmündedir. Bu sınamanın/denemenin nedeni, insanların akıllarını başlarına almalarını, yanlış yolda olanların istikâmetlerini düzeltmelerini, isyan içerisinde olanların Allah'a itaate dönmelerini sağlamaktır. Dinin emir ve yasakları da bir anlamda belâdır. Çünkü bazı emirler insan bedenine zorluk verir, bazı yasaklar ise nefisleri disiplin altına alır. Böyle durumlarda insanların iyisi ile kötüsü, şükredeni ile nankörü belli olur. Belâ sözcüğü ile ilgili olarak şu âyetler incelenebilir: Bakara 49, 155-156, 249; Sâffât/106; Duhân/33; Mâide/48, 94; En‘âm/165; Âl-i İmrân/152, 154, 186; A‘râf/141, 163, 168; Enfâl/17; Yûnus/30; Hûd/7; Mülk/2; Muhammed/4, 31; Enbiyâ/35; Kehf/7; Neml/40; Fecr/15-16; Nahl/92; İnsan/2; Ahzâb 11; İbrâhîm 6.

Bu “belâlandırma”, Kur’ân'da bazı yerlerde “fitnelendirme” olarak yer almaktadır. Bu konu ile ilgili detay için, Sâd sûresi'nin sonundaki “Fitne” başlıklı yazımıza bakılabilir.[96]

Özetle ifade edilecek olursa, belâlandırma ya da fitnelendirme, “zorlu-sıkıntılı bir eğitim ve öğretimden geçirerek olgunlaştırıp arındırmak” demektir.

Demek oluyor ki İbrâhîm peygamber de, önder olabilmek için zorlu bir eğitim ve öğretimden geçtikten sonra önder kılınmıştır. Ayrıca, bu âyetten, gerekli donanıma sahip olmayan kimselere kamu görevi verilmemesi gerektiği mesajı da çıkarılabilir.

Birçok kaynakta, İbrâhîm peygamberin belâlandırıldığı bu kelimelerin; sünnet olmak, etek tıraşı olmak, tırnak kesmek, bıyıkları ve saçları kısaltmak, koltuk altı ve kasık kıllarını yolmak, saçları ortadan ayırmak, misvak kullanmak ve tuvalet sonrası su ile temizlenmek gibi şeyler olduğu yolunda iddialar ileri sürülmüş, bunlar da Rasûlullah'a fatura edilmiştir.

Kur’ân'dan anlaşıldığına göre bu kelimeler, “İbrâhîm'in yerine getirmekle yükümlü tutulduğu görevler”dir. Nitekim o, yeri gelmiş tevhid uğruna sıkıntılara maruz kalmış, çoluk-çocuğunu mağdur etmiş, yeri gelmiş tüm servetinden olmuş, ama daima Allah için hizmete koşmaya devam etmiş, görevinde kusur etmemiştir. Bu sebeple de Allah İbrâhîm'i övmüştür:

Ya da haberlenmedi mi Mûsâ'nın sayfalarındakiler ile ve de o çok vefalı İbrâhîm'in sayfalarındakiler ile? (Necm/36-37)

Şüphesiz İbrâhîm içtenlikle Allah'a boyun eğen, hanif [dönmüş], O'nun [Allah'ın] nimetlerine şükreden başlı başına bir ümmet idi. Ve o, müşriklerden olmadı. Ve O [Allah], o'nu seçti ve dosdoğru yola kılavuzladı. Ve Biz o'na [İbrâhîm'e] dünyada iyilik-güzellik verdik. Ve şüphesiz o, âhirette de kesinlikle sâlihlerdendir. Sonra sana, “Hanif olan ve müşriklerden olmayan İbrâhîm'in milletine tâbi ol” diye vahyettik. (Nahl/120-123)

De ki: “Şüphesiz Rabbim, beni doğru yola kılavuzladı; dimdik ayakta duran bir dine, hanif İbrâhîm'in milletine. O [İbrâhîm], ortak koşanlardan olmamıştı.” (En‘âm/161)

İbrâhîm Yahûdi ve Hristiyan değildi. O müslüman bir hanifti. O, müşriklerden de değildi. Şüphesiz, insanların İbrâhîm'e en yakın olanları, elbette o'na uyanlar, bu Peygamber, ve şu iman eden kimselerdir. Allah mü’minlerin velîsidir [yakın olanı, yardım edeni, yol göstereni, koruyanıdır]. (Âl-i İmrân/67-68)

Hiç kuşkusuz İbrâhîm de o'nun [Nûh'un] grubundandı. Hani o Rabbine selim bir kalple gelmişti. Çünkü o [İbrâhîm], yıldızlara öyle bir bakış baktı ki! Sonra da ‘Şüphesiz ben hastayım [sancılıyım, fikir sancısı çekiyorum]’ dedi. Hani o, babasına ve toplumuna, “Siz neye kulluk ediyorsunuz? Allah'ın astlarından birtakım uydurma ilâhları mı istiyorsunuz? Peki, âlemlerin Rabbi hakkında kanaatiniz nedir?” demişti. Bunun üzerine onlar [babası ve kavmi], o'ndan [İbrâhîm'den] arkalarını dönerek geri durdular [o'nunla ilişkiyi kestiler]. Sonra da o, onların ilâhlarına sokulup, “Yemez misiniz/nasiplenmez misiniz? Neyiniz var ki, konuşmuyorsunuz?” dedi. Hemen sağ eliyle/yemini nedeniyle bir vuruşla sokuldu. Bir süre sonra, onlar [İbrâhîm'in halkı] koşarak İbrâhîm'le yüzyüze geldiler. O [İbrâhîm], ‘Elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? Oysaki sizi ve yaptığınız şeyleri Allah yaratmıştır’ dedi. Onlar, “Şunun için bir duvar yapın da bunu cahîmin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!” dediler. Onlar, o'na [İbrâhîm'e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. Ve o [İbrâhîm], ‘Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek: Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet!’ demişti. Bunun üzerine Biz, İbrâhîm'e yumuşak huylu bir delikanlıyı müjdeledik. Sonra ne zaman ki o [müjdelenen çocuk] o'nunla birlikte koşacak duruma/o'nunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman o [İbrâhîm], “Oğulcuğum! Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor [helak; perişan, mağdur ediyor] görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?” dedi. O [oğlu], “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşaallah beni (sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere) sabredenlerden bulacaksın” dedi. Sonra ne zaman ki ikisi de islâmlaştılar ve O [İbrâhîm], o'nu alnı üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz o'na, “Ey İbrâhîm! Sen o rüyayı kesinlikle onayladın” diye seslendik. –Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] işte o'nun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz.– Şüphesiz bu [oğulu yüzüstü bırakma işi], kesinlikle apaçık bir belâdır. Ve Biz o'na [İbrâhîm'e], bu boğazlayacağı [helak; perişan, mağdur edeceği] çok büyük şey karşılığında/sebebiyle bedel [bahşiş] verdik. Ve sonradan gelenler içinde o'nun hakkında ... bıraktık. Selam olsun İbrâhîm'e! İşte Biz iyilik-güzellik üretenleri o'nun gibi ödüllendiririz. Şüphesiz o, Bizim inanan kullarımızdandır. Ve Biz o'na sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk'ı müjdeledik. Ona [İbrâhîm'e] ve İshâk'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de iyilik-güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine zulmeden vardır. (Sâffât/83-113)

Ve andolsun ki, Biz daha önce İbrâhîm'e rüşdünü vermiştik. Ve Biz o'nu bilenler idik. Hani o [İbrâhîm], babasına ve kavmine, “Israrla kendisine tapınıp durduğunuz heykeller nedir?” demişti. Onlar, “Biz atalarımızı bunlara tapanlar olarak bulduk” dediler. O [İbrâhîm], “Andolsun ki sizler ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz” dedi. Onlar, “Sen bize hakkı mı getirdin, yoksa sen oyun oynayanlardan mısın?” dediler. O [İbrâhîm] dedi ki: “Bilakis, Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları O yaratmıştır. Ben de buna şâhitlik edenlerdenim. Allah'a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra, ben putlarınıza kesinlikle bir tuzak kuracağım.” Sonra da o [İbrâhîm], ona müracaat etsinler diye kendilerine ait büyükleri dışında bunları parça parça etti. Onlar [kavmi], “Bizim tanrılarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, kesinlikle zâlimlerdendir” dediler. Onlar [bazıları], “Onları anıp duran bir genç duyduk. Onun için ‘İbrâhîm’ deniliyor” dediler. Onlar, “O hâlde o'na tanık olmaları için o'nu [İbrâhîm'i] insanların gözleri önüne getirin” dediler. Onlar, “Ey İbrâhîm! Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın?” dediler. O [İbrâhîm], “Aksine, onu şu büyükleri yaptı. Konuşabiliyorlarsa haydiyin onlara sorun” dedi. Bunun üzerine kendi kafalarına [vicdanlarına] döndüler de, “Şüphesiz siz, zâlimlerin ta kendisisiniz” dediler. Sonra onlar yine kendi kafalarına döndüler, “Andolsun ki bunların konuşmayacağını bilirdin” dediler. O [İbrâhîm], “O hâlde, Allah'ın astlarından size hiçbir şeyce fayda vermeyen ve size zarar vermeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Size de, Allah'ın astlarından taptıklarınıza da üff [yazıklar olsun]! Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi. Onlar [kavmi], “Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin” dediler. Biz, “Ey ateş! İbrâhîm'e karşı soğuk ve güvenli ol” dedik. Ve o'na bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık. (Enbiyâ/51-70)

İbrâhîm'i de (elçi gönderdik/kurtardık). Hani o, kavmine, “Allah'a ibâdet edin ve O'na takvâlı davranın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır Şüphesiz siz Allah'ın astlarından birtakım taştan, ağaçtan putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Haberiniz olsun ki o, sizin Allah'ın astlarından mabut diye taptıklarınız, sizin için bir rızık vermeye güç yetiremezler. Onun için rızkı Allah yanında arayın ve O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Yalnızca O'na döndürüleceksiniz” demişti. Sonra o'nun [İbrâhîm'in] toplumunun cevabı, yalnızca, “Onu öldürün veya tahriq edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah o'nu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır. Ve o [İbrâhîm] dedi ki: “Siz, sırf aranızdaki dünya hayatında sevgi için Allah'ın astlarından birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü, kiminiz kiminizi tanımayacak, kiminiz kiminizi lânetleyecektir. Varacağınız yer de cehennemdir. Ve sizin için yardımcılardan da yoktur.” Bunun üzerine o'na Lût inandı. Ve o [İbrâhîm] dedi ki: “Ben Rabbime hicret ediciyim. Şüphesiz O, azîz ve hakîm'in ta kendisidir. Ve Biz o'na İshâk'ı ve Ya‘kûb'u bağışladık. Ve soyu içinde peygamberlik ve Kitap kıldık. Ve Biz o'na dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir. (Ankebût/16-27)

Konumuz olan 124. âyetteki, Benim ahdim zâlimlere ulaşmaz ifadesiyle, kamu görevi üstlenecek olanlarda, “güç”ün yanında İbrâhîm'e ait niteliklerin de aranması gerektiği mesajı verilmektedir. Yani, “İbrâhîmî sıfat” taşımayanlar, kamu görevi üstlenmeye ehil sayılmamalı, onlara kamu görevi verilmemelidir.

125. Ve Biz bir zaman bu Beyt'i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. –Siz de İbrâhîm'in makamından bir musallâ [salât gerçekleştirilecek yer] edinin.– Ve Biz İbrâhîm ile İsmâîl'e, “Beytimi, dolaşanlar, ibâdete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık.

126. Ve bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvalarla rızıklandır” demişti. O [Allah] dedi ki: “Küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”

127-129. Ve hani İbrâhîm ve İsmâîl Beyt'ten temelleri yükseltirler: “Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için islâmlaştıran kıl. Soyumuzdan da senin için islâmlaştıran bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, azîz'in hakîm'in ta kendisisin.”

Bu âyet grubunda, İbrâhîm peygamberin Arabistan yöresindeki hayatından kesitler verilmiştir.

125. âyette ilk olarak Beyt'in [Ka‘be'nin] yapılışı hakkında bilgi verilmekte; Beyt'in İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler yapıldığı ve onlara; onu tavaf edenler, orada kulluğa kapananlar, orada rükû ve secde edenler için Beyt'in tertemiz tutulması görevinin verildiği bildirilmektedir.

125. âyette, Ka‘be'nin işlevi konu edilmekte, “Beyt'in insanlar için bir mesabe [sevap kazanma yeri/sık gidilip gelinen yer] ve güven yeri” kılındığı beyân edilmektedir.

Bu işlev, bir başka âyette daha bildirilmiştir:

Şüphesiz, insanlar için mübarek ve âlemlere yol gösterme olarak konulan ilk ev, Bekke'dekidir [Mekke'dekidir]. Onda apaçık deliller; İbrâhîm'in makamı vardır. Oraya kim girerse güvende olmuştur. Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt'i haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden zengindir. (Âl-i İmrân/96-97)

İbrâhîm peygamberin Ka‘be ile ilgili görevini bildiren ve Ka‘be'nin işlevini açıklayan bir başka âyetten ise, hacc görevinin de ilk olarak İbrâhîm peygamber ile başladığı anlaşılmaktadır:

Ve hani Biz, bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada kıyam edenler [zulme baş kaldıranlar], rükû edenler, secde edenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait birtakım menfaatlere tanık olmaları ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde O'nun adını anmaları için insanlar arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş [yorgun düşmüş] binekler üstünde her derin vâdiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski Ev'de/Özgür Ev'de [Ka‘be'de] dolaşsınlar” diye, o Ev'in [Ka‘be'nin] yerini, İbrâhîm için hazırlamıştık. –(...) Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun.– (Hacc/26-29)

Binanın hazırlanmasından sonra İbrâhîm peygamber, –126-129. âyetlerde bildirildiği gibi– Allah'a şöyle yakarmıştır: Rabbim! Burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah'a ve son güne inananları meyvelerle rızıklandır. Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için islâmlaştıran kıl. Soyumuzdan da senin için islâmlaştıran bir ümmet kıl [getir]. Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tevbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tevbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta kendisisin. Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara Senin âyetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, azîz'in hakîm'in ta kendisisin.

İbrâhîm peygamberin bu niyazının bir benzeri de şu âyetlerde zikredilmiştir:

Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmamızdan uzak tut! Rabbim! Şüphesiz onlar [putlar] insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Şimdi kim bana uyarsa, artık o, şüphesiz bendendir; kim bana karşı gelirse… artık Sen şüphesiz çok bağışlayan ve çok merhamet edensin. Rabbimiz! Şüphesiz ben çocuklarımdan bir bölümünü salâtı ikâme etmeleri için, Senin dokunulmazlaşmış Ev'inin yanında, ekinsiz bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz! Şükretmeleri için artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir. Ve onları bazı meyvelerden rızıklandır. Rabbimiz! Şüphesiz Sen bizim gizlediğimiz şeyleri ve açığa vurduğumuz şeyleri bilirsin. –Ve yerde ve gökte, hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz.– İhtiyarlık hâlimde bana İsmâîl'i ve İshâk'ı lütfeden Allah'a hamd olsun. Şüphesiz ki Rabbim duamı çok iyi işitendir. Rabbim! Beni salâtı ikâme eden kıl! Soyumdan da. Rabbimiz! Duamı da kabul et! Rabbimiz! Hesabın kurulduğu günde benim için, anam-babam için ve mü’minler için mağfirette bulun!” demişti. (İbrâhîm/35-41)

KA‘BE'NİN TÂRİHİ

KUREYŞLİLERİN KA‘BE'Yİ İNŞASI

İbn İshâk der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihâyet onlara Yahûdilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: “Ben Allah'ım. Bekke'nin [Mekke'nin] Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar var ettim. Buranın çevresini saran iki dağ [Ebû Kubeys ve el-Ahmer dağları] zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır.”

ABDULLAH B. EZ-ZÜBEYR İLE HACCAC DÖNEMİ

Şamlılar [Emeviler], Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka‘be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka‘be'yi yıktı ve Hz. Âişe'nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya 5 ziralık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka‘be'nin yüksekliği 18 zira idi. Ona Hicr'den bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da 10 zira daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka‘be'ye iki de kapı yaptırdı. Müslim'in Sahîh'inde bu şekilde belirtilmektedir. Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.

Rivâyet edildiğine göre Hârûn er-Reşîd, Mâlik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka‘be'yi yıkmak ve Peygamber'den (s.a) gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Mâlik de ona şöyle demiştir: “Allah adına sana and veriyorum ey mü’minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı hâline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olur.”[97]

KA‘BE'NİN ALLAH'IN EVİ OLMASI

Âyetlerde Allah, Ka‘be'yi “Evim” diye zâtına izafe ederek, bu Ev'in şerefine, değerine ve önemine işaret eder. Bizzat Allah'a izafe edilen şeyler üzerinde kimse hakk sahibi değildir. Orası Allah'ındır. Orada hükümdarlık, hükümranlık sökmez. Tüm mescidler de aynen Ka‘be gibi Allah'ındır. Özellikle Ka‘be'nin söz konusu edilmesi ise o sırada başka bir mescid olmadığından veya saygınlığı daha büyük olduğundan dolayıdır.

Ve şüphesiz ki mescidler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın. (Cinn/18)

Allah'ın, içersinde Kendi isminin yücelmesine ve zikredilmesine izin verdiği evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş, Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. (Nûr/36-38)

Beytullâh'ın diğer bir ismi de, Mescid-i Harâm'dır [dokunulmaz mescid'dir].

Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Harâm yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir. (Bakara/191)

Fonksiyonlarını açıkladığımızda da görüleceği gibi Ka‘be, insanlık için açılmış ilk okuldur. Oranın ilk öğretmenleri olan İbrâhîm ve İsmâîl peygamberler orada insanlığa tevhidi, şirke karşı direnmeyi ve onurlu yaşamayı öğretmişlerdir. Âyetten anlaşıldığına göre bu okul, özerk olup burada kimsenin sultası yoktur. Öyleyse tüm öğretim kurumları da bu nitelikte olmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu âyetlerde konu edilen temizlik; Ka‘be'nin süpürülmesi, tozunun alınması, yıkanması, bahçesinin bakımı demek olmayıp, Allah dışında tapılan her şeyin yok edilmesi, orada Allah'tan başkasının adının anılmaması demektir. Çünkü orada, başka birine ibâdet veya yardım için başka bir ismin anılması evi kirletir. Mescidin niteliği Tevbe sûresi'nde net olarak açıklanmıştır:

Ve şu, zarar vermek, kâfirlik etmek, müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Elçisi'ne karşı savaş açmış olanlara gözcülük etmek için mescid yapan kimseler, “Biz en güzelden başka bir şey istemedik” diye yemin de ederler. Allah da tanıklık eder ki, şüphesiz bunlar, kesinlikle yalancılardır. Sen orada ebediyen dikilme [görev yapma]! İlk gününde takvâ üzerine kurulan mescid, elbette içinde dikilmene [görev yapmana] daha lâyıktır. Onun içinde arınmayı seven olgun kişiler vardır. Allah da arınıcıları sever. Peki, temelini Allah'tan takvâ ve hoşnutluk üzerine kurmuş olan kimse mi hayırlıdır, yoksa temelini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehennemin ateşine yuvarlanan mı? Ve Allah, zâlimler toplumuna kılavuz olmaz. Onların kalpleri parça parça olmadıkça, o kurdukları temelleri, kalplerinde bir kuşku olarak kalacaktır, kaybolmayacaktır. (Tevbe/107-110)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla