Tekil Mesaj gösterimi
Alt 2. March 2011, 02:51 PM   #14
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

d. Psikolojik Delil (Dinî Tecrübe Kanıtı)

İnsanın ahlâkî ve psikolojik yapıları Tanrı’nın varlığı için önemli kanıtlardır. İnsan sadece fiziksel ve biyolojik fonksiyonları bulunan bir varlık değildir. Yine o sadece beyni bulunan bilgisayar gibi bir makine de değildir. Yaratıcı ona aklın ve beş duyunun yanında düşünce, tasvir, rüya, tahayyül, sezgi, ilham vb. birtakım özellikler de vermiştir. Bunun yanında o kalp, gönül, vicdan vb. gibi mânevî güçlerle donatılmıştır. İnsan bu güçler sayesinde aşk, sevgi, iyilik, acıma, şefkat veya ülfet gibi iç zenginliklere sahip olmuştur. Sahip olunan bu zenginlikler de insana yüce bir güç tarafından verilmiştir. Aksi takdirde insanın böyle bir zenginliğe sahip olması mümkün değildir.
Sadece insanlarda değil, bütün canlılarda var olan aşk ve sevginin, sadakat ve vefa duygusunun arkasında (kaynağında) Tanrı’nın sevgisi yatmaktadır. Zaten aşk ve sevgi dolu olan Tanrı, insanın karakterine bu hasletleri işlemiştir. İnsanın bunları başka yerden (doğadan) alması mümkün değildir.

İçimizdeki ulvî ve ahlâkî duyguların da bir kaynağı olmalıdır. Bu kaynak da Tanrı’nın bizzat kendisidir. Meselâ canlı varlıklardaki anne şefkatinin karşısında duygulanmayan bir kişi düşünülemez. Böyle bir şefkatin karşısında Tanrı’yı hatırlamayan bir kişinin de vicdanından söz edilemez. Ne yazık ki insan Tanrı’nın kendine verdiği bu güzel hasletleri bazan unutmakta, ihmal etmekte ya da yerlerine kin ve nefreti koymaktadır. Mevcut aşk ve sevgi düzenini bozarak bir başkasına karşı insafsızca muamele de bulunabilmektedir. Ancak her şeye rağmen bu noktada dahi birçok insan kendini bırakmamakta, yaşama küsmemekte, inancını yitirmemekte ve ayakta kalabilmektedir. Bütün bunların kaynağında da Tanrı inancının yattığı muhakkaktır.

İnsanı Tanrı’nın varlığına götüren bir diğer kanıt da yaşamış olduğu psikolojik durumlardır. Bu durumların büyük çoğunluğu da temelde mistik olan dinî tecrübelerdir. Dinî tecrübeler pek çok insan için din açısından hayatî derecede önemli görülmektedir. Bu kişiler için din sadece aklî bir faaliyet olmayıp yaşanması gereken derunî bir tecrübedir de. Bu tecrübeler sayesinde insan inancını pekiştirmekte ve Tanrı’nın varlığından emin olmaktadır.

Ancak dinî tecrübe kanıtı psikolojik boyutu olan ve sübjektif yönü ağır basan bir kanıttır. Bir anlamda kişiye özgü olup dışarıdan test imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu kanıt sayesinde bir başkasına Tanrı’nın varlığını ispatlama imkânı bulunmamaktadır. Ancak aynı şekilde bir başkasının da bu tecrübeyi yalanlama şansı yoktur. Çünkü bir insanın dışarıdan böyle bir olayın geçmediğini iddia etmesi için o tecrübeyi yaşayan insanın iç dünyasına vâkıf olması gerekmektedir. Böyle bir durum henüz söz konusu değildir. Dolayısıyla burada tecrübeyi yaşayan kişinin ifadesi önemli olmaktadır. Milyonlarca insan böyle bir tecrübeyi yaşadığını, sezerek, hissederek, etkilenerek Tanrı’nın varlığına şâhid olduklarını iddia etmektedirler. Dolayısıyla dikkate alınmaları kaçınılmazdır.

Buraya kadar görülen kanıtların özünde Tanrı inancının akla ve mantığa uygunluğu yatmaktadır. Ancak görüldüğü gibi inanmak da sadece zihnî bir faaliyet değildir. Aklî yönüyle birlikte dinin psikolojik boyutu da bulunmaktadır. Zaten duygu yönü bulunmayan bir inançtan da söz edilemez. Öyle olsaydı o inanç sadece teorik bir kabul olarak kalırdı. Halbuki pek çok insan kendi iç dünyasında birtakım duyguları yaşamakta, zaman zaman da bunlardan etkilenmektedirler. Bazan da bir olay karşısında, bir şok anında, mutlu veya mutsuz bir zamanında Tanrı’nın varlığını hissettiklerini hatta onunla beraber olduklarını söylemektedir-ler. İnsanlar yaşamış oldukları bu tecrübelerle Tanrı’nın varlığından emin olmakta, onu benliklerinde, şuurlarında ve kalplerinde hissetmekte, huzurlu ve mutlu bir şekilde yaşamaktadırlar. Yine bu kişilerin büyük bir çoğunluğu günlük yaşamın meşguliyetinden kendini arındırmakta, hırslarına ve tutkularına engel olmaya çalışmaktadırlar. Dünyevî menfaatler için insanlarla mücadele etmemeye, kalp kırmamaya, kimseyi ezmemeye gayret göstermekte, tevazuu kendilerine ilke edinerek kibirden ve kabalıktan da uzak durmaktadırlar. Bu yönleriyle dinî tecrübe kanıtına ve dolayısıyla inancın psikolojik yönüne ağırlık veren kişiler diğer insanlardan ayrılmakta ve kendilerine özgü bir yaşam biçimine girmekte-dirler.

Pek çok ortak yönü bulunmasına rağmen dinî tecrübe kavramı Batı’da ve İslâm dünyasında aynı şeyleri ifade etmemiştir. Bu kavram Batı’da, insanların Tanrı (İsa), Hz. Meryem, diğer aziz ve azizelerle, uyanık veya uykuda (rüyada) iken karşılaşmak, onlarla konuşmak ve birlikte olmaktır. Hıristiyan dünyasında çoğunlukla insanların dindarlığı da bu şekilde başlamaktadır. İslâm dünyasında ise, dinî tecrübe kavramı, inancın kalple yaşanan ve insana mutluluk veren duygu boyutu anlamına gelmektedir. Yani dinin aşkla ve sevgiyle yaşanması olayıdır. Tanrı’nın yüce bir varlık ve yüce bir yaratıcı olarak düşünülmesi, var olan her şeye de muhabbetle ve onun eseri gözüyle bakılması demektir. Bu durumu yaşantılarında gerçekleştiren ve yazdıkları şiirlerle en güzel örneklerini verenlerin arasında Yûnus Emre, Mevlâna (ö.1273) ve Ahmed Yesevî (1083-1166)(61) gibi ünlü düşünürler bulunmaktadır. Dolayısıyla dinî tecrübe insanın inandığı şeyle derunî bir hal içerisine girip o işten ve inandığı varlığın dostluğundan zevk almasıdır.

Başta Gazzâlî olmak üzere İslâm düşünürleri genelde imanın taklît, ilim ve zevk olmak üzere üç boyutu bulunduğundan bahsederler. Bunlara göre inanç esaslarının daha işin başında iken kabul edilmesine taklît denmektedir. İlim ise bu inançlarla ilgili bazı delillere ulaşmak, bilerek ve şuurunda olarak Tanrı’ya inanmaktır. Zevk ise inancın sadece bilgi düzeyinde kalmayıp yaşanması, ondan zevk alınması durumudur. Özellikle sûfîler bu son noktayı kendilerine hedef kabul etmiş ve insanları da o yöne gitmeleri için teşvik etmişlerdir. Batı dünyasında Bergson (1859-1941) başta olmak üzere pek çok düşünür inancın duygu yönüne büyük önem vermiş, bu konuda aklın yetersiz kaldığını söyleyerek kalbin ve derunî yaşamın öneminden bahsetmişlerdir.(62)

Ateistlerin dinî tecrübe konusunda söyleyecekleri fazla bir şey bulunmamaktadır. Doğrusu bu noktada eleştiri getirmeleri de zordur. Çünkü bir insanın içinde olup bitenleri dışarıdan tahmin etmek ve neler cereyan ettiğini konuşmak mümkün değildir. Onların yapabilecekleri tek şey böyle bir tecrübeyi yaşayanları dinlemek ve onları anlamaya çalışmaktır. Ya da olumsuz bir tavır sergileyerek her şeyi baştan reddetmekten ibaret olacaktır. Ne yazık ki çoğunlukla da böyle olmuştur.

Ancak yüzyılımızda Tanrı’ya inanmasa da dinî tecrübeyi yaşayan insanı anlamaya çalışan ve onun neler hissettiğini öğrenmek isteyen düşünürler de çıkmıştır. Bu kişiler için önemli olan şey tecrübe olarak anlatılan şeylerin doğru olup olmadıkları değil, inancın o insanların üzerindeki etkileri ve icra ettiği fonksiyonlarıdır. Bu açıdan bakıldığında Tanrı inancının kişinin derunî yaşamında nasıl bir rol oynadığını görmek ve anlamak daha kolay olacaktır.


e. Ahlâk Delili

Rasyonel ve psikolojik yönleriyle Tanrı’nın varlığına giden insan, bir başka yönüyle de aynı neticeye varabilmiş ve bu inancını ispatlayabilmiştir. O yön de insanın ahlâkî bir varlık olmasıdır. Bu özelliği sayesinde insan “iyilik” “güzellik”, “doğruluk”, “adalet” ve “hakkaniyet” gibi kavramlara sahip olmuş, pratikte de bunları tesis etmeye çalışmıştır.
Bütün yetenek ve vasıflarıyla Tanrı’nın varlığına gitmeye muktedir olan insanın ahlâkî yönüyle bundan uzak kalması düşünülemezdi. İçimizdeki vicdan, merhamet, sadakat, şefkat, vefa ve acıma duygusu da diğerleriyle birlikte Tanrı’nın kalbimize yerleştirdiği ve doğamıza nakşettiği işaretler olmuştur. Yeri ve zamanı geldiğinde bu değerler uğruna insanların varlığını, canını ve malını dahi tehlikeye atması, pek çok şeyden vazgeçmesi ondaki Tanrı inancının göstergesidir.

İnsan sadece biyolojik ihtiyaçları için yaşamaz. Yani hayat sadece yemek ve içmekten ibaret değildir. Tam tersine biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların karşılanması insan için amaç olmayıp birer araçtır. Bunlar birtakım ulvî amaçlara ulaşabilmesi için insana yardımcı olan ve ayakta tutan şeylerdir. Doğrusu insan gibi bir varlığın da sadece yemek ve içmek gibi bir amaçla varolmuş olması düşünülemez. Öyle olsaydı ortada çözülmesi gereken çok ciddi mantıkî problemler olurdu. Nitekim ormanda yaşayan ve günlük ihtiyaçlarını karşılayarak hayatını devam ettiren ve günü geldiğinde ortadan kaybolan canlı varlıkların durumunda bir anormallik görmemekteyiz. Hatta onların yaşamlarında dahi (kendi şartlarında) ahlâkî bir düzenin varlığını görmekte en zor zamanlarında dahi hemcinslerine sadakatte kusur işlemediklerini müşahade etmekteyiz. Dolayısıyla insandaki ahlâkî değerlerin varlığı o değerlerin bir kaynağı olarak Tanrı’nın varlığına büyük bir işarettir.(63)

Bir kısım düşünürler insanın ahlâkî yapısından hareketle Tanrı’nın varlığına giderken O'nu aynı zamanda ahlâkî yaşamın garantisi olarak görmüşlerdir. Meselâ ünlü Alman düşünürü Kant insanın mutlu olması gereken bir varlık olduğunu bunun da ahlâklı olmakla elde edilebileceğini söylemiştir. Kant’a göre böyle olduğu takdirde insanoğlu ulaşabildiği en yüksek iyiyi de elde etmiş olacaktır. Ancak Kant’a göre mevcut şartlarda (maddi dünyada) ahlâkla mutluluğun bir araya gelmesi çok zordur. İçerisinde yaşadığımız dünya ve fizikî çevrede pek çok engeller bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun mevcut dünyamızda gerçekleşmesi imkânsızdır.

Kant’a göre insanın ahlâklı olarak mutluluğu yakalayabil-mesi ve mükemmel bir varlık olması için iki unsur gerekmektedir. Birincisi onun ölümsüz olması lâzımdır. Çünkü insanın şu anki yaşamı çok kısadır ve sorunlarla doludur. Sonuçta insan sonsuz bir yaşama sahip olmalıdır. İkincisi ve en önemlisi ise bunları kendine sağlayacak yüce bir gücün varlığı gerekmektedir. Bütün bunları düşünmenin yolu da evreni ahlâk kanunlarına göre idare eden mutlak bir varlığın tasavvurundan geçecektir.

Yine Kant’a göre ahlâkî ilkeler sadece ilke olarak kalmamalıdır. Onlar pratiğe dökülerek uygulanmalıdır. Bu ilkeler yaşama geçirildiği takdirde anlamlı olacaklardır. Bunun garantisi de ölümsüzlüğü bize kazandıracak olan Tanrı’nın varlığıdır. Görüldüğü gibi rasyonel ve geleneksel kanıtları eleştiren ve inancın akılla temellendirilemeyeceğini söyleyen Kant sonuçta başka bir yolla (ahlâk kanıtıyla) Tanrı'ya gitmiş ve O'nun varlığının gerekliliğine işaret etmiştir.(64)

devam edecek
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Derin Düşünce (4. March 2011), Miralay (3. March 2011)