Konu: Nisa Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 11:16 PM   #7
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

53. Yoksa onlar için mülkten bir pay mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir hurma çekirdeğinin oyuğunu bile vermezlerdi.

54. Yoksa onlar insanları, Allah'ın onlara lütfundan verdiği şey için kıskanıyorlar mı? Bakınız şüphesiz Biz, İbrâhîm soyuna da kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] vermiştik. Hem de onlara büyük bir mülk [hükümranlık] verdik.

55. İşte onlardan [Yahûdilerden] bir kısmı ona iman etti. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Ve çılgın alevli ateş olarak cehennem yeter.

56. Şüphesiz ki şu, âyetlerimizi inkâr etmiş kişileri Biz yakında ateşe atacağız. Derileri piştikçe, azabı tatsınlar diye derilerini başka deriler ile değiştireceğiz. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, en iyi yasa koyandır.

57. Ve iman eden ve sâlihât işleyenleri, içinde ebedî olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Ve onları, koyu bir gölgeliğe girdireceğiz.

Bu âyet grubunda da, –Bakara sûresi'nde olduğu gibi– Medîne'deki ortam Rasûlullah'a anlatılarak mü’minlerin yapmaları gerekenler bildirilmektedir. Arada da Ehl-i Kitaba hitap edilerek birtakım uyarı ve tehditler yapılmaktadır. Sonra da, Ve iman eden ve sâlihât işleyenleri, içinde ebedî olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Ve onları, koyu bir gölgeliğe girdireceğiz denilerek mü’minler müjdelenmekte ve kulluğa özendirilmektedir.

İbn İshâk der ki: Rifaa b. Yezîd b. et-Tâbût, Yahûdilerin büyüklerindendi. Rasûlullah (s.a) ile konuştuğunda dilini eğer büker ve, “Yâ Muhammed! Ne söylediğini anlayalım diye bizim de dinlememizi sağlayacak şekilde bizi gözet” diyordu. Sonra da İslâm'a dil uzattı ve İslâm'ı ayıplamaya koyuldu. Bunun üzerine azîz ve celîl olan Allah, Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın? buyruğundan itibaren, Onlar ancak pek az iman ederler (46. âyet) buyruğuna kadar inzâl buyurdu.[47]

Ey kendilerine kitap verilenler... İndirdiğimize iman edin buyruğu hakkında İbn İshâk şöyle demektedir: Rasûlullah (s.a) aralarında bir gözü kör olan Abdullah b. Suriyâ ve Ka‘b b. Esed'in de bulunduğu Yahûdi hahamlarının ileri gelenlerinden bazılarıyla konuşarak kendilerine şöyle dedi:

— Ey Yahûdi topluluğu! Allah'tan korkun ve İslâm'a girin. Allah'a yemin ederim ki, şüphesiz siz benim size getirdiğimin hakk olduğunu çok iyi biliyorsunuz.

Onlar da şöyle karşılık verdiler:

— Ey Muhammed! Biz böyle bir şey bilmiyoruz.

Böylece, bildikleri şeyi bile bile inkâr edip küfür üzere ısrar ettiler. Yüce Allah da onlar hakkında, Ey kendilerine kitap verilenler! Birtakım yüzleri silip tanınmaz hâle getirmemizden önce, beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman edin buyruğunu âyetin sonuna kadar indirdi.[48]

Bu pasajda Ehl-i Kitaba yönelik olarak yer alan açıklamalar, Bakara/104'te de zikredilmişti.

Burada, Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı), “İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık, dinle, dinlemez olası, raina” derler. Eğer onlar, “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi, şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı buyurularak, Yahûdilerin Tevrât'ı nasıl tahrif ettikleri açıklanmaktadır. Daha evvel de ifade ettiğimiz üzere Yahûdiler Tevrât'ı; sözcükleri ve sözcüklerin yerlerini değiştirmek, sözcüklerin asıl anlamları yerine farklı anlamlar yüklemek sûretiyle tahrif ediyorlardı:

Artık yazıklar olsun o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar da sonra biraz paraya satmak için, “Bu, Allah katındandır” derler. Artık o elleriyle yazdıkları yüzünden onlara yazıklar olsun! O kazandıkları şeyler yüzünden kendilerine yazıklar olsun! (Bakara/79)

Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla, “İnandık” diyen kimseler ve Yahûdileşmişlerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen kimseler için dinlerler [casusluk ederler]; kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiç bir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara büyük azap vardır. (Mâide/41)

51. âyette “put” diye çevirdiğimiz ج ب ت [cibt] kelimesinin anlamı ile ilgili birtakım farklı görüşler vardır. Bu sözcüğe, “sihirbaz”, “büyü”, “şeytan” gibi anlamlar verilmiş, sözcüğün Habeşçe'den geldiği ileri sürülmüştür.

Dilbilginlerine göre bu sözcüğün aslı olan ج ب س'in [cibs'in] anlamı, “her şeyin kuru, katı, özsüz, işe yaramayanı” demektir.[49] Burada bahsi geçen kimseler Ehl-i Kitap [Yahûdiler] olduğuna göre, onların taptıkları yararsız, işe yaramaz şey de doğal olarak “sarı inek [altın]” olur. Onların buzağı edinmeleri/altına tapmaları; A‘râf, Tâ-Hâ ve Bakara sûrelerinde detaylıca beyân edilmişti:

Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, en‘âma [etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara] ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet, insanlara süslü-çekici kılındı. Bunlar basit hayatın kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır. De ki: “Size bundan daha hayırlı olanı bildireyim mi? Takvâ sahibi olan; “Rabbimiz! Şüphesiz biz inandık, artık bizim suçlarımızı bağışla ve bizi ateş'in azabından koru!” diyen, sabreden, doğru olan, sürekli saygıda duran, infakta bulunan ve seherlerde istiğfâr eden kişiler için Rabb'lerinin katında, içinde temelli kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler, tertemiz eşler ve Allah'tan hoşnutluk vardır. Ve Allah kulları en iyi görendir. (Âl-i İmrân/14-17)

51. ÂYETİN NÜZÛL SEBEBİ

Yüce Allah'ın, Ve diğer inkâr edenlere... derler buyruğu, Yahûdiler, Kureyş kâfirlerine, “Siz, Muhammed'e iman edenlerden daha doğru yoldasınız derler” anlamındadır. Bu da şöyle olmuştu: Ka‘b b. el-Eşref Yahûdilerden 70 süvari ile Uhud vakasından sonra Mekke'ye, Kureyşlilerle birlik olup Rasûlullah (s.a) ile savaşmak üzere anlaşmak maksadıyla gitti. Ka‘b, Ebû Süfyân'a misafir oldu. Ebû Süfyân ona güzel bir şekilde misafirperverlik gösterdi. Diğer Yahûdiler de Kureyşlilerden çeşitli kimselerin evlerinde kaldılar. Muhammed ile savaşmak üzere mutlaka bir araya geleceklerine [birlikte savaşacaklarına] dair aralarında akidleştiler, ahidleştiler. Ebû Süfyân şöyle dedi:

— Sen kitap okuyan ve bilen bir kimsesin. Biz ise ümmiyiz, bilgimiz yok. Bizim mi yolumuz daha doğrudur ve hakka daha yakındır, Muhammed'in mi?

Ka‘b şöyle karşılık verdi:

— Allah'a and olsun kir sizin yolunuz Muhammed'in gittiği yoldan daha doğrudur.[50]

58. Şüphesiz Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir.

Bu âyette de tüm insanlığa toplumsal ödevler verilmekte, İsrâîloğulları'nın yaptıkları yanlışın yapılmaması; emânetlerin ehil olanlara verilmesi ve insanlar arasında hükmedildiği zaman adaletle hükmedilmesi emredilmektedir.

Bu âyetin iniş sebebine dair şu nakledilmiştir:

İbn Gureye ve başkaları ise der ki: Bu, Ka‘be'nin anahtarı hususunda Peygamber'e (s.a) özel olarak yöneltilmiş bir hitaptır. Hz. Peygamber bu anahtarı, Mekke'nin fethedildiği sırada, henüz ikisi de kâfir bulunan Abduddar oğulları'ndan Osman b. Ebî Talha el-Hacebî el-Abderî ile amcasının oğlu Şeyhe b. Osman b. Ebî Talha'dan almış, bunun üzerine Abbâs b. Abdulmuttalib, Sikâye görevi ile birlikte Sidâne görevini de almak için anahtarı Hz. Peygamber'den istemişti. Rasûlullah (s.a) Ka‘be'ye girdi, içerisinde bulunan putları kırdı, Hz. İbrâhîm'in makamını çıkardı. Cebrâîl de bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Ömer b. el-Hattâb der ki: Rasûlullah (s.a) bu âyeti okuyarak Ka‘be'den dışarı çıktı. Daha önce o'ndan bu âyeti işitmiş değildim. Sonra, Osman ve Şeybe'yi çağırıp söyle dedi: “Haydi bu anahtarları alın. Bu, ebediyyen sizin ve soyunuzdan gelen çocuklarınızın elinde kalacaktır. Bu anahtarları sizden ancak zâlim bir kimse alır.”[51]

Bu âyetin mesajını böyle bir olaya indirgemek büyük bir vebaldir. Zira âyette; milletleri ve devletleri ayakta tutan ilkler bildirilmektedir. Adalet, emânet, ehliyet, Allah'ın üzerinde önemle durduğu ilkelerdir.

Emânet sözcüğünün anlamı ile ilgili Ahzâb sûresi'nde detaylı bilgi verilmişti. Burada konu edilen emânet, sözcüğünün terimsel anlamlarından biri olan, “kamu görevi”dir. Âyetteki, Şüphesiz Allah size, emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor ifadesinin birinci cümlesi topluma, ikinci cümlesi de toplumsal görev alanlara yöneliktir.

Adaletle davranma ve emânete riâyet birçok âyette zikredilmiştir:

Şüphesiz Allah, adaleti, iyileştirmeyi-güzelleştirmeyi ve yakınlara vermeyi emreder; hayâsızlıktan, kötülükten ve azgınlıktan nehyeder. O, düşünüp öğütlenirsiniz diye size öğüt verir. Ve sözleşme yaptığınızda Allah'ın ahdini yerine getirin. Yeminlerinizi [sözleşmelerinizi] sağlama aldıktan ve Allah'ı kendinize kesin olarak kefil kıldıktan sonra da onları bozmayın. Şüphesiz ki Allah işlediğiniz şeyleri bilir. (Nahl/90-91)

Ey iman etmiş kimseler! Allah'a ve Elçi'ye ihânet etmeyin. Bile bile kendi emânetlerinize de ihânet etmeyin. Şüphesiz mallarınızın ve evlâtlarınızın, kesinlikle fitne olduğunu ve kesinlikle de Allah katında çok büyük ecir olduğunu bilin. (Enfâl/27-28)

Yetimin malına da yaklaşmayın; yalnız erginlik çağına erişinceye kadar (malına) en güzel biçimde hariç [bu şekilde yaklaşabilir ve uygun şekilde harcayabilirsiniz]. Ve ölçüyü, tartıyı hakkaniyetle tastamam yapın. Biz kimseyi gücünün yettiğinden başkası ile yükümlü kılmayız. Söylediğiniz zaman da, yakınınız da olsa adil olun ve Allah'a verdiğiniz sözü tastamam tutun. İşte bunlar öğüt alıp düşünesiniz diye O'nun [Allah'ın] size vasiyet ettikleridir. (En‘âm/152)

Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla]. Hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah'ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar, hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır. (Sâd/26)

Ey iman etmiş kimseler! Kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, Allah için tanıklık eden kimseler olarak hakkaniyeti oldukça ayakta tutanlar/gözetenler olun. İster zengin olsun, ister fakir olsun, bilin ki Allah, ikisine de daha yakındır. Artık adaleti yerine getirebilmek için hevânıza uymayın. Eğer eğip bükerseniz veya geri durursanız, biliniz ki, şüphesiz Allah yaptıklarınıza haberdardır. (Nisâ/135)

Ve onlar [kurtulan mü’minler], emânetlerine ve ahidlerine riâyet eden kimselerdir. (Mü’minûn/8)

59. Ey iman etmiş kimseler! Allah'a itaat edin, Elçi'ye ve sizden olan emir sahibine [yöneticiye] itaat edin. Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin. Bu, daha iyidir ve ilkleştirme [çözüm] bakımından daha güzeldir.

Bu âyette özel olarak muhatap alınan mü’minlere, hayatlarında karşılaşabilecekleri problemlerin çözüm yolları gösterilmektedir:

• Mü’minler, Elçi'ye ve kendilerinden olan emir sahibine [yöneticiye] itaat etmelidirler.

• Mü’minler bir problemle karşılaştıkları zaman onu Allah'a havale etmelidirler.

Allah'a itaat, Allah'ın tüm emir ve yasaklarına uymaktır. Rasûl'e itaat de, elçilik ve meliklik görevi esnasında o'nun Allah'ın hükümleri çerçevesinde alacağı kararlara [savaş ve barış kararı, bütçe oluşumu için zekât oranının belirlenmesi vs. kararlarına] uymaktır. Bu, şu âyetten daha net anlaşılabilir:

Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, ma‘rûfta sana isyan etmemeleri üzerine biat ederek [bağlılık yemini ederek] gelirlerse hemen onların biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Mümtehine/12)

Bu âyette, mü’minlerin itaat edeceği “emir sahipleri”, sizden kaydıyla kayıtlanmıştır. Yani, mü’minlerin, sadece kendilerinden olan emir sahiplerine itaat etmeleri istenmiş, kendilerinden olmayanlara itaat etmemeleri hükme bağlanmıştır. Daha evvel mü’minlere; müşrik, münâfık, Yahûdi, Hristiyan olanları, babaları ve kardeşleri bile olsa velî edinmemeleri, onlara velâyet [yönetim] yetkisi vermemeleri emredilmişti. Enfâl, Ahzâb ve Âl-i İmrân sûrelerinde işlenen velâyet konusu dikkate alındığında burada geçen “sizden olan emir sahibi” ifadesi daha net anlaşılır.

Âyette, Sonra eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi'ye havale edin buyurulmaktadır. Bu âyetin ilk muhatapları, Rasûlullah'ın hayatta olduğu ve Kur’ân'ın tamamlanmadığı bir dönemde yaşayan mü’minler idi. Onların, ihtilafa düştükleri bir meseleyi Allah'a havale etmeleri, “Allah'tan problemin çözümüne dair âyet beklemeleri”dir. Rasûlullah'a havale etmeleri ise, “Rasûlullah'tan, daha evvel inmiş âyetler çerçevesinde problemlerine bir çözüm üretmesini istemeleri”dir. Çünkü onlar Rasûlullah gibi hâmil-i Kur’ân, hâfız-ı Kur’ân değillerdi.

Bugün ise mü’min; her problemi, her anlaşmazlık ve uyuşmazlığı tamamlanmış olan Kur’ân'a havale etmek, problemi Kur’ân hükümleri ile çözmek durumundadır. Zira Allah bundan sonra yeni bir âyet indirmeyecek, başka bir Rasûl göndermeyecektir. Artık Allah, insanlığı Kur’ân ile başbaşa bırakmıştır.

Bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu olay nakledilmiştir:

İbn Abbâs'tan bu âyetin, Hâlid ibn Velîd hakkında nâzil olduğu rivâyet edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) onu, içinde Ammar ibn Yâsir'in de bulunduğu bir seriyyenin komutanı olarak sefere göndermişti. Bu sefer sırasında, Ammar ile Hâlid ibn Velîd arasında, bir hususta ihtilâf meydana gelmişti. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olarak, “emir sahiplerine” itaat etmeyi emretmiştir:[52]

Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzâb/36)

60. Kesinlikle, inkâr etmekle emrolundukları tâğûtu aralarında hakem yapmak isteyerek kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri süren şu kişileri görmedin mi? Şeytan da onları uzak [geri dönülmez] bir sapıklıkla sapıttırmak istiyor.

61. Ve onlara, “Allah'ın indirdiğine ve Elçi'ye gelin!” denince, o münâfıkların senden uzaklaştıkça uzaklaştıklarını görürsün.

62. Bak nasıl? Elleriyle yaptıkları yüzünden kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman; sonra “Biz sadece iyilik etmek ve uzlaştırmak istedik.” diye Allah'a yemin ederek sana geldiler.

63. İşte onlar, Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; artık sen onlardan mesafelen ve onlara öğüt ver. Ve onlara, kendileri hakkında, beliğ [derinden etkileyecek, güzel] söz söyle!

Bu âyet grubunda Medîne'deki inançsızlar ve samimiyetsizler kınanmakta ve mü’minler, münâfıklara karşı uyarılmaktadır. Anlaşılan o ki, söz konusu münâfıklar, sadece lehlerine sonuçlanacağını umdukları sorunları Rasûlullah'a getirmekte, aleyhlerine sonuçlanacağından korktukları meselelerde ise azılı bir kâfire gitmektedirler.

Bu âyetlerin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler nakledilmiştir:

Yezîd b. Zurey, Dâvûd b. Ebî Hind'den, o, eş-Şa‘bî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Bir münâfık ile bir Yahûdi arasında anlaşmazlık vardı. Yahûdi, münâfığı Peygamber'e (s.a) gitmeye çağırdı. Çünkü o, Hz. Peygamber'in rüşvet almayacağını biliyordu. Münâfık ise, Yahûdiyi kendi hâkimlerinden birisine gitmeye davet etti. Çünkü o da, Yahûdi hâkimlerin hükümlerinde rüşvet kabul ettiklerini biliyordu. Bu hususta anlaşmazlığa düşmeleri sonucunda, Cüheyye kabilesine mensup bir kâhin'in hükmüne başvurmak üzere anlaştılar. İşte bu hususta, yüce Allah, Sana indirilene (münâfığı kastediyor) ve senden önce indirilmiş olanlara (Yahûdiyi kastediyor) iman ettiklerini iddia edenleri görmez misin? Kendisini inkâr etmekle emrolundukları hâlde tâğûtun hükmüne başvurmak istiyorlar buyruğundan itibaren, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar (Nisâ/65) buyruklarını indirdi.[53]

ed-Dahhâk da der ki: “Yahûdi münâfığı Peygamber'in (s.a) hakemliğine başvurmaya davet ederken, münâfık da Yahûdiyi, Ka‘b b. el-Eşref'in hakemliğine başvurmaya davet etti. İşte burada sözü geçen ‘tâğût’ odur.” Ayrıca bunu, Ebû Sâlih, İbn Abbâs'tan rivâyet etmiştir.

İbn Abbâs dedi ki: Bişr diye anılan münâfıklardan bir kimse ile bir Yahûdi arasında anlaşmazlık vardı. Yahûdi, “Haydi gel seninle Muhammed'e gidelim” dediği hâlde, münâfık, “Hayır, Ka‘b b. el-Eşref'e gidelim” dedi. (İşte yüce Allah'ın, “tâğût” adını verdiği kişi budur.) Ancak Yahûdi, Rasûlullah'tan (s.a) başkasının hükmüne başvurmayı kabul etmedi. Bunun üzerine münâfık, onunla beraber Rasûlullah'ın (s.a) yanına gitti. Hz. Peygamber Yahûdinin lehine hüküm verdi. Hz. Peygamber'in yanından çıktıkları vakit münâfık dedi ki:

— Ben bu hükme razı değilim, haydi seninle Ebû Bekr'e gidelim.

Hz. Ebû Bekr de Yahûdi lehine hüküm verdi. Münâfık yine razı olmadı (bunu ez-Zeccâc zikretmiştir) ve dedi ki:

— Haydi seninle Ömer'e gidelim.

Ömer'e gittiklerinde Yahûdi dedi ki:

— Biz önce Rasûlullah'a (s.a) gittik, sonra Ebû Bekr'e gittik. Fakat bu bir türlü razı olmadı.

Hz. Ömer münâfığa sordu:

— Durum dediği gibi midir?

Münâfık cevap verdi:

— Evet.

Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi:

— Ben gelinceye kadar bekleyin.

Ömer içeri girdi, kılıcını alıp çıktı ve münâfığı öldürdü ve dedi ki:

— İşte ben Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne razı olmayan kimsenin aleyhine bu şekilde hüküm veririm.

Yahûdi ise kaçıp gitti ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Rasûlullah (s.a) da Ömer'e şöyle dedi:

— Sen, el-Fârûk'sun.

Hz. Cebrâîl de Hz. Peygamber'e gelip şöyle dedi:

— Şüphe yok ki Ömer hakk ile bâtılın arasını farqetti [ayırdı].

Bundan dolayı da ona, el-Fârûk adı verildi. İşte, … tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar buyruğuna kadar olan bütün âyetler bunun hakkında nâzil olmuştur.[54]

Âlimler, bu âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında şu rivâyetleri zikretmişlerdir:

Birinci rivâyet: Pek çok müfessir şöyle der: Bir münâfık ile bir Yahûdi münakaşa edip çekişti. Bunun üzerine Yahûdi şöyle dedi:

— Aramızda Ebu'l-Kâsım [Muhammed] hakem olsun.

Münâfık ise şöyle karşılık verdi:

— Hayır, Ka‘b ibn Eşref hakem olsun.

Bunun sebebi şudur: Hz. Peygamber (s.a), hakka göre hüküm verir, rüşvete iltifat etmezdi. Ka‘b ibn Eşref ise, rüşvet düşkünü birisi idi ve bu davada Yahûdi haklı, münâfık ise hakksız idi. İşte bundan dolayı Yahûdi, Hz. Peygamber'in (s.a), münâfık ise Ka‘b ibn Eşref'in huzurunda muhakeme olunmayı istedi. Yahûdi kendi teklifinde ısrar edince, ikisi birden Allah'ın Rasûlü'nün yanına gittiler. Hz. Peygamber (s.a) de, Yahûdinin lehine, münâfığın aleyhine karar verdi. Bunun üzerine münâfık dedi ki:

— Bu hükme razı olmuyorum. Ebû Bekr'e gidelim.

Hz. Ebû Bekr de Yahûdinin lehine hükmetti, münâfık yine razı olmadı ve dedi ki:

— Aramızda Ömer karar versin.

Böylece Hz. Ömer'e gittiler. Yahûdi, Hz. Peygamber'in (s.a) ve Hz. Ebû Bekr'in (r.a) münâfığın aleyhine karar verdiklerini, ama münâfığın onların hükmüne razı olmadığını söyleyince, Hz. Ömer (r.a) münâfığa sordu:

— Durum böyle mi?

Münâfık cevap verdi:

— Evet.

Hz. Ömer (r.a) şöyle dedi:

— Hele durun, bir ihtiyacım var. İçeri gireyim ve o ihtiyacımı göreyim, yanınıza geleceğim.

Evine girip, kılıcını alarak yanlarına çıktı. Çıkar çıkmaz da münâfığın boynunu vurdu. Yahûdi de kaçtı. Münafığın akrabaları gidip Hz. Ömer'i (r.a), Hz. Peygamber'e (s.a) şikâyet ettiler. Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ömer'e (r.a) hâdiseyi sorunca, o şöyle dedi:

— Yâ Rasûlallah! O senin verdiğin hükmü kabul etmemişti.

O anda Cebrâîl (a.s) gelerek dedi ki:

— Ömer, fârûktur. Zira o, hakk ile bâtılı birbirinden ayırmıştır.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) de Hz. Ömer'e şöyle dedi:

— Sen, fârûksun.

İşte bu rivâyete göre, âyet-i kerîmede bahsedilen “tâğût”, Yahûdi Ka‘b ibn Eşref'tir.

İkinci rivâyet: Yahûdilerden bir grup Müslüman olmuştu. Fakat onlardan bazısı münâfık idi. Câhiliye çağında Kurayza ve Nadîr kabilelerinin hareket tarzı şöyle idi: Kurayza'dan biri Nadîrli birini öldürdüğü zaman, öldüren hem kısas ediliyor, hem de onun akrabalarından 100 vesak [ölçek] hurma alınıyordu. Fakat Nadîrli biri Kurayza'dan birini öldürdüğünde, ona kısas uygulanmıyor, sadece 60 vesak hurma veriliyordu. Çünkü Nadîroğulları daha şerefli kabul ediliyordu. Bunlar Evs kabilesinin müttefiki, Kurayza ise Hazrec kabilesinin müttefiki idiler. Hz. Peygamber (s.a) Medîne'ye hicret edince, Nadîr kabilesinden birisi, bir Kurayzalıyı öldürdü. Derken taraflar bu hususta hasımlaştılar ve Nadîroğulları dediler ki:

— Bize kısas uygulanamaz. Bize düşen daha önce de anlaştığımız gibi 60 ölçek hurmayı diyet olarak vermektir.

Hazrecliler şöyle dediler:

— Fakat bu câhiliyye hükmüdür. Bugün biz-siz kardeşiz. Dinimiz bir, aramızda bir üstünlük yok.

Nadîroğulları bunu kabul etmediler. İçlerindeki münâfıklar dediler ki:

— Kâhin Ebû Burde et-Eslemî'ye gidelim.

Müslümanlar (ve Yahûdiler) ise şöyle karşılık verdiler:

— Hayır, Allah'ın Rasûlü'ne gidelim.

Münâfıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için, Kâhin el-Eslemî'ye gittiler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi. Hz. Peygamber (s.a), Kâhin Ebû Burde'yi İslâm'a davet etti. O da Müslüman oldu. Bu, Süddî'nin sözüdür. Buna göre, âyette geçen “tâğût”, kâhin el-Eslemî'dir.

Üçüncü rivâyet: Hasan el-Basrî şöyle demiştir: “Bir Müslümanın, bir münâfıkta alacağı vardı. Fakat münâfık, Müslümanı, câhiliyye döneminde hükmüne başvurdukları bir putun huzuruna gitmeye davet etti. O putun yanında, puttan geldiğini iddia ettiği birtakım asılsız şeyleri nakleden bir adam vardı.” Bu rivâyete göre, âyette geçen “tâğût”tan maksat, asılsız şeyleri söyleyen bu adamdır.

Dördüncü rivâyet: Câhiliyye insanları, putların hükümlerine başvururlardı. Onların bu husustaki usûlleri şöyle idi: Putun huzurunda fal oklarını çekiyorlar ve çektikleri okun üzerinde ne yazıyorsa onu yapıyorlardı. Buna göre de, âyette geçen tâğût, o puttur.

Bil ki müfessirler bu âyetin, münâfıklardan biri hakkında nâzil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra Ebû Müslim şöyle demiştir: “Bu âyetin zâhiri, daha önce Yahûdi iken, Müslüman görünen bir Ehl-i Kitap hakkında olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ'nın, Sana indirilene de, senden önce indirilmiş olanlara da iman etmiş olduklarını yalan yere iddia edenler... ifadesi, ancak bu durumda olan bir münâfığa uyar.”[55]

64. Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. Ve eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmalarını isteselerdi, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, kesinlikle Allah'ı tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden], rahîm [en çok merhamet eden] bulurlardı.

60. âyette, Medîne'de Allah Rasûlü'nden başkasını hakem kabul etmeye yeltenenlerden bahsedilince, bu âyette de elçilerin toplumdaki fonksiyonları anlatılmış, Rasûlullah'a karşı yanlış yapanlara, Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik buyurularak doğru yol gösterilmiştir. Âyette, Rasûlullah'ın hakemliğine başvurmak istemeyen münâfıklara, “Peygamber'in hakemliği yerine tâğûtun hakemliğine başvurmakla hata ettiklerini kabul ederek pişmanlıklarını dile getirselerdi, Elçi de onlar için Allah'tan af dileseydi, Allah onları bağışlayacaktı” denerek yol gösterilmektedir.

Bu âyetin iniş sebebine dair şu olay nakledilir:

Ebû Bekr el-Esam şöyle demiştir: “Bir grup münâfık, Hz. Peygamber'e (s.a) tuzak kurmak için anlaşmış, sonra da bu maksatlarını gerçekleştirmek için yanına gitmişlerdi. O anda Cebrâîl (a.s) gelerek, durumu Hz. Peygamber'e (s.a) haber verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:

— Hiç şüphesiz bir topluluk, yapamayacakları bir işe niyetlenerek buraya gelmişlerdir. Onlar kalkıp, Allah'tan bağışlanmalarını talep etsinler ve ben de onların bağışlanmasını talep edeyim.

Sonra da dedi ki:

— Kalkmıyor musunuz?

Ama hiç kimse kalkmadı. Bunun üzerine o, “Ey falan! Kalk” diyerek, 12 kişinin adını saydı. Onlar da kalkarak şöyle dediler:

— Biz, söylediğin şeye niyetlenmiştik. Böylece kendimize zulmettiğimiz için Allah'a tevbe ediyoruz. Sen de bizim için mağfiret talep et.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle karşılık verdi:

— Derhal çıkın. İşin başında ben mağfiret dilemeye daha yakın idim. Allah Teâlâ da tevbenizi kabul etmeye daha yakın idi. Yanımdan çıkın.[56]

Bu âyetteki, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi ifadesinden anlaşılıyor ki, bir kimse başkası için istiğfârda bulunabilir. İstiğfar hakkında Bakara sûresi'nin sonunda “Tevbe” başlığı altında yaptığımız açıklamaya bakılabilir.[57]

65. Artık, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiç bir sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar.

66. Eğer Biz onlara, “Kendinizi öldürün veya yurtlarınızdan çıkın” diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ve eğer onlar, öğütlendikleri şeyleri yapsalardı, elbette kendileri için daha hayırlı ve sebat etmede daha kuvvetli olurdu.

67-68. Ve o zaman kesinlikle kendilerine nezdimizden çok büyük bir mükâfât verirdik. Ve onları kesinlikle doğru yola kılavuzlardık.

69. Kim de Allah'a ve Elçi'ye itaat ederse artık onlar, Allah'ın, peygamberlerden, sıddîklardan şehidlerden ve sâlihlerden kendilerine nimet verdiği kişilerle beraberdir. Ve bunlar arkadaş olarak ne güzeldir!

70. Bu, Allah'tan bir lütuftur. En iyi bilen olarak Allah yeter.

Münâfıkların yanlışları ve nasıl davranmaları gösterildikten sonra, samimiyetle inananların yapması gerekenler; Allah Rasûlü'ne karşı takınılması gereken tavırlar belirlenmektedir: Tüm ihtilaflı durumlarda Allah Rasûlü'nü can u gönülden hakem yapmayanlar, iman etmiş sayılmazlar. Buna göre mü’minlerin herhangi bir ihtilafta Rasûlullah'a gitmeleri ve o'nun verdiği hükme teslimiyet göstermeleri gerekmektedir:

Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzâb/36)

Bu âyetin iniş sebebi ile ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Bir kesim (âyetin nüzûlü ile ilgili olarak) şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîme, ez-Zübeyr b. el-Avvâm'm Ensâr'dan biriyle tartışması hakkında nâzil olmuştur. Aralarındaki anlaşmazlık bahçelerinin sulanması ile ilgiliydi. Hz. Peygamber ez-Zübeyr'e şöyle dedi:

— Önce sen arazini sula, sonra da suyu komşunun arazisine sal.

Hasım ise Rasûlullah'a şöyle dedi:

— Görüyorum ki, halanın oğluna iltimas geçiyorsun.

Bunun üzerine Rasûlullah'ın (s.a) yüzünün rengi değişti ve ez-Zübeyr'e dedi ki:

— Bahçeni sula, sonra da su tarlanın duvarlarına ulaşıncaya kadar hapset.

İşte bunun üzerine, Hayır, Rabbine aadolsun ki... iman etmiş olmazlar âyeti nâzil oldu.[58]

Buyrukların nüzûl sebebi ile ilgili olarak şu rivâyet gelmiştir; Sâbit b. Şemmâs ile bir Yahûdi karşılıklı olarak övünmeye koyuldular. Yahûdi şöyle dedi:

— Allah'a yemin olsun ki, bize kendimizi öldürmemiz yazıldı [emredildi], biz de öldürdük. O kadar ki, öldürülenlerin sayısı 70.000 kişiyi buldu.

Sâbit de şöyle karşılık verdi:

— Allah'a yemin olsun ki, Allah bize de kendinizi öldürün diye yazacak olsa, şüphesiz biz de bunu yapardık.

Ebû İshâk es-Sebîl de der ki: Şâyet onlara kendinizi öldürün... diye yazsaydık âyet-i kerîmesi nâzil olunca, birisi, “Biz bununla emrolunacak olsak mutlaka bunu yaparız. Fakat bizi bundan esenliğe kavuşturan Allah'a da hamd olsun” dedi. Bu husus Rasûlullah'a (s.a) ulaşınca şöyle buyurdu: “Şüphe yok ki, ümmetim arasında öyle erler vardır ki, iman kalplerinde, yerlerinde sapasağlam duran dağlardan daha sağlamdır.”

İbn Vehb der ki: Mâlik dedi ki: Bu sözü söyleyen Ebû Bekr es-Sıddîk'tır (r.a). Mekkî de, bu sözü söyleyenin Hz. Ebû Bekr olduğunu zikretmektedir. en-Nakkaş ise bu sözü söyleyenin Ömer b. el-Hattâb (r.a) olduğunu zikretmiştir, Ebû Bekr es-Sıddîk'dan (r.a) da şöyle dediği zikredilmektedir: “Eğer üzerimize böyle bir şey yazılacak olsaydı, şüphesiz ben, önce işe kendimden ve aile halkımdan başlardım.”[59]

Bu âyet, yeni bir söz başlangıcı olup, başka bir hâdise hakkında nâzil olmuştur ki o da şudur: Urve b. Zübeyr'den (r.a) rivâyet edildiğine göre, Ensâr'dan bir adam Zübeyr ile, hurmalığını suladığı bir su hususunda nizalaşmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a), Zübeyr'e demişti ki:

— Kendi toprağını sula. Sonra suyu, komşunun toprağına sal.

Bunun üzerine Ensâr'dan olan adam şöyle demişti:

— O, halanın oğlu olduğu için böyle hükmettin.

Bunun üzerine Hz. Peygamber'in (s.a) yüzünün rengi değişti ve sonra Zübeyr'e şöyle dedi:

— (Bahçeni) sula. Ağaçların köklerine (veya bahçenin duvarlarına) varıncaya kadar da suyu salma.

Bil ki bu hususta hüküm şudur: Kimin arazisi, vâdiye [suya] daha yakınsa, suyu çevirmede onun önceliği olup, tarlasını tamamen sulamak hakkıdır. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a), Zübeyr'e (r.a) müsamahalı bir şekilde sulamasını söylemişti. Zübeyr'in hasmı su-i edepte bulunup, Hz. Peygamber'in (s.a) müsamahalı emrini lâyıkı ile değerlendiremedi. İşte bu sebeple de, Hz. Peygamber (s.a), Zübeyr'e, sulama hakkını tastamam kullanmasını emretti. Hasmı ise bunu bir kayırma zannetti.[60]
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla