Tekil Mesaj gösterimi
Alt 10. May 2011, 04:42 PM   #7
pramid
Uzman Üye
 
Üyelik tarihi: Sep 2010
Mesajlar: 764
Tesekkür: 191
507 Mesajina 1.128 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 24
pramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud ofpramid has much to be proud of
Standart

DEVAMI YAZININ

İblis” Sözlükte “Hayret eden, şaşan, hayırsız olan, üzgün bezgin olan, surat asan, ümitsiz olan, şaşkınlığından dolayı susan, şaşakalan” anlamına geliyor. Akadçada Be’el, Baal; Efendi, Tanrı anlamında, Eski Filistin halkı tanrılarından Be’el zebub’a İbranîlerin verdiği aşağılayıcı isim olarak da kullanılmıştır. Yine Yunancaya iftiracı, kara çalan anlamında Diabolos, İngilizce’ye kötü ruh, şeytan anlamında Devil olarak geçmiş… İnsanoğlundaki kötülük temayülü veya dürtüsünü temsilen kıssanın semavî prolog (gökteki ilk konuşma) adını verdiğimiz birinci bölümünde iblis, yerdeki diyalog adını verdiğimiz ikinci bölümünde şeytan olarak geçtiğini görüyoruz. Kıssanın Kuran’da geçtiği yedi ayrı yerde aynı şekilde ilk bölümde iblis, ikinci bölümde şeytan olarak geçmektedir. Gökte iblis adıyla şahıslaştırılan bu temsil, yerde şeytan veya şeytanlar olarak ifade ediliyor. “Adam” içindeki bu kötülük dürtülerine kapılarak yanlış işler yapmamalıdır mesajı veriliyor…
Secde”: Arâmicede “İbadet etmek, selamlamak, yere kapanmak” demek olan (SGD) kökü, anlamını koruyarak fakat orta harf değişikliği ile Arapça’ya (SCD) olarak geçmiş. Ayette saygı göstermek amacıyla selâmlama, selâm durma, tazim için ayağa kalkma anlamında kullanılıyor. Türkçe’de birine selâm durmak, saygı için ayağa kalkmak dediğimiz şey Arapçada yere kapanmak, eteğine yüz sürmek, ayaklarına kapanmak olarak kullanılıyor. Her ikisi de saygı ve tazim için yapılır. Katade, “Onun için secdelere kapandılar” (Yusuf; 100) ayeti hakkında, “O zaman insanların birbirine selâmı secde etmek şeklindeydi” der. Yine bir rivayette Muaz bin Cebel Yemen dönüşü Hz. Peygamber’e saygı maksadıyla secdeye kapanır. Hz. Peygamber bu yaptığının ne olduğunu sorması üzerine “Yahudi ve Hristıyanların büyüklerine böyle yaptığını gördüm, bu peygamberlerin selâmlamasıymış” der. Hz. Peygamber’de “Onlar peygamberlere iftira etmişler” karşılığını verir. Yine Hz. Ali huzuruna giren birisinin secdeye kapanması üzerine onu doğrultarak “Bana değil Allah’a secde et” der. Bunlardan hareketle ayette geçen secdenin ibadet değil; teşrif, saygı, selâmlama anlamında olduğu söylenmiştir (Razi). Çünkü Allah’ın kendisinden başka birisine bildiğimiz anlamda secde edilmesini emretmesi teolojik açıdan proplemlidir…
ĞAYB: Arapça’da [ĞYB ] kökünden gelir… Mastarı “yitmek, kaybolmak” demektir. Kaybetmek, yok etmek, gizlemek (tağyîb), dedikodusunu yapmak, çekiştirmek, o yokken ileri geri konuşmak (iğtiyâb/ğıybet), gitmemek, bulunmamak (teğayyub), devamsız, bulunmayan, üçüncü kişi (ğâib), orman, ağaçlık yer (ğabe), devamsızlık, yokluk, bulunmama (ğıyâb), yokluk, ayrılık, bulunmama (ğaybe), gıybetçi, dedikoducu (muğtâb) kelimeleri de bu kökten…
Kur’an’da 58 yerde geçen ğayb kavramını incelediğimizde tümüyle olumsuzlandığını görüyoruz. Öyle ki ilkten “Kimse ğaybı bilemez” deniyor, arkasından “Sadece Allah bilir” bir de “Kendisinden razı olduğu elçiler” deniyor.
Bu şu demek: Tüm ğayb bilgisi iddiaları geçersizdir. Ancak şu halde olursa müstesna… Bunun da şartları şunlar şunlardır… Bunun dışındakiler ğayba taş atmaktan (mesnetsiz atıp tutmaktan) başka bir şey değildir.
“kayıp” sözcüğü, Türkçe’ye Arapça’dan geçmiş. Aslı: “ğayb”…
Kur’an ısrarla ğaybın bilgisinin Allah’a ait olduğunu söyler. Ğaybın bilgilerine muttali olmaya çalışanları “göğe merdiven dayamakla” suçlar (52/38). Ğaybın “Şeytanların atıp tutmalarından korunduğunu” (37/6), böyle yapmaya kalkanları karşılayanın “delici bir ateş” olacağını (36/10) haber verir. “Ğaybı taşlayanlar” (18/22) ve “ğayb yanlarındaymış gibi konuşanlar?” (68/47) olduğundan bahseder. Ve bir yerde de ğaybın bilgisinin “kendisinin razı olduğu elçiler” (72/26-28) dışında kimseye verilmeyeceğini söyler…
İNZÂR: Sözlükte mastarı “Adamak, kendine gerekli kılmak” demektir… Buradan, uyarmak, ikaz etmek, bir şeyi haber verip korkutmak, ültimatom vermek (inzâren), birbirini uyarmak (tenâzur), uyarı, uyarma, alarm, ikaz, ihtar (inzâr), uyarıcı, uyaran (munzir), uyarıcı, korkutucu, ikaz, uyarı, alarm (nezîr), yangın alarmı (inzâru’l-harîq) kelimeleri gelir… İnzâr kelimesi orta harfi “dat” ile okunduğunda “bakmak, beklemek” anlamı kazanır. Dolayısıyla inzâr “İleride şu fenalık var, ona bakar olun, ondan sakının!” diye uyarmaktır. “Uyarmak” kelimesi de eski Türkçe’de (11. yy) “uyandırmak, uykudan kaldırmak” anlamına gelen odhunmak sözcüğünden geliyor. Yeni Türkçe’de (1974) uyarı, uyarmak şeklinde yeniden türetilmiş. Bu durumda inzâr edilmek uykudan uyandırılan kişinin hali oluyor; gözlerini açıp uyanıyor, etrafını görmeye başlıyor.
SUHT: “Bel bellemek, kökünden kazımak” demek. Haram, kirli kazanç, şaibeli yolla elde edilen para, rüşvet (suht), aç gözlü, obur, karnı geniş (suhut, meshût), kazımak suretiyle soyulmuş, giderilmiş şey (sahît), uğradığı her şeyi götüren bulut (sahîte) kelimeleri bu kökten…
Görüldüğü gibi suht kavramı “yolsuzluk edebiyatının” bütün kelime ve deyimlerini içine alıyor; rüşvet, kara para, şaibe, haram, hortumlamak, yolmak, söğüşlemek, soyup soğana çevirmek, ne var yok götürmek, kökünü kurutmak, içini boşaltmak, gözü doymamak vs.
Bunların hepsi ayette geçen ve sözlük anlamı “yemek” ve “kazımak” demek olan [eklihumu’s-suht] deyiminin kapsamına giriyor…
ĞULUL: Sözlükte “Bir şeyi gizlice almak” demektir. Elbise altından giyildiği için gizlenmiş elbise (ğılale), parfümün saçın diplerine sürüldüğü için gizlenmiş olması (ğılale fi’r-re’s), kendine ait olmayan ganimet vs. gizlice üzerine geçirme (ğulul), gizli dolap çevirme, hile, sahtekârlık, kin (ğıll), devenin tam kanmadan önünden suyunun alınması (iğlale’l-ibl), bir şeyin kâr ve gelirini alma, istismar ve sömürü (istiğlal), bir şeyin hâsılatı, geliri, ev kirası (el-ğulle)…
Bütün bunlarda ortak anlam “bir şeyin diğer şeye görünmeden dâhil edilmesi” dir. Buna gönümüzde en genel anlamıyla “yolsuzluk” diyoruz. “Allah’ın eli bağlıdır” derken kastettikleri Müslümanların fakirliğine bakarak “Demek siz Allah yolundasınız. Madem öyle o Allah’ınız -çok cimri olmalı- sizi neden zengin etmiyor? Demek ki doğru yolda olanlar ve Allah’ın sevgili kulları siz değil bizim gibi zengin olanlardır.” derlerdi. Ayet bu iddiaya cevaptır. (Razi, Kurtubi, İbn Kesir, Taberi).
Hakk” kelimesinin, Batı dillerindeki “realite” (gerçek, gerçeklik), “right” (doğruluk, dürüstlük) ve “justice” (adalet, doğruluk) sözcüklerinin karışımına tekabül ettiği söylenebilir.
Hint-Avrupa dil kökünde varlık (re), Latince’de varlık, nesne, şey (res), Orta Latince’de gerçek, nesnel (realis) olarak kullanılıyormuş, buradan Fransızca’ya ve İngilizce’ye gerçeklik, hakikat (realite) olarak geçmiş… Türkçe’de de bu manada kullanılıyor; realite, realize, realizm, reel, sürreel vs…
Arapça’da ise hak, gerçek, doğruluk, görev (haqq), gerçekleşmek, kesinleşmek (tahaqquq), hak etmek, müstahak olmak, hak kazanmak (istihqâq), araştırma, soruşturma, anket (tahqîqât), insan hakları (huqûqu’l-insâni), geçer, doğru, sağlam, kanuni, hakça (haqqanî), doğruluk, adalet, (haqqâniyet), dört yaşına giren deve ( hıqqa), gerçek, realite, hakikat, gerçeklik (haqiqat), gerçek, reel (haqîqî), esasen, gerçekten (fi’l-hagîga), haklı (muhıq) kelimeleri bu kökten…
RUHBÂN: Sözlükte “korkmak, ürpermek” kökünden gelir. Korkutmak, tedhiş uyandırmak, yıldırmak, ürpermek, dehşet saçmak (irhâb), korkutmak, yıldırmak (terhîb), terörist (irhâbî), terörizm (irhâbiyye), Allah’tan korkan, ürperen, keşiş (râhib), korku, heybet (rehbe), fobi (ruhâb) kelimeleri bu kökten gelir…
Rehbâniyye ruhbana ait iş anlamında, Ruhbân da çoğulu olup rahipler, keşişler demektir. Ruhbanlık ile kastedilen ise, böylesi kişilerin “Tanrı korkusundan”dağlara çekilmeleri, kendilerini bütünüyle ibadete (nusuk) vermeleri, üzerlerine vacip olan nusuklara ek olarak yalnız yaşamak, sert elbiseler giymek, kadınlardan uzak durmak, mağaralarda ve kuytu köşelerde kendilerini ibadete vermek gibi ileri derecede meşakkatli bir hayat tarzına katlanmalarıydı…
Ruhbân, buradan kaynaklanan bir tanrısallığa ulaştığını düşünür. Artık Tanrı’nın yeryüzündeki dostu, evliyası, oğlu, gölgesi, vekili kendisi olmuştur. Bu nedenle tanrı hakkında konuşma hakkına sahiptir. Demek ki Ruhbân, görünmez bir güç adına iç dünyalarınıza hükmeden eden bir “ruh işgalcisi” olmaktadır. Sizin mana ve ruh dünyanızı işgal etmekte ve sizi size bırakmayarak Tanrı adına yönetmektedir…
AHBÂR: Sözlükte mastarı “mürekkep” demektir. Mürekkep (hibr), hokka, divid, mürekkep şişesi (mihbera), piskopos/yahudi hahamı (ahbâr) kelimeleri bu kökten gelir… Şu halde Ahbâr Allah, kitap, din mevzularında hokka, divid ve mürekkep kullanarak yazılar yazan kişi demek oluyor. Zamanla bunlara din alimi veya ahbârdenmiş.
Demek ki Ruhbân ve Ahbâr kendilerine “din adamı” denilen kişi veya kişiler oluyor. Bunlar toplumdan ayrı kıyafetleri, çoğu kez de özel statüleri ile ayrılırlar. Din onlar için bir meslektir. Başka bir işle uğraşmazlar. Bugün için hoca, hâce, pîr, molla, şehy, seyyid, baba, dede, haham, papaz, keşiş vb. şekilde değişik kültürlerde anılanlar bu sınıfa girer…
Ahbâr’ın farkı daha çok yazı ve kitaplarıyla öne çıkmasıdır. Bugün için Allah, kitap, peygamber, din hakkında yazılar yazan kalem erbabı yani “yazarlar” bu guruba girer. Ruhbân daha çok insanların ruh dünyalarına hükmederken, Ahbâr zihin dünyalarına hükmeder. Uğraştıkları işin kendilerine tanrısallık kattığı vehmi içindedirler. Bu tanrısallığın kendilerine ayrıcalıklı bir konum ve statü getirmesinin doğal olduğunu düşünürler. Böylece kendilerini ‘normal insanlar’la eşit görmezler. Din sınıfının zihinsel kökeni buraya dayanmaktadır…
HÂMÂN: Eski Mısır’da din adamları sınıfının ünvanı olarak kullanılırdı. Amon-Ra’nın hizmetkârı anlamında Hâ-Amon’un Arapçalaşmış halidir. Fi-Ra-vun da “Ra’nın oğlu” veya “Ra’nın bedenlenmiş hali” (Yürüyen Ra!) anlamında eski Mısır krallarının ünvanı idi. Kur’an’da sık sık Firavun-Haman ikilisi birlikte zikredilir. Mısır geleneğinde“Amon tapınağının rahipleri” olarak anılırlar. Mısır havzasında Hz. Yusuf ve Hz. Musa dahil, ismi anılan ve anılmayan tüm peygamberlerin, Amon tapınağının rahipleri (Ha-Amon) ile şiddetli bir mücadele içinde olduklarını ve her defasında onlar tarafından öldürülmek istendiklerini görüyoruz…
RABBÂNİYYÛN: Kendilerine Rabb’e adamış olanlar, ‘Rabbciler’ manasındadır. Rabb’in kitabını korumak, Kitab’ın şahitliğin yapmak ve onunla hüküm vermek gibi görevleri olduğu belirtilir. (Maide; 44). Bugün için şekil ve statü olarak “din adamı”görüntüsünde olmasa da “İslam davası”, “Kur’an hizmeti”, “Kur’an şakirdi”, “Kur’an’a çağrı”, “himmet, hizmet, şahitlik, davet, İslami mücadele” vs. adı altında Allah, Kitap, din davası güden tüm kişi ve gurupları ifade eder…
MÜLK güç, melik güç sahibi (özne), meleke güç fiili (yüklem), melek fiilin mef’ulu (yüklemin nesnesi), melekut da fiil/yüklem alanı veya sahası oluyor. Yani “el-melik”, “melekelerini” kullanarak “melaikeyi” ortaya çıkarıyor, bunların tezahür ettiği sahaya (alem) de “melekut” diyor. Bunu için de “mülk” O’nun oluyor. Bütün bunların mihverinde Allah var ve hepsi O’nunla ilgili…
--el: Cebr-El: Tanrı’nın gücü… Azra-El: Tanrı’nın durduruşu/engelleyişi… Mika-El: Tanrı’nın övülüşü, tesbihi… İsraf-El: Tanrı’nın soluğu, nefesi… Samu-El: Tanrı’nın işitişi/Tanrı’yı duyan… İsra-El: Tanrı’nın yürüyüşü/Tanrı ile yürüyen… Rafe-El: Tanrı’nın yüceliği/Tanrı’ya yükselen… Bunların hepsi İbranice… Böyle yüzlerce isim var. Yahudi isimleri genellikle böyledir.
Adı üzerinde Cebrail Allah’ın konuşma/vayhetme gücünü, Mikail mevsimleri yaratma gücünü, Ezrail ölüm, İsrafil hayat ve yaşam verme gücünü ifade eden özellikleri/melekeleridir. Bu isimlerin zamanla Tanrı’dan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklarmış gibi algılandığını görüyoruz. Kur’an yer yer bu muhayyileye hitap etmekle birlikte dönüştürmüş ve hepsini “tek bir Allah’ın” güzel isimlerinde toplayarak “Esmau’l-Hüsna”yı getirmiştir. Bu kültürden hareketle Abdullah (Allah’ın kulu), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Nurullah (Allah’ın ışığı), Nimetullah (Allah’ın nimeti), Lutfullah (Allah’ın nimeti) vb. Müslüman isimleri doğmuştur.
Demek ki bu isim ve sıfatlar Allah’ın “melekeleri” oluyor. O’ndan ayrı (alem dışı) ontolojik varlıklar değil; O’nun kendisi de değil; alemde yani tarihte, hayatta, tabiatta ve insanda tecelli eden iş ve oluşu, yapıp edişi, edip eyleyişi…
EHAD/tevhid: Sözlükte “tek olmak, bir olmak” demektir. Bir yapmak, birleştirmek, standart hale getirmek, standardize etmek (tevhîd), birleşmek, ittifak etmek, bir araya getirmek (ittihâden), birlik, federasyon, lig, cemiyet, birleşme, birlik yapma (ittihâd), federal, birleşik (ittihâdiyye), bir, tek, sayı ismi (ehad), birleme (vahdaniyet), birleşmiş (muttehid), Birleşmiş Milletler (el-umemu’l-muttehide), birleyen, birleyici (muvahhid), bir (vâhid), birlik, bir olma, kompleks, ünite, birim (vahde), biricik, yegâne, eşşiz (vahîd) kelimeleri de bu kökten…
SAMED: Sözlükte “devam etmek, kastetmek, sebat etmek, karşı koymak, direnmek, içi dolu olmak” demektir. Yönelmek, kastetmek (samd), dayatmak, isnad etmek (ismâd), şişe tıpası (sımâd), yüksek yer, ulu, yüce, içine bir şey girip çıkmayan düz, bütün halinde pürüzsüz kaya (samed), asla gebe kalmayan deve (samde), soğuk ve kurak vakitlerde bile sütü kesilmeyen deve (mısmâd) kelimeleri de bu kökten…
Görüldüğü gibi Samed esas olarak “yüce, ulu, toz tutmayan, kendisine hiç bir şeyin giremediği ve kendisinden hiçbir şeyin çıkamadığı düz ve pürüzsüz kaya” manasına geliyor (Razi, İbn Manzur). Bunu Allah için kullandığımızda “tek bir bütün halinde olan ulu ve yüce Allah” demek olur. Bu ise Türkçe’de “bölünmez bütünlük” dediğimiz şeydir.
Demek ki Allah, varlığı ve birliği ile bölünmez bir bütündür. Aynı şekilde varoluş bütün halinde tek bir organizmadır. Denizin, içindeki balıkları, incileri, yosunları, mercanları vs. ile tek bir su kütlesi olması gibi, Allah da yeri, gökleri, güneşi, ayı, yıldızları, canlıları, bitkileri, madenleri vs. ile tek bir bütündür. Bunlar birbiriyle rekabet halinde, her biri ayrı ayrı tanrılar tarafından yaratılan ve yönetilen varlıklar değildir. Varlık âleminde bir tek hakikat vardır ve O yerlerin ve göklerin nuru, bütün varlığın ruhudur. Hem aşkın, hem içkindir. Her bir varlık kendinde ayrıdır, fakat birbiriyle sıkı bir “birliktelik” içindedir ve hepsi kopmaz, bölünmez bir bütün halindedir. Demek ki evren, varlık, yerler, gökler, canlılar, insanlık vs. tek bir oluşun bölünmez parçalarıdır. Allah’ın nuru da bu oluşun bütüncül ruhudur. Oluş ve akışın her zerresiyle anbean dinamik ilişki halindedir (hayyu qayyum)…
ÜMMET-İ VAHİDE” kavramı vardır. Beş yerde geçer (Bakara; 2/213, Mu’minun; 23/52-61, Hud; 11/118-119, Maide; 5/48, Zuhruf; 43/32-35).
Bu ayetlere analitik bir gözle baktığımızda görürüz ki bir taraftan “İşte sizin toplumunuz böylesi tek bir toplumdur” denirken, diğer taraftan “Eğer Allah isteseydi insanları tek toplum yapardı fakat zenginliğe imrenmesinler diye yapmıyor” denmesi Kur’an’ın istediği tek toplumun, bir tarafta zenginlikten şımarmışların ve diğer tarafta onlara özenip imrenenlerin olduğu bir toplum değildir. Yani sınıflı bir toplum değildir.
Bilakis Kur’an’ın istediği tek toplum, “sınıf” (zebr, hizp, şia) bakımından tekleşmiş toplumdur. Dil, din, ırk, renk, kültür, sanat, düşünce, inanç vs. bakımından herkesin tek tip hale geldiği bir toplum değildir.
“Ümmet-i vâhide” ayetlerinin geçtiği yerlerde servet ve nüfuzdan (mâl ve benîn), lüks hayattan (zuhruf) bahsedilmesi, bunlardan kaynaklanan gurupların, hiziplerin, sınıfların mahkum edilmesi ve bunun giderilmesi için de “hayırlarda yarışmanın” ve “verileni vermenin” sürekli emredilmesi açıkça bunu göstermektedir.

Emanet” sözcüğü Kur’an’da 7 yerde geçiyor.
1-“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara yükledik de onları onu üstlenmeye yanaşmadı. Ondan korktular da insan üstlendi. Hiç şüphesiz insan çok cahil ve zalimdir.” (Ahzab; 72).
2- “Onlar emanetlerine ve ahidlerine riayet edenlerdir.” (Mu’minûn; 23/8)
3- “Onlar kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde riayet edenlerdir.” (Meâric; 32)
Görüldüğü gibi bu ilk üç ayette emanet kavramı herhangi bir “kendi kendine tefsir” yapılmadan, genel olarak geçiyor. Ne kastettiğini anlamamız için tefsire ihtiyaç var. Bakalım diğer ayetlerde var mı…
4-“Kitap verilenlerden kimileri var ki, kantarla emanet bıraksan onu sana geri verir. Yine onlardan kimileri var ki, bir dinar emanet etsen, tepesine binmedikçe onu sana vermez. Çünkü onlar ‘Bize sıradan halka karşı yaptıklarımızdan dolayı hesap yoktur” diyerek Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.” (Al-i İmran; 75).
Görüldüğü gibi burada emanet “mal ve para” (kantar ve dinar) olarak kullanılmış…
5- “Eğer yolculukta iseniz ve hesabı tutacak birisini de bulamazsanız borçludan bir rehin alabilirsiniz. Yok, birbirinize güvenirseniz artık güvenilen Allah’tan korksun ve emanetini ödesin. Şahitliği gizlemeyin, kim gizlerse vebali boynunadır. Allah yaptığınız her şeyi görüyor, biliyor.” (Bakara; 283)
Burada da emanet “ödenmesi gereken mal veya para” anlamında kullanılmış…
6- “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hainlik etmeyin. Size verilmiş emanetlere ihanet etmeyin. Sizler bilinçli insanlarsınız. Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan vesilesidir. Asıl büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” (Enfal; 27-28).
Burada da emanetin mallar (emvâl) çocuklar (evlâd) şeklinde ifade edilen servet olduğu anlaşılıyor. burada geçen “Size verilen emanetler” tabiri ile düşmandan gele geçirilen servet yani “ganimet malları” (enfâl) kastediliyor…
7- “İyi dinleyin! Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten Allah size ne güzel öğüt veriyor. Allah her şeyi işitiyor, her şeyi biliyor; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Nisa; 58)
Ayette emanet (güvene bırakılan şey) bu kez aynı kökten gelen “emn” (güven) olarak geçiyor. “İman etmek” (güven duymak) da aslında bununla ilgili. Bu anlamda “iman edenler” (mu’minler) Allah’a güven duyan/itimad edenler demektir. Keza Allah da kendine güven duyanlara güvenir/itimad eder. Onun için O da “Mu’min”dir. Bu nedenle iman edenler aynı zamanda Allah’ın emanetini üstlenenler anlamına da gelir. Ayette geçtiği gibi cehl ve zulm sebebiyle buna hıyanet ediliyor. Onun için imanlarına (emanetlerine) zulm bulaştıranlardan bahsediliyor.
Salât” kelimesi insan için kullanıldığında “ateşe odun atmak” fiilinden gelir. Bu ise bir destekleme eylemidir. Ateş sönmesin, ocak tütsün diye ateşe odun veya kömür atarsınız, böylece ateşi desteklemiş olursunuz. “Salât”ı kime yapıyorsanız onu destekliyor veya desteğini istiyorsunuz demektir. Allah’a salât etmek yani dua edip namaz kılmak onun desteğini ve yardımını talep etmek demektir. Nitekim “Allah’tan sabır ve salât ile yardım isteyin” (2/152) ayeti bunu gösterir. Keza “Kıpkızıl bir ateşe salât edilecek (atılacak)” -seyeslâ naren zate lehebin- (111/3) ayetinde de bu manadadır.
Bu kökten türeyen kelimelerde de bu mananın olduğunu görüyoruz: Ateşte yanmak, ateşe maruz kalmak (sallâ), bir şeyi yakmak için ateşte bırakmak (tasliyeh), ateşte ısınmak (ıstılâ), ateşte yanma, ateşte kalma (es-sıllî), destek isteme yeri, namaz yeri, seccade (musallî), atın yarışta kazananı desteklercesine ardınca gitmesi (tasliyete’l-feres), destek talebi, yardım isteği, dua etmek (tasliye) kelimeleri bu köktendir…
Görüldüğü gibi salavât birine destek veya birinden destek ve yardım isteme manasında kullanılmaktadır. Zamanla Allah’ın sevdiği kullarını desteklemesinden mülhem olarak Müslümanların İbrahim ve Muhammed gibi peygamberleri desteklediklerini, yollarında yürüdüklerini ifade için kullanılır olmuştur.
Kelime kökünden hareketle Allah’ın ve meleklerin nebiye salât etmesi ve bizim de öyle yapmamızın istenmesi şu demek oluyor: Ey iman edenler! Peygamberin tutuşturduğu iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve adalet ateşinin sönmemesi için onu destekleyin. Destekleyin ki daha bir gür yansın. Alev alev yükselsin. Bunun için onun getirdiği dini yaşayın ve yaşatın. Kendi çağınıza, mekanınıza ve zamanınıza taşıyın ki onu desteklemiş (ona salât etmiş) olasınız. Aksi halde bu ocak söner. Allah ve melekleri bunun sönmemesini istiyor ve onu destekliyor; siz de öyle yapın…
Kitâp” kelimesinin Kur’an’da 242 kez geçtiğini görüyoruz.
Kitap” kelimesi Sözlükte “yazmak, telif etmek, göndermek, kaydetmek, emretmek, farz kılmak” demektir. Terim olarak Allah’ın kitabı kastedilir. Özel olarak İbranice töre, gelenek, kanun, yol anlamına gelen Tevrat (Torâh), Arapça yazılan şey, kitap anlamına gelen Zebur, Aramice haberci, müjdeci, resul anlamana gelen İncil (Eski Yunanca Euangelion, Fransızca Evangile, İngilizce Evangel) ve Arapça okunan, toplayan anlamına gelen Kur’an kastedilir.
Kitap kelimesinin Kur’an lisanında aynı zamanda daha üst bir kavram olarak da kullanıldığını görüyoruz. Elma, armut, ayva, kiraz kelimelerinin “ağaç” başlığı altında toplanması gibi, Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an kelimeleri de “Kitap” başlığı altında toplanmaktadır. Yani bütün bunlar bir ana “Kitap”tan (lehvi-i mahfuzdan/korunmuş kaynaktan/iradeden) çıkmakta ve tarihin belirli bir zaman ve mekânında yeryüzünün tozuna toprağına bulanarak Tevrat, Zebur, İncil, Kur’an olmaktadır…
Kuran’ın otuza yakın başka isimleri de vardır: Ayıran, fark koyan (furkan ), öğüt, hatırlatma (zikr), indirme (tenzil), söz (hadis), nasihat, vaaz (mev’iza), bilgelik kaynağı (hikmet), tedavi eden (şifa), doğru yolda yürüten, ona götüren (huda), doğruluk ve dürüstlük yolu (sırat-ı müstakim), ip (habl), sevgi ve merhamet kaynağı (rahmet), canlılık, soluk, nefes (ruh), gerçek yaşam öyküsü(kasas), açıklama (beyan), vicdanın sesi (besair), ayıran, karıştırmayan (fasl), parça, parça inen (necm), tekrarlayan, vurgulayan (mesani), iyilik, lütuf (nimet), delil, kanıt (burhan), hayatın içinden gelen, sapasağlam (qayyum), güvenli sığınak (müheymin), aydınlatan (nur), gerçeğin ta kendisi (haqq), güçlü, yüce, (aziz), cömert, asil (kerim), büyük, ulu (azim), kalıcı, sürekli, çağlar boyu yankılanacak (mübarek)…
Yani gayet merkezî, ana bir kavram.
1- Öznel anlamı: Bilgisayar çağındayız kolay anlaşılması için oradan örnek verelim, “el-Kitâp” bu manada tüm varlığın ve oluşun işletim sistemi ve hafızası (belleği) anlamında kullanılıyor. Yani tüm evrenin; tarihin, hayatın, tabiatın işleyen sistemi… Keza tüm evrenin; tarihin, hayatın ve tabiatın hafızası/belleği (lehv-i mahfuz)…
Örnek 1: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir Kitâpta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid; 57/22). Yani deprem, sel felaketi, yanardağ patlaması, fırtına, kasırga, hastalık, ölüm, toplumsal yükseliş ve çöküşler vs. hepsi işleyen bir sisteme, yasaya göredir. Bunlar size isabet etmeden önce de belirli bir işletim sistemi, yasa, düzen üzeredirler. Evrenin yazılım/işletim sisteminin (el-Kitab’ın) dışına çıkamazsınız, hepsi orada yazılıdır. Size düşen işletim sisteminin elverdiği ölçüde hareket etmek, gereken tedbirleri almaktır. Aksi halde müsibete uğrarsınız (bilgisayarınız, sağlığınız, eviniz, işiniz, toplumunuz vs. çöker!)… Kur’an işte buna evrenin işletim sistemi, düzeni, yazılmış yasaları (el-Kitâp) diyor. Bu durumda Kitabı okumak evreni; tarihi, hayatı ve tabiatı okumak demek oluyor.
Örnek 2: “Hangi oluşta olursan ol, Kur’an’dan her ne okursan oku ve her ne iş yaparsanız yapın, siz bu işlere daldığınızda Biz hepsini görüyoruz. Çünkü ne yerde ne gökte, küçük büyük fark etmez, zerresine kadar hiç bir şey Rabbi’nin bilgisi dışında cereyan etmez. Bunların hepsi apaçık bir Kitâptadır.” (Yunus; 10/61). Yani siz bir iş ve oluşa (şe’n) başlar başlamaz, aynı anda (hemdem, senkronik) olarak Biz de olayın içindeyizdir. Çünkü Allah her şeyi çepeçevre kuşatıp kaplamıştır (muhit). Fakat buna rağmen siz mahiyet olarak O değilsiniz, O da siz değil. Olup biten her şey cömert yazıcılar (kirâmen kâtîbin) tarafından kaydedilmektedir. Yani insanın, tarihin, toplumun, tabiatın hafızasına işlenmekte, evrensel koruyucu bellekteki (lehv-i mahfuz) yerini almaktadır. Zerre miktarı bir kıpırtı bile yok olmamakta, evrenin hafızasına (el-Kitâp) kaydolmaktadır. Güneş, ay, yıldız, gece, gündüz, tanyeri, dağlar, ovalar, zeytin ve incir ağaçları, eller, ayaklar, deriler, yeryüzü vs. hepsi buna şahit olacaktır. Zamanı geldiğinde, bütün bunlar dile gelecek, kayıtlar ortaya dökülecek, bellekler açılacak ve her kişiye “Kendi ellerinle yazdığın kitabın (hayatın) işte bu, haydi oku” denecektir… Kur’an işte bu tarihin, hayatın ve tabiatın işleyen sistemi esnasında olup bitenlerin kaydedilmesine de hafıza/bellek (el-Kitâp) demektedir…
Demek ki el-Kitâp bu durumda işletim sisteminin önce kendisi, sonra da işleyişi esnasında ortaya çıkanların kayda geçmesi, hafızaya alınması manasına geliyor. Mesela insan için kullandığımızda insanın işletim sistemi onun ruh ve beden sağlığının yasaları demek oluyor. İşte el-Kitâp’ta belirlenmiş olan bu. İnsan verilmiş işletim sistemini/yazılımını şu (iyi) veya bu (kötü) yönde çalıştırınca (amellerde bulununca) kendi hayat kitabını da yazmış oluyor. Ahirette ona kendi yazdığı kitabı gösteriliyor (amel defterleri açılıyor) ve “Oku kitabını” deniyor.
2- Nesnel anlamı: Bu da bildiğimiz anlamda genel geçer manada kitâp demektir.
Örnek: “Yoksa size ait bir Kitâp var da, onda mı okuyorsunuz?” (Kalem; 38)… “Kendilerine Kitâp verdiklerimiz onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.” (En’am 20)… “Ehl-i kitâptan bir gurup, okuduklarını Kitâptan sanasınız diye Kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitâp’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde ‘Bu Allah katındandır” derler. Onlar bile bile Allah’a iftira ediyorlar.” (Al-i İmran; 78) vb.
Görülüyor ki el-Kitâp terimini Kur’an, Mekkî ayetlerde daha çok birinci öznel anlamıyla, Medenî ayetlerde ikinci nesnel anlamıyla kullanmakta. Çünkü Medine’ye gelindiğinde kendilerine Yahudi veya Hristıyan diyenlerin yanlarında Allah’tan olduğunu iddia ettikleri Kitâplar vardır. Bu noktada Kur’an onlarla polemiğe giriyor. Kurumsal din eleştirisi yapmaktan ziyade “Kitâp ehli olmak” iddiası üzerinde duruyor. Çelişkilerini ve tutarsızlıklarını bir bir ortaya döküyor. Yahudileri daha çok amel, Hristıyanları da inanç noktasında eleştiriyor.
Dünya” kelimesinin anlamı “yakın olan yer” demektir. Ahirette “sonra olan” manasına geliyor
KERİM” sözcüğünün karşısında şunlar yazıyor: 1- Soylu, asil 2- Cömert. “Kerem” de de şunlar yazıyor: 1. Soyluluk, ululuk, büyüklük, asalet. 2. Bağış olarak verme, iyilik, cömertlik, lütuf… İkrâm, İkrâmiye, Kerâmet, Mukerrem, Mükremin, Ekrem kelimeleri de bu kökten…
Kerim sözcüğü, Arapça kök olarak KRM’den geliyor ve Türkçe’deki gibi iki anlamda kullanılıyor. Kur’an’da da bu iki anlamda: 1- Vermek, cömertlik 2- Şeref, asalet …
Bu, şu demek: Verdiğin için şerefli (kerim) oluyorsun veya şeref (kerem) sahibi olmak için vermen (ikram) gerekir. Her kim çok veriyorsa (ikram) en şereflimiz (ekrem) odur. Karşılıksız verme (ikramiye) onun için bağıştır. Olağanüstü haller izhar ederek değil; elindekini vererek, paylaşarak, bölüşerek karşılıksız verici (kerâmet) sahibi oluyorsun.
Bunu yapan Mükremin oluyor. Bu nedenle de cömertliği ile meşhur elçiye Resul-i Ekrem, bunun gösterildiği, yaşandığı şehre de Mekke-i Mükerreme deniyor. İçinde baştan sona bunu işleyen kitaba da Kur’an-ı Kerim…
kerâmet’ kavramının tasavvuftaki kerâmet ile hiçbir alakası yoktur. Bilakis kerim olmakla, kerem sahibi olmakla; cömertlikle, vermekle, paylaşmakla, insanlara faydalı olmakla ilgilidir. Her kim kerem (verme) konusunda en takvalı ise en üstünümüz odur. Bu nedenle kimi sahabeler Peygamberimize “Verecek bir şeyimiz yok, nasıl kerim olacağız?” diye sorunca, “Tebessüm sadakadır” buyurdu. Yani kardeşine güler yüzle davran, tebessümünü ver, bu da keremdir demek istedi.
AĞNİYÂ: “Zenginler” demektir. Kök olarak “ğina” zenginlik ve servet , “ğanî” zengin, ihtiyacı olmayan, kalantor, varlıklı, kodaman, “ğanimet” düşmandan elde edilen zenginlikler, “mustağnî” de kendini her türlü ihtiyacın üstünde gören zenginlik budalası demek oluyor.
Kur’an’ın nuzül sırasına göre ilk suresinde (Alak; 96/7) karşımıza çıkar. İlk olmasının anlamı şu ki sonraki bütün “üsttekileri” niteleyen ayetler bununla ilgilidir: Mustağnî servetiyle azgınlık eder (tâğut), servetine yaslanarak büyüklenir (mustekbir), emredip yasaklar koyarak zulmeder (zâlim), mülküyle ortak koşar (muşrik), hegemonya kurmaya yeltenir (ceberrut), gururlanır (mağrur), inkar eder (munkir), yok sayar (mulhid)…
Bütün bunların kökünde “ğina”yı özelleştirmesi, kendi elinde tutması yatmaktadır. Bu nedenle Kur’an malların zenginler (ağniyâ) elinde dolanıp duran bir devlet olmasını meneder (Haşr; 59/7). Yani zenginliğin bir devlet haline gelmesini veya devletin bir zenginler kulübüne dönüşmesini reddeder. Bu durumda zenginler (ağniyâ), Allah’ın yarattığı rızık ve rızık kaynaklarını (üretim araçlarını) bir şekilde ele geçirip, “alttakileri” ondan mahrum edenler, alttakilerle “eşit” hale gelmekten ‘aslan görmüş yaban eşeği gibi’ kaçanlar oluyor. Sırf zenginliğin Kur’an’ın hiçbir yerinde olumlu anlamda anıldığını, övüldüğünü, teşvik edildiğini görmedim. Bugün için üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan finans-kapital sahiplerine, sermayedarlara, para babalarına takâbül eder.
MELE’: “Dolu hale gelmiş” demektir. Kök olarak 1- Bir şeyi doldurmak 2- Yola girmek, yolda yürümek demek… Dolmak (imtila’), dolmuş, dolu, tombul, etine dolgun (mumteli’) birinci, koşmak, hızla yürümek (melv), genleşmek, genişlemek (muluv) ikinci anlamdan gelir… Bu durumda mele’ servetle dolmuş, mal ve mülk ile şişmiş, servet ve iktidarı ele geçirme ve onunla hegemonya kurma yolunda yürüyen, hayatının amacı bu olan demek oluyor. “Kavmin ileri gelen melesi” şeklinde Kur’an’da sıklıkla geçer. Bugün için bir ülkenin siyasî, askerî ve iktisadî mülk (servet ve iktidar) sahiplerine tekâbül eder.
MUTREF: “Bolluk içinde olan, şımarmış” demektir. Bolluk ve nimet içinde olmak, şımarmak (teref), konfor içinde olmak, nimetler içinde yüzmek (teterrûf), konfor, rahatlık, lüks, şımarıklık (teref) kelimeleri bu kökten… Demek ki mütref bir toplumun rahatlık ve konfordan şımarmış, “fors” sahipleri demektir… Bu durumda Kur’an’da sık sık geçen mele-i mütref “kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenleri” demek oluyor. Bugün için devlet beslemesi ailelere, sosyete çevrelerine, lüks ve sefahat içinde yaşayan zümrelere ve onlara özenenlere tekâbül eder.
MUSRİF: “Harcayan” demektir. Kavmin zenginlikten şımarmış ileri gelenlerinin (üsttekilerin) başkasının (alttakilerin) emeğinden çaldıklarını sorumsuzca harcamalarıdır. Nasıl olsa başkasından geçtiği için kimin malı olduğu umurlarında bile değildir.
Türkçe’de “israf etmek” deyimi kendi emeği ile kazandığından gereksiz yere harcamayı ifade etmek için kullanılıyor ki Kur’an’da bu anlamda değildir. Bilakis başkasının emeğinden geçeni harcamak manasındadır. Bu anlamıyla “hortumcunun” har vurup harman savurmasını ifade eder.
Kendi emeğinden gereksiz harcamaya ise Kur’an “tebzîr” der. Tebzîr lüzumsuz harcama demektir. (İsra; 50/26). Bu durumda “Yeyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” demek “Kendi emeğinizle kazandığınızdan yiyiniz, içiniz fakat başkasının emeğini yemeyiniz, mele-i mürtefin yaptığını yapmayınız, bundan kaçınınız” demektir. Şu ayette bu anlamda kullanılmıştır: “Öksüzlere evlenme çağına gelinceye kadar göz kulak olun. Ekmeğini kendisi kazanacak yaşa geldiklerini gördüğünüzde mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyünce onlara kalacak diye mallarını sorumsuzca (israf ile) yemeye kalkmayın. İhtiyacı olmayan tenezzül etmesin.” (Nisa; 4/6).
Burada israf kendi malını saçıp savurma değil; başkasına ait olanı zimmetine geçirip harcama manasındadır. “Onlar infak ettiklerinde ne israf ederler ne de cimrilik” (Furkan; 25/67) Yani ne başkasının malından bol keseden harcarlar, ne de kendi keselerini kısarlar; ikisinin ortası bir yol tutarlar; kendi alınteri ile kazandıklarından infak ederler…
KÂNİZ: “Biriktiren, yığan” demektir. Malı “kenz” etmek; yığmak, biriktirmek, hazine yapmak manasına geliyor. Kur’an altını ve gümüşü (parayı) kenz edenleri şiddetle eleştirir ve biriktirdiklerinin dağlanarak alınlarına, böğürlerine, sırtlarına vurulacağını haber verir. (Tövbe; 9/34). Bu ayet nazil olunca Hz. Peygamber “Kahrolsun biriktiriciler” (Tebbet el-Kânizûn) diye üç defa bağırmıştır. (Kutüb-i Sitte; Zekat, 2011).
MURÂBÎ: “Fâizci” demektir. Kök olarak ribâ (fâiz), “tepe haline gelme” manasındadır. Üsttekilerin en önemli özelliklerindendir. Tefecilik yaparak paralarına para katarlar. Başkasından “fazlalık” alarak tepe gibi yığarlar. Bununla mal ve servet yığarlar. Bu yolla alttakileri sömürür, kanlarını emerler. Kur’an’da başka hiçbir şey için “Faiz yiyenlere Allah ve Resulü’nün savaş açtığını bildir” (Bakara; 2/279) denmemiştir!
CEV’ÂN: “Açlar” demektir. “Altta” olmaktan öte en “dipte” olanlardır. Açlık tehlikesi söz konusu olduğundan ölümle yüzyüzedirler. Bu açıdan bütün her şeyi bırakıp buna yönelmek birinci dereceden bir görevdir.
MÜNAFIK Kur’an’a baktığımızda 41 yerde “münafıklar” tabirinin kullanıldığını görüyoruz.Bunları dikkatle incelediğimizde farkı fark ettiren ölçünün açıkça verildiğini görüyoruz; infak ve cihat…Ne demek bunlar?
Kur’an’ın mihver kavramı tevhid/samed ile bağını kurarak söylersek (ki her şey bununla irtibatlıdır); sosyal ve ekonomik birlik ve bütünlükten ayrılarak “kenz” yapmamak yani mal ve servet yığmamak, kendine ayrı küçük tepeler oluşturarak bütün içinde çıkıntılar (tekel) oluşturmamak, bunları dağıtmak, bütüne katmak, paylaşmak (infak) ve bütünün mutluluğu, iyiliği, adaleti için çalışmak, ona zarar veren şeylere karşı gerekirse savaşmak, canını ve malını ortaya koymak (cihat)…
Demek ki “infak” ile “nifak” sözcüklerinin aynı kökten geliyor olmalarından da anlaşılacağı gibi, münâfıqûn (münafıklar) ile munfiqûn (infak edenler) arasında çok yakın ve fakat aynı zamanda ters orantı var. Yani bir kişide infak arttıkça nifak azalıyor, nifak artıkça da infak azalıyor demektir. Ateşin odunu yeyip bitirmesi gibi, nifak infakı, infak da nifakı yeyip bitiriyor.
Kelime kökünden de anlaşılacağı gibi münafık, Arap tavşanı (jarboa) gibi “iki yuvası” bulunan “ikiyüzlü” bir adamdır. Birinde tehlike gördüğü an diğerine geçer.
KENZ biriktirmek, yığmak, hazine yapmak demek. Değer ifade eden herhangi bir şeyi kişisel servet amacıyla biriktirme, stok, istif manasına gelir
Hegomon” sözcüğü Latince güç sahibi olmak, tahakküm (hegomonia) kökünden geliyor. Eski Yunanca’da aynı anlamda (h)egemon deniyor. Türkçe’ye Latince kökten esinlenerek “egemen” olarak geçmiş…
EKBER” sözcügü “en büyük” demek olup “kibir” ile aynı köktendir.
Kibr, “şânın azametini izhar etmek/ortaya koymak” demek olup kişinin kendinde hak ettiğinden fazlalık görmesidir. Mal ve mevkîden dolayı kibirlenirse zehv, kibirden dolayı başını havaya kaldırırsa nahve, kibirden dolayı burnu havada olursa huzuvâne, kibrinden dolayı kendine hayran olursa ucb olur. Aslen büyük olmadığı halde kendini büyük sanana ise müstekbir denir. Servet ve iktidar sahibi olmaya ise kibriya denir. Mutekebbir ise Allah için kullanılır ve büyüklük, güç ve kudrete sahip olduğu halde zulmetmeyen demektir. Zor kullanan kibirliye ise ceberût denir.
SAFFAT” sözcüğü de ilginçtir. “Saf saf, sıra sıra” anlamına geliyor. Şu ayetler üzerinde düşünün: “Göklerde ve yerde olan kimseler (örneğin) sıra sıra uçuşan kuşlar (tayru saffat) O’nu yüceltir, hepsinin salatı ve teshibi vardır. Göklerin ve yerin egemenliği (mülku’s-semavati ve’l-arz) Allah’ındır.” (Nur; 24/41-42)… “Bizden her birimizin belli bir makamı vardır. Elbette biziz saf saf dizilenler, biziz! Elbette biziz o tesbih edenler, biziz!” (Saffat; 37/164-166)…
Karşılaştırmalı olarak ilgili yerleri inceleyin, yerde ve göklerde sıra sıra, saf saf dizilmiş olanların bir takım tabiat varlıkları (ay, güneş, bulutlar, gökgürültüsü, yıldırımlar, yıldızlar, gezegenler, kuşlar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, dağlar, dereler, ırmaklar, göller, denizler vs.) olduğunu, Kur’an’ın bunlara “yerin ve göklerin melekutu” (meleketu’s-semavati ve’l-arz), “O’nun görkemli egemenliği” (bi yedihi’l-mülk) dediğini göreceksiniz. Dolayısıyla “melaiketihi” (O’nun melekeleri/güçleri) bununla ilgilidir. O günkü yerleşik ve yaygın din dilinde öyle dendiği için Kur’an bu dil üzerinden konuşmaktadır.
ŞEYTAN” veya “İblis” kavramları da teşhis ve intak sanatı kullanılarak şahıslaştırılıp konuşturulan alemdeki “kötülük durumlarını” ve insandaki “kötülük dürtülerini” ifade ediyor. Yoksa insanın dışında kazma dişli, çirkin suratlı harici bir varlık değildir. Bunu en iyi Peygamberimizin şu sözlerinden anlarız: “Şeytan, sizin içinizde kanın damarda dolandığı gibi dolanır.” (Buhari; İtikaf, 956), “Şeytan uyuyanın genzinde geceler” (Buhari; Bed’ul-Halk, 1359) “Şeytan da, melek de insanoğluna birtakım şeyler atarlar. Şeytanın işi kötülüğe çağırmak, sonu fena ve zararlı olan şeylere teşvik etmek ve hakkı yalanlamak, haktan uzaklaştırmaktır. Meleğin işi hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır. Kim içinde hakka, hayıra, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allaha hamdetsin. Kim de içinde kötülük ve inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” (Tirmizi; Tefsir, 2991).
Keza Kur’an’a göre cinlerin/şeytanların tabiatı “kavurucu ateştir” (Hicr; 27)…
Görüldüğü gibi şeytan hep insanla ilişkilendirilerek tasvir ediliyor: İçinde dolanır (öfke, hırs, şehvet kabarması)… Burnunda geceler (burnundan solumak!)… Kalbine atar (içine doğurur, aklına getirir)… Şu halde “kavurucu ateş” kızgınlık, şehvet, öfke, haset, ihtiras gibi dürtülerin ifadesi oluyor. Demek ki iç dünyamızda (zati’s-sudur) “kanın damarda dolandığı gibi dolanan” öfke, kızgınlık, hırs, haset, ihtiras, şehvet vb. dürtüler kişileştirilerek, canlı bir varlıkmış gibi resmedilerek “şeytan” adını alıyor. Bunlar bizi ve çevremizi ateşin odunu yeyip bitirdiği gibi yer bitirir.
Görülüyor ki din dili, kötülere “şeytan” iyilere “melek” diyerek olayları, durumları, duyguları ve dürtüleri kişileştiriyor. İçimizde olanları, dışımıza çıkarıp harici varlıkmış gibi resmederek, kolay anlaşılır, tavır ve vaziyet alınır hale getiriyor. Metafizik olmakla birlikte gayet canlı ve dinamik bir diyaloji (ikili etki-tepki iletişimi) kuruyor. “Dini tecrübe” bu açıdan bilimsel dil ve metotlardan farklıdır. Bu dili iyi kavramamız gerekiyor.
Demek ki “Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, ona tabi olmayın” şu demek oluyor: “Öfke, kızgınlık, hırs, haset, ihtiras, tamah, şehvet vs. sizin apaçık düşmanınızdır, bunların ardınca gitmeyin…”
“CİNN” de etrafımızda uçuşan (alem dışı) harici varlıklar değildir. Alem içinde ve fakat “görünmeyen, tanınmayan, yabancı” demektir. Örneğin bugün yeryüzünde bir milyon canlı türü var. Bir zamanlar otuz milyonmuş. Biz ömrümüz boyunca bunların kaçını görürüz? En fazla yüzünü hadi bilemediniz beş yüzünü… İşte deniz altlarında, ormanlarda, ağaç kavuklarında, toprağın altında, kayalıklarda vs. geri kalan bütün göremediklerimiz cindir. Onları da Allah yaratmıştır. Bu manada “ins-u cinn” görünen ve görünmeyen tüm varlıklar anlamında Türkçe’de “sabah-akşam”, “yaş-kuru” , “gece-gündüz” dememiz gibi bir deyimdir…
Bu durumda “İnsanları ve cinleri (ins-u cinni) bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat; 51/56) şu demek oluyor: Gördüklerinizin ve görmediklerinizin tümünü iş ve değer üretsinler, kendilerini ifade etsinler, yapsınlar, meydana getirsinler, bunları Ben ile/Benim yolumdan giderek yapsınlar diye yarattım…Çünkü “ibadet” ile “nüsuk” aynı şey değildir.
“Cinlerle konuşmak” da aslında insanın kendi kendisiyle konuşmasıdır. İçinden gelen tanımlayamadığı ses ve dürtüleri kendi dışında bir varlıkmış gibi resmetmesi ve kendisine onun hariçten hitap ettiğini sanmasıdır. Bu durumda cinn, insan beyninin yarattığı bir kişileştirme oluyor.
pramid isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
pramid Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 2 Kisi:
Anonymous (13. May 2011), Miralay (11. May 2011)