Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:30 PM   #14
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

109-112.Firavun’un toplumundan ileri gelenler, “Kesinlikle bu çok bilgili büyüleyici, etkin bir bilgindir. O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” dediler. Firavun, “O hâlde siz ne emredersiniz?” dedi. Onlar: “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder. Bütün çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginleri sana getirsinler” dediler.

Mûsâ peygamberin burada ismi verilmeyen kardeşi, konuyla ilgili diğer Âyetlerden öğrendiğimize göre, Hârûn’dur. Mûsâ peygamber ile kardeşi Hârûn’un muhatapları ise, konuşmalardaki çoğul ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla Firavun ve kavminin ileri gelenleridir. Firavun, Mûsâ peygamber ile ilgili kararları kendi suç ortakları olan ileri gelenler kesimi ile istişare ederek vermekte, onlara danışmadan tek başına hareket etmemektedir.

MÛSÂ PEYGAMBERİN FİRAVUN İÇİN TEHLİKE OLUŞU:

Sihirbazlığın Mısır’da yaygın ve dolayısıyla sihirbazların fazla sayıda olmasına rağmen Mısır ileri gelenlerinin Mûsâ peygamber hakkında Muhakkak bu çok bilgili bir sihirbazdır. O, sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor demeleri ve onu kendileri için büyük bir tehdit olarak kabul etmeleri ilginçtir. Çünkü Mûsâ peygamberin gösterdiği mu’cizeler -ne kadar etkilenseler de- neticede onların gözünde bir sihirdir ve Mısır’da sihirle uğraşan pek çok sihirbaz bulunmaktadır. Üstelik Mûsâ peygamber köleleştirilmiş İsrâîloğullarının bir ferdidir. Köle soyundan gelen birinin pek çok kişi tarafından yapılan bir işi yapıyor olması, onun bu derecede bir tehdit olarak algılanmasını gerektirmemektedir.

Bizim görüşümüze göre, saray çocuklarıyla birlikte eğitim almış olan Mûsâ peygamberin temiz, güçlü bir karaktere ve üstün yeteneklere sahip olduğunu bilen Mısır ileri gelenleri, âlemlerin Rabbinin Elçisi olduğunu iddia eden Mûsâ peygamberin, taleplerinde geri adım atmayacağını ve kesinlikle uzlaşmaya yanaşmayacağını anlamışlardır. Böyle bir peygamberin varlığı ve onun çevresinde kendisine inananlardan oluşmuş bir halk kitlesinin toplanmış olması ise, yönetim düzeni dâhil mevcut hayat sisteminin tamamen değişmesi, yani tam bir inkılâp demektir. Mûsâ peygamberin bir tehdit olarak algılanmasının asıl sebebi budur.

Bir diğer sebep de, Mûsâ peygamberin gösterdiği mu’cizeler karşısında ileri gelenlerin onun sıradan bir sihirbaz olmadığını anlayarak dehşet ve korkuya kapılmaları ve onun arkasında gerçekten doğaüstü bir gücün olduğuna inanmalarıdır. Gerçekten de Mûsâ peygamberi sıradan bir sihirbaz olarak görmüş olsalardı, kesinlikle ondan korkmaz, büyük değişimleri gerçekleştirebileceğinden tedirgin olmaz ve onu kendileri için yakın bir tehlike saymazlardı. Çünkü sihir hiçbir zaman devrimci hareketlerin ateşleyicisi olmamış, hiçbir sihirbaz da sihir gücüyle yönetime el koymamıştır.

İleri gelenlerin uyarılarından hemen sonraki gelişmeleri Tâ-Hâ Sûresinden öğreniyoruz:

57,58.Firavun: “Ey Mûsâ! Sen etkili bilginle bizi topraklarımızdan çıkarmak için mi geldin bize? O hâlde biz de senin etkili bilgin gibi bir etkili bilgi ile sana geleceğiz. Şimdi bizimle senin aranda bir buluşma zamanı/yeri belirle ki; bizim ve senin karşı çıkmayacağımız düz ve geniş bir yer olsun” dedi.

59.Mûsâ: “Sizinle buluşma zamanı, tören, şenlik günü ve insanların toplanacağı kuşluk vaktidir” dedi.

60.Bunun üzerine Firavun sırt çevirdi de düzenlerini-planlarını topladı, sonra geldi.

(Tâ-Hâ: 57–60)

113,114.Ve o çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler Firavun’a geldiler: “Eğer galip gelen/ yenen biz olursak, gerçekten bizim için büyük bir ödül olacak/ olacak mı?” dediler. Firavun, “Evet” dedi, “siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da.”

113. Âyette sihirbazların sözlerini ihtiva eden cümle “haber cümlesi” niteliğindedir. Aynı sözlerden oluşan Şu’arâ Sûresi’nin 41. Âyetinde ise bir “soru cümlesi” niteliğindedir. Bazı kurralar bu Âyetteki إنّ - inne sözcüğünü ائن - einne olarak okumak sûretiyle bu Âyeti de “soru cümlesi” hâline getirmişlerdir.[59] Ancak biz bu cümleyi “haber cümlesi” olarak değerlendiriyoruz. Buna göre, sihirbazların sözleri Bizgalip gelirsek bize büyük bir ödül vereceksin değil mi? şeklinde Firavun’la pazarlık yapar mahiyette değil, kazandıkları takdirde ünlerinin yayılıp işlerinin artacağı ve Firavun tarafından da fazlasıyla ödüllendirilecekleri inancını yansıtan, kısaca bu işten büyük bir kârla çıkacakları şeklindeki kanaatlerini bildirir mahiyettedir.

Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin sözleri içinde geçen اجرا - ecren sözcüğünün nekre[belirtisiz] olması, sözcüğün anlamına çokluk ve büyüklük kazandırdığı için “büyük bir karşılık, ödül” olarak çevrilmiştir.

Bu hadisenin başka Âyetlerdeki anlatımlarından olayın bazı bölümlerinin burada hazfedildiği anlaşılmaktadır. Mesela Şu’arâ Sûresi’ndeki anlatımda Firavun’un kavmin ileri gelenlerinin görüşleri doğrultusunda civar şehirlere haberciler, toplayıcılar saldığı ve çok sayıda sihirbazı gösteri meydanına getirttiği ifade edilmektedir. Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin 113. Âyette nakledilen eğer galip gelen biz olursak, gerçekten, bizim için büyük bir ücret [ödül] olacak/olacak mı? şeklindeki sözleri, bu toplantı anında söylenmiş sözlerdir. Firavun’un onları tasdikle dikten sonra bir de onlara Siz kesinlikle yakınlaştırılmışlardan olacaksınız da demesi ise, bu sözde bilginlere beklentilerinin çok üstünde bir ödül vaat ettiğini göstermektedir: Saray’a girmek ve sarayda yer almak gibi.

38.Böylece, etkin bilginler belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi.

39.İnsanlara da, “Siz toplanıyor musunuz?” denildi.

40.–“Bizim etkin bilginlere uymamız için, kendilerinin galip gelen kimseler olmaları gerekir!”–

41.Etkin bilginler geldiklerinde Firavun’a: “Şâyet biz üstün gelirsek, kesinlikle bize bir ücret var mı?” dediler.

42.Firavun: “Evet, o takdirde siz, hiç şüphe yok ki, yakınlardan olacaksınız” dedi.

(Şu’arâ: 38-42)

115.Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler: “Ey Mûsâ! Sen mi tezini ortaya koyacaksın, yoksa tez ortaya atanlar biz mi olalım?” dediler.

116.Mûsâ: “Siz tezinizi ortaya atın” dedi. Onlar atınca da insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Ve büyük bir etkin hüner gösterdiler.

117.Biz de Mûsâ’ya, “Sen de birikimini ortaya atıver” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdükleri şeyleri süratle yakalayıp yutuyor.

BÜYÜK GÖSTERİ:

Daha fazla ayrıntı içermesi sebebiyle gösteriyi önce Tâ-Hâ Sûresinden takip etmekte yarar vardır. Örnek Âyet:

65.Etkili bilginler: “Ey Mûsâ! Ya sen ortaya koyacaksın veyahut ilk ortaya koyan kişiler biz olalım” dediler.

66.Mûsâ: “Tam tersi, siz ortaya koyun” dedi. Bir de ne görürsün! Onların birikimleri, eski inançları ve tezleri/çer-çöpleri/eften püften bilgileri, yaptıkları sihirden/hünerli gösterimden ötürü gözünde büyüdü.67Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku hissetti.

68,69.Biz: “Korkma, şüphesiz sen; en üstün olan sensin: Sen sahibi olduğun birikimi ortaya koy; o, onların yapıp ürettiklerini yutsun dursun. Şüphesiz onların yaptıkları ancak bir göz boyayıcısı hilesidir. Göz boyayıp etkileyen kişi ise, her nereye giderse gitsin zafer kazanamaz, başarılı olamaz” dedik.

(Tâ-Hâ: 65–69)

Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin, centilmenlik gibi gözüken Ey Mûsâ! Sen mi atacaksın yoksa atanlar biz mi olalım sözleri, kendilerine duydukları güvenden kaynaklanmaktadır. Nitekim Tâ-Hâ Sûresindeki ifadelerden, çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerin ileri sürdükleri tezlerle herkesi heyecanlandıran ve korkutan bir gösteri sundukları anlaşılmaktadır. Ancak Mûsâ peygamberin önceliği onlara vermesi sayesinde halk, biraz önce etkilendikleri gösterinin aslında düzmece bir hünerden ibaret olduğunu görmüş ve böylece çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginlerın yaptıkları basit bir gösteri konumuna düşmüştür.

118.Böylece hak yerini buldu ve Firavun ve ileri gelenlerin bütün yaptıkları boşa gitti, işe yaramadı.

119.Firavun ve ileri gelenler, artık orada mağlup oldular ve küçük düşmüş bir toplum olarak geri döndüler.

Gösteri onu düzenleyenlerin hüsranıyla bitmiş, plânları ters tepen ve halkın karşısında küçük düşen Firavun ve avenesi, yenilmiş ve kahrolmuş bir halde oradan ayrılmışlardır.

120-122.Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler ise boyun eğip teslim olmuş kimseler hâlinde bırakıldılar. “Âlemlerin Rabbine; Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine iman ettik” dediler.

Bu yenilginin Firavun ve yandaşlarını perişan ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü bin bir emek ve masrafla getirilen bilginler, yenildikleri yetmezmiş gibi bir de gösterinin sonunda Mûsâ peygambere inandıklarını söylemişlerdir. Bilginlerin derhal imana yönelmeleri, akıllı ve bilinçli kişiler olarak Mûsâ peygamberin gösterdiği Tevrat’tan aktardığı ayetlerin basit birer aldatıcı bilgi olmadığını hemen anlamış olmalarıdır. Zira bir şeyin mahiyeti; iyi olup olmadığı, en iyi bizzat o işin ustaları tarafından anlaşılabilecek bir durumdur.

Bilginlerin Firavun’a karşı bir meydan okuma mahiyetindeki Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine iman ettik sözleri, bilgi ile oluşmuş bir imanı göstermektedir. İmanlarını ikrar etmeden önce dile getirdikleri Âlemlerin Rabbine ifadesi ise, kendisini âlemlerin rabbi olarak gören Firavun tarafından yanlış anlaşılmasının önüne geçmek içindir.

123-126.Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle asacağım.” Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler de dediler ki: “Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.” –“Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!”–

119. Âyette, Mûsâ peygamberin karşısına çıkarılan nilginlerin, ortaya konan ayetlerin sihir olmadığını anlayıp iman etmeleri üzerine, Firavun ve avenesinin gösteri mahallini terk ettiği bildirilmişti. Bu yenilgiyi kabul etmeyen Firavun, yeni oyunlar tertiplemek üzere tekrar sahneye çıkmıştır. Bilginlerin Mûsâ peygamberle el altından anlaşmış olduğunu iddia eder ve bilginlere tehditler yağdırır: “Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle asacağım.”

124. Âyetteki لاقطّعن - leugattı’anne ve لاصلّبنّ - le-usallibenne sözcükleri, yapı itibarıyla “çokluk” ifade ettiği için sözcükler “kesilmenin” ve “asılmanın” en kötüsünü ifade etmektedir.

Ne var ki, Firavun’un bu şiddetli tehdidi, mu’cizeyi görüp aklı-selimleriyle imana yönelen sihirbazlar tarafından hiç umursanmamıştır. Aksine sihirbazlar, Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizden intikam alman [cezalandırman] da sırf Rabbimizin Âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır diyerek Allah’a yönelmişler ve Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır dök [yağdır] ve canımızı Müslümanlar olarak al şeklindeki duaları ile teslimiyetlerini ortaya koymuşlardır.

Başka bir ifade ile gösteri öncesi biraz dünyalık peşinde olan sihirbazlar, ilâhî mu’cize karşısında hemen imana gelmişler ve bu imanlarını canları pahasına koruyacaklarını beyan etmişlerdir. Bu davranışlarıyla da, hakikati az bir dünyalıkla değiştirmeyi değil, karşılığı en büyük ödül [cennet] olan hakikatin yanında yer almayı tercih etmişlerdir.

Sihirbazların bu cevapları, zımnen “Senin bizi tehdit etmen umurumuzda bile değil. Nasıl olsa Rabbimize döneceğiz. Ölüm şeklimizin hiçbir önemi yok… Ha yataklarımızda ölmüşüz, ha senin tarafından kesilerek, doğranarak, asılarak ölmüşüz; bizim için fark etmez” anlamına gelmektedir. Senin bizden intikam alman [cezalandırman] da sırf Rabbimizin Âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır şeklindeki sözleri ise dolaylı olarak “Biz Rabbimize iman gibi önemli bir nedenden dolayı öldürülüyoruz; yoksa adî bir suçtan dolayı değil! Bu nedenle, niye tehdidini umursayalım?” mesajını içermektedir.

İyi bilinmelidir ki, eza, cefa ve mihnet, iman ve teslimiyet yolunda yürüyenlerin göze almaları gereken bir durumdur. Nitekim İbrâhîm peygamber de, peygamberimiz Muhammed peygamberde, Ashâb-ı Uhdud’ta bahsedilen müminler de, Yasir, Sümeyye, Bilâl gibi ilk Müslümanlar da hep aynı eza ve cefalara maruz kalmışlardır.

Bu süreçler bundan sonra da böyle devam edecek, inananlar kendilerinden önceki örnekleri gibi daima çeşitli eza ve cefalarla karşılaşacaklardır:

186.Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıçı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir.

(Âl-i İmrân: 186)

39-41.Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi.

Ve şüphesiz ki Allah, onları zafere ulaştırmaya en iyi gücü yetendir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak sûrette, filiz, tomurcuk, ağaçtaki meyve, toplanmış tahıl, bakliyat, kıraç arazide diken, yapılı bina ne varsa hepsi, tüm alış-veriş yerleri; çarşı-pazar, tüm Salat; destek yerleri (iş; istihdam ve istihsal yerleri, eğitim öğretim kurumları ve güvenlik merkezleri) ve içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan mescitler yerle bir edilirdi.

Allah, Kendisine yardım edenlere –kendilerini yurtlandırıp güçlendirirsek salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturan, ayakta tutan], zekâtı/vergilerini veren, örfe uygun/herkesçe kabul gören iyi şeyleri emreden ve vahiy ve ortak akıl ile kötülüğü, çirkinliği kabul edilen şeylerden alıkoyan kimselere– kesinlikle yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, çok güçlüdür, mutlak galiptir. İşlerin sonucu da sadece Allah’a âittir.

(Hacc: 39-41)

4,5.Uhdud’un/şiddetli tutuşturulmuş ateşin ashâbı öldürüldü: 6Hani onlar, onun üzerine oturmuşlar 7ve inananlara yaptıklarına tanık idiler. 8,9Mü’minleri cezalandırmalarının sebebi de, onların yalnız çok güçlü, övgüye lâyık, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan ve her şeye tanık olan Allah’a inanmalarından başka bir şey değildi.

(Bürûc: 4–9)

Gerçekten de kâfirlerin bu tutumları tarih boyunca süregelmiştir. Ancak sihirbazların sözlerini bildiren Âyetler, tehdit altındaki bir Müslüman’ın nasıl davranacağı konusunda iyi bir örnek durumundadır. Peygamberimizin arkadaşlarının savaşa giderken birbirlerine söyledikleri sözler de dikkat çekicidir:

51.De ki: “Hiçbir zaman bize Allah’ın bizim için yazdığından başkası dokunmaz. O, bizim mevlamızdır. Onun için mü’minler, yalnızca Allah’a işin sonucunu havale etsinler.”

(Tövbe: 51)

123–126. Âyetlerdeki olayların Tâ-Hâ Sûresindeki anlatımı şöyledir:

70.Sonunda bütün etkili bilginler, “Mûsâ ile Hârûn’un Rabbine iman ettik” demek sûretiyle boyunlarını uzatıp teslim olmuş durumda bırakıldılar.

71.Firavun: “Ben size izin vermezden önce mi o’na iman ettiniz? Şüphesiz o, size etkili bilgi öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama/arka arkaya keseceğim ve kesinlikle sizi hurma kütüklerine asacağım. Ve hangimizin azap bakımından daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu kesinlikle bileceksiniz” dedi.

72,73.Etkili bilginler: “Bize gelen bu açık kanıtlar ve bizi yoktan yaratana karşı asla seni üstün tutmayız. Ne hüküm vereceksen hadi ver! Sen, ancak bu iğreti dünya hayatına hükmedersin. Şüphesiz biz, hatalarımıza ve bizi etkili bilgiden zorladığın şeye karşı, bizi bağışlasın diye Rabbimize iman ettik. Ve Allah daha hayırlı ve daha kalıcıdır” dediler.

(Tâ-Hâ: 70–73)

127.Firavun toplumundan ileri gelenler de, “Seni ve senin ilâhlarını/ seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ’yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?” dediler. Firavun dedi ki: “Onların oğullarını katledeceğiz; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştireceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz.”

Bu Âyette, Firavun sülâlesinden ileri gelenlerin Firavun’u tahrik ederek onu Mûsâ peygambere ve İsrâîloğullarına karşı kışkırttıkları görülmektedir. Firavun’un cevabı ise, Mûsâ peygamberi değil de İsrâîloğullarını hedef alması bakımından ilginçtir. Firavun’un Mûsâ peygamberi bir tarafa bırakıp İsrâîloğullarına karşı bir güçsüzleştirme plânlaması bize göre iki sebeple açıklanabilir: Firavun, ya halkının güçsüzleştirilmesi hâlinde Mûsâ peygamberin yalnız, desteksiz kalıp kendisine zarar veremeyeceğini düşünmüş ve onu hiç önemsememiştir, ya da getirdiği göstergelerden etkilenerek onun gerçekten Hakk elçisi olduğunu düşünmüş ve üzerine gitmeyi göze alamamıştır.

Firavun’un bu güçsüzleştirme plânı, İsrâîloğulları için yeni bir zulüm döneminin başlayacağı anlamına gelmektedir. Çünkü buna benzer bir zulüm Mûsâ peygamberin doğumundan önce de İsrâîloğullarına uygulanmıştı.

4.Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.

(Kasas/4)

Bu zulümleri uygulayanlar her ne kadar farklı firavunlar da olsalar, zulmetmekteki amaç ve kasıtları birbirinin aynıdır. Bu güçsüzleştirme planı, bu surenin 141. Ayeti, İbrahim/6 Mü’min/ 25 ve Bakara/ 49’da de dile getirilmiştir.

Firavunun planının konu edildiği ayetlerde güçsüzleştirme, “katl (öldürme)” ve “zebh (boğazlama)” ifadeleri yer alır. Bu ifadeleri bu surenin 141. âyetinde tahlil edip meali tespit edeceğiz.

Âyetteki آلهتك - âlihetike = senin ilâhlarını sözcüğü, Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas ve Dahhâk tarafından ve ilâheteke = senin ilâhlığını şeklinde okunmuştur. Ubey kıraatinde ise bu Âyet, etezerü Mûsâ ve gavmehü li-yüfsidü fi’l-arzı ve kâd terakûke en ya’budeke = Mûsâ’yı ve kavmini onlar sana ibadeti terk etmiş oldukları hâlde, yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi terk edeceksin? şeklindedir.

FİRAVUN’UN İNANCI:

Kur’ân’da Firavun’un inancı konusunda bilgi edinilebilecek Âyetler mevcuttur.

51-53.Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: “Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o’nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?” dedi.

(Zühruf: 51–53)

28,29.Ve Firavun ailesinden imanını saklayan bir babayiğit adam: “Bir adamı, Rabbim Allah dediği için öldürecek misiniz? Hâlbuki o, kesinlikle size Rabbinizden delillerle gelmiştir. Ve eğer o, bir yalancı ise bir bakarsın ki o’nun yalanı kendi aleyhine oluvermiştir. Ve eğer doğru ise size yaptığı tehditlerin bir kısmı size isabet eder. Şüphesiz Allah, aşırı giden bir yalancı kişiye kılavuz olmaz. Ey toplumum! Yeryüzünde açığa çıkmış olarak bugün yönetim sizindir. Peki, eğer gelecek olursa Allah’ın hışmından bizi kim yardım edip kurtarır?” dedi.

Firavun: “Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve ben sadece size reşitliğin/akıllı olmanın yoluna kılavuzluk ediyorum” dedi.

30-35.Yine o iman etmiş olan kimse: “Ey toplumum! Şüphesiz ben, sizin hakkınızda Ahzâb’ın günü benzerinden; Nûh toplumunun, Âd’ın, Semûd’un ve daha sonrakilerin maceralarının benzerinden korkuyorum. Ve Allah, kulları için bir haksızlık, yanlışlık istemez. Ey toplumum! Şüphesiz ben, size gelecek o çağrışma-bağrışma/ kaçışma gününden; arkanıza dönüp kaçacağınız günden korkuyorum. Sizin için Allah’tan koruyan biri yoktur. Her kimi de Allah şaşırtırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur. Ve andolsun ki, bundan önce size Yûsuf delillerle gelmişti. O zaman da o’nun size getirdiği şeylerde şüphe edip durmuştunuz. Sonunda o öldüğünde de, “Bundan sonra Allah, asla elçi göndermez” dediniz. Allah, şu kendilerine gelmiş bir güç olmaksızın, Allah’ın âyetleri/alâmetleri/göstergeleri hakkında mücâdele eden, aşırı giden, şüpheci olan kişileri işte böyle şaşırtır. Bu durum, Allah katında ve iman edenler yanında buğz olarak büyüktür. İşte Allah, her böbürlenen zorbanın kalbi üzerine damga basar” dedi.

(Mü’min: 28–35)

Yukarıdaki Âyetler dikkatlice okunduğunda, Firavun’un Allah’ı ve melekleri inkâr etmediği anlaşılmaktadır. Fakat bazıları Firavun’un mübalâğalı iddiasına bakarak onun Allah’ı inkâr ettiği veya kendisini Allah yerine koyduğu anlamını çıkarmışlardır. Oysa Firavun’un Allah’ı göklerin hâkimi olarak kabul ettiği, özellikle Zühruf Sûresi’nin 53. Âyetinden belli olmaktadır. Firavun’un reddettiği husus, Allah’ın Elçiler göndererek emirler bildirmesi ve kendisinin yeryüzündeki hükümranlığına müdahale etmesidir. Çünkü Firavun kendisini teoride bütün insanlığın siyasî anlamda rabbi [hâkimi] olarak görüyor ve hükümranlığını kendisinin Güneş Tanrısının insan şeklindeki sûreti olduğu iddiasına dayandırıyordu. Nitekim bu konuya “Mısır Dini” başlığı altında yer vermiş olan Ana Britannica Ansiklopedisi, Eski Mısır’da firavuna tapınmanın, onun Tanrı’nın oğlu kabul edilmesi sebebiyle olduğunu ve firavunun ülkesini, Mısır tanrıları adına yönettiğini yazmaktadır.[60]

Sonuç olarak, bazıları tarafından ileri sürülmüş olan firavun’un kendisini gerçek ilâh ve Rabb yerine koyduğu tezi, hem Kur’ân’a hem de bilimsel araştırmalara uymamaktadır.

Mûsâ peygamberin Rabbini her şeye hilkatini veren, sonra yol gösteren nitelikleriyle tanıtması üzerine, Firavun, Mûsâ peygambere, o güne kadar değişik yollar izlemiş olan eski kavimlerin âkıbetlerini sorma ihtiyacı duymuştur.

Bize göre Firavun’un bu soruyla asıl söylemek istediği şey şudur:

“Eğer her şeye ayrı ayrı yaratılışını verenden başka Rabb yok ise, yüzyıllardan beri başka ilâhlara tapan bizim atalarımızın hâli ne olacak? Tüm bu insanlar hatalı mıydı? Hepsi azabı mı hak etti? Onların aklı yok muydu?”

Firavun burada, eskiden beri herkesin yanlış inançlar peşinde koşmasının uzak bir ihtimal olduğundan hareket ederek, çoğunluğun gittiği yoldan gitmenin daha doğru olacağına kendisini ve çevresini inandırmak istemektedir.

Hâlbuki Kur’ân, doğru yolda olanların daima azınlıkta kaldığını, çoğunluğun daima yanlış üzerinde, iman etmez ve nankör olduğunu bildirmektedir:

116.Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.

(En’âm: 116)

16,17.İblis, “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, andolsun ki ben, onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım, sonra yine andolsun ki onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenler bulmayacaksın” dedi.

(A’râf: 16–17)

105.Ve göklerde ve yerde nice alâmetler/göstergeler var, onlar ondan yüz çeviren kimseler olarak üzerlerinden gelir geçerler. 106Onların çoğu, ortak koşmadan Allah’a iman etmezler.

(Yûsuf: 105, 106)

128.Mûsâ, toplumuna dedi ki: “Allah’ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. Mutlu son da Allah’ın koruması altına giren kimseler içindir.”

Mûsâ peygamberin zulüm altındaki halkına verdiği mesajı dile getiren bu Âyet sadece İsrâîloğullarına yönelik değil, aslında tüm insanlığa yönelik bir mesajdır.

129.Mûsâ’nın toplumu dediler ki: “Sen bize gelmeden önce de eziyet gördük, sen geldikten sonra da.” Mûsâ dedi ki: “Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı değişime, yıkıma uğratacak ve sizi yeryüzünde onların yerine geçirecektir. Böylece de sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır.”

İsrâîloğullarının Mûsâ peygambere serzenişte bulunarak eskiden beri gördükleri eziyetin o geldikten sonra da azalmadığı şeklindeki cevabı, Mûsâ peygamberin bir önceki Âyette yer alan mesajından pek teselli bulmadıklarını göstermektedir. Mûsâ peygamber onların bu sızlanmalarına Hûd, Sâlih ve Şu’ayb peygamberlerin -bu Sûrenin önceki Âyetlerinde-Allah, …’dan sonra sizi halîfeler kıldı sözleriyle dile getirdikleri Allah’ın değişmez kuralını hatırlatarak cevap vermiştir:

Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helâk edecek ve sizi yeryüzünde halîfe kılacaktır.[onların yerine koyacaktır] Böylece de sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır.

130.Ve andolsun ki Biz, Firavun sülâlesini, düşünüp öğüt alsınlar diye senelerle kuraklıklarla/ senelerce kıtlık ve ürün noksanlığı ile yakaladık.

Bu noktada, yukarıda geçen 94–96. Âyetlerin hatırlanmasında yarar vardır:

94,95.Biz hangi kente bir peygamber gönderdiysek, onun halkını kesinlikle yalvarıp yakarsınlar diye yoksulluk ve darlıkla yakaladık. Sonra kötülüğün yerini iyiliğe değiştirdik; sonunda çoğaldılar ve “Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu” dediler. Bunun üzerine onları hemen, onlar hiç farkında değillerken ansızın yakalayıverdik.

96.Ve eğer o kentlerin halkı inansalardı ve Allah’ın koruması altına girselerdi, elbette üzerlerine gökten ve yerden olan bollukları açardık. Velâkin onlar yalanladılar. Biz de onları yapıp durmakta olduklarına karşılık yakalayıverdik.

(A’râf: 94–96)

Âyette geçen سنين - sinîn sözcüğü, dilbilimcilerin bazılarına göre”seneler”, bazılarına göre de “kuraklıklar” anlamındadır. Sonuçta sözcük “senelerce kuraklık” anlamında kullanılır olmuştur.[61]

Senelerce kuraklık ifadesi tarımla uğraşan kesimin, ürün noksanlığı ifadesi de şehirde oturan tüccarın, memurun, yani Mûsâ peygambere karşı olanların sıkıntılarını, içine düştükleri ekonomik bunalımları ifade etmektedir.

131.Sonra kendilerine iyilik geldiği zaman, “İşte bu bize aittir” dediler. Eğer kendilerine bir kötülük gelirse, Mûsâ ile yanındakilerin uğursuzluğu olarak kabul ederler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındadır. Fakat onların çoğu bilmezler.

Âyetteki “uğursuzluğu olarak kabul ederler” diye çevirdiğimiz يطّيّر - yettayyeru sözcüğünün esas anlamı, “kuş uçurturlar” demektir. Araplar uğursuzluğu kuşlara bağladıkları için, “uğursuzluk” kavramı ile “kuşlar” bir anlamda özdeşleşmiş ve kuş uçurtmaifadesi sözlüklerde “uğursuzluk” karşılığı ile yer almıştır.

Arapların bu konuda yaptıkları özdeşleştirmeye örnek olabilecek kabullerinden bazıları şunlardır:

Yemen tarafından gelen ve “Sanih” diye adlandırılan kuşların uğurlu kabul edilmesine karşılık, Kuzeyden gelen ve “Barih” diye adlandırılan kuşlar uğursuz olarak kabul edilmiştir.
Kuşların karşılıklı ötüşmelerinden veya zamansız ötmelerinden kötü anlamlar çıkartılmış, karga sesi ise “ayrılık” olarak yorumlanmıştır.
Bir ihtiyacın giderilmesi için yola çıkmak gerektiğinde, yuvasında bulunan bir kuşun ürkütülmesi âdet hâline getirilmiştir. Eğer kuş sağ tarafa doğru uçarsa yola çıkılır, sol tarafa uçarsa yola çıkılmaktan vazgeçilirdi.[62]
Aslında cahil kesimin peygamberleri uğursuzlukla itham etmeleri çok eskilere dayanmaktadır. Bu tür ithamlar Mûsâ peygamberden önce Sâlih peygambere de yapıldığı gibi, daha sonra peygamberimize de yapılmıştır:

47.Onlar, “Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz” dediler. Sâlih, “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz” dedi.

(Neml: 47)

77,78.Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikame edin [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturun, ayakta tutun], zekâtı/vergiyi verin” denilenleri görmedin mi/ hiç düşünmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah’a duydukları saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti gibi yahut daha şiddetli olarak insanlara saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyarlar. Ve “Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır. Âhiret ise Allah’ın koruması altına girmiş kişiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ipince bir iplik kadar” bile haksızlığa uğratılmayacaksınız. Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde bulunsanız bile.” Ve onlara bir iyilik isabet ederse, “Bu Allah’tandır” derler, bir kötülüğe uğrarlarsa, “Bu sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bunlara rağmen bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hepten söz anlamayacaklar?

(Nîsâ: 77-78)

Âyetteki onların uğursuzluğunun Allah katından olduğunu bildiren ifade, başlarındaki kıtlık, kuraklık, hastalık gibi musibetlerin Mûsâ peygamber ve ona inananlarla bir ilgisinin olmadığı, bu belâların kendi yaptıkları kötülüklerin bir karşılığı olarak Allah tarafından başlarına Mûsâllat edildiği anlamına gelmektedir.

132.Ve Firavun’un toplumu, “Sen bizi kendisiyle büyülemek için her ne alâmet/ gösterge getirsen de, biz sana inananlar değiliz” dediler.

Bu Âyet, son kararlarını açıklayan Firavun ve sülâlesinin, bâtıl üzerinde ısrar etmek sûretiyle ileri derecede bir yobazlık sergilediklerini göstermektedir. Çünkü bir ülkeye kıtlık getirmenin ve tüm halkını yoksul bırakmanın sihirle mümkün olabileceğini zannetmek -ki en cahil kişi bile bunun olmayacağını bilir- tam bir yobazlık örneğidir. Onların bu yobazlığı Neml sûresinde de dile getirilmiştir:

13.Sonra da âyetlerimiz/alâmetlerimiz/göstergelerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, “Bu apaçık bir göz boyama, insan kandırmadır” dediler.

14.Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapmaları ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–

(Neml: 13–14)

Bazı kaynaklarda ise Mûsâ peygamberin, sihirbazları mağlûp etmesinden Firavun’un denizde boğulmasına kadar geçen sûre içinde (Îbranî kayıtlarına göre 20 yıl) Kıptilerin arasında yaşadığı ve onlara değişik mu’cizeler göstererek davette bulunduğu yer almakta, bu Âyette sözü edilen mu’cizelerin de bunlar olduğu ileri sürülmektedir.

133.Biz de belirli aralıklarla âyetler olmak üzere üzerlerine tufanı, çekirgeleri, haşereleri, kurbağaları ve kanı gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve bir suçlular toplumu oldular.

Bu Âyette Mısırlılara verilen cezalar sıralanmıştır:

Tufan: Sözcük anlamı itibarıyla “etrafı dolaşan, çevreleyen” demektir. İnsanı kuşatan, çevreleyen her türlü felaket için de kullanılır.[63] Bu sözcükten “kolera tipi salgın hastalık” anlamı çıkaranlar da vardır. Ama sözcük “boğan su” anlamında meşhurlaşmıştır. Bundan da anlaşılan aşırı yağışlarla oluşan sel baskınlarıdır.

Çekirgeler: Başta ekinler olmak üzere bütün bitki örtüsüne zarar veren bir canlıdır. Anlaşıldığına göre bir çekirge istilâsı söz konusu olmuş, tarlalardaki, bağ ve bahçelerdeki tüm ürün mahvolmuş, çekirgeler onları açlığa mahkûm etmiştir. Haşere: Bit, pire, tahtakurusu, güve, kene, karınca gibi böcek türü yaratıklardır. Demek ki, Mısır halkı bir dönem de bunların istilâsına maruz kalmıştır.

Kurbağalar: Dere, göl gibi suların çevrelerinde ve bataklıklarda yaşayan hayvanlar olup bunların şehre gönderildiğine dair ifade, oluşan hortum afeti ile yaşadıkları yerlerden sökülüp şehrin üzerine yağdırıldıklarını düşündürmektedir.

Kan: Genellikle su kaynaklarının kana dönüşmesi tarzında yorumlanmışsa da, bunun Zeyd ibn-i Eslem’in öngördüğü gibi “burun kanaması” tarzında bir hastalık olarak anlaşılması bizce daha uygundur.

Yüce Allah tarafından Mısırlılara verilmiş olan bu belâlar, Kitab-ı Mukaddes’te 8-10. Bablarda zenginleştirilmiş olarak ve masalımsı bir anlatımla yer almıştır. İlgi duyanlar oradan okuyabilirler.

134.Ve ne zaman ki, bu azap üzerlerine çöktü: “Ey Mûsâ! Sana olan ahdi/ verdiği söz nedeniyle bizim için Rabbine dua et, eğer sen bizden bu cezayı kaldırırsan sana kesinlikle iman edeceğiz. Ve kesinlikle İsrâîloğulları’nı seninle birlikte göndereceğiz” dediler.

Buradaki الرّجز - ricz = azap sözcüğü ile kastedilen belâ, 133. Âyette sayılan belâlardan daha farklı ve daha beter bir belâ olmalıdır. Çünkü Kıptiler bu azap başlarına gelince dize gelmişler ve bundan kurtulabilmek için Mûsâ peygambere ricaya gitmişlerdir.

135.Ne zaman ki, ulaşacakları belli bir süreye kadar onlardan cezayı kaldırdık, derhal sözlerinden cayıveriyorlar.

Kıptilerin genel karakterlerinin açıklandığı bu Âyette, belâ onlardan uzaklaşır uzaklaşmaz, yeniden cezalandırılabileceklerini hesaba katmadan sözlerinden hemen döndükleri vurgulanarak ne kadar ahlâksız bir toplum oldukları ortaya konmaktadır.

136.Biz de, şüphesiz âyetlerimizi yalanladıkları ve onlardan gâfil olmaları nedeniyle onları cezalandırıp adaleti sağladık. Ve onları bol suda/ nehirde boğduk. 137.O zaafa uğratıla gelmiş/ güçsüzleştirilmiş olan toplumu da bereketlendirdiğimiz yerin her tarafına mirasçı yaptık. Ve böylece Rabbinin, İsrâîloğulları’na olan o pek güzel sözü, sabretmeleri nedeniyle yerine geldi. Biz de Firavun ile toplumunun yapageldikleri sınâî eserlerini ve yükseltmekte oldukları şeyleri yerlebir ettik.

136. Âyette, Firavun ve sülâlesinin birçok suçları bulunmasına rağmen, peygamberlerini yalanlamaları ve Allah’ın mesajını umursamamaları sebebiyle helâk edildikleri bildirilmiştir. Dikkat edilecek olursa, daha önceki kıssalarda helâk edildikleri bildirilen kavimler de aynı sebeple helâk edilmişlerdir.

137. Âyetteki يعرشون - ya’rişûn sözcüğü, يغرسون - yağrisûn olarak da okunmuştur.[64] Bu takdirde anlam “dikmekte, yetiştirmekte oldukları ağaçlar” demek olur. Bundan da Rabbimizin, Firavun ve kavminin yaptığı ev, bina, diktikleri ağaç ve yetiştirdikleri bahçeleri yıktığı anlaşılır.

PEK GÜZEL SÖZ:

137. Âyette Rabbimiz, peygamberlerine inanarak onun tavsiyelerine uyan ve sabır gösteren İsrâîloğullarına lütfettiği şeyi “pek güzel” söz olarak açıklamaktadır. Buradaki “pek güzel söz‘ün” ne olduğu, başka Âyetlerde bildirilmiştir:

5.Biz ise istiyoruz ki, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere armağan verelim, onları önderler yapalım ve onları mirasçılar yapalım. 6Ve onları yeryüzünde sağlamca yerleştirelim, Firavun, Haman ve bu ikisinin askerlerine, onlardan çekinmekte oldukları şeyleri gösterelim.

(Kasas: 5–6)

20,21.Ve hani Mûsâ, toplumuna: “Ey toplumum! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani Allah, içinizden peygamberler gönderdi. Sizi de hükümdarlar kıldı. Ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi. Ey toplumum! Allah’ın size yazdığı temizlenmiş toprağa girin, geriye dönmeyin, yoksa kayba uğrayanlar olarak dönersiniz” dedi.

(Mâide: 20-21)

25-27.Onlar, bahçelerden, pınarlardan, ekinlerden, saygın makamlardan ve içinde safalar sürdükleri nice nimetlerden nicelerini bıraktılar.

28.İşte böyle! Biz onları başka başka toplumlara miras bıraktık.

(Duhân: 25–28)

Bazıları ise Allah’ın İsrâîloğullarına lütfettiği toprakların Mısır toprağı olduğunu, Kıptilerin çıkarılıp oraya İsrâîloğullarının yerleştirildiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak Kur’ân’da buna dair bir ifade olmadığı gibi, tarihte de böyle bir olayın vukuundan söz edilmemiştir.

İsrâîloğullarının kendilerine verilen topraklara yerleştirilmesi, Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/32. bölüm anlatılmıştır.

136-137. Âyetlerdeki olayların başka sûrelerde anlatımı da şöyledir:

77.Ve andolsun, Mûsâ’ya “Yetişilmekten korkmayarak ve saygıyla, sevgiyle ürpermeden/ Firavuna minnet duymadan kullarımı geceleyin yürüt de kendileri için bol suda/nehirde kuru bir yol aç!” diye vahyettik.

78.Firavun ordularıyla hemen onları takip etti de bol sudan/nehirden kendilerini kaplayan şey kaplayıverdi.

79.Ve Firavun toplumunu saptırdı ve doğru yolu göstermedi.

(Tâ-Hâ: 77–79)

39.Firavun, kendisi ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten Bize döndürülmeyeceklerine inandılar.

40.Biz de onu ve askerlerini yakalayıp o bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. Şimdi, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanların sonunun nasıl olduğuna bir bak!

(Kasas: 39–40)

38,39.Mûsâ’da da alâmetler/göstergeler vardır. Bir zaman Biz, o’nu apaçık bir delille Firavun’a gönderdik de Firavun, ordusu, tüm güç kaynakları ile birlikte yüz çevirdi. Ve “Bu, bir sihirbazdır, hatta gizli güçlerce desteklenen/ deli birisidir” dedi.

40.Sonra da Biz, onu ve ordularını yakalayıverdik de onları bol suda/nehirde fırlatıp atıverdik. O ise ayıplanan/ kınayan biridir.

(Zâriyât: 38–40)

Âyetlerde görüldüğü gibi, Firavun ve sülâlesi denizde boğulup yok olmuşlardır. Ama İsrâîloğullarının serüveni yeni bir kıssa ile devam etmektedir:
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla