Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 10:53 PM   #2
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Bu konuya dair klâsik eserlerde şu bilgiler yer almaktadır:

İbn Ömer şöyle demiştir: “Biz Hârise oğlu Zeyd'i, hep ‘Muhammed'in oğlu Zeyd’ diye çağırırdık; tâ ki, Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu, Allah nezdinde daha âdildir âyeti nâzil oluncaya kadar.”

Enes b. Mâlik ve başkalarından rivâyet edildiğine göre Zeyd, Şam taraflarından esir alınıp getirilmişti. Onu Tihâme'den bir grup atlı esir almış, Hakim b. Hizam b. Huveylid onu satın almış, halası Hatice'ye, Hatice de Peygamber'e (s.a) hibe etmişti. Peygamber de Zeyd'i hürriyetine kavuşturup evlâtlık edinmişti. Bir süre yanında kaldıktan sonra amcası ve babası onun fidyesini verip kurtarmak arzusu ile geldiler. Peygamber (s.a) onlara, –ki bu peygamber olarak gönderilmesinden önce olmuştur–, “Onu istediğini seçmekte serbest bırakın” dedi. Eğer sizi tercih edecek olursa, sizden hiç bir fidye almaksızın sizin olsun.” Ancak Zeyd Rasûlullah'ın (s.a) yanında köle olarak kalmayı hürriyetine ve kavminin yanına dönmeye tercih etti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle dedi: “Ey Kureyşliler! Tanık olun ki, bu benim oğlumdur. O bana ve ben ona mirasçı olurum.” Peygamber Kureyşlilerin meclislerini tek tek dolaşır ve onları bu hususa şâhit tutardı. Amcası ve babası bu işe razı olarak geri döndüler.

Yine rivâyet edildiğine göre, babası yanına gelince; Peygamber (s.a), açıkladığımız şekilde onu muhayyer bırakmış, babası geri dönüp gitmişti.[7]

Onları babalarına nisbet edip çağırın buyruğu, daha önce açıklandığı üzere Zeyd b. Hârise hakkında inmiştir. İbn Ömer'in, “Biz Zeyd b. Hârise'yi ancak ‘Zeyd b. Muhammed’ diye çağırırdık” sözü, evlât edinmenin hem câhiliye döneminde, hem İslâm geldikten sonra uygulamada olduğuna delildir. Evlât edinmek dolayısıyla karşılıklı miras almak ve yardımlaşmak söz konusu idi. Bu, yüce Allah tarafından, Onları babalarına nisbet edip çağırın. Bu Allah nezdinde daha âdildir buyruğu ile nesh edilinceye kadar böylece devam etti. Bu buyrukla yüce Allah, evlât edinme hükmünü kaldırdı ve bunun gereği olan sözleri kullanmayı yasaklayarak, kişinin babasına nisbet edilmesinin daha uygun ve adaletli olduğunu bildirdi. Denildiğine göre, câhiliye döneminde bir kimse birinin gayreti, yiğitliği ve görünüşü hoşuna gidecek olursa, onu kendisine katar ve mirasından diğer erkek çocuklarının payı gibi ona pay ayırırdı. O da o kimseye nisbet edilir ve, “Filan oğlu filan” denilirdi.[8]

Bundan sonra, Muhammed oğlu Zeyd olarak tanınan Zeyd, kendi babasına nisbet edilerek, Hârise oğlu Zeyd olarak anılmaya başlandı. Zeyd ile ilgili detay 37. âyette gelecektir.

5. âyetteki, ve mevâlînizdir [sözleşmeyle yakınlık kurduklarınızdır] ifadesi, o günün örfünde “velâ” uygulamasını gündeme getirmekte ve onu tasvip etmektedir. Nitekim bu uygulama, İslâm ülkelerinin hukuk sistemlerinde uygulanagelmiştir.

ولاؤ[velâ], ولىّ[velî/yakın] sözcüğünden türemiş olup, taraflarına مولى [mevlâ] tabir edilir. موالى[mevâlî] sözcüğü de, مولى[mevlâ] sözcüğünün çoğuludur. Âyette de, موالى[mevâlî] diye çoğul olarak yer almıştır.

Velâ, tarafların [garip bir kimse ile varsıl-güçlü bir kimsenin] özgürce, “Sen benim mevlâm ol, şâyet ben bir cinâyet işlersem himâyecim olarak diyeti ödersin, öldüğümde de malıma vâris olursun, malım sana kalır” tarzındaki sözleşme ile meydana gelir. Böyle bir sözleşmenin yasal görülmesinin nedeni, kimsesiz gariplere kimsesizliğini unutturmak, fertler arasında bir bağ ve yardımlaşma şuuru temin etmektir.

6. Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakın, o'nun [Peygamber'in] eşleri, onların [mü’minlerin] analarıdır. Ve akrabalar; Allah'ın yazgısında onlardan bir kısmı, bir kısmındandır, –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında– mü’minlerden ve muhâcirlerden daha önceliklidirler. Bu, Kitap'ta yazılmıştır.

Bu âyette, şu hukukî ilkeler ortaya konulmaktadır:

• Peygamber, mü’minlere kendi nefislerinden daha yakındır.

• Peygamber'in eşleri, mü’minlerin analarıdır.

• Ve akrabalar birbirlerine, diğer mü’minlerden ve muhâcirlerden daha önceliklidirler.

Birinci ilkede, Rasûlullah'ın mü’minler için kendi canlarından daha öncelikli olması; herkesin kendi işinden önce o'nun öngördüğü işleri [din ve devlet işlerini] yapması gerektiği ortaya konulmuştur. Burada konu edilen yakınlık [velâyet], veliy-yi âm niteliğidir [devlet başkanı oluşu, devleti temsil edişidir].

De ki: “Eğer ki babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz [akrabalarınız, kabileniz], elde ettiğiniz mallar, kesâda uğramasından ürperdiğiniz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, O'nun Elçisi'nden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyiniz. Ve Allah fâsıklar kavmine doğru yolu göstermez.” (Tevbe/24)

Allah'a ve âhiret gününe inanan bir topluluğu, Allah'a ve Elçisi'ne karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurmuş olarak bulamazsın. Bunlar onların ister babaları olsun, ister çocukları olsun, ister kardeşleri olsun, ister akrabaları olsun. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları Kendisinden olan rûh [güvenli bilgi] ile desteklemiştir. Onları, sürekli kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar Allah'ın hizbidir/yandaşlarıdır. Dikkat edin, Allah'ın hizbi/yandaşları başarıya ulaşanların ta kendileridir. (Mücâdele/22)

Burada mü’minlere, devletlerine ve devlet başkanlarına karşı görevleri öğretilmektedir.

İkinci ilkede de, Rasûlullah'ın eşleri, mü’minlerin anneleri unvanıyla şereflenmiş, mü’minlerin onlara saygılı davranmaları, iyilikte bulunmaları ve onlarla evlenmemeleri hükme bağlanmıştır. Burada, Peygamber'in eşlerinin, mü’minlerin gerçek anneleri konumunda oldukları söylenmiyor. Nûr/29-31'de konu edilen aile içi mahremiyet serbestisi, Rasûlullah'ın eşleri için tanınmamakta, onları, –ileride 53-55. âyetlerde görüleceği üzere– serbestlik açısından sadece kendi akrabalarıyla sınırlamaktadır.

Üçüncü ilkede ise, hicret sonrası ortaya çıkmış olan bir problem ortadan kaldırılmıştır. Bu problemle ilgili klâsik eserlerde şu bilgiler mevcuttur:

Hişâm b. Urve babasından, o ez-Zübeyr'den, Akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince de... birbirlerine daha yakındırlar âyeti hakkında şunları söylediğini nakletmektedir: Biz Kureyşliler, Medîne'ye hiç bir malımız olmadığı hâlde geldik. Ensâr'ın çok iyi kardeşler olduğunu gördük, onlarla kardeş olduk. Biz onlara mirasçı olduk, onlar da bize mirasçı oldular. Ebû Bekr, Hârice b. Zeyd ile, ben de Ka‘b b. Mâlik ile kardeş oldum. (Bir keresinde) yanına geldiğimde silâh darbelerinin onu çok ağırlaştırmış olduğunu gördüm. Allah'a yemin ederim o öldüğünde dünyada ona benden başka kimse mirasçı olmadı. Nihâyet yüce Allah bu âyet-i kerîmeyi indirince, şer‘î mirasçılığımıza geri döndük.

Urve'den sabit olduğuna göre Rasûlullah (s.a) ez-Zübeyr ile Ka‘b b. Mâlik'i kardeş yapmıştı. Ka‘b, Uhud günü ağır bir yara almıştı. ez-Zübeyr bineğinin yularından tutmuş, onu (bineği üzerinde) getirmişti. Şâyet Ka‘b o gün vefat etmiş olsaydı, geriye pek çok dünyalık bırakmış olur ve ez-Zübeyr ona mirasçı olurdu. Yüce Allah, Akrabalar, Allah'ın Kitabı gereğince de diğer mü’minlerden... birbirlerine daha yakındırlar buyruğunu indirdi. Böylece yüce Allah, akrabalığın antlaşma yoluyla kurulan kardeşlik bağından daha öncelikli olduğunu açıklamış oldu. Bunun sonucunda da antlaşma yoluyla mirasçılık terkedildi, akrabalık sebebiyle birbirlerine mirasçı olmaya başladılar.[9]

5-6. âyetlerde, evlâtlığın evlât olmadığı, dolayısıyla da aynı konumda değerlendirilemeyeceği bildirilmişti. Bu âyetteki, Ve akrabalar; Allah'ın yazgısında onlardan bir kısmı, bir kısmındandır, –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında– mü’minlerden ve muhâcirlerden daha önceliklidirler ifadesi ile de, gerçek kardeşlik ile din kardeşliği ayırılmıştır. Miras vs. gibi hükümlerin din kardeşliği için geçerli olmadığı, mirasın sadece hısım ve akrabalar arasında olacağı hükme bağlanmış; bununla birlikte –velîlerinize ma‘rûfu yapmanız dışında– istisnâsıyla, vasiyet yoluyla kişinin din kardeşlerine yardım ve destekte bulunulabileceği, “velâ” sözleşmesi yapılabileceği beyân edilmiştir.

Âyetteki, Bu, Kitap'ta yazılmıştır ifadesiyle, daha evvel inen ve bu konulara dair bilgi veren âyetlere işaret edilmiştir:

Kuşkusuz şu iman etmiş, hicret etmiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşan ve barındırıp yardım eden kimseler; evet işte bunlar, bazısı bazısının velîsi olanlardır. İnanan ve hicret etmeyen kimselere gelince, hicret edene kadar, onlara yakınlık söz konusu değildir. Ve din uğrunda yardım isterlerse, aranızda antlaşma bulunan bir halk zararına olmaksızın, onlara yardım etmeniz gerekir. Ve Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir. Küfretmiş olan şu kimseler de, birbirlerinin velîleridirler. Eğer siz de onu yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir kargaşa ve fitne çıkar. Ve o, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad eden kimseler ile, barındıran ve yardım eden kimseler; işte bunlar, gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Bunlar için bir mağfiret ve saygın bir rızık vardır. Ve bundan sonra, inanan ve hicret eden ve cihad eden kimseler; artık onlar da sizdendirler. Akraba olanlar da, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir. (Enfâl/72-75)
7-8. Ve hani Biz, doğru kimselere doğruluklarından sormak için, peygamberlerden; Nûh'tan, İbrâhîm'den, Mûsâ'dan ve Meryemoğlu Îsâ'dan mîsâklarını [kesin sözlerini] almıştık. Senden de (mîsâk aldık). Biz, onlardan ağır bir mîsâk [kesin bir söz] aldık. Ve O [Allah], kâfirler için acı verecek bir azabı hazırladı.

Bu âyetlerde, Allah'ın elçilerinin, görevlerini hakkıyla yapacaklarına, kendilerine verilen emir ve nehiylere eksiksiz riâyet edeceklerine, dine ekleme-çıkarma yapmayacaklarına, öncekinin sonrakini müjdeleyeceğine ve birbirlerini tasdik edeceklerine dair söz alındığı konu edilmektedir.

Bu âyetin mesajı, içinde bulunulan pasaja indirgendiğinde, dinde kardeşler arasında mirasçılık bulunmadığı, mirasçılığın hısım ve akrabalar arasında cereyan edeceği, din adına kimsenin hüküm koyamayacağı anlaşılır:

Kim doğru yolu bulursa sırf kendi iyiliği için doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiç bir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık. (İsrâ/15)

O [Allah], dinden Nûh'a tavsiye ettiği şeyi, sana vahyettiğimizi, İbrâhîm'e, Mûsâ'ya ve Îsâ'ya tavsiye ettiğimiz şeyi şeriat kıldı: “Dini ayakta tutun [yerleştirin] ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini Kendine seçer ve kalpten yöneleni de O'na kılavuzlar. (Şûrâ/13)

Ve hani Allah, kendilerine kitap verilen kimselerin mîsâkını almıştı: “Onu [kitabı] mutlaka insanların önüne apaçık koyacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz.” Onlar ise bunu sırtlarının ötesine attılar ve onu az bir bedel karşılığı sattılar. İşte, satın aldıkları şeyler, ne kötüdür! (Âl-i İmrân/187)

Ve hani Biz, İsrâîloğulları'nın mîsâkını [kesin sözünü] almıştık: “Allah'tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, ana-babaya, yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere de iyilik yapacaksınız, insanlara güzelliği söyleyiniz salâtı ikâme ediniz ve zekâtı veriniz.” Sonra çok azınız müstesnâ olmak üzere yüz çevirdiniz. Ve siz yüz çevirenlersiniz. (Bakara/83)

Derken onlardan sonra bir nesil gelip onların yerlerine geçti. Kitab'a mirasçı oldular. (Onlar) bu dünyanın değersiz kazanımlarını alırlar, “Bize ileride mağfiret olunur” diyorlardı. Kendilerine ona benzer değersiz bir meta gelirse, onu da alıyorlardı. –Allah'a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmadı mı? Hâlbuki onda olanı ders etmişlerdi [okuyup öğrenmişlerdi]. Âhiret yurdu takvâ sahipleri için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?– Ve Kitab'a sımsıkı sarılanlara ve salâtı ikâme edenlere [sosyal yardım ve destek kurumlarını oluşturan ve ayakta tutanlara] gelince, Biz o düzeltenlerin [iyileştirenlerin] ödülünü zayi etmeyiz. Hani bir zamanlar Biz o dağı gölgelik [şemsiye] gibi onların tepesine çekmiştik de onun üzerlerine düşeceğine inanmışlardı. –“Takvâ sahibi olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!”– (A‘râf/169-171)

Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez. (Mâide/67)

Ve Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve “İşittik, itaat ettik” dediğinizde sizden aldığı kendisiyle mîsâklaştığınız mîsâkını hatırlayın. Ve Allah'a takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, göğüslerin içindekini çok iyi bilendir. (Mâide/7)

Ve hani Allah peygamberlerin, “Andolsun ki size kitaptan ve hikmetten [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerden] verdim, sonra yanınızda bulunanı doğrulayıcı bir elçi geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz!” mîsâkını almıştı. O [Allah], bunu ikrar edip de kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?” dedi. Onlar, “İkrar ettik” dediler. O [Allah], “Öyleyse şâhit olun, Ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” dedi. (Âl-i İmrân/81)

Andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz. (A‘râf/6)

Ve hani Allah demişti ki: “Ey Meryemoğlu Îsâ! Sen mi insanlara, ‘Beni ve annemi, Allah'ın astlarından iki tanrı edinin’ dedin?” O [Îsâ], “Sen münezzehsin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer ben onu demiş olsam, Sen bunu mutlaka bilmiştin. Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise Senin nefsinde olanı bilmem. Şüphesiz Sen; ğaybları bilen yalnız Sensin, Sen! Ben onlara sadece, Senin bana emrettiklerini söyledim; ‘Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin’ dedim. Ve ben aralarında olduğum müddetçe onlar üzerine tanıktım. Ne zaman ki Sen beni vefat ettirdin, onları gözetleyen yalnız Sen oldun Sen. Ve şüphesiz Sen ğaybları en iyi bilensin.” (Mâide/116-117)

Ve andolsun Biz bundan önce Âdem'e ahit verdik [ondan söz aldık] de o aklından çıkardı [yapmadı] ve Biz o'nda bir azim [kararlılık] bulmadık. (Tâ-Hâ/115)

Şüphesiz Biz, Nûh'a ve o'ndan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a, torunlarına, Îsâ'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleymân'a, daha önce kendilerini sana anlattığımız elçilere, kendilerini sana anlatmadığımız elçilere, elçilerden sonra insanların Allah'a karşı bir delilleri olmasın diye, müjdeciler ve uyarıcılar olarak vahyetmiştik. Dâvûd'a da Zebur'u verdik. Ve Allah Mûsâ'ya konuştukça konuştu. Ve Allah azîz'dir ve hakîm'dir. (Nisâ/163-165)

9. Ey iman etmiş kimseler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani size ordular gelmişti de Biz, onların üzerlerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Ve Allah, işlemiş olduklarınızı çok iyi görendir.

10. Hani onlar, üst tarafınızdan ve sizden daha aşağıdan size gelmişlerdi. Ve hani gözler kaymıştı, yürekler gırtlaklara ulaşmıştı. Ve siz Allah hakkında zann yaptıkça zann yapıyordunuz.

11. İşte burada mü’minler belâlandırılmış ve çok şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmışlardı.

12. Ve o vakit münâfıklar ve kalplerinde bir hastalık bulunanlar, “Allah ve Elçisi bize bir aldanıştan başka bir vaad yapmamış” diyorlardı.

13. Ve hani bunlardan bir grup, “Ey Yesrib [Medîne] halkı! Sizin için duracak yer yok, hemen dönün” diyorlardı. Onlardan bir kısmı da, “Evlerimiz gerçekten savunmasızdır” diyerek Peygamber'den izin istiyorlardı. Hâlbuki onlar [evleri] savunmasız değildi. Onlar, sadece kaçmak istiyorlardı.

14. Eğer onların üzerine, onların [evlerinin] her bir bucağından girilseydi, sonra da fitne çıkarmaları istenilseydi, kesinlikle bunu yerine getirirlerdi. Buna fazla da beklemezlerdi.

15. Ve hiç kuşkusuz onlar, bundan önce arkalarını dönüp kaçmayacaklarına Allah'a ahid vermişlerdi. Ve Allah'ın ahdi sorumluluktur.

16. De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiç bir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece, çok az bir şeyi kazandırılırsınız.”

17. De ki: “Eğer Allah size bir kötülük dilediyse veya size bir rahmet dilediyse, sizi Allah'tan kim korur?” Hem onlar kendilerine Allah'ın astlarından bir velî bulamazlar, bir yardımcı da.

18-19. Şüphesiz Allah, sizden o engelleyenleri savsaklayanları ve sizi kıskanarak kardeşlerine, “Bize gelin!” diyenleri biliyor. Ve onlar, sıkıntıya ancak pek az geliyorlar. Derken o korku gelince, sen onları, ölümden baygınlık sarmış kimse gibi gözleri dönerek sana bakıyorlarken gördün. Sonra o korku gidince, iyiliğe kıskançlık ederek size keskin keskin diller sıyırdılar. İşte bunlar iman etmediler de Allah amellerini boşa çıkardı. Ve bu, Allah üzerine çok kolaydır.

20. Onlar, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gitmedi sanıyorlardı. Eğer o [ahzâb/birleşik düşman birlikleri] gelecek olursa, çölde bedevi Araplar içinde yer alıp, sizin haberlerinizden sormayı isterler. Ve eğer onlar içinizde olsalardı ancak pek az savaşırlardı.

21. Andolsun ki, Allah Elçisi'nde, sizin; Allah'ı ve son günü uman ve Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır.

22. Mü’minler, ahzâbı [birleşik düşman birliklerini] gördükleri zaman da, “İşte bu, Allah'ın ve Elçisi'nin bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Elçisi doğru söyledi” dediler. Bu, onlara sadece iman ve güvenlik sağlamada artış sağladı.

23-24. Mü’minlerden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, üzerine ahd verdikleri şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, Allah'ın doğru kimseleri doğrulukları sebebiyle karşılıklandıracağı, dilerse münâfıklara da azab edeceği veya tevbe nasip edeceği için hiç değiştirmedikçe değiştirmediler. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

25. Ve Allah, o küfreden kişileri herhangi bir hayra ulaşmadan kinleriyle geri çevirdi. Ve Allah, mü’minlere savaşta kâfi geldi. Ve Allah kavî'dir [çok güçlüdür], azîz'dir [mutlak üstün olandır].

26-27. Hem de O [Allah], Kitap Ehlinden onlarla [kâfirlerle] yardımlaşanları kalelerinden indirdi. Ve kalplerine korku saldı: siz onların bir kısmını katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz. Ve O [Allah], onların arazilerine, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız bir yere sizi vâris [son sahip] yaptı. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

Bu âyetler, hicretin 5. yılında meydana gelen Hendek ve Benû Kurayza savaşlarının bazı sahnelerine işaret etmektedir. Allah bu savaşta da, Bedir savaşı'nda olduğu gibi açık mucizeler yaratmıştır. Pasajın doğru anlaşılması ve olayın detaylarına vâkıf olunması için Hendek savaşı hakkında ansiklopedik bilgi sunuyoruz:

HENDEK SAVAŞI

Hendek savaşı da, Bedir savaşı gibi mü’minlerin müşriklerle yaptığı büyük ve önemli savaşlardan biridir. Uhud savaşı'ndan iki yıl sonra, hicret'in 5. yılında Medîne'nin kuzey cephesinde cereyan etmiştir.

Kureyş müşrikleri, Uhud savaşı'nda üstün gelir gibi olmuşlarsa da Müslümanların gücünü kıramamışlardı. Aksine mü’minler Medîne'deki birlik ve beraberliklerini sağlamlaştırmış, askerî bakımdan daha güçlü bir duruma gelmişlerdi. Medîne'de sürekli problem çıkaran Yahûdi Benû Nadîr kabilesi sürülmüş; doğuda Zatu'r-Rika, kuzeyde Dûmetü'l-Cendel'e yapılan seferler kesin zaferle sonuçlanmış, Müslümanların gücü ve etkinliği her geçen gün biraz daha büyümüştü. Bunun sonucu olarak Mekke müşriklerinin Mısır, Sûriye ve Irak yönündeki kervan yolları tamamen kapatılmıştı.

Böylece Müslümanlar bölgede hâkim bir güç hâline gelmiş, İslâm'a katılanların sayısını hızla artmıştı. İslâm'ın, bu gözle görülür güçlenişi karşısında Müslümanların başlıca düşmanlarından olan Yahûdiler, düşmanca faaliyetlerine hız verdiler. Özellikle Medîne'den sürülen Benû Nadîr kabilesi çevrede İslâm aleyhinde sürekli propaganda yapıyor, İslâm'ın güçlenmesini önlemek için Müslümanlara kesin bir darbe vurmanın yollarını arıyorlardı. Bu çalışmalar sonucunda Yahûdiler hem kendi aralarında birliği sağladılar, hem de Kureyş ve diğer müşrik kabilelerle birleşmenin yollarını aramaya başladılar.

Yahûdilerden oluşan bir heyet Mekke'ye gelerek Kureyş'e, ortak düşmanları olan Müslümanlara birlikte saldırmayı, Rasûlullah'ı ve İslâm dinini ortadan kaldırmayı teklif ettiler.

Ticaret yollarının kesilmesiyle ekonomik bir çıkmaza düşen ve içlerinde hâlâ Bedir'in acısını taşıyan müşrikler bu teklifi olumlu karşıladı.[10] Yahûdi heyeti ve Kureyş'ten seçilen 50 adam Ka‘be örtüsünün altına girip göğüslerini Ka‘be duvarına dayayarak tek başlarına kalıncaya kadar Müslümanlarla savaşmaya yemin ettiler. Artık tek düşünceleri vardı: Bu savaşı mutlaka kazanmak ve İslâm'ı ebediyyen yok etmek.[11]

Yahûdiler Kureyş'le anlaştıktan sonra Necid'e giderek Benû Süleym ve Gatafan kabilelerini de bu ittifaka dahil etmeye çalıştılar. Gatafan kabilesini, Hayber'in bir yıllık hurmasının yarısı karşılığında Müslümanlara karşı savaşmaya razı ettiler. Arkasından diğer Arap kabilelerini dolaşarak putperestliğin İslâm'dan üstün olduğunu, fakat Müslümanlarla savaşılmadığı takdirde putperestliğin sonunun yaklaştığı propagandasıyla savaşa kışkırttılar. Bu çalışmaları sonunda Fezâre, Süleym, Sa‘d ve Esedoğulları kabileleri de birliğe katıldı.[12]

Savaş hazırlıklarına başlayan Kureyş, 300 at ve 1.500 devenin bulunduğu 4.000 kişilik bir ordu donattı. Buna Yahûdi ve diğer Arap kabilelerinin kuvvetleri de eklenince yaklaşık 10.000 kişilik bir ordu meydana geldi. Bu büyük ordu İslâm'a son ve öldürücü darbeyi vurmak umuduyla Medîne'ye yöneldi. Arap yarımadası belki de o güne kadar böyle büyük bir orduya şâhit olmamıştı.[13]

Rasûlullah, müttefiklerin girişimini haber alır almaz derhal bir savaş meclisi topladı. Mecliste düşmana karşı ne gibi tedbirler alınması, nasıl bir savaş taktiği izlenmesi gerektiği konusunda istişare edildi. Ashâbın çoğunluğu Medîne'yi içerden savunmanın uygun olacağı görüşünde idi. Bu görüş benimsendikten sonra Selmân-ı Farisî, “Bizde bir şehir üstün kuvvetlerle kuşatıldığı zaman daima çevresine bir hendek kazılır ve şehir bu şekilde savunulur” şeklinde görüş bildirince, Rasûl (a.s) bunu uygun görerek savunma planının bu doğrultuda hazırlanmasını emretti.

Başta Rasûlullah olmak üzere bütün Müslümanlar, kış mevsiminin tüm olumsuz şartlarına rağmen büyük bir gayretle çalışıyorlardı.

İki hafta boyunca süren gayret sonunda Medîne çevresi hendekle çevrildi ve hendekten çıkan topraklar iç tarafa yığılarak siperler oluşturuldu.

Hendek kazma çalışmaları biter bitmez Rasûlullah savaşabilecek durumdaki bütün Müslümanları topladı. Müslüman mücâhidlerin sayısı 3.000'di ve 36 da at vardı. Müslüman savaşçılar gruplar hâlinde siper gerisine yerleştirildi. Bu sırada Ebû Süfyân komutasındaki ordu Medîne'nin batısından, Necid kabileleri de doğudan Medîne önlerine geldiler.

Kureyş ordusu Medîne'nin kuzeyinden dolaşarak Uhud dağı civarına geldi. Ortalığı boş görünce, evvelce Uhud savaşı'nda aldıkları mevkiye doğru yaklaştılar. Burada diğer kuvvetlerle birleşerek Uhud-Medîne yolu üzerinde ilerlemeye başladılar. Bir müddet sonra Rasûlullah'ın hendek gerisinde görülen çadırları karşısına geldiler ve o'nun karşısında yer aldılar.[14]

Müşrikler çevrede Müslümanları göremeyince hızla Medîne üzerine atıldılar. Fakat Müslümanlar tarafından kazılan hendekle karşılaşınca ne yapacaklarını şaşırdılar. O zaman böylesi istihkâmlar inşa etmek Araplar tarafından bilinmiyordu. Rasûlullah'ın bu değişik savunma yöntemi müşrikleri hayret ve şaşkınlık içinde bıraktı. İçlerinden bazıları atlarını hendek boyu sürerek bir geçit aradılar. Fakat hendek derin ve geniş kazılmış olduğu için geçmeyi başaramadılar. Bu arada hendek gerisinde siperlenen Müslümanlar düşmanı ok ve taş yağmuruna tuttular. Düşman süvarileri de bu şekilde karşılık vermek zorunda kaldılar. Müşrikler bir aya yakın bir süre hendek gerisinde kaldılar. İki taraf arasında herhangi bir savaş olmadı. Bir kaç mübareze ve karşılıklı ok atmaktan başka ciddi bir hareket olmadı.[15]

Müslümanlar arada sırada taarruz eden düşmanı bu şekilde karşılayarak savunma süresini uzatıyorlardı. Fakat bu sırada Müslümanlarla anlaşmalı olan Benû Kurayza kabilesinin anlaşmayı bozarak geceleyin Medîne üzerine baskın yapmak için hazırlandıkları söylentisi yayıldı. Bu haber birleşik ordulara göre oldukça zayıf olan Müslümanlar arasında büyük bir endişeye neden oldu. Rasûlullah durumun açıklığa kavuşturulması için Kurayza kabilesine birini gönderdi. Benû Kurayza kabilesinin reisi Ka‘b b. Esed'in Benû Nadîr kabilesi reisi Nayy b. Ahtab tarafından kandırılmış olduğu ve Kurayzalıların gerçekten anlaşmayı bozdukları anlaşıldı. Kurayza kabilesi ile Evs kabilesi arasında dostluk bulunduğu için Evs'in lideri Sa‘d b. Mu‘az ve bazı Evs ileri gelenleri özel olarak Benû Kurayza kabilesine gönderildi ise de olumlu bir sonuç alınamadı.

Durumun vehâmeti karşısında Peygamber, müşriklerin birliğini bozabilmek için bir ara Gatafanlıların reisleri Uyeyne b. Hısn b. Huzeyfe ve el-Hâris b. Avf b. Ebî Hârise el-Murri'ye haber göndererek dönüp gitmeleri karşılığında Medîne hurmalarının üçte-birini onlara vermek üzere anlaşmak istediyse de (hatta anlaşma metni bile hazırlanırken) Sa‘d b. Mu‘az ve Sa‘d b. Ubâde ile istişaresi sonucu bu fikirden vazgeçti.[16]

Diğer yandan düşman ordusu baskısını giderek arttırıyor; değişik yönlerden peşpeşe saldırılarda bulunuyor, hendeği aşamayarak çaresiz geri dönüyordu. Muhasaranın olağanüstü şiddet kazandığı bir sırada müşrikler ne pahasına olursa olsun hendeği aşmaya karar verdiler. Savaşçılıktaki büyük ustalığı ve kahramanlığıyla şöhret kazanmış olan Amr b. Abdived ile İkrime b. Ebî Cehl, Nevfel b. Abdullah, Dırar b. Hattâb, Hubeyre b. Ebî Vehb hendeği geçmek üzere ileriye gönderildi. Ebû Süfyân ve Hâlid b. Velîd de onun arkasından genel bir saldırı için kuvvetlerini ileriye doğru hareket ettirdiler. Amr ve yanındakiler binbir güçlükle de olsa hendeği aşmayı başardılar.

Amr b. Abdived atını ileriye sürerek Müslümanlardan, kendisiyle savaşacak bir savaşçı talep etti. Amr birçok savaşlarda bulunmuş, yiğitlik ve gözü pekliği sayesinde birçok birlikleri dağıtmış gâyet usta bir silâhşor, çevik bir süvari olduğundan, onunla çarpışmaya kimse cesaret edemezdi. Nitekim Müslümanlardan da kimse onun isteğine cevap veremedi.

Bu durumu gören Ali, Amr'a karşı çıkmak için izin istedi. Fakat Rasûlullah izin vermedi. Amr tekrar ileriye atılarak Müslümanlara hitaben, “İçinizden kahramanlık meydanına çıkacak kimse yok mu? Hani ölenlerinizin gideceğini söylediğiniz cennet?” diye bağırdı. Müslümanlardan yine ses çıkmayınca, Ali ikinci defa izin istedi. Rasûlullah kendi zırhını çıkarıp Ali'ye giydirdi, Zülfikâr'ı da eline verdi ve ellerini açarak, “Yâ Rabb! Amcam Ubeyd Bedir'de; Hamza Uhud'da şehid oldular, bu Ali ise kardeşimdir ve amcamın oğludur. Onu koru, beni kimsesiz bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın” diye dua ederek uğurladı.

Amr'ın karşısına çıkan Ali kendisini tanıttı. Amr, Ali'nin gençliğini ve babasıyla olan dostluğunu ileri sürerek onunla savaşmak istemedi. Ali ise kendisiyle savaşmayı ve onu öldürmeyi arzuladığını bildirdi. Kendisinin, savaşa çıkanların üç tekliflerinden birini kabul ettiğini duyduğunu; eğer öyleyse, üç teklifi olduğunu söyledi. Yâ Müslüman olmasını, ya savaşı bırakıp gitmesini, ya da kendisiyle çarpışmasını teklif etti. İlk ikisini reddeden Amr çarpışmayı seçti.

İlk saldırı Amr'dan geldi. Vurduğu kılıç darbesi Ali'nin kalkanını parçalayarak başından yaralanmasına neden oldu. Sıra kendisine geldiğinde Ali, indirdiği darbe ile Amr'ı cansız yere yuvarladı. Müslümanlar sevinçle tekbir getirirken müşrikler büyük bir hayal kırıklığına uğradılar.

Ali Amr'ın işini bitirince, Dırar ile Hubeyre Ali'nin üzerine yürüdüler. Dırar aniden dönüp kaçmaya başladı. Çarpışmaya yeltenen Hubeyre de Ali'nin bir kılıç darbesi ile zırhı delinince kurtuluşu kaçmakta buldu.[17]

Ömer, kaçan kardeşi Dırar'ın peşinden, Zübeyr b. Avvâm da Hubeyr'in arkasından koştular. Bu sırada Nevfel b. Abdullah hendeğe düşmüş, yaralanmıştı. Müslümanlar onu taşa tuttular. Fakat Ali onları durdurdu, hendeğe inerek boynu kırılmış Nevfel'in kafasını uçurdu.

Bu kötü sonuç karşısında Ebû Süfyân çaresiz ordugahına döndü.

Ertesi günü Benû Kurayza kabilesi de düşman ordusuna katıldı. Müttefikler böylece kuvvet kazanınca bir kat daha cesaretlenerek saldırılarını sıklaştırmaya, tazyiklerini arttırmaya başladılar. Ok ve taş muharebeleri akşama kadar sürüp gitti. Karanlık basınca müşrikler ordugahlarına çekildiler. Genel bir saldırı düşüncesi Müslümanlar arasındaki endişeyi bir kat daha artırdı. Bu arada savaşın yönünü değiştirecek önemli bir olay oldu. Düşman saflarında iken Müslüman olan Nuaym b. Mes‘ûd es-Sakafî gizlice Rasûlullah'ın ordusuna katıldı. Durumun kötülüğünü gören Nuaym, müttefiklerle Benû Kurayza kabilesinin arasını bozmak için iyi bir vesile oldu. Rasûlullah ona, Benû Kurayza ile müşriklerin arasını açması için talimat verdi. İslâm'a girdiği bilinmediği için rahatça Benû Kurayza lideri Ka‘b b. Esed'in yanına gitti. Ka‘b'ın yanında daha başka Yahûdi liderleri de bulunuyordu. Onlara, Yahûdilere bir iyilik etmek istediğini söyleyerek Kureyş ve Gatafan kabilelerinin artık savaştan usandığından söz etti, “Hatta daha fazla zahmet çekecek olurlarsa sizi bırakıp gidecekler. O zaman siz İslâm ordusuna karşı koyamazsınız. Bu tehlikeyi önlemek için Kureyş ve Gatafan kabileleri ileri gelenlerinden birkaç kişiyi rehin alın” dedi. Yahûdiler bu haberden son derece memnun oldu.

Nuaym, oradan Ebû Süfyân'ın ordugahına geldi. Ona Kurayzalıların anlaşmayı bozduklarından dolayı pişmanlık duyduklarını ve anlaşmayı gizlice yenilediklerini, hatta suçlarını affettirmek için Kureyş ve Gatafan liderlerinden birkaç kişiyi rehin alarak Müslümanlara teslim etmeyi düşündüklerini söyledi. Bu haber Ebû Süfyân'ı vesveseye düşürdü. Derhal Kurayza liderine İkrime b. Ebî Cehl ve Benî Gatafanlı bir grupla haber göndererek muhasaranın çok uzadığını, askerin açlıktan şikâyet ettiğini, bu nedenle ertesi günü genel bir saldırı ile bu duruma bir son verilmesi gerektiği arzusunda olduğunu söyledi. Buna karşılık Kurayzalılar, Kureyş ve Gatafan ileri gelenlerinden birkaç kişi rehin verilmedikçe kendilerine güvenemeyeceklerini bildirdiler. Kureyş ve Gatafan liderleri bu haberi işitince Nuaym'ın sözüne hakk vererek rehin vermekten imtina ettiler. Kurayza kabilesi ise onların tavrının Nuaym'ı doğruladığını görünce müttefiklerden ayrılarak onları kendi başlarına bıraktılar.[18]

İLÂHÎ YARDIM

Umulmadık bir anda müşrikleri başlarının derdine düşürüp çekilmek zorunda bırakan kuvvetli bir fırtına çıktı. Bu; soğuk ve dondurucu bir fırtınaydı. Tozları, toprakları müşriklerin gözlerine dolduruyor, çadırların bezlerini, derilerini yırtıyor, direklerini söküyor, sergileri kumlara gömüyor, yakılan ateşleri söndürüyor, develeri, atları birbirine karıştırıyor, hiç kimse kimsenin yanına gidemiyordu. Müşrikler, devamlı tekbir sesleri ve silâh şakırtıları duyuyorlardı. Kalplerine büyük bir korku düşmüş, müthiş bir paniğe kapılmışlardı.

Gece boyunca devam eden fırtına, sabahleyin biraz sükûnet buldu. Rasûlullah, Huzeyfe b. Yeman'ı düşman ordusu hakkında bilgi almak üzere gönderdi. Huzeyfe, düşman ordusunun perişan hâlini görerek geri döndü. Peygamber bundan son derece memnun oldu ve sonucu beklemeye başladı.[19]

Ebû Süfyân, ansızın uğradığı bu büyük felâket üzerine Kurayza kabilesinin ordudan ayrıldığı ve orduda ihtilaf çıktığı gerekçesiyle kuşatmayı sona erdirerek geri çekilme emri verdi. Amr ibnu'l-Âs ile Hâlid b. Velîd 200 süvari ile müşriklerin geri çekilişini denetlediler. Müşrikler başarısızlıklarından doğan umutsuzluk ve sıkıntı içerisinde hızla ricat etmeye başladılar.

Kureyş ordusu Mekke'ye, Gatafan kabileleri Necid'e doğru yol alırken Müslümanlar savunma hattından çıkarak düşman ordugahına vardılar. Düşmanın telaş ve heyecan içinde geri çekilirken bırakmış oldukları erzak ve zahirelere ve Ebû Süfyân'ın Yahûdi reislerinden Hayg'a gönderdiği 20 deveye el koydular. Develer kurban edildi, hurma dolu sepetler boşaltıldı ve Müslümanlara dağıtıldı. Bu ganimet vasıtasıyla muhasaranın ortaya çıkardığı kıtlık ortadan kalkmıştı. Rasûlullah Müslümanlara hitap ederek, “Ey İslâm mücâhidleri! Emin olunuz ki, bu muzafferiyet sizin için ölümsüz bir başarıdır. Bundan böyle Kureyş kabilesi size değil, siz Kureyş'e taarruz edeceksiniz” buyurdu. Rasûlullah bu sözleriyle müşriklerin bütün gücünün tükendiğini, artık Müslümanların zafer yollarının açıldığını müjdelemiş oluyordu.

ZAFER ÜSTÜNE ZAFER

O gün öğleye doğru Rasûlullah, Müslümanlara bir ilanda bulunarak, Müşriklerle bir olup kendilerini arkadan vuran Benû Kurayza belasını ortadan kaldırmaya davet etti. Müslümanlar davete derhal icâbet ederek Kurayzaoğulları üzerine hareket etti.[20]

Rasûlullah, ordusuyla Kurayzaoğulları yurduna varıp onları kuşatma altına aldı. Kuşatma 25 gece sürdü.

Kurayzaoğulları, kuşatmanın gittikçe uzamasından ve şiddetlenmesinden dolayı büyük bir sıkıntıya düştüler; teslim olmaktan başka çare kalmadığını anladılar. Rasûlullah'tan, kendileri hakkında hüküm vermek ve onun vereceği hükme göre teslim olmak üzere bir hakem tayin etmesini istediler. Peygamber de, “Ashabımdan istediğiniz kimseyi hakem seçin” dedi. Bunun üzerine Sa‘d ibn Mu‘az'ı hakem seçtiler.[21]

Rasûlullah, onlar hakkındaki hükmü Sa‘d ibn Mu‘âz'a havale etti. Sa‘d da, “Ben onlar hakkında şöyle hüküm veriyorum: Bunların savaşanları öldürülsün, kadınları ve çocukları esir edilsin, malları da taksim olunsun” dedi.[22]

Rasûlullah, onları Medîne'de bir evde hapsettikten sonra, hendekler kazdırmış ve eli silâh tutan erkeklerin boynunu vurdurmuş, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını da Müslümanlar arasında taksim etmiştir.[23]

Bu pasajdaki 13-15. âyetlerde, münâfıkların Müslümanlar hakkındaki sinsî düşünceleri ifşa edilmekte, onların sürekli mü’minlerin aleyhinde davrandıkları, Müslümanların kötülüklerini istedikleri açıklanmaktadır. Münâfıkların bu zihniyeti birçok kez dile getirilmiştir:

Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider ve eğer size bir kötülük isâbet etse onunla sevinirler. Ve eğer sabreder ve takvâlı davranırsanız, onların hileleri size hiç bir şeyce zarar vermez. Şüphesiz Allah onları kendi yaptıkları şeylerle kuşatmıştır. (Âl-i İmrân/120)

Eğer sana bir iyilik dokunursa fenalarına gider. Eğer sana bir musibet dokunursa, “Biz kesinlikle işimizi [tedbirimizi] önceden almıştık” derler. Ve onlar sevinenler olarak sırt çevirirler. (Tevbe/50)

16. âyette, De ki: “Eğer ölmekten veya öldürmekten kaçıyorsanız, kaçmak hiç bir zaman size yarar sağlamaz. Ve o zaman sadece çok az bir şeyi kazandırılırsınız” ifadesiyle, savaştan kaçmanın hayata bir katkı yapmayacağı, ömrü uzatmayacağı, rızkı çoğaltmayacağı beyân edilmiştir:

Kendilerine, “Elinizi çekin, salâtı ikâme edin, zekâtı verin” denenleri görmedin mi? Sonra savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, Allah'ın haşyeti gibi yahut haşyetçe daha şiddetli olarak insanlara haşyet duyarlar. Ve “Rabbimiz! Ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın kazanımı, çok azdır, âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz “bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar” bile hakksızlığa uğratılmayacaksınız.” (Nisâ/77)

21. âyette, Andolsun ki, Allah Elçisi'nde, sizin; Allah'ı ve son günü uman ve Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır ifadesinde dikkat çekilen Rasûlullah'ın örnekliği, tüm İslâmî uygulamalara yönelik olmakla birlikte, burada özellikle savaşa katılma; Allah yolunda ölme ve öldürmeyi göze alma hususundaki örnekliğidir. Âyette, Hendek savaşı'na katılmayanlara sitem edilirken, Rasûlullah'ın kendini Allah yolunda feda edişi, sabrı, cesareti, kararlılığı, korkuya kapılmaması mü’minlere örnek gösterilmiştir. Allah'ı ve son günü uman ve Allah'ı çokça anan kimseler için güzel bir örnek vardır ifadesinden anlaşıldığına göre de Rasûlullah, inançsız olanlar; Allah'tan ümidi kesen ve kıyâmetin kopacağına inanmayan, Allah'ı unutan kimseler için örnek değildir.

28-29. Ey Peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer siz basit hayatı ve onun zînetini [süslü çekiciliğini] istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım [size boşanma bedeli ödeyeyim] ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Elçisi'ni ve son yurdu istiyorsanız, artık hiç şüphesiz Allah, sizden muhsinler [iyileştirenler-güzelleştirenler] için çok büyük bir ecir hazırlamıştır.”

Bu âyetlerde, Rasûlullah'ın aile hayatına yönelik bir probleme işaret edilmekte ve onun çözülmesinin yolları bildirilmektedir. Bu problemin şu olduğu zikredilir:

Hanımlarından biri o'ndan, kendisine altından bir bilezik yaptırmasını istemişti. O da gümüşten bir bilezik yaptırıp bunu altın ile kaplatmış (–zaferan ile kaplattığı da söylenmiştir–), fakat hanımı altından olmasında diretmiş, başkasını kabul etmemişti. Bunun üzerine bu şekilde tercihte serbest bırakan bu âyet-i kerîme nâzil olunca, onları istediklerini seçmekte serbest bıraktı, onlar da, “Allah'ı ve Rasûlü'nü seçtik” dediler.[24]

Anlaşılan o ki, Rasûlullah'ın eşleri lüks bir hayata özlem duymuşlar; bu da Rasûlullah'ın hânelerinde problem olmuş, o nedenle de Rasûlullah'ın sıkıntıya düşmesine ve görevinin aksamasına sebep olacak bu problemin çözüm yolu gösterilmiştir.

Âyetteki, eşlerine ifadesinden ve târih kayıtlarından anlaşıldığına göre Rasûlullah'ın birçok eşi olmuştur. Bu âyet nâzil olduğunda Rasûlullah'ın Sevde Âişe, Hafsa, Umm Seleme olmak üzere 4 hanımı vardı; henüz Zeyneb ile evlenmemişti. Peygamber'in eşleri konusuna ileride değinilecek olmakla birlikte burada isimlerini ve sayısını veriyoruz:

1) Hatice,

2) Sevde,

3) Âişe,

4) Hafsa,

5) Umm Seleme,

6) Umm Habîbe,

7) Zeyneb bt. Cahş,

8) Zeyneb bt. Huzeyme,

9) Cüveyriye,

10) Safiye,

11) Reyhane,

12) Meymûne,

13) Mariye.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla