Konu: Nisa Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 11:16 PM   #6
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Bu âyet-i kerîmedeki fıkhî inceliklerden biri de, koca, kadının gençliğinin geçip gitmesinden ve yaşlanmasından sonra onun yerine bir başka kadın ile evlenmemesi gerektiği görüşünde olan câhillerin kanaatlerini reddetmesidir. İbn Ebî Muleyke der ki: “Sevde bt. Zem’a'nın yaşı ilerleyince Peygamber (s.a) onu boşamak istedi. Ancak o, Hz. Peygamber ile birlikte kalmayı tercih edip, o'na, “Beni nikâhın altında tut ve bana ayırdığın gününü Âişe'ye tahsis et” dedi. Hz. Peygamber de öyle yaptı. Hz. Sevde de o'nun hanımlarından birisi olduğu hâlde vefat etti.[36]

NÜŞÛZ İLE İLGİLİ ÂYETİN NÜZÛL SEBEBİ

Müfessirler, âyetin nüzûl sebebi hakkında şunları söylemişlerdir:

1) Sa‘îd ibn Cübeyr, İbn Abbâs'tan bu âyetin İbn Ebi's-Saib hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmiştir ki, bu zatın bir hanımı ve bu hanımından da çocukları vardı. Hanımı yaşlı olduğu için, onu boşamak istedi... Bunun üzerine hanımı, “Beni boşama, bırak çocuklarımın işleriyle meşgul olayım ve her ay pek az bir geceyi bana ayır...” dedi. Bunun üzerine kocası, “Eğer iş bu şekilde olacaksa, bu benim için daha faydalı ve uygun olur” dedi.

2) Bu âyet, Sevde bt. Zem’a hakkında nâzil olmuştur. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a) onu boşamak isteyince, Sevde, Hz. Peygamber'den kendisini boşamamasını, sırasını da Hz. Aişe'ye tahsis etmesini istedi. Hz. Peygamber bunu uygun buldu da, onu boşamadı.

3) Hz. Aişe'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Bu âyet, bir erkeğin yanında bulunup, erkeğinin de kendisi yerine başkasını almak istediği bir kadın hakkında nâzil olmuştur. Bunun üzerine kadın, “Beni tut [boşama] ve başkasıyla evlen, nafakam ve sıramdan da vazgeçiyorum, sana helâl olsun” der.[37]

NÜŞÛZ ve KOCANIN NÜŞÛZU

Nüşûz'un, “diklenmek, kendisini dev aynasında görmek” demek olduğunu beyân etmiş ve kadının nüşûzuna dair bilgiler vermiştik. Kocanın nüşûzu [kendini kadından üstün görmesi] ise, kendini dev aynasında görüp hanımını küçümseyerek, “Sen çirkinsin”, “Sen yaşlısın”, “Ben genç ve güzel bir kadınla evlenmek istiyorum” demesi veya kaba kuvvet kullanması olarak açıklanabilir.

Âyetteki, Aralarında bir sulh yapmalarında, onlara bir günah yoktur. Ve sulh hayırlıdır ifadesiyle Allah kocayı, çekiciliğini yitirse bile yıllardan beri birlikte yaşadığı karısına iyi davranmaya teşvik ediyor, karısına karşı olan tutum ve davranışlarında Kendisinden korkması gerektiğini bildiriyor.

Âyetteki, Ve nefisler kıskançlığa hazır kılınmıştır. Eğer iyilik-güzellik üretirseniz ve takvâlı davranırsanız artık şüphesiz Allah yapmış olduğunuz şeylere haberdardır. Ve kadınlarınız arasında adaletli davranmaya ne kadar uğraşsanız da asla güç yetiremezsiniz. Öyleyse birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Ve eğer düzeltirseniz ve takvâlı davranırsanız, artık şüphesiz Allah gafûr'dur, rahîm'dir ifadesiyle de, olağanüstü koşullar gereği çok eşli olan kocaların, karılarının hepsine tam anlamıyla eşit davranmasının mümkün olmadığı, böyle ailelerde geçimin zor olduğu, fakat bu şatlarda da iyilik-güzellik üretilmesi gerektiği bildiriliyor.

36-38. Ve Allah'a ibâdet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ve de anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yeminlerinizin mâlik olduklarına [himâyenize verilmiş kimselere] iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için karîn [yaştaş, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü bir karîndir!

39. Bir de bunlar, Allah'a ve âhiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın kendilerini rızıklandırdığı şeylerden infak etselerdi, ne kendilerinin aleyhlerine olurdu ki? Ve Allah onları çok iyi bilendir.

40. Şüphesiz Allah, zerre kadar zulmetmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve Kendi katından büyük bir ecir verir.

41. Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl?

42. İnkâr eden ve Elçi'ye isyan eden kimseler, o gün toprağa karışıp gitmeyi isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler de.

Bu âyet grubunda, Allah'a kulluk edilmesi ve yakınlarla ilişkilerin nasıl düzenlenmesi gerektiğine dair bilgiler verilmektedir. Buna göre mü’minler;

• Allah'a ibâdet etmeli ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmamalıdır.

• Anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yeminlerin mâlik olduklarına [himâyeye verilmiş kimselere] iyilik etmelidirler.

Emredilen bu görevleri yapmayanlar da, Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen; cimrilik eden, insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın kendilerine lütfundan verdiklerini gizleyen kimseleri ve Allah'a ve âhiret gününe iman etmedikleri hâlde mallarını, insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri sevmez. Ve Biz, kâfirlere alçaltıcı bir azabı hazırladık. Ve şeytan kimin için karîn [yaştaş, yakın arkadaş] olursa, o ne kötü bir karîndir! Bir de bunlar, Allah'a ve âhiret gününe iman etselerdi ve Allah'ın kendilerini rızıklandırdığı şeylerden infak etselerdi, ne kendilerinin aleyhlerine olurdu ki? Ve Allah onları çok iyi bilendir. Şüphesiz Allah, zerre kadar zulmetmez. Ve eğer iyilik ise onu kat kat artırır. Ve Kendi katından büyük bir ecir verir. Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? İnkâr eden ve Elçi'ye isyan eden kimseler, o gün toprağa karışıp gitmeyi isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler de buyurularak uyarılmaktadır.

Allah'a kulluk ve şirk, Kur’ân'da üzerinde önemle durulan konuların başında gelir. Birkaç âyetle bu konuya dair bir hatırlatma yapıyoruz:

Ben, cinn ve insi [herkesi] yalnızca Bana ibâdet/kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan herhangi bir rızık istemiyorum. Ben, onların Beni yedirmelerini de istemiyorum. (Zâriyât/56-57)

Ve Biz senden önce hiç bir elçi göndermedik ki ona, “Gerçek şu ki, Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana ibâdet edin” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiyâ/25)

Ve sen, elçilerimizden senden önce gönderdiğimiz kişilere sor, “Biz Rahmân'ın astlarından ibâdet edilecek ilâhlar kılmış mıyız?” (Zuhruf/45)

Ve andolsun ki, Biz her ümmete, “Allah'a ibâdet edin ve tâğûttan sakının” diye bir elçi gönderdik. Artık Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidâyet etti, bir kısmına da sapıklık hakk olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş? (Nahl/36)

De ki: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih ameli işlesin ve Rabbine kullukta, hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf/110)

O [bir tek, kahhar; Allah], gökleri ve yeri hakk ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne bürüyor, gündüzü de gecenin üstüne bürüyor. Güneşi ve ay'ı emre âmâde kılmıştır. Hepsi de adı konmuş bir ecele akıp gitmektedir. İyi bilin ki, O, çok güçlü ve çok bağışlayıcıdır. (Zümer/5)

Oysa ki onlara sadece, dini yalnız Allah için arındıran kişiler hâlinde sadece Allah'a kulluk etmeleri, salâtı ikâme etmeleri, zekâtı vermeleri emredilmişti. Ve işte bu, doğru/eksiksiz/aşınmaz dindir. (Beyine/5)

Şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur. (Nisâ/48)

Yine, ana-baba, akrabalar, yetimler ve miskinlere yapılması gereken iyilik ve görevlerle ilgili birçok âyet geçmişti. Burada, Akraba olan komşulara, uzaktan komşulara, yanında bulunan arkadaşa, yolda kalanlara, yeminlerinizin mâlik olduklarına [himâyenize verilmiş kimselere] iyilik edin ifadesiyle ek görevlerin verildiği görülmektedir.

Allah'a iman etmeyen ve imanının gereğini [sosyal görevlerini] yerine getirmeyenler, Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? İnkâr eden ve Elçi'ye isyan eden kimseler, o gün toprağa karışıp gitmeyi isterler. Allah'tan hiç bir sözü gizleyemezler de buyurularak, tehditle karışık uyarılmaktadırlar. Elçilerin ümmetler üzerine tanık olacakları daha evvel de zikredilmişti:

Elçiler, vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! (Mürselât/12)

Elçilerin âhiretteki tanıklığı ise şu âyetlerde zikredilmiştir:

Ve o gün, o zâlim kimse ellerini ısırarak; “Eyvah, keşke Elçi ile beraber bir yol tutsaydım! Eyvah, keşke falancayı izdaş edinmeseydim. Hiç şüphesiz bana geldikten sonra, beni Zikir'den o saptırdı. Ve şeytan insan için bir rezil edenmiş!” der. Elçi de, “Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim kavmim şu Kur’ân'ı mehcur [terk edilmiş bir şey] edindiler” dedi. (Furkân/27-30)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilensin. Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar Senin kullarındır ve eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen, azîz ve hakîm'in ta kendisisin.” (Mâide/116-118)

43. Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, Cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar, salâta yaklaşmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten] geldiyse veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.

Bu âyette, İslâm'ın ana ilkelerinden olan salâtın ikâmesi'nin, sağlıklı olarak icra edilebilmesinin yolları gösterilmektedir. Salât'ın ve salâtı ikâme etmenin ne olduğunu ve denli önemli olduğunu birçok yerde beyân etmiş; Ankebût sûresi'nin sonunda ise müstakil bir başlık altında uzun ve detaylı olarak sunmuştuk.[38] Bu âyette mü’minlere, salâtı bilinçli bir hâlde icra etmeleri emredilmekte ve salâtı icra etmenin şartları gösterilmektedir.

Bu da, özünden uzaklaştırılan, yanlış anlaşılan ve yanlış uygulanan bir âyettir. Konunun daha iyi anlaşılması için klâsik kabulleri zikrettikten sonra tahlile geçeceğiz:

Yüce Allah, Ey iman edenler! sarhoşken... namaza yaklaşmayın buyruğuyla özel olarak mü’minlere seslenmektedir. Çünkü mü’minler, bir taraftan namaz kılarken, içki de içmeye devam ediyorlardı. İçki ise, onların zihinlerini aleyhlerine olmak üzere telef edip gitmişti.

O bakımdan bu buyrukla özel olarak onlara hitap edildi. Zira kâfirler ne sarhoşken, ne de ayıkken namaz kılmazlardı.

Ebû Davûd, Ömer b. el-Hattâb'dan (r.a) şöyle dediğini rivâyet etmektedir: İçkinin haram kılınışına dair buyruk nâzil olmadan önce Ömer şöyle dedi: “Allahım! İçki hakkında bize rahatlatıcı bir beyanda bulun.” Bunun üzerine Bakara sûresi'ndeki; Sana içki ve kumardan soruyorlar (Bakara/219) buyruğu nâzil oldu. Bunun üzerine Ömer çağırıldı ve ona bu âyet-i kerîme okundu. Ömer yine, “Allahım! İçki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun” dedi. Bu sefer Nisâ sûresi'nde yer alan, Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar... namaza yaklaşmayın âyeti nâzil oldu. O bakımdan Rasûlullah'ın (s.a) münadisi namaz için kamet getirildiğinde şöyle seslenirdi: “Dikkatli olun, namaza sarhoş bir kimse yaklaşmasın.” Yine Ömer çağırıldı, ona bu âyeti kerîme okundu. Ömer yine, “Allahım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun” dedi. Bunun üzerine, Artık vazgeçtiniz değil mi? (Mâide/91) âyeti nâzil oldu. Bu sefer Ömer, “Vazgeçtik” dedi.

Sa‘îd b. Cübeyr der ki: İnsanlar, kendilerine bir emir, yahut bir yasak bil-dirilinceye kadar câhiliyye dönemindeki durumlarını devam ettirip gidiyorlardı. O bakımdan İslâm'ın ilk dönemlerinde, Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki: “Onlarda büyük bir günah ve insanlar için bazı menfaatler vardır (Bakara/219) âyeti nâzil oluncaya kadar içmeye devam ediyorlardı. Bu âyet nâzil olunca, “Biz günah için değil de menfaati için içeriz” dediler. Adamın birisi içki içti ve cemaatin önüne geçip namaz kıldırırken, De ki: “Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza taparım” diye okudu. Bunun üzerine, Ey iman edenler! Sarhoşken... namaza yaklaşmayın âyeti nâzil oldu. Bu sefer, “Biz namazın dışında içeriz” dediler. Bunun üzerine Ömer (r.a) şöyle dedi: “Allahım! İçki hususunda üzerimize şifa verici [rahatlatıcı] açıklama indir.” Bunun üzerine, Muhakkak şeytan... ister (Mâide/91) âyeti nâzil oldu. Bunun üzerine Ömer de, “Vazgeçtik, vazgeçtik” dedi. Daha sonra Rasûlullah'ın (s.a) münadisi (Medîne sokaklarında) dolaşarak, “Şunu biliniz ki, içki haram kılındı” diye nida etmeye başladı.[39]

Âlimler, âyetin nüzûl sebebi hakkında şu iki açıklamayı yapmışlardır:

1) İçki henüz mübah iken, Abdurrahmân ibn Avf, sahabenin ileri gelenlerinden bir cemaate ziyafet verdi. Bu vesileyle onlar yiyip içtiler. Onlar bu işi bıraktıklarında, akşam namazının vakti gelmişti. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisini, kendilerine namaz kıldırması için öne sürüp imam yaptılar. İmam da, zammı sûre olarak Kâfirûn sûresi'ni, “…Sizin taptıklarınıza ben taparım, sizler de benim taptıklarıma tapıcılarsınız” şeklinde okudu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Artık onlar, bu âyet nâzil olduktan sonra namaz vakitlerinde içki içmiyorlardı. Yatsı namazını kıldıktan sonra içiyorlardı. Böylece, sabah vaktine girmeden, sarhoşluk hâlleri zail oluyor, neticede ne söylediklerini bilir hâle geliyorlardı. Daha sonra, içkinin her halükârda kesin olarak haramlığını ifade eden Mâide/90 âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Hz. Ömer'den (r.a) rivâyet olunduğuna göre, Nisâ/43 âyetinin nâzil olduğu kendisine ulaştığı zaman o, “Ey Allahım! İçki akıllara ve mallara zarar veriyor. Bu sebeple, bu husustaki kesin emrini indir” demişti. İşte sabahleyin ashâba, içkinin kesin olarak haramlığını ifade eden Mâide/90 âyetinin nâzil olduğu haberi ulaşır.

2) İbn Abbâs, bu âyet-i kerîmenin, içki haram kılınmazdan önce içki içip, sonra da Peygamber ile birlikte namaz kılmak için mescide gelen sahabenin önde gelenlerinden bir cemaat hakkında nâzil olduğunu ve böylece, bu âyet ile Allah Teâlâ'nın onları içki içmekten nehyettiğini söylemiştir.[40]

Bu âyetin nüzûl sebebi hakkında İbn Ebû Hatim şöyle rivâyet eder: Bize Yûnus ibn Habîb'in... Sa‘d'dan rivâyetine göre o şöyle demiştir: “Benim hakkımda dört âyet indi: Ensârdan bir adam yemek yapmış; Muhacir ve Ensârdan bazılarını da davet etmişti. Yedik ve sarhoş oluncaya kadar içtik. Sonra övünmeye başladık. Bir adam devenin çene kemiğini alarak Sa‘d'ın burnunu yaraladı. Sa‘d'ın burnu kırılmış idi. Bu, içki haram kılınmadan önceydi. Bunun üzerine, Ey iman edenler! Sarhoşken namaza yaklaşmayın âyeti nâzil oldu.”[41]

Daha evvel de belirttiğimiz gibi, bu âyette konu edilen “namaz” değil, “salât”tır. Burada âyetteki birkaç nokta üzerinde durmak istiyoruz:

SARHOŞLUK

Âyette geçen سكارى [sükârâ] sözcüğü, سكر [sekr] sözcüğünün türevlerindendir. Sekr sözcüğü Lisânu'l-Arab'da sahv'ın karşıtı olarak gösterilmiştir.[42] Bu durumda sekr sözcüğünün tam olarak anlaşılabilmesi için, sahv sözcüğünün de ne anlama geldiğinin bilinmesi gerekir. Allâme İbn Manzûr, صحو [sahv] sözcüğünü şöyle açıklamıştır:

Sahv, “bulutun gitmesi, gökyüzünün berraklığı, sarhoşluğun gitmesi, bâtılın, kontrolsüzlüğün bırakılması” demektir.[43]

Buradan anlaşıldığına göre, sözcük, doğa olayları için vaz‘ edilmiş; günün aydınlığı [gökyüzünün buluttan, sisten, tozdan, dumandan arınıklığı] sahv, tersi [gökyüzünün bulutlu, sisli, tozlu, dumanlı olması] de sekr olarak isimlendirilmiştir.

Görüldüğü gibi sükârâ sözcüğü, sadece alkollü içeceklerin etkisiyle meydana gelen sarhoşluğu/kafanın dumanlı oluşunu ifade etmez. Sukr terimi geniş anlamıyla, insanın melekelerini tam olarak kullanmasını engelleyen zihinsel bulanıklıkların tümünü ifade eder. Çünkü akıl bulanıklığı, herhangi bir uyuşturucu etkisiyle meydana gelebileceği gibi; uyku, şehvet, korku, acı, panik, stres gibi şeyler sebebiyle de meydana gelebilir. Nitekim Kur’ân'da, alkollü içeceklerin etkisi dışında oluşan sarhoşlukla ilgili âyetler de mevcuttur:

Ölümün sarhoşluğu gerçekten hakk ile gelmiştir de, –“(Ey insan!) İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir.”– (Kaf/19)

Ve Biz onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak da onlar oradan yukarı yükselseler bile, mutlaka “Gözlerimiz döndürüldü/bulandırıldı. Aslında biz büyülenmiş bir topluluğuz” diyeceklerdir. (Hicr/14-15)

–Ömrüne kasem olsun ki, gerçekten onlar, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı [Sen ömründe bunlar gibi şehvet çılgınlığı içinde bocalayıp duran rezilleri hiç görmedin].– (Hicr/72)

Ey insanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o Sâ‘at'in sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vazgeçer. Ve her hamile kadın taşıdığını düşürür. Ve sen insanları sarhoş olmadıkları hâlde hep sarhoş görürsün. Ama Allah'ın azabı çok şiddetlidir. (Hacc/1-2)

Sonuç olarak insanlar; içki veya uyuşturucunun etkisindeyken [uykulu, korkulu, acılı, ağrılı ve stresli iken] salâta katılmamalıdırlar.

CÜNÜBLÜK ve CENÂBET

Fıkıh ve İlmihal kitaplarında cünüblük, “boy abdesti almayı gerektiren durum; büyük abdestsizlik hâli”; cenâbet de, “bu durumda olup da henüz gusletmemiş olan kimse” olarak tanımlanmış ve “Cinsel ilişkide bulunmuş yahut rüyada ihtilâm olmuş veya birine bakmakla ya da dokunmakla kendisinden şehvetle inzâl vaki olmuş kimseye cünüb, onun bu durumuna da cenâbet denir” şeklinde açıklamalar getirilmiştir.

Bu tanım ve açıklamalardan hareketle; meni gelmese bile cinsel ilişkiye giren erkek ve kadının cünüb olacakları, erkeğin menisinin gelmesiyle, kadının da oynaşma, bakma, düşünme veya benzeri sebeplerle iğtilâm/ihtilâm olmasıyla cünüb sayılacakları, rüya veya başka bir yolla tatmin sonucu meydana gelen boşalmanın cünüblüğe yol açacağı hükme bağlanmıştır.

Bu hükümlerden yola çıkılarak da cünübün; mescide girmesi, namaz kılması ve kıldırması, oruç tutması, Kur’ân okuması, Kur’ân'a el sürmesi, Ka‘be'yi tavaf etmesi haram sayılmıştır.

Bu yasaklamaların yanısıra, cünüblüğün kötülüğü hakkında da, “Cünübün bulunduğu yere melek girmez”, “Cünübün bastığı toprakta ot bitmez”, “Yıkanıncaya kadar bastığı toprak, yattığı yatak cünübe lânet eder” gibi tehditler –hem de Peygamberimize isnad edilerek– savurulmuştur.

Hâlbuki Kur’ân'da zikredilen cünüblük, yukarıda tanımlanan cünüblük-cenâbetlik değildir. Bize göre bunlar, insanları dinden ve eğitimden uzak tutabilmek için uydurulmuş ve ne acıdır ki Peygamberimizin adı da buna alet edilmiştir.

Bu yanlışlık öyle yaygın bir hâle gelmiştir ki, cünüb sözcüğüne, sözlüklerde de –sanki İslâm'dan evvel bu sözcük Arap dilinde yokmuş gibi– yukarıda naklettiğimiz terimsel anlam çerçevesinde karşılıklar verilmiş, dolayısıyla klâsik kaynaklarda da aynı minvalde bilgiler yer almıştır:

Cünüb lafzının müennesi olmadığı gibi, tesniye [ikili] ve çoğulu da yoktur. Çünkü bu kelime, buud ve qurb [uzaklık ve yakınlık] kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek, cenb derler. Kelimeyi bu şekilde okuyanlar da olmuştur.

el-Ferrâ der ki: Kişi cünüb oldu ifadesi, cenâbet'ten gelmektedir. Bir şivede cünüb kelimesinin, tıpkı unk ve a‘nâk, tunub ve etnab [boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar] gibi çoğul yapıldığı da söylenmiştir. Tekili kastedilerek cânib denilmesi hâlinde, çoğul için cünnab tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için râkib ve rukkâb demek gibi. Kelime asıl itibariyle “uzaklık” demektir. Âdeta cünüb, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz hâlinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu ismi alır. Şair der ki:

Beni (yanında esir bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme!

Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim.

Cünüb adam, “yabancı adam” anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenâbet [mücânebet], “erkeğin kadın ile içli-dışlı olması” demektir. [44]

SÖZCÜĞÜN ESAS ANLAMI

جنب[cenb] sözcüğünün türevlerinden olan جُنُبْ [cünüb] sözcüğü ile ilgili olarak klâsik eserlerde şu bilgiler yer almaktadır:

Cenb sözcüğü, “bir şeyin parçası, küçük-büyük bir şeyden koparılan parça” demektir. Cânib ve cünüb sözcükleri, “ğarîb” [çok uzak olan] demektir. Cenebe'r-raculü ifadesi, “kişi onu defetti, uzaklaştırdı” demektir. Ezherî şöyle demiştir: “Salât mevzilerine yaklaşması yasaklandığı için cünüb denmiştir.” İbn Esîr dedi ki: “Cünüb, ‘cima ve meninin çıkışı ile üzerine yıkanmak vâcib olan kişi’; cenâbet, ‘meni’ demektir.” [45]

Ancak, Lisân'da zikredilen Ezherî ve İbn Esîr'e ait görüşleri kabul etmek mümkün değildir; zira bu sözcük, Arap dilinde Kur’ân'dan evvel de mevcuttu. Cünüb olarak salât mevzilerine [musallâya; eğitim-öğretim ve sosyal yardım/destek yerlerine] yaklaşılması, Kur’ân ile yasaklanmıştır.

CÜNÜBLÜK ve KUR’ÂN

Cünüb sözcüğü Kur’ân'da 2 âyette aynen olmak üzere, farklı türevleriyle toplam 33 kez yer alır. Sözcüğün türevlerinin tümü, “ana maddeden uzak parça” anlamı ekseninde olup, Nisâ/36, 43; Kasas/11 ve Mâide/6 âyetlerindekiler cünüb kalıbında, diğerleri farklı kalıplardadır. Meselâ, farklı kalıplarda olanlardan Zümer/17, Nisâ/31, Şûrâ/37, Necm/53, Nahl/36, Hacc/30, Hucurât/12, Mâide/90 ve İbrâhîm/35 âyetlerindeki sözcükler, Türkçe'ye de aynen Arapça'daki anlamıyla girmiş ve “uzak durma, kaçınma” anlamındaki ictinab formuyla yer almıştır:

Ve hani bir zaman İbrâhîm, “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” (İbrâhîm/35)

Bu sözcüğün türevlerinden cânib, ecnebi, cenâb formaları da aynı anlamda Türkçe'leşmiş olup, cânib; “yan, kenar”, ecnebi; “yurdundan kopmuş; yabancı” demektir. Cenâb sözcüğü ise, “eksikliklerden uzaklaşmış” anlamındadır ki bu sözcük başta Allah için “Cenâb-ı Hakk, Cenâb-ı Allah” şeklinde kullanılmakta, bazan saygın kimselere, “… cenâbları” denmektedir.

Özetlersek cünüb sözcüğü kısaca, “uzak olan, kopuk olan” anlamına gelir. Nisâ/43 ve Mâide/6 âyetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan, hayat ve dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında, “Aklı bilmem neyinde” denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini-imanı olmaz” tabiri kullanılır.

Buradan anlaşılan odur ki cünüblük, “meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl” değil, “şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâl”dir.

İşte, hem Nisâ/43, hem de Mâide/6 âyetlerinde, kişilerin bu gergin/şehveti kabarmış bir hâlde iken salâtı icra etmemeleri [eğitim-öğretim ve sosyal destek mahallerine gelmemeleri] öngörülmüştür. Bir başka ifadeyle, şehvet kabarması sebebiyle hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal faaliyetlere katılmalarını yasaklanmış, gergin olanların önce nefislerini teskin etmeleri, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmaları emredilmiştir. Çünkü sükûnete eren insanın zihninde cünüblük hâlinin yol açtığı dikkat toplama sorunu olmayacak; aksine sakin ve anlayışlı olarak salâtın gereğini yerine getirebilecektir. Zaten sükûnete ererek dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından, toplumdan uzak tutulması ve lânetlenmesi anlamsızdır.

Allah Teâlâ salâta yaklaşmayı, bedensel ve zihinsel temizlik şartına bağlamıştır. Zihinsel yönden temiz olmayanların salâta katkıları söz konusu olamaz. Bedenen kirli olanlar da çevrelerini rahatsız eder ve kendilerinden tiksinilmesine sebep olurlar. O nedenle Mâide sûresi'nde bedensel ve zihinsel temizlik, salât'a katılmak için şart koşulmuştur:

Ey iman etmiş kişiler! Salâta [eğitime-öğretime, sosyal yardım çalışmasına] doğru kalktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüb [kopuk/şehveti kabarık] iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukurdan [tuvaletten] gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız [cinsel ilişkiye girdiyseniz], sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da ondan [temiz topraktan] yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve şükredesiniz diye üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. (Mâide/6)

Salât'la ilgili âyetlerde, Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz çukurdan [tuvaletten] geldiyse veya kadınlarla dokunuştuysa, su da bulamamışsanız o zaman hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin buyurularak, Arabistan coğrafyasında bedensel temizliğin bir başka şekli emredilmiştir, ki buna, “teyemmüm” denilmiş ve sembolik bir temizlik olarak algılanmıştır. Hâlbuki bu, sembolik bir temizlik değil, ciddi bir temizlik şeklidir. Bunun doğru anlaşılması, âyette geçen mesh sözcüğünün doğru anlaşılmasına bağlıdır.

MESH

المشح [mesh], “bir şey üzerindeki herhangi bir nesneyi gidermek için el sürmek, el ile silip temizlemek” demektir.[46] Durum böyle olunca, âyetteki, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin ifadesiyle, salât'a katılacak kimselerin, –su ile temizlik yapamıyorlarsa– temizlenmesi gereken organlarını temiz, ince bir toprakla ovalamaları, elleriyle sıvazlayıp temizlemeleri emredilmektedir. Bugün bu, “pudralamak” olarak anlaşılabilir.

Dikkat çeken bir başka nokta da âyetteki, فاغتسلوا[fağtesilû/yıkandırılın] ifadesidir. Bu sözcük de maalesef, “gusül yapmak” olarak anlaşılagelmiştir. Bu sözcük, غسل[ğasl/yıkamak] iftial kalıbından gelmekte olup, “yıkandırılmak” [bir etki ile kirlenip yıkanmak zoruna bırakılmak] demektir. Konumuz olan âyetteki, ولا جنبا الا عابرى سبيل حتّى تغتسلوا [ve lâ cünüben illâ âbîri sebîlin hattâ tağtesilû] ifadesinin doğru anlamı, “cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar” demektir. Bu ifadeler Mâide/6'da, و ان كنتم جنبا فاتّحّررا [ve inkuntum cünüben fettahherû/ve eğer cünüb/kopuk/şehveti kabarık iseniz, temizlik üstüne temizlik yapın/cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın] şeklinde yer almıştır. Buradaki, fettahherû emri de, hem fiziksel hem de zihinsel temizliği ifade etmektedir.

44. Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olan kimseleri görmüyor musun? Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin yol'dan sapmanızı istiyorlar.

45. Ve Allah sizin düşmanlarınızı daha iyi bilir. Ve velî olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.

46. Yahûdileşmişlerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden/öz anlamlarından değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygamber'e karşı,) “İşittik ve karşı geldik/iyice sarıldık, dinle, dinlemez olası, râinâ” derler. Eğer onlar, “İşittik, itaat ettik, dinle ve bizi gözet” deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha sağlam/doğru olacaktı; fakat küfürleri [gerçeği kabul etmemeleri] sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Artık pek az inanırlar.

47. Ey kitap verilmiş kimseler! Biz, birtakım yüzleri silip de enselerine çevirmeden yahut sebt halkını lânetlediğimiz gibi onları lânetlemeden önce yanınızda bulunanı tasdik etmek üzere indirdiğimiz bu kitaba iman edin. Ve Allah'ın emri yerine gelecektir.

48. Şüphesiz Allah, Kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun altındaki günahları dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a ortak tanırsa, şüphesiz pek büyük bir günah uydurmuş [işlemiş] olur.

49. Kendilerini temize çıkaranları görmüyor musun? Bilakis Allah, dilediği kimseyi temize çıkarır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.

50. Bak Allah'ın aleyhine nasıl yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter.

51. Kendilerine Kitap'tan bir nasip verilmiş olan şu kimseleri görmüyor musun? Onlar puta ve tâğûta inanıyorlar. Ve Allah'ı inkâr eden kimseler için, “Bunlar, mü’minlerden daha doğru bir yoldadır” diyorlar.

52. İşte onlar, Allah'ın lânet ettiği kimselerdir. Allah kime lânet ederse artık ona asla bir yardımcı bulamazsın.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla