Tekil Mesaj gösterimi
Alt 10. March 2013, 11:44 AM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleyküm! Değerli Kardeşlerim!

Abdülaziz Bayındır Hocanın "Allah geleceği bilmez." şeklindeki söylemi ile ilgili yukarıda bütünün izlediğiniz videodaki söylemine Hakkı Yılmaz Kardeşimin verdiği, Süleymaniye Vakfına ve yukarıdaki videoyu gönderenlere de gönderdiği cevabı yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum.

A. Bayındır ile ilgili açıklamalar!

Bayındır Hoca’nın, mushaftaki “lemma ya’lem” fiillerinden hareketle “Allah’ın, gaybı, geleceği bilmediği” zu’muna sahip olması ile ilgili yapmış olduğumuz açıklama ve bilgilendirmemize kendisi tarafından yine bir video programı ile tepki gösterilmiştir. Söz konusu videoyu esefle izledim ve hocanın çırpındıkça daha da bataklığa saplandığına şahit oldum. Gönül isterdi ki, bizim gösteriverdiğimiz kendisini yanlışa iten noktalar üzerinde bir araştırma yapsın da cevap versin. (Bu uyarı Bayındır Hoca tarafından bana yapılsaydı, gider elini öper teşekkür ederdim.)
Ama görüldüğü kadarıyla Hakkı Yılmaz adı hocanın kimyasını bozmaktadır. Ki videoda herkes panik havasını sezebilmektedir. Ayrıca “Hakkı Yılmaz çok tehlikeli, zararlı bir adamdır” derken Hakkı Yılmaz’ın kendisi için tehlikeli olduğunu ele vermektedir. Hakkı Yılmaz’ın dine, Allah’a, insanlığa karşı durumu; tehlikeli veya yararlı olup olmadığı ise başta Allah olmak üzere herkesçe bilinmektedir.

Bu videosuna kadar kendisi hakkında hüsnüniyet besledim. Daha evvelki yalan ve iftira içeren videolarının düzmece olabileceğini düşündüm. Bu videodan ise husumetinden emin oldum.

Okur ve izleyicilerimizin dikkatine şunları sunuyorum.

Salât sözcüğünün, ilk vaz’ından itibaren anlamını yazılarımızda temel kaynaklarını da göstererek delilleriyle sunduk. Ama Bayındır, hiçbir kitapta Hakkı Yılmaz’ın verdiği anlam yoktur diye utanmadan yalan söylüyor. Hâlbuki Tac ve Lisan’da ayrıntılı olarak verilmiştir. Hadi diyelim ki Tac ve Lisan’dan araştırmaya kapasitesi müsait değil, ama Osmanlı döneminin temel lügatı olan “AHTERİ KEBİR”de Türkçe olarak “salv” sözcüğünün “uyluk ve sırt” olduğu yazılıdır. Sözcüğün vazı anlamı budur. Bunun fiili “uyluklamak (alttan uylukla destek vermek), sırtlamak (sırta alarak taşımak)” demektir. Bu ifadeler, toplumsal hayatta, mecazen “sosyal hayatta destek vermek” anlamındadır. Bakın bu konuya ait tüm “Salât” yazılarımızdaki açıklamalar:

الصّلوة [salât] sözcüğünün yapı olarak, ص ل ى [saly] ve ص ل و [salv] köklerinden türemiş olması mümkün görünmektedir. Dilbilgisi kurallarına göre her iki kökten de türemiş olabilir. Zira hem ص ل ى [saly] hem de ص ل و [salv] sözcükleri, son harflerinin “harf-i illet” olması sebebiyle “nâkıs”tırlar ve bu köklerden bir sözcük türediğinde, köklerin sonundaki harf-i illetler düşerek başka harfe dönüşür. Bu durumda, türeyen yeni sözcüğün, bu köklerin hangisinden türediği konusunda ciddi bir araştırma yapılmadığı takdirde ortaya bazı karışıklıklar çıkabilmektedir. Nitekim ص ل و [salv] kökünden olan kalıpların birçoğunun çekimlerinde و [vav] harfi, “galb” [değişim] neticesi ى ]ya]ya dönüşmekte ve bu şekilde türeyen sözcükler, ilk bakışta ص ل ى [saly] kökünden türemiş gibi görünmektedir.

Bu gibi durumlarda Kur’ân'ın mesajını doğru anlamak için yapılacak ilk iş, sözcüğün türemiş olabileceği köklerin anlamlarına bakmaktır. Bu sebeple biz de tahlilimize, الصّلوة [salât] sözcüğünün türemiş olabileceği ص ل ى [saly] veص ل و [salv] köklerinin anlamları ile başladık.
صلى [saly, sıla]; “pişirmek, yakmak, ateşe atmak-ateşe girmek, yaslamak” anlamına gelir. Sözcük bu manada Hâkka sûresi'nde geçmektedir:
Sonra cehenneme [صلّوه/sallûhû] yaslayın onu. (Hâkka/31)

Bundan başka, sözcük Kur’ân'da birçok kez, bu kökten türemiş olan إصلوها [islavhâ], يصلى [yeslâ], وسيصلون [veseyeslavne], ساصليه [seüslîhi], لايصلاها [lâ yeslâhâ] gibi farklı kalıplar hâlinde yine aynı anlamda yer almıştır. Meselâ, صلى [s-l-y] kökünden türemiş olan المصلّين [musallîn] sözcüğü, “destek veren, yardım eden” anlamında değil, “hayvanının sırtına, uyluğuna yaslanan” anlamında kullanılmaktadır.

صلى[saly] sözcüğü, Türkçe'deki “sallamak” ve “yaslamak” sözcüklerinin de kaynağıdır.
Ancak, konumuz olan salât sözcüğünün kökünün saly olduğu varsayılırsa, Kur’ân'da geçen tüm الصّلوة [salât] sözcüklerinin ve türevlerinin “ateşe atmak, yaslamak” anlamında olduğunu kabul etmek gerekecektir ki bu durumda, meselâ Kevser sûresi'ndeki صلّ [salli] emrinden, “onu ateşe at” veya Ahzâb/56'daki صلّواعليه [sallû aleyhi] ifadesinden, “onu [Muhammed'i] ateşe sallayın/atın” anlamını çıkarmak gerekecektir.

Sonuç olarak, “yardım, destek, çaba, gayret” anlamlarına gelen الصّلوة [salât] sözcüğüyle, “ateşe atmak, ateşe yaslamak, pişirmek, yakmak” anlamındaki صلى [saly] sözcüğü arasında herhangi bir mana ilişkisi kurma imkânı yoktur.

ص ل و[salv]: İsim olarak “uyluk, sırt” demek olan sözcük şöyle açıklanır: صلو [salv], “insanın ve dört ayaklı hayvanların sırtı, kalça ile diz arası” anlamına gelir.

Bu anlam doğrultusunda fiil olarak kullanıldığında sözcük; “uyluklamak, sırtlamak” anlamına gelir ki, uyluğun [bacağın, diz ile kalça arasındaki bölümünün] yatay duruma getirilerek bir yükün altına uzatılması şeklinde bir hareket olan “uyluklamak” da, bir yükü sırta almak demek olan “sırtlamak” da, yük altına girmeyi, yüke destek vermeyi ifade eder.

Bize göre salât sözcüğünün kökü saly değil, salv'dir. Sözcüğün aslı ise صلوة [salvet] olup, kök sözcük nâkıs [son harfi illetli] olduğundan, genel dilbilgisi kuralları gereği صلوة [salvet] sözcüğü,الصّلوة [salât] şekline dönüşmüştür. Nitekim sözcüğün çoğulu olan صلوات [salavât] sözcüğünde, kök sözcüğün asıl harfi olan و [vav] açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu durum, başka birçok sözcük için de geçerlidir. Meselâ, ğazâ [savaştı] sözcüğünün mastarı غزوة [ğazve]dir ve ğazve'nin çoğulu غزوات [ğazevât] olarak gelir. Diğer fiil çekimlerinde de ğazâ'nın “vav”ı, ya ى [ya]ya dönüşür yahut da düşer. Zaten salât sözcüğünün, s-l-v kökünden türediği hususunda ittifak olduğu içindir ki, bir anlam karışıklığı olmasın diye mushaflarda salât sözcüğü, الصلاة şeklinde ا [elif] ile değil, الصّلوة şeklindeو [vav] ile yazılır.

Diğer taraftan, صلو [s-l-v] kökünden türemiş olan صلّى [sallâ] (mastarı salât) sözcüğünün anlamı, Kıyâmet/31-32'de, hiçbir yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde net olarak açıklanmıştır:
فلا صدّق ولا صلّى ولاكن كذّب و تولّى [felâ saddaqa velâ sallâ velâkin kezzebe ve tevellâ (Fakat o, ne onayladı, ne destekledi. Fakat o, yalanladı ve geri durdu.)].

Görüldüğü gibi yukarıdaki cümlede dört eylem zikredilmiş, bu eylemlerden ikisi diğer ikisinin karşıtı olarak gösterilmiştir. Şöyle ki: صدّق [saddaqa]nın karşıtı olarak كذّب [kezzebe], yani “tasdik etme”nin karşıtı olarak “tekzib etme, yalanlama” fiili kullanılırken, صلّى [sallâ] fiilinin karşıtı olarak da تولّى [tevellâ] fiili kullanılmıştır. Kalıbı itibariyle “süreklilik” anlamı taşıyan tevellâ sözcüğü; “sürekli geri durmak, sürekli yüz dönmek, lakayt kalmak, ilgisizlik, pasiflik ve yapılmakta olan girişimleri kösteklemek” demek olduğuna göre, تولّى [tevellâ]nın karşıtı olan صلّى [sallâ] da; “sürekli olarak destek olmak, seyirci kalmamak” anlamına gelmektedir.

Anlamı Kur’ân'da bu kadar açık olarak belirtilmesine rağmen salât sözcüğü, ünlü bilgin Râgıb el-İsfehânî'nin Müfredât adlı eserinde, “Lügat ehlinin çoğu, salât: ‘dua, tebrik ve temcit’tir demiştir” ifadesiyle âdeta geçiştirilmiştir.

Sonuç olarak الصّلوة [salât] sözcüğünün anlamını; “destek olmak, yardım etmek, sorunları sırtlamak; sorunların çözümünü üzerine almak” şeklinde özetlemek mümkündür.


Hoca, bunu bir videosunda kendisi kabul etmiş, yaptığı saldırılar nedeniyle kendisini sıkıştıran okurlarına “Evet, salât, mecazen destek demektir” diye itiraf etmek zorunda kalmış ama utanmadan “Hakkı Yılmaz salâtın gerçek anlamı “destektir”tir mecaz anlamı değildir diyor” diyebiliyor. Hâlbuki biz, salâtın gerçek anlamının yukarıda görüldüğü üzere (Arapların ilk kullandığı anlamın) “uyluklamak ve sırtlamak” olduğunu uzun uzun açmışız. Bedevi, şehre, sosyal hayata başladığı zaman ise salât, “sosyal sorunları uyluklamak ve sırtlamak” anlamında kullanılır olmuştur. Peki sosyal sorunların uyluklanması, sırtlanması “hakikat (bedevinin verdiği ilk anlam)” anlam mıdır yoksa mecaz anlam mıdır? Kim, sosyal sorunları sırtında taşıyor, uyluğunu altına sokarak destek veriyor? Bunlar hep mecaz değil midir? Bayındır bunları bilemeyecek kadar ğabiy birisi midir? Her yerde, her yazıda, her söyleşide bu MECAZ’dır diye gözüne sakmak mı gerekir?
Bir de verdiğim anlamın lügatlarda olmadığını söylermişim. Kuyruklu yalana bir bakın. Ben, yukarıda görüldüğü üzere İsfehani’nin ihanetini söyledim. Ve verdiğim anlamları kaynaklarıyla gösterdim.

Bana iletilen maillerden biri:
"Hakkı hocam abdulaziz hoca bir videoda sizin kaynak vermediğinizi soylemişti salata verdiginiz anlamla ilgili,
kendilerine mail ile sitenizdeki videoyu ilettim ve kaynak verdiginizi soyledim."

Şöyle bir cevap aldım size de ileteyim istedim buyrun;


Z. K Bey, (isimler tarafımdan eksiltilmiştir. HY)

"Gönderdiğiniz videonun ilgili bölümünü dinledim. Salat kelimesi, mecaz olarak destek anlamında kullanılır. Peygambere salat bu anlamdadır. Hakkı Yılmaz mecazı hakikata çeviriyor. Ayrıca kelimeye kendi verdiği anlamın sözlüklerde olmadığını da söylüyor. Türk Dil Kurumu gibi bir kurumun, büyük araştırmalar sonunda uydurduğu yeni kelimelerin dilimizi tanınmaz hale getirdiğini ve nesilleri birbirinden kopardığını hepimiz biliyoruz. Kur'an'ın en temel emriyle ilgili böyle bir çalışma da dinimizi tanınmaz hale getirme gayretinden başka bir şey değildir. Bunların şerlerinden Allah'a sağınırım."
Prof. Dr. Abdulaziz BAYINDIR

Bu videoda hâlâ salâtın mecazen destek anlamında olduğunu inkâr ederek yine ikiyüzlülüğünü sergilemektedir.

Bizim kendisini uyarı videomuzdaki “aLEme” fiiliyle ilgili de vazı anlamıyla demogoji yapıp “Varsayalım ki o dediğin anlam doğru (tekrar tekrar), Allah nereye bayrak dikmiş, nereye işaret koymuş, nereye damga basmış” diyebiliyor. Çevresindeki dalkavuklar da Ahfeşin keçisi gibi kafa sallıyor. Kimse buradaki ifadelerin de mecazen “herkese göstermek, herkesin bilmesini sağlamak” anlamında olduğunu söylemiyor. Bozacının şahidi şıracı olurmuş.

Görüldüğü üzere videodaki “Varsayalım ki o dediğin anlam doğru (tekrar tekrar), Allah nereye bayrak dikmiş, nereye işaret koymuş, nereye damga basmış” ifadeleriyle mecazları hakikate çeviren bizzat kendisidir, Hakkı Yılmaz değildir.

Hocaya sorulmasını isterim. Allah, Kur’an’da (Bakara/7, En’am/46, Casiye/23, Münafikun/3, Nisa/155) kâfirlerin kalplerine, kulaklarına mühür, damga bastığını, boyunlarına demir halkalar geçirdiğini (Ya Sin/8), önlerine ve arkalarına set oluşturduğunu ifade ediyor. Bunlar ne demektir?
Kâfirlerin kalplerine, kulaklarına Allah’ın mühür, damga bastığını, önlerine arkalarına set (baraj) kurduğunu hiç gören olmuş mu? Allah yalan mı söyledi. Yoksa bu ifadelerin bir mecaz anlamı mı var?

Ayrıca, Allah Enbiya/44 ve Ra’d/41’de “Kendisinin Yeryüzüne gelip yeryüzünü etrafından eksilttiğini” bildirmektedir. Allah’ın yeryüzüne geldiğini, yeryüzünü, etrafından eksilttiğini herhangi bir gören olmuş mu? Enfal/17’de Allah’ın ok attığı bildirilmektedir. Allah’ın Bedir’de ok attığını kim görmüş? Allah yalan mı söylüyor? ( Bu örnekleri çoğaltabiliriz)

Korkarımki Bayındır, “Evet, Allah yeryüzüne; benim yanıma geldi, benden bilmediklerini öğrendi gitti” de diyebilir. (!)

Bu ifadeler mecazdır. Ehil olanlar bu ifadelerin mecaz anlamlarını gayet iyi bilirler. Ama ehil olmayanlar bunu bilmezler. Said Nursi’nin bir vecizesi var: “Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar.

Biz, Bayındır’ın bunları bilmediğini sanmıyoruz. Tepkilerinden, bunları hayınlığından yaptığını tahmin ediyoruz. Ona önerimiz, Allahın boynuna geçirdiği halkaları bir an evvel çıkarıp atması, ön ve arkasına Allah’ın kurduğu setleri yıkmasıdır. Yani gururdan, kibirden arınıp Kur’an ilkeleriyle edeplenmesidir.

Ayrıca şunu da ifade edelim ki, konu edilen ayetlerdeki “lemma ya’leme” fiillerinin İf’âl ve Tef’il babından “lemma YÜ’LİM, YÜALLİM” şeklinde kıraatleri de vardır. Kılasik eserlerde bunu; bu konuya ait görüş beyanlarını herkes görebilir (Biz, videodaki açıklamamızda bunu ihmal etmiştik). Bu ayetlerdeki anlam yeni gündeme gelmedi. Asırlardır kitaplarda mevcuttur. Bu kıraate göre de fiilin anlamı, “bildirmeden” demektir. Bayındır’ın Diyanet mealini eleştirmeden evvel en azından bu açıklamaları görmesi, bilmesi gerekirdi. Her şeyden evvel Mushaftaki harekelemenin Rasülüllah’tan çok sonra, o günkü âlim geçinenler tarafından yapıldığını, hataların varlığını (en azından olabileceğini) kabullenmesi gerekirdi.

Bir de “alime” fiilinin “alem” ve “alamet” manaları da vardır itirafında bulunuyor. Madem bu anlamları da var sözcüğe niye bu anlamı vermiyorsun da Allah’ı bilmez biri yaparak kara sürüyorsun?

Bayındır hoca bir de bize Nisa/46’dan hareketle Yahudilerin tahrifatçılığını isnat ediyor.
Şeyhin kerameti kendinden menkulmuş veya mer-di kıpti şecaat arzederken sirkatin izhar edermiş. Ne güzel deyimler, hoca bize sataşırken düştükleri durumu itiraf etmiş.

Soruyorum ehli insafa: Ayetlere yanlış mana vererek her kusurdan münezzeh Allah’a cehalet isnat eden, mü’minlerin akıdelerini bozan kim? Hakkı Yılmaz mı, Bayındır mı, Bayındır’a zemin hazırlayanlar mı?

Aynı mesele, Kehf/12, Sebe/21, Ankebut/3, 11, Bakara/143, Âl-i İmran/140, 142, 166, 167, Hadid/25, Muhammed/31 ve Tevbe/16 için de geçerlidir.

Bayındır, bu videosunda ilmî, vicdanî ve ahlâkî bir karşılık vermemiş (ya da verememiş), dalkavuklarının huzurunda pirimitif şov yapmıştır. Bizim kendisine cevap vermemiz nefsimize yönelik değildir. Şahsımıza istediği kadar iftira atabilir, yalan söyleyebilir. (Yaklaşık beş sene evvel, “Hakkı Yılmaz İzmir’de peygamberlik ilan etmiş, doğru mu?” diye bir arkadaşa sormuş.) Umurumuzda da değildir. Ama Kur’an’a ve Allah’a kara çalmaya devam ederse ensesinde olacağımızı bilmelidir. Kur’an, tüm mü’minlerin mukaddes kitabıdır ve bundan hepsi sorumludur. Nerde hata yapılırsa hemen müdahale edilmesi gerekir.

Biz Gelelim Asıl Meseleye
ALLAH’IN AMELLERİ ŞAHİTLENDİRMESİ

Bir müslümanın asli görevi batılla mücadele değil hakkı ikame etmektir. Bilindiği ve Allah’ın vadettiği üzere Hak gelirse, getirilirse bâtıl yok olup gider.

Bu tartışmaya malzeme olan ayetler, Allah’ın sünnetlerinden; uygulamalarından bir tanesini açıklamaktadır. Bu sünnet, “ahırette insanları hesaba çekişinin, sorgulayışının şekli”ndeki uygulamasıdır.

Rabbimiz insanları ahırette hesaba çekecektir. Kur’an’dan öğrendiğimize göre, ahıret mahkemesi şimdiki gibi, sadece Allah’ın Kendi iddiası, gizli tanık, yalançı tanık, düzmece belge vs. ile olmayıp sağlam tanık ve belgeler ile olacaktır. Bu davada, insanların kendileri, uzuvları, iblisi, hücreleri, peygamberler, gönderilmiş kitaplar ve kişilerin yakınları, arkadaşları ve toplumları şahitlik edeceklerdir.

Zümer/68-70:
68Ve sûra üflenmiştir de Allah'ın dilediği hariç, göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılıvermiştir. Sonra ona başka bir daha üflenmiştir de onlar kalkmışlar karşıda bakıp duruyorlar.
69Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez.
70Ve Allah, ne amel yaptıysa herkese karşılığını kesinlikle tam olarak ödeyecek. Ve Allah, onların yaptıklarını en iyi şekilde bilendir.

Bu konuyla ilgili şu ayetlere de bakılabilir.
Bakara/143, Hacc/78, Fecr/21-23, Nebe/38-40, Nisa/41, 159, Nahl/84, 89, Kaf/21, Mü’min/51, Hud/18, 19, Kasas/75, Fussılet/20-22, Nur/24, Ya Sin/65, Furkan/30, Maide/116-118.

Rabbimiz, sözü edilen Âl-i İmran/140, 141, Tevbe/16, Kehf/12, Sebe/21, Ankebut/3, 11, Bakara/143, Âl-i İmran/166, 167, Hadid/25, Muhammed/31 ve Tevbe/16. ayetlerde, ahırete tanık hazırlayacağını, mü’minlerin mü’minliğine ve samimiyetine, inkârcıların inkar ve riyakarlığına dünyada bir takım tanıklar oluşacağını bildirmektedir. Ki mahşerdeki mahkemede herkes Allah’ın adaletli davrandığını kabullenecektir; cennete gideceklerin hak ettiklerini, cehenneme gideceklerin de cehennemi hak ettikleri herkesçe bilinecektir.


Âl-i İmran/140, 141:
140,141Eğer size bir yara değmişse, o topluma da benzeri bir yara dokunmuştu. Ve işte o günler; Biz onları, Allah'ın sizden iman eden kimseleri bildirmesi/ işaretleyip göstermesi ve sizden şâhitler edinmesi, Allah'ın iman eden kimseleri arındırması, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenleri de mahvetmesi için insanlar arasında döndürür dururuz. Ve Allah, şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları sevmez.

Tevbe/16:
16Sizden çaba harcayanları, Allah'ın Elçisi'nden ve inananların astlarından sırdaş/ can dostu edinmeyenleri Allah bildirmeden/ işaretleyip göstermeden bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır.

Hadîd/25:
25Andolsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah'ın, dinine ve elçilerine, kimse kendilerini görmediği ve tanımadığı yerlerde yardım edenleri belirlemesi/ işaretleyip göstermesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için yararlar bulunan demiri de indirdik. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, mutlak üstündür.

Muhammed/31:
31Ve kesinlikle Biz, içinizden çaba gösterenleri ve sabredenleri bildirmemiz/ işaretleyip göstermemiz için sizi yıprandıracağız/ denemeye tâbi tutacağız. Haberlerinizi de yıprandıracağız/denemeye tâbi tutacağız.

Kehf/12:
12Sonra da iki grubun hangisinin, onların bekledikleri süreyi daha iyi hesapladığını bildirelim/ işaretleyip gösterelim diye Rakim/Yazıt Ashâbı'nı gönderdik.


Âl-i İmrân/166-168:
166-168İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah'ın izniyledir/ bilgisiyledir. Ve mü’minleri bildirsin/ işaretleyip göstersin ve münâfıklık yapan kimseleri –kendileri oturup dururken kardeşleri için: “Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” diyen kimseleri– bildirsin/ işaretleyip göstersin diyedir. Ve onlara: “Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız” denilmişti. Onlar: “Biz, savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık” dediler. Onlar o gün, imandan çok Allah'ın ilâhlığını, rabliğini örmeye yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, haydi kendinizden ölümü uzaklaştırınız.”

Evet, Allah, hiçbir niyyeti, hiçbir suçu gizli bırakmaz; çeşitli vesilelerle ortaya çıkarır, herkese teşhir edip gösterir.

Âl-i İmran/ 178,179:
178Allah'ın ilâhlığını rabliğini tanımayan şu kimseler, şüphesiz Bizim kendilerine süre tanıyışımızın, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Şüphesiz Biz, onlara daha çok günaha girsinler diye süre tanıyoruz. Ve onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
179Allah, murdar olanı temiz olandan ayırt edinceye kadar mü’minleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde bırakacak değildir. Allah sizleri görülmeyen, duyulmayan, sezilmeyen, geçmiş, gelecek üzerine bilgilenen biri yapacak da değildir. Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse Allah'a ve Elçisi'ne iman edin. Ve eğer iman eder ve Allah'ın koruması altına girerseniz, işte o zaman sizin için çok büyük bir karşılık vardır.

Tarih incelenirse görülecektir ki, kimse ihanet sırlarıyla ölüp gitmemiş, kâfirliği, münafıklığı, müşrikliği zaman içerisinde deşifre olmuştur. Ve herkes kimin ne mal olduğunu öğrenmiş, ahırette de tanıklığını edecektir.
Sonuç olarak diyoruz ki Rabbimizin insanları sınaması, öğretmek için değil, dünya ve ahırete tanık oluşturmak içindir. Kimse hakkındaki karara itiraz edemesin. Tıpkı okullardaki öğretmenlerin öğrencilerini sınav yapma amacının, öğrencilerden öğrenmek olmayıp sınava giren öğrencilerin durumunun belirlenmesi, şahitlendirilmesi olduğu gibi. 10 03 2013
Hakkı YILMAZ
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
merdem (12. March 2013), Taner (10. March 2013), Yiğitcan (12. March 2013)