Konu: Tahlil
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 7. February 2009, 09:59 PM   #4
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

85 - Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri ancak hakk / gerçek ile yarattık ve elbette ki, o saat [kıyamet] mutlaka gelecektir [kopacaktır]. Şimdi sen aldırış etme ve güzel muamele et.
86 - Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratandır ve iyi bilendir.

Önceki ayetlerde anlatılan kıssaların ve verilen öğütlerin amacının bildirildiği bu ayetler, aynı zamanda inkârcılar için uyarı, peygamberimiz için de teselli mahiyetindedir.
Rabbimizin göklerin ve yeryüzünün hakk ile yaratıldığı [amaçsız, boşuna yaratılmadığı] ve kıyametin mutlaka gerçekleşip zalimlerin hesap vereceği şeklindeki mesajı başka ayetlerde de dile getirilmiştir:

Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah`ındır; yaptıklarıyla kötülük sergileyenleri cezalandırması, güzel davranıp güzel düşünenleri de güzellikle ödüllendirmesi için. (Necm/31)

Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu, şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan kişilerin hâline! (Sad/27)

Peki siz, Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve şüphesiz sizin yalnızca bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?
İşte gerçek kral Allah, yüceler yücesidir. O’ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. O, saygın Arş’ın Rabbidir. (Müminun/115, 116)

Rabbimiz, uyarısını yaptıktan sonra, peygamberimize, verdikleri onca eziyete ve getirmiş olduğunu yalanlamalarına rağmen müşriklere yumuşak ve iyi davranmasını emretmiştir.

Artık sen onlardan vazgeç ve “Selam!” de! Artık onlar yakında bileceklerdir. (Zühruf/89)

87 – Ant olsun ki, Biz sana ikişerlilerden [katmerli] yediyi ve büyük Kur`an`ı verdik.
88, 89 - Sakın onlardan bazı kimselere verip de kendilerini onunla yararlandırdığımız şeylere [mal ve servete] heveslenip gözlerini dikme. Onlar hakkında üzülme de... Sen kanatlarını müminler için indir. Ve: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcının ta kendisiyim” de.

Peygamberimizi destekleyen ve onu teselli eden bu ayetler, öncelikle peygamberimizin eğitilmesine yöneliktir. Rabbimiz, elçisinden, kendisine verilen nimetlerin daha hayırlı olması sebebiyle, başkalarında olan mala, mülke, makama, mevkie özenmemesini istemekte, müminlere merhametli davranmasını ve kendisinin sadece bir uyarıcı olduğunu söylemesini buyurmaktadır.
Peygamberimize verilen bu mesajın bir benzeri Ta Ha suresinde de vardır:

Ve kendilerini fitnelemek için basit hayatın çiçeği olarak, onlardan kimi çiftleri kendileriyle yararlandırdığımız şeylere [mal, mülk, evlât ve saltanata] sakın gözlerini dikme [rağbetle bakma]. Ve Rabbinin rızkı daha iyi ve daha süreklidir. (Ta Ha/131)

“SEB’AN MİNE’L-MESANΔ

Arapça üç sözcükten oluşan bu ifade, Arap dili gramerine göre cümlede “mef’ulü bih” olarak yer almıştır. Yani ayetin tümü bir cümle kabul edildiğinde, bu ifade cümlenin nesnesi durumundadır.
İfadenin birinci sözcüğü olan “ سبعseb’a” sözcüğünün anlamı bugüne kadar hiç kimse tarafından farklı algılanmamış ve tartışılmamıştır. Sözcük, Arapçada “esma-i aded” denilen sayı adlarından biridir ve “yedi” demektir.
İfadenin ikinci sözcüğü olan ve Arapçada “harf-i cer” denilen “ منmin” sözcüğü, isimlere “...den” hâli veren bir edattır. Tüm dil ve din bilimcilerinin ittifakla kabul ettikleri gibi, bu sözcük, cümleye “başlangıç, açıklama ve teb’iz [bütünden parçalama]” anlamları katar. Türkçede buna “uzaklaştırma eki” denmektedir.
İfadenin üçüncü sözcüğü olan “ مثانىmesanî”, farklı köklerden türemiş olması muhtemel bir sözcüktür. Ancak burada “seb’a [yedi]” sayısı ile birlikte kullanıldığı için, hiç başka kök aramadan, sözcüğün “sayı” anlamı ifade eden “ اثنا isna [iki]” kökünden türediği kabul edilmek durumundadır. Çünkü sözcüğün türemesi muhtemel olan diğer kökler arasında, bir sayı olan “seb’a” sözcüğüne anlamca uyum gösteren başka bir kök bulunmamaktadır. Buna göre “mesani” sözcüğü, bir üleştirme sayısı olan ve “ikişer, ikili” anlamına gelen “mesna” sözcüğünün çoğuludur. Anlamı da “ikişerliler, ikililer” demektir. “Mesani” sözcüğünün “ikişerliler, ikililer” demek olduğunda bir tartışma olmamasına karşılık, bu sözcükle ayette neyin ikişerlilerinin veya neyin ikililerinin kastedildiği hususunda bir netlik oluşmamıştır.
Sözcüğün anlamı, matematikteki “ikili sistem”i, yani bugün bütün bilgi işlem programlarında kullanılan sayı sistemi olan “iki” tabanına göre düzenlenmiş “ikili sayma sistemi”ni çağrıştırıyor olsa da, biz bunun -Kur’an’daki anlatımların hep zıddıyla beraber yapıldığı gerçeğine dayanarak- zıtlıklardan oluşan ikilileri ifade ettiğini düşünmekteyiz. Çünkü her şey zıddıyla kaimdir ve her şey zıddıyla daha iyi anlatılıp açıklanır, anlaşılır.
Yani nasıl herhangi bir sayının sayı ekseni üzerinde bir negatif [-], bir de pozitif [+] işaretlisi varsa, hayatta da her kavramın böyle bir zıddı vardır. Bize göre, ayette sözü edilen “mesanî” sözcüğü, hakk-batıl, iman-küfür, ödül-ceza, iyi-kötü, gece-gündüz, cennet-cehennem ... gibi zıt kavramların oluşturduğu bu tür ikililere işaret etmektedir.
“Seb’an mine’l-mesani” ifadesindeki üç sözcüğün anlamlarını bu şekilde saptadıktan sonra, bu ifadenin ne anlama geldiği hakkındaki incelemelerimize geçebiliriz. Söz konusu ifade ile ilgili olarak ortaya çeşitli rivayetler atılmış, bu rivayetlere dayandırılan birçok görüş ileri sürülmüştür. Kimileri bazı rivayetlere dayanarak bu ifadeyle kastedilenin, namazların her rekatında okunması ve Allah’ın övülmesi sebebiyle Fatiha suresi olduğunu söylemiş, kimileri de Kur’an’ın en uzun yedi suresinin kast edildiğini ispat için başka rivayetleri delil göstermiştir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, Hicr suresinin Medine’de inen yedi uzun sureden çok önce inmiş olması, bu ikinci iddiayı tutarsız hâle getirmektedir. Netice olarak denebilir ki, mevcut meal ve tefsirlerin hepsinde de bu ifadeyle Fatiha suresinin veya Kur’an’ın en uzun yedi suresinin kast edildiği yazmaktadır. İlginç olanı, bu iddiaların hepsinin de şöhretli şahsiyetlerden birine dayandırılmış olmasıdır. Hatta Arapça ve Türkçe yayınlanmış bazı tefsirlerde, ifadeyi anlama çabası ile “seb’an mine’l-mesani” kalıbının “es’seb’ul-mesani” diye bozulduğu bile görülmüştür.
Biz, 87. ayette peygamberimize verildiği bildirilen “ikililerden/ikişerlilerden yedi şey”in, peygamberimizin hayatında var olan yedi negatif/olumsuz hususun yedi pozitif/olumlu hâle dönüşmesi olduğu kanaatindeyiz. Yani, söz konusu ifade, bize göre, peygamberimizin yedi “eksi”sinin “artı” yapılmasını ifade etmektedir. Bunların neler olduğunu bulabilmek için yapılacak şey, her zaman olduğu gibi Kur’an’a müracaat etmek olmalıdır.
Kur’an’a bakıldığında, peygamberimize verilenlerin bildirildiği üç sure bize yol göstermektedir. Bunlar Duha, İnşirah ve Kevser sureleridir. Peygamberimize verilenlerin tümünü “kevser” sözcüğü altında toplayan Kevser Suresi hariç tutulduğunda, geriye iki sure kalmaktadır:

Şu kuşluk vaktine ve karanlığı büsbütün bastırdığı zamanki geceye ant olsun ki,
*Rabbin seni terk etmeyecek, sana darılmayacak.
Sonrası senin için öncesinden elbette daha hayırlı olacak. Ve Rabbin sana verecek, sen de hoşnut olacaksın.
*O seni yetim olarak bulup barınağa kavuşturmadı mı?
*Seni sapıtmış olarak bulup da hidayet etmedi mi?
*Seni aile geçindirme zorluğu içinde bulup da zengin etmedi mi?
O hâlde yetimi kahretme!
İsteyeni azarlama.
Ve Rabbinin nimetini söz ve fiillerinle ortaya koy! (Duha/1-11)


*Biz, senin için, senin göğsünü açmadık mı?
*Senden ağır yükünü indirmedik mi?
Ki o, senin belini çatırdatmıştı.
*Senin zikrini [şanını] de senin için yüceltmedik mi?
Demek ki zorluğun yanında mutlaka bir kolaylık var.
Zorluğun yanında bir kolaylık muhakkak var.
O hâlde boşalır boşalmaz hemen yeni bir şeye başla.
Ve arzularını yalnızca Rabbine yönelt. (İnşirah/1-8)

Her iki surede peygamberimize verildiği bildirilen lütuflar alt alta sıralandığında, Kevser suresinin tahlilinde verdiğimiz şu tablo ortaya çıkmaktadır:

E k s i l e r : A r t ı l a r :
1- Sıradan birisi idi. Seçilip Peygamber yapıldı.
2- Yetim idi. Barınağa kavuşturuldu.
3- Şaşırmış idi. Doğruya iletildi.
4- Dar gelirli idi. Zenginleştirildi.
5- Sıkıntılıydı. Göğsü açıldı, ferahlatıldı.
6- Yükü ağırdı. Ağır yükü hafifletildi.
7- Adı unutulacaktı. Adı, sanı ve şanı yüceltildi.

Tabloda görüldüğü gibi, Yüce Allah, peygamberimizin hayatındaki yedi olumsuz hususu olumlu hâle getirmiş, yani yedi tane “eksi”sini “artı” yapmak suretiyle ona “seb’an mine’l-mesani”yi vermiştir.
Buna göre, 87, 88. ayetlerin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: “Biz sana böyle yedi tane nimet [yukarıda saydıklarımız] verdik; sana rehberin olsun diye Yüce Kur’an’ı da verdik. Daha ne istersin, ne beklersin? Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, müminler için de kanatlarını ger!”

Buradaki “yedi” sözcüğünün çokluktan kinaye olması da mümkündür. Ancak bu durumda “mesani” sözcüğü “ikişerliler, ikililer” anlamına değil, “katmerli” anlamına gelir. Diğer taraftan, ayette geçen “ikişerlilerden yediyi ve Kur’an’ı” ifadesinden anlaşılmaktadır ki, “seb’an min-el-mesani” ifadesi ile Kur’an’dan başka bir şey kastedilmektedir. Yani, buradaki “mesani”, Kur’an’ın özelliklerinden biri olan ve Zümer/23’te konu edilen “mesanilik” ile ilgili değildir.

Allah sözün en güzelini “Müteşabih” ve “ikililerli” bir kitap olarak indirdi. Rabblerine karşı içleri titreyerek korku duyanların, ondan derileri ürperir. Sonra da onların derileri ve kalpleri Allah’ın zikrine yatışır. İşte bu, Allah’ın yol göstermesidir. Onunla dilediğini doğruya iletir. Allah, kimi sapıtırsa, artık onun için de bir yol gösteren yoktur. (Zümer/23)

“Esbab-ı nüzul” nakillerinde, 88. ayetin iniş sebebi olarak Müslümanların zengin Yahudilerin servetine özenmeleri gösterilmiştir:

Denildiğine göre, beldelerin birinde, Kurayza ve Nadîr Yahudilerine, yüklerinde çeşitli elbise, koku, mücevherat ve diğer eşyaların bulunduğu yedi kervan çıkageldi. Bunun üzerine Müslümanlar: "Şayet bu mallar bizim olsaydı, biz bununla güç ve kuvvet kazanır, bunları Allah yolunda infâk ederdik" dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara sanki, "Andolsun ki ben size yedi ayet verdim. Bunlar, bu yedi kafileden muhakkak ve muhakkak daha hayırlıdırlar" demiştir.
İkinci Görüş: İbn Abbas, bu ifâdenin manasının "Kendisiyle herhangi bir kimseyi üstün kıldığımız dünya metâını temenni etme!" şeklinde olduğunu söylemiştir. Vahidî de bu manayı izah ederek şöyle der: "Bir kimse, bakışını ve diğer hasselerini iyice devam ettirip diktiğinde, ancak iki gözünü o şeye uzatmış ve dikmiş olur. Bir şeye gözünü dikip ona alabildiğince bakmak ise, o kimsenin onu arzuladığına ve beğendiğine, temenni ettiğine delâlet eder. Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.s), dünya metâından hoşuna gidebilecek şeylere bu şekilde bakmıyordu. Rivayet olunduğuna göre, o, Benî Müstalık`ın idrarları ve pislikleri üzerine bulaşarak kurumuş olan davarlarına bakmış, bunun üzerine, elbisesini hemen yüzüne ve başına çekerek bu ayeti okumuştur." O deve, sığır ve koyunların idrar ve dışkılarının uylukları ve butları üzerinde kuruması ise, onların bahar mevsiminde besiye alınıp, böylece de et ve yağlarının fazlalaşması maksadının güdülmesinden dolayıdır ki, bu, en güzel besi biçimidir.
Üçüncü Görüş: Bazıları da bu ifadenin manasının "Kendisine dünyalık verilmiş olan hiç kimseye haset etme!" şeklinde olduğunu söylemiştir. Kadî, bu mananın uzak olduğunu, zira, herkesin haset etmesinin çirkin ve kötü olduğunu; hasedin başkasının nimetinin yok olmasını istemek olduğunu; bunun ise Allah`a itiraz etmek ve O`nun hüküm ve kazasını beğenmemek gibi bir şey olacağını; dolayısıyla bunu herkesin yapmasının çirkin olacağını; bunun sadece Hz. Peygamber`e. tahsis edilmesinin güzel olmayacağını söylemiştir. (Razi, el-Mefatihu’l-Gayb; Kurtubi, el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Bazıları da 88. ayetin peygamberimizin Medine`deki Yahudiler*den borç istemesi üzerine indiğini ileri sürmüşlerdir:

İbn Ebu Hatim der ki: Vekî` İbn Cerrâh`tan nakledildiğine göre; ... Hz. Peygamberin (s.a.) arkadaşı Ebu Rafi` şöyle anlatıyor: Hz. Peygambere (s.a.) bir misâfir gelmişti. Hz. Peygamberin (s.a.) yanında ona yarar [onu ağırlayabileceği] bir şey yoktu. Yahudilerden birisine haber gönderip ‘Allah`ın Elçisi Muhammed sana diyor ki: Receb hilâline [Receb ayının başına] kadar bana bir miktar un ödünç ver’ dedirtti. Yahûdî: Rehinsiz olmaz cevabım verdi. Hz. Peygambere (s.a.) gittim ve bunu haber verdim. O: “Allah`a yemîn olsun ki, ben göktekilerin eminiyim, yeryüzündekilerin eminiyim, şayet bana borç verir veya satarsa muhakkak ona ödeyeceğim” buyurdu. Onun yanından çıktığımda âyetin sonuna kadar “Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe gözlerini dikme!” âyeti nazil oldu da, sanki Allah Teâlâ bununla onu dünyaya karşı sabra teşvik etti. Avfî`nin rivayetine göre, İbn Abbâs “Gözlerini dikme!” âyeti hakkında: ‘Kişiyi arkadaşının malı hakkında temennide bulunmaktan men etmiştir’ der. Mücâhid de “Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz, geçimliğe ...” âyetinde, zenginlerin kastedildiğini söyler. (İbn Kesir)

Mevdudi ise bu ayetlerin iniş sebebini, gerçekçi bir yaklaşımla Müslümanların o dönemde içinde bulundukları şartlarla açıklamıştır:

Kur`an`ın büyük bir nimet olarak verildiğinin belirtilmesi, Peygamber (s.a) ve ona uyanlara, kafirlerin dünyevi mallarına özenmemeleri gerektiğini, zira Kur`an gibi büyük bir nimetin yanında onların varlıklarının hiçbir değeri olmadığını hatırlatmak içindir. Bunun önemini tam anlamıyla kavrayabilmek için, o dönemde Peygamber (s.a) ve ona uyanların fakirlikten kıvrandıklarını göz önünde bulundurmak gerekir. Peygamber (s.a) tebliğe başladığında, ticari etkinlikleri hemen hemen sona ermişti. Bunun yanı sıra Hz. Hatice`nin (r.a) bütün malını da harcamıştı. Sahabenin çoğu ise evlerinden ayrılan ve fakirleşen gençlerdi. Ekonomik boykot, ticaretle uğraşanların işlerini olumsuz yönde etkilemişti. Bunlardan başka, Kureyşlilerin kölesi veya mevlası olan ve hiçbir ekonomik pozisyonu olmayan müminler vardı. Bu ekonomik dertlerin yanı sıra, bütün Müslümanlar, peygamber (s.a) ile birlikte, Mekke ve çevresindekilerden işkence görüyorlardı. Kısacası o kadar çok işkence çekmiş, alay edilmiş ve horlanmışlardı ki, neredeyse hiçbiri maddi veya manevi işkenceden ma`sun kalamamıştı. Diğer tarafta, onlara işkence eden düşmanları olan Kureyş, bu dünyadaki bütün iyi şeyleri alıyor ve lüks içinde bir hayat sürüyorlardı. İşte müminlere yapılan tesellinin arka planı budur: "Neden bu konuda cesaretinizi yitiriyorsunuz? Biz size her türlü zenginliğin ötesinde bir `servet` verdik. O halde düşmanlarınız sizin bilginizi ve yüce ahlakınızı kıskanmalıdır; siz onların kötü yoldan kazanılmış servetlerini ve günah dolu zevklerini kıskanmamalısınız. Çünkü onlar Rableri katına vardıklarında, orada değeri olan hiçbir servet kazanmadıklarını göreceklerdir." (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

89. ayetteki “Sen kanatlarını müminler için indir” buyruğu daha evvel İsra/24’te de geçmiş, biz de ayeti tahlil ederken şu açıklamayı yapmıştık:
Ayetteki “Ve merhametinden dolayı onlar için alçakgönüllülük kanatlarını indir” ifadesinde İstiare sanatı vardır. Rabbimiz bu sanatlı ifadeyle ana-babalara merhamet edilmesini emretmektedir. Sanat diliyle verilmiş olan bu talimat, sıradan bir emir cümlesiyle verilecek olandan daha fazla etki uyandırmaktadır. Ayrıca buradaki hitap peygamberimize olduğu ve o dönemde peygamberimizin ana-babası olmadığı için, “onlar” ile kastedilenler onun ümmetidir:

Ve müminlerden sana uyan kimselere kanadını indir. (Şuara/215)

89. ayette peygamberimize ayrıca “apaçık bir uyarıcı” olduğunu söylemesi emredilmiş, böylece onun elçilik görevlerinden biri olan “uyarıcılık” ön plana çıkarılmıştır. Uyarıcılığın hedefi, insanlara yanlış davranışların, günahın ve kötülüklerin varacağı kötü neticeyi öğ*retmek, insanları kendilerini bekleyen akıbetten haberdar etmektir. Buradaki “apaçık” sözcüğünün “çıplak” şeklinde ifade edilmesi de mümkündür.


90 - O taksimci / yeminci kimselere indirdiğimiz şey gibi.
91 – Onlar ki Kur’an’ı bir takım parçalar / [sihir, şiir, esatir, uydurulmuş söz gibi] kötü sözler kılan kimselerdir.
92 - 93 – Peki, ant olsun Rabbine ki, Biz, mutlaka onların hepsini yaptıkları şeylerden hesaba çekeceğiz.

Meallerinin Şuara suresinin 3-6. ayetleri arasında gösterilmesine rağmen bu ayetlerin tahlilinin burada yapılmış olmasının sebebi, ayetlerin asıl yeri ile ilgili kanaatimizin gerekçesini ifade edebilmektir.
Bu ayetler, aşağıda sıraladığımız sorunlar sebebiyle, bizde, hem teknik hem de anlam olarak bulundukları yere ait olmadıkları yönünde bir kanaat uyandırmıştır.

1- Teşbih edatından kaynaklanan sorun:

90. ayet, “teşbih edatı” olan “ كkaf” ile başladığından, edatın ifadesi olan “gibi” sözcüğü mealde mutlaka yer almak durumundadır. Böyle olunca da, Allah’ın bu taksimcilere/yemincilere indirdiği gibi kime ne indirdiğinin bu ayetten evvel zikredilmiş olması gerekmektedir. Zira “kaf” edatının varlığı, 90. ayeti başka bir ayetin [ana cümlenin] öğesi durumuna getirmektedir. Ama Hıcr suresinin bu bölümünde, 90. ayetin ana cümlesi olmaya uygun bir ayet bulunmamaktadır.
Bu husus maalesef meal ve tefsir yazanlar tarafından görmezden gelinmiş ve ayet bir takım zorlama ifadelerle geçiştirilmiştir. Biz yine de bu durumun onların vicdanlarını rahatsız ettiğini düşünmekteyiz.
Bu sorun klasik kaynaklarda da ya ayetteki “kaf” edatını zait [fazlalık] saymak ya da ayete mahzuf [gizli] sözcükler takdir etmek suretiyle çözülmeye çalışılmıştır:

Bu ifadede hazfedilmiş sözler vardır. Yani: “Ben bir azap ile apaçık uyaran bir kimseyim” anlamında olup "azap" kelimesi hazfedilmiştir. Çünkü "uyarmak " zaten buna delildir. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyrulmaktadır: "Ben Ad ve Semud`un yıldırımı gibi bir yıldırımla sizi korkutup uyarırım" (Fussilet/13) diye buyrulmaktadır. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

“Nitekim” anlamındaki kâf’ın fazladan geldiği de söylenmiştir. Yani “ben sizi bölüşenlere indirdiğimiz şeyler ile açıkça uyarıcıyım demek olur. Yüce Allah`ın: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur” (Şûrâ/11) buyruğunda olduğu gibi. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

2- 91. ayetin 90. ayetin devamı olmasından kaynaklanan sorun:

Mevcut sıralamada 91. ayet, 90. ayetin devamı ve açılımı durumunda olduğundan, 91. ayetteki “ellezine [o kimseler]” ism-i mevsulü de 90. ayetteki “muktesimîn [taksimciler/yeminciler]” sözcüğü ile tefsir edilmektedir. Yani 90. ayette sözü edilen “taksimciler/yeminciler”in, 91. ayette sözü edilen “Kur’an’ı parça parça edenler / Kur’an’a sihir, şiir, esatir ve yalan söz gibi iftira atanlar, kötü söz söyleyenler” oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim klasik eserlerdeki nakiller de hep bu yöndedir:

"Bölüşenler"in anlamı ile ilgili olarak yedi farklı görüş vardır:
1- Mukatil ve el-Ferra der ki: Bunlar Hac döneminde Velid b. el-Muğıre`nin gönderdiği on bir kişidir. Bunlar Mekke`nin dar yollarını, geniş yollarını, dağlardaki yollarını kendi aralarında paylaştırarak bu yollardan geçenlere köle diyorlardı: ‘Aramızda çıkan ve peygamberlik iddiasında bulunan bu kimseye sakın aldanmayın! O bir delidir’, bazen ‘o bir sihirbazdır’, bazen ‘o bir şairdir’, bazen de ‘o bir kahindir’ diyorlardı. Onlara bu şekilde "bölüşenler" adının verilmesi bu yolları kendi aralarında paylaştırmalarıdır. Allah bunların hepsinin canlarını en kötü şekilde aldı. Bunlar ayrıca Velid b. el-Muğire`yi mescidin kapısında hakem olarak tayin etmişlerdi. Peygamber (sav) hakkında ona soru soranlara da: ‘O adamlar doğru söylediler’ diye cevap verirdi.
2- Katade der ki: Bunlar Kureyş kafirlerinden bir topluluk olup Allah`ın kitabını bölüştürerek, bir kısmına şiir, bir kısmına büyü, bir kısmına kehânet, bir kısmına da öncekilerin efsaneleri adını vermişlerdi.
3- İbn Abbas der ki: Bunlar kitabın bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr eden kimselerdir.
4- İkrime de şöyle demiştir: Bunlar ehl-i kitap kimselerdir. Onlara "bölüşenler" adının veriliş sebebi, alay eden kimseler oluşları ve onların kimisinin ‘Bu sûre benimdir, bu sûre de senin olsun’ demeleridir. İşte dördüncü görüş de budur.
5- Katade der ki: Bunlar kitaplarını bölüştüler, darmadağın ve parçalara ayırdılar ve tahrif ettiler.
6- Zeyd b. Eslem der ki: Burada kastedilenler, Hz. Salih`in kavmidir. Bunlar onu öldürmek üzere kasem ettiklerinden dolayı onlara el-muktesimîn" [yemin eden, kasem eden kimseler] adı verilmiştir. Nitekim Yüce Allah: "Kendi aralarında Allah adına yemin ederek dediler ki: Ona ve aile halkına gece baskın yapalım" (Neml/49) buyruğuyla buna işaret etmektedir.
7- el-Ahfeş der ki: Bunlar karşılıklı olarak yemin ile kendi aralarında bazı hususları bölüşen bir topluluktu. Denildiğine göre, bunlar As b. Vail, Rabia`nın iki oğlu Utbe ve Şeybe, Ebu Cehil b. Hİşam, Ebu’l-Bahteri b. Hişam, en-Nadr b. Haris, Ümeyye b. Halef ve Münebbih b. Haccac`dırlar. Bunu da el-Maverdi nakletmektedir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Bu konuda Razi de Kurtubi’nin naklettiği çözümler doğrultusunda nakiller yapmıştır.
Yukarıdaki nakillerde görüldüğü gibi, 90. ayette sözü edilen “muktesimîn [taksimciler/yeminciler]” sözcüğü ile kimlerin kastedildiği konusu iki şekilde çözümlenmek istenmiştir:
* Bu muktesimîn Mekkelilerdir.
* Bunlar [bölüşenler], ehl-i kitaptır.
Ancak her iki çözüm de gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü “muktesimîn” sözcüğü ile Mekkelilerin kastedildiği varsayıldığında, Mekkelilere daha önce azap inmemiş olması; ehl-i kitabın kastedildiği varsayıldığında ise onların Kur’an’la herhangi bir ilgilerinin bulunmaması, yani Kur’an’ı parça parça etmediklerinin bilinmesi, bulunan bu çözümleri geçersiz kılmaktadır.

Mevdudi ise “muktesimîn” sözcüğü ile kimlerin kastedildiği konusuna, ayetteki Kur’an’ı Tevrat yaparak bir çözüm bulmaya çalışmıştır:

Bölücüler, dinlerini birçok bölüme ayıran ve onda ayırıcılık yapan Yahudilerdi. Onlar, dinin bir bölümüne inanıyor, bir bölümünü reddediyor, dine bazı şeyleri ekliyor, bazı şeyleri de dinden çıkarıyorlardı. Bu şekilde hepsi birbirine düşman birçok gruplara ayrılmışlardı. Onların Kur`an`dan muradı Tevrat`tır. Onlara Tevrat nazil olmuştur. Hz. Muhammed (s.a)`in ümmetine nazil olan Kur`an gibi. "Onlar Kur`an`larını çeşitli bölümlere ayırdılar." "Onlar kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmazlar." Aynı şey Bakara suresi 85. ayette de ele alınmıştır: "Siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?" "Bu, bizim bölücülere [Yahudiler] gönderdiğimiz uyarının aynısıdır." Burada müminler Allah tarafından yapılan uyarıyı dikkate almayan ve işledikleri günahta ısrar eden Yahudilerin durumundan ders almaları için uyarılmaktadırlar: "Yahudilerin düştüğü rezaleti görmektesiniz. Bu uyarıyı dikkate almayarak aynı sonla karşılaşmak ister misiniz?" (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

“ المقتسمينMUKTESİMîN” NE DEMEKTİR?

“Sarf İlmi”nin kurallarına göre, bu sözcüğün “kısım [bölüm]” veya “kasem [yemin]” sözcüklerinden türemiş olmasında herhangi bir engel bulunmamaktadır. Ancak sözcük “المقتسمين el-muktesimîn” şeklinde belirteç ile geldiğinden, bu kişilerin daha evvel bildirilmiş birileri olması gerekmektedir. O halde sözcüğün burada hangi anlama geldiğini anlayabilmek için yapılacak iş, Kur’an’da bu ayetten önceki ayetler içinde, başlarına bela indirildiği bildirilen “yeminciler” ya da “taksimciler” bulmaktan ibarettir.
Bu amaçla Kur’an’a bakıldığında, başlarına bela indirilmiş, cezalandırılmış iki grup görülmektedir. Bunlar, Neml suresinde bahsi geçen “Salih peygambere tuzak kuranlar” ile Kalem suresinde bahsi geçen “cennet [bahçe] sahipleri”dir:

Allah’a yeminleşerek: “Gece ona ve ailesine baskın yapacağız; sonra da velisine [yakınlarına], ‘Biz, o ailenin yok edilişine şahit olmadık [olay sırasında orada değildik] ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler.
Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık]. (Neml/49, 50)

Haberiniz olsun ki, Biz onlara belâ vermişizdir / kesinlikle belâ vereceğiz, [tıpkı] o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi. Hani onlar, sabah olunca mutlaka onu devşireceklerine yemin etmişlerdi.
Bir istisna da yapmıyorlardı.
Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir dolaşan [afet] onun üzerinden dolaşıverdi.
Sabaha, o bağ biçilmiş / devşirilmiş gibi oluverdi.
Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler.
"Haydi, devşirecekseniz (çiftliğinize) sabahleyin erkence gidin!" dediler.
Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı:
"Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın!"
Sadece engelleme gücüne sahip / şiddete güçleri yeten [bir tavırla] erkenden gittiler.
Ama çiftliği gördüklerinde: "Biz mutlaka sapıklarız / biz şaşırmışız / yanlış yere gelmişiz,
yok yok, biz mahrum edilmişiz" dediler.
En mutedil [ılımlı] olanları; "Ben size ‘tesbih etmiyor musunuz!’ dememiş miydim?" dedi.
Onlar: "Rabbimiz, Seni tenzih ederiz, doğrusu bizler zalimlermişiz!” dediler.
Sonra döndüler, birbirlerini kınıyorlardı;
"Yazıklar olsun bizlere; bizler gerçekten azgınlarmışız / kendini firavun gibi gören küstahlarmışız.
Umarız ki, Rabbimiz bize onun yerine daha hayırlısını verir; gerçekten biz bütün ümidimizi Rabbimize çeviriyoruz" diye.
İşte böyledir azap. Elbette ahiret azabı daha büyüktür, keşke bilenlerden olsalardı! (Kalem/17-33)

İlk bakışta, Hıcr suresinden evvel inmiş olmalarından dolayı “muktesimin” sözcüğü ile Kalem ve Neml surelerinde anlatılan gruplardan her ikisinin de kastedildiği düşünülebilir. Bizim tercihimiz, kast edilenin Kalem suresindeki “yeminciler” grubu olduğu yönündedir. Zira yukarıda da bahsettiğimiz gibi, hem teknik hem de anlam bakımından, 90-93. ayetlerin, bulundukları yere ait olmamaları söz konusudur. Yaptığımız uzun araştırmalar bize bu ayetlerin yerinin Şuara suresinde olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, Şuara suresinde geçmesi gereken “muktesimîn” ifadesiyle, Şuara suresinden sonra inmiş olan Neml suresindeki “Salih peygambere tuzak kuranlar”ın kastedilmiş olması mümkün olamayacağından, biz, “muktesimîn” olarak Kalem suresindeki “yeminciler”i görüyoruz.

“ عضينIDIYN” SÖZCÜĞÜ

Kur’an’da sadece 91. ayette geçen “Idıyn” sözcüğünün anlamı, -dolayısıyla sözcüğün kökü- hakkında bazı farklı görüşler ileri sürülmüştür:
* Sözcüğün عضوّ ّuduv” kökünden geldiği kabul edildiğinde, çoğul olan bu sözcük -Türkçedeki gibi- “uzuvlar [parçalar]” anlamındadır.
* Sözcüğün “ عضهadah” kökünden geldiği kabul edildiğinde, bu sözcük “yalan, iftira, dedikodu” gibi “kötü söz” anlamındadır.
* Ferra ise sözcüğün “sihir” anlamında olduğunu söylemiştir. (Lisanü’l-Arab, c: 6, s: 305- 306 Udh mad.; İsfehani, el-Müfredat, Udv mad.)
Anlaşılan o ki, konumuz olan ayette yukarıdaki anlamların hepsi birden kastedilmiştir. Yani Kur’an’ı parça parça ayıranlar, Bakara/ 85’de açıklandığı gibi, işine gelene inanıp işine gelmeyene inanmayanları ve Kur’an’a sihir, şiir, esatir ve yalan söz gibi iftira atanları, kötü söz söyleyenleri kapsamaktadır.
92, 93. ayetlerde Rabbimizin tüm insanların kendisi tarafından hesaba çekileceğini bildirmesinden, sorgulamayı ve cezalandırmayı da bizzat O’nun yapacağı* anlaşılmaktadır. Bu durumda elçiye sadece “uyarı” işi kalmaktadır.
Bunun böyle olduğu birçok ayette bildirilmiştir:

Şüphesiz şu, dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar; sen hiçbir şeyce onlardan değilsin. Şüphesiz onların işi Allah’adır. Sonra O [Allah] onlara yapmakta oldukları şeyleri haber verecektir. (En’am/59)

Sonra insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi.
Sen şimdi onları bir zamana kadar sapkınlıkları ile baş başa bırak! (Müminun/53, 54)

94 - 96 - Şimdi sen emrolunduğunu açıkça bildir ve müşriklerden yüz çevir. Şüphesiz ki Biz, Allah ile birlikte başkasını ilâh edinen şu alay eden kimselere karşı sana yeteriz. Artık onlar yakında bileceklerdir.
97 – Ant olsun, Biz biliyoruz ki, kesinlikle onların söylediklerine senin göğsün daralıyor.
98, 99 - O hâlde sana “Yakin” gelmesi için Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden [boyun eğenlerden, teslim olanlardan] ol ve Rabbine kulluk et!

Surenin bu son ayetlerinde peygamberimizin şahsına hitap edilerek elçilik görevini sürdürürken muhatap olduğu sıkıntı veren davranışlar karşısında nasıl hareket etmesi gerektiği üzerinde durulmuş ve kendisine Kur’an’a karşı olumsuz davranışta bulunanlardan herhangi bir beklentisinin olmaması tembih edilmiştir. Çünkü Allah kendi elçisine yeterlidir, elçisine düşmanlık edenler ise yakında neyle karşılaşacaklarını göreceklerdir.
98, 99. ayetlerde peygamberimize elçilik görevine dair bir takım yeni emirler verilmiş ve kendisinden tesbih etmesi, secde edenlerden olması ve Rabbine kulluk yapması istenmiştir. Bu emirleri yerine getirmekle hem elçilik görevini yapmış olacak, hem de “Yakin [kesin bilgi]” sahibi olacak ve göğsünün daralması geçecektir. Çünkü peygamberimiz, görevini yaparken karşılaştığı tavırlar yüzünden ciddi sıkıntılar içindedir. Bu sıkıntılar Kehf/6’da ve diğer birçok ayette ifade edilmiştir. Peygamberimize verilen emirlerden anlaşıldığına göre, sıkıntılar zann ve vehimden kaynaklanmakta, kesin bilgi sahipleri ise sıkıntılardan uzak, rahat olmaktadırlar.
Kesin bilginin gelmesi için peygamberimize verilen emirlerden biri “tesbih etme” tavrıdır. Tesbih, Allah’ı noksan sıfatlardan, ortaklardan, yakıştırılmış türlü saçmalıklardan arındırma eylemidir. Bu anlamıyla tesbih aslında her elçinin ilk görevidir.

“SECDE EDENLERDEN OLMAK”

Daha önce “Haydi Allah`a secde edin ve kulluk edin!” (Necm/62) ayetinin tahlilinde (Teybinü’l-Kur’an; c: 1, s: 440-443) açıkladığımız gibi, “secde” “otoriteye boyun eğmek, teslim olmak”; “kulluk” da “teslim olduktan sonra otoritenin verdiği görevleri eksiksiz yapmak” demektir. Konumuz olan ayette peygamberimizden istenen de budur.

AYETTEKİ “ حتّىHATTA” EDATINDAN KAYNAKLANAN ÇEVİRİ SORUNLARI

Genellikle “bağlaç” olarak kullanılan “حتّى hatta” edatı, cümleye “nihayetü’l-gaye [amacın sonu]”, yani “o bile” anlamı katar. Bu kural sebebiyle 98. ayetteki “ حتّى يأتيك اليقين hatta ye’tiyeke’l-yakin” ifadesine hep “sana yakin gelinceye kadar” anlamı verilmiş ve çoğu mealde ifade “Sana yakin gelinceye dek Rabbine ibadet et!” şeklinde yer almıştır. Bunun sonucunda ise ortaya kesin bilgiye ulaşıncaya kadar kulluğa devam edilmesi, kesin bilgi gelince de ibadetin, kulluğun son bulması gerektiği şeklinde bir anlayış çıkmıştır. Nitekim bu anlayış doğrultusunda birçok felsefi akımda “Bana yakin geldi, ben olgunlaştım” diyerek kulluğu, yükümlülüğü bırakanlar olmuş, hatta bazı şaşkınlar “Ben artık Hakk oldum” bile diyebilmişlerdir.
Bu çarpık sonuçları gören din bilginleri, insanlığı sapıklığa götüren bu anlayışı ortadan kaldırmak için “yakin [kesin bilgi]” kavramını tevil etmek zorunda kalmışlar ve “yakin, ölümdür” diyerek ayetin anlamını “Sen, sana ölüm gelinceye dek Rabbine kulluk et!” şeklinde ayarlamışlardır. Gerçi ölüm, en gerçek olan, tartışılmayan, itiraz edilemeyen, yani kesin olan bir olgudur ama bu tevili yapanlar, ayetteki ifade ile ibadetin sürekliliğinin istendiğini ileri sürmüşler, yaptıkları tevile de Meryem/31’de İsa peygamberin ağzından nakledilen “Hayatta bulunduğum müddetçe bana namazı / sosyal desteği ve zekâtı tavsiye etti” ifadesini delil göstermişlerdir.

İŞİN DOĞRUSU

“حتّى Hatta” edatı sadece “bağlaç” olarak kullanılmayıp cümle başlarında istinaf ve “key” edatı yerine ta’lil için de kullanılır. (el-İtkan; 505, 506; el-Bürhan, c: 4, s: 272, 273) Bunun örnekleri Tevbe/31, Hucurat/9, Bakara/217, Münafikun/7’de açıkça görülmektedir. Ta’lil için “key” edatı yerine kullanıldığında “hatta” edatına “için” anlamı verilmelidir. Söz konusu edat, konumuz olan ayette cümle başında bulunduğundan, çevirinin buna göre yapılması gerekir. Biz de ayetteki “hatta” edatının bu özelliğini dikkate alarak ayeti “O hâlde sana ‘Yakin’ gelmesi için Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden [boyun eğenlerden, teslim olanlardan] ol ve Rabbine kulluk et!” şeklinde anlamlandırdık.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla