Tekil Mesaj gösterimi
Alt 7. February 2009, 02:18 AM   #4
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Ya`kûb`un Ümidinin Sebebleri

Daha sonra Ya`kûb (a.s.) "Ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum" demiştir ki, bu, "Allah`ın rahmet ve ihsanına dair sizin bilemiyeceğiniz nice rahmetini ve ihsanını bilirim. O, benim ummadığım bir yerden genişliği, ferahlığı getirendir" demek olup, bu, Hz. Ya`kûb`un, Yûsuf`un kendisine gelip ulaşmasını gözettiğine, beklediğine bir işarettir. Alimler, bu gözetlemenin sebebi hususunda şunları söylemişlerdir:
l- Ölüm meleği Ya`kûb (a.s.)`un yanına gelince, Ya`kûb ona: "Ey ölüm meleği, oğlum Yûsuf`un canını aldın mı?" deyince o: "Hayır, ey Allah`ın nebisi" der, sonra da Mısır tarafına işaret ederek "Onu, orada ara" der.
2- O, Yûsuf (a.s.)`ın rüyasının gerçek ve sadık olduğunu biliyordu. Zira Yûsuf hakkındaki rüşd ve kemâl emareleri, onun üzerinde apaçık ve zahir idi. Yûsuf (a.s.) gibi kimselerin rüyası boşa çıkamazdı.
3- Belki de Cenâb-ı Hak. Ya`kûb (a.s.)`a, Yûsuf`u ona ulaştıracağını, kavuşturacağını vahyetrniş; ancak ne var ki O, o vakti bildirmemişti. İşte bundan dolayı Ya`kûb (a.s.), bir sıkıntı içinde kalakalmıştı.
4- Süddî şöyle demiştir: "Hz. Ya`kûb`un oğulları, kralın hâl ve hareketlerindeki üslûbunu, O`nun mükemmelliğini Ya`kûb (a.s.)`a bildirdiklerinde, Ya`kûb (a.s.) onun Yûsuf olması ümidine düşerek; "Bu gibi hareket tarzının, kâfirde zuhur etmesi mümkün değil” dedi.
5- Ya`kûb (a.s.), Bünyamin`in hırsızlık etmeyeceğini kesinlikle biliyordu. O, kralın, Bünyamin`e eziyet etmediğini ve onu dövmediğini de duymuştu. Böylece o, zann-ı galibi ile, o kralın Yûsuf olduğu kararına vardı. Birinci mukaddime hakkında söylenebilecek sözün tamamı budur.
İkinci mukaddimeye gelince, buna göre Ya`kûb (a.s.), çocuklarının yanına varmış ve onlarla yumuşak bir biçimde konuşmuştur ki, bu da Ya`kûb`un: "Evlatlarım gidin, Yûsuf ile kardeşinden bir haber arayın” şeklindeki sözüdür. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Bize göre, Yakup peygamberin Yusuf’un hayatta olduğuna olan inancının asıl sebebi, onun, oğlu Yusuf’un vizyonu hakkında kendi yaptığı tahmine inanmasıdır. Ayrıca Yusuf ile aralarında niteliğini bilemeyeceğimiz manevi bir irtibatın/iletişimin varlığı da söz konusu olabilir. Hatırlanacak olursa, Yakub peygamber, oğlunun gördüğü görüntüler hakkında “Ve işte böyle, Rabbin seni seçecek ve sana olayların tevilinden bilgiler öğretecek. Bundan önceki iki atana; İbrahim’e ve İshak’a tamamladığı gibi, nimetini sana ve Yakup soyuna tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin Alim’dir, Hakim’dir” diyerek tahminde bulunmuş ve bu tahminindeki olaylar henüz gerçekleşmemişti. Dolayısıyla bu olaylar gerçekleşmeden Yusuf’un ölmesi söz konusu olamazdı.
84. ayetin bildirdiğine göre, Yakub peygamber, oğlu Yusuf için çektiği hasret yüzünden aşırı kederlenmiş, sararıp solmuş, perişan hâle gelmiştir. Yakub peygamberin bu hâlini betimleyen “v’ebyezzat aynâhü mine’l-huzni” ifadesi, “gözlerine ak düştü, kör oldu” şeklinde anlaşılmış ve bu konuda en hafifi aşağıdaki gibi olan birçok senaryo üretilmiştir:
“Ve kederinden gözlerine ak düştü." Denildiğine göre altı yıl süreyle göz*leriyle görmedi, kör olmuştu. Bunu Mukatil söylemiştir. Yine denildiğine gö*re, göze ak düştüğünde az da olsa bir görme olur. Hz. Ya`kub`un halini en iyi bilen ise Allah`tır. Gözlerine ağlamaktan dolayı ak düşmüştü, fakat ağlama*sının sebebi kederiydi. Bundan dolayı Yüce Allah: "Kederinden" diye buyur*maktadır. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Hz. Ya`kûb`un Yûsuf`a Daha Çok Üzülmesinin Sebebi

Bil ki, Hz. Ya`kûb, Bünyamin ile ilgili olarak oğullarından o sözü duyunca, göğsü, Yûsuf`a olan tasası ve hüznü iyice büyüdü ve "Vah, Yusuf`a olan hasretim!” dedi. Şu sebeplerden dolayı bu hadise tahakkuk edince, Hz. Ya`kûb`un, Yusuf`undan ayrılması sebebiyle hüznü büyümüştür:
1-Yeni hüzün, eski ve içte bulunan hüznü kuvvetlendirir. Yara yaraya eklendiğinde fazla acı verir. Nitekim Şair Mütemmim b. Nüveyre şöyle demiştir:
Ricadaşım beni kabirlerin yanında ağlayarak öldürücü gözyaşları akıttığım için dedi ki: ‘Gördüğün her kabre ağlıyor musun? Kumlar ve çukurlar arasında olan her mezara?’ Ona dedim ki: ‘Üzüntü üzüntüyü tahrik eder. Binaenaleyh beni bırak. Bunların tamamı Malik`in kabridir.’
Zira o, bir kabir gördüğü her defasında, kardeşi Malik`i kaybetmekten ötürü üzüntüsü tazeleniyor ve çevresindekiler kendisini ayıplıyorlardı. O da "üzüntü üzüntüyü doğurur" diye cevap veriyordu.
Bir başkası da şöyle demiştir:
“Beni unutmadın, ya da en azından, ondan sonraki musibetlerde. Fakat yaranın yarayla dağlanması çok acı vericidir."
2- Bünyamin ve Yûsuf`un annesi birdi. Dolayısıyla hem suret hem de sıfat bakımından aralarında mükemmel bir benzerlik bulunuyordu. Binaenaleyh, Ya`kûb Bünyamin`i görmekle, Yûsuf`u görür gibi olarak teselli buluyordu. Olan şey olunca, teselliyi gerektiren şey de zail olup gitti. Böylece de Ya`kûb`un elemi ve iştiyakı arttı.
3- Onun başta gelen derdi, Yûsuf`u kaybetmiş olmasıydı. Ona karşı duyduğu üzüntü, her şeye karşı duyduğu üzüntü demekti.
4- Bu musibetler, birtakım sebeplere bağlanabilecek, izahı mümkün belalar idi. Yûsuf`un hadisesine gelince, Ya`kûb (a.s.), oğullarının ileri sürmüş oldukları mazerette yalancı olduklarını biliyordu. Gerçek sebep ise, onun tarafından malum değildi. Hem Ya`kûb (a.s.), onların hayatta olduklarını biliyordu. Yûsuf`a gelince, Ya`kûb (a.s.) onun hayatta olup olmadığını bilmiyordu. İşte bu sebeplerden dolayı, Hz. Ya`kûb`un, Yûsuf`tan ayrılmasından dolayı olan iştiyak ve özlemi artmış, (onun ölü mü, diri mi olduğuna dair) halini bilmemekten dolayı içinde bulunduğu musibet, son derece şiddetli olmuştu.
İkinci Mesele:
Bazı cahil kimseler Hz. Ya`kûb`u "Vah Yûsuf`a olan hasretim, vah!" demesinden dolayı tenkit ederek şöyle demişlerdir: "Zira bu, feryâd u figan etmek ve Allah’tan şikayetçi olmak demektir ki, caiz değildir." Alimler ise durumun bu câhilin zannetiği gibi olmadığını açıklamışlardır. Bunun izahı şöyle yapılabilir:
Ya`kûb (a.s.), bu sözü söylememiştir. Ama, sonraysa, onun ağlaması büyük olmuştur ki, bu Cenâb-ı Hakk`ın, ‘Ve hüznünden ve kederinden iki gözüne ak düştü’ buyruğundan anlaşılandır. Sonra o lisanını bağırıp çağırma ve uygun olmayan şeyler söylemekten alıkoymuştur ki, bu, ayetteki ifadesinden anlaşılmaktadır. Sonra, yine Ya`kûb (a.s.) o şikâyetini hiçbir insana da açmamıştır. Bunun delili, Ya`kûb (a.s.) `un, ‘Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah`a şikâyet ediyorum` demesidir. Bütün bunlar, onun musibet ve sıkıntısının şiddetlenmesi halinde, onun sabretmiş olduğuna ve o sıkıntısını ve kederini sinesinde taşıdığına ve hiç kimseye şikâyette bulunmadığına, böylece de pek yerinde olarak, bu sayede büyük bir medih ve büyük bir övgüye mazhar olduğuna delâlet eder.

Ya`kûbun Hüznünü Cebrail`in Teskin Etmesi

Rivayet olunduğuna göre Yûsuf (a.s.) Hz. Cebrail`e "Ya`kûb hakkında bir bilgin var mı?" diye sorduğunda, Cebrail "Evet" deyince de: "Onun hüznü ve kederi ne noktadadır?" der. Cebrail "Onun kederi yetmiş tane ‘seklâ’nın kederi gibidir" der. Seklâ tek bir çocuğu olup, sonra da o çocuğu ölen kadına denilir. Bunun üzerine Hz. Yûsuf: "Onun için bu hususta bir mükâfat var mıdır?" deyince de, Cebrail (a.s.) "Evet, yüz şehit mükâfaatı vardır" der.
Buna göre şayet, Muhammed b. Ali el-Bakır`ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir pir-i fâni, Ya`kûb`a uğrayarak ona "Sen İbrahim misin?" der. Bunun üzerine Ya`kûb (a.s.) da: "Ben, onun oğlunun oğluyum; sıkıntılarım beni böyle değiştirdi, güzelliğimi ve kuvvetimi giderdi" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Ya`kûb`a "Sen beni, her ne zaman kullarıma şikâyet ettiğinde, izzet ve celâlime kasem olsun ki, eğer sen beni şikayet etmeseydin, ben sana senin etinden ve kanından daha iyisini verirdim [seni gençleştirirdim]" diye vahyetti. İşte, bunun üzerine Hz. Ya`kûb bundan sonra: "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah`a şikâyet ediyorum" der oldu.
Hz.Peygamber (s.a.s)`in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya`kûb`u kardeş edinen bir kardeşi bulunuyordu. O, Ya`kûb`a "Görmeni gideren, sırtını kamburlaştıran nedir?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ya`kûb da: "Gözümü gideren, Yûsuf sebebiyle ağlamam; sırtımı kamburlaştıran da Bünyamin`e olan kederimdir" dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Ya`kûb`a: "Beni, benden başkasına şikayet etmekten çekinmez misin?" diye vahyetti. Bunun üzerine Ya`kûb (a.s.) "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah`a şikâyet ediyorum" diyerek, sözünü "Ya beli bükülmüş, gözleri kör olmuş bu pir-i faniye acımaz mısın? Yûsuf’un Bünyamin`in kokusunu bana tekrar koklat" diye sürdürdü. Bunun üzerine Cebrail, ona müjde vererek Allah`ın şöyle dediğini nakletti: "Şayet onlar ölü dahi olsalar onları dirilteceğim. Binaenaleyh, fakir ve yoksullar için bir yemek hazırla. Zira kullarımın bana en sevimli olanları peygamberler ve yoksul kimselerdir." Yakup (a.s.) kahvaltı yapmak istediğinde, bir münadî, "Kahvaltı yapmak, yemek isteyen, Ya`kûb`la beraber yapsın!" diye bağırdı. Yine, Ya`kûb (a.s.) oruç tuttuğunda, iftar esnasında da aynı şekilde bağırırdı. Rivayet olunduğuna göre, Ya`kûb (a.s.) yaşlılıktan dolayı, dökülen kaşlarını bir bezle sarıyordu. Bunun üzerine kendisine birisi: "Bu başına gelenler ne?" deyince de o: "Ömrümün uzunluğu ve kederlerimin çokluğu" dedi. Bundan dolayı Allah Teâlâ ona: "Ey Ya`kûb, beni şikâyet mi ediyorsun?" diye vahyedince de o, "Ya Rabbi, bir hatadır yaptım. Binaenaleyh o hatamı bağışla" dedi denilirse, biz deriz ki:
Biz Ya`kub`un yaptığının, sadece sabır, sebat edip, feryâd ü figan etmemek olduğunu delilleriyle birlikte bildirmiştik. [Artık başka söze itibar olunmaz.] Rivayet edildiğine göre, ölüm meleği Ya`kub`un yanına girince Ya`kûb ona: "Sevgilimi görmeden önce, canımı almak için mi geldin?" deyince Azrail ona: "Hayır, ben senin hüznünle hüzünleneyim, sevincinle de sevinç duyayım diye geldim" der. Ağlamak ise günah sayılmaz. Rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s) de, oğlu İbrâhim`e ağlayarak, "Kalb hüzünlenir; göz, yaş akıtır. Biz Rabbimizi kızdıracak şey söylemiyoruz. Ey ibrahim, biz senden dolayı kederliyiz, hüzünlüyüz" demiştir. Hem insanı hüznün kaplaması, onun irâdesi ve tercihiyle olmaz. Dolayısiyle bundan herhangi bir sorumluluk doğmaz. Ama ah, of etmek; ağlamak, gözlerden bardaktan boşanırcasma gözyaşı akmasına gelince, kişi, bazan bunları defedemeyebilir.
Ey bu soruyu soran kimse! Sizin ileri sürdüğünüz şeylere gelince: Onlar da, Ya`kûb (a.s.)`a itabvari gelen hitaplar, ancak ebrârın hasenatının, mukarreblerin seyyiatı gibi kabul edilmesinden dolayı varid olmuşlardır. Hem burada, şöyle bir incelik de bulunmaktadır: İnsan, hayrete düşüp tereddüt ettiği bir yerde mutlaka Allah`a başvurur. Ya`kûb (a.s.) Yûsuf`un hayatta mı yoksa ölmüş mü olduğunu bilmiyordu. O, bu hususta lehte veya aleyhte herhangi birşey söylemiyor, tavakkuf ediyordu. Onun bu hususta tavakkuf etmesi sebebiyle de Cenâb-ı Allah`a yönelmesi daha da fazlalaşmış, -bu mesele dışında- O`ndan başka hiçbir şeye dönüp bakmaz olmuştu. Onun bu hadisedeki tavır ve hareketleri farklı farklı olmuştur. Bir zamanlar o, çoğu kez Allah`ı zikretmeye o denli dalardı ki, bu hadiseyi hiç hatırlamazdı. Binaenaleyh, bu hadiseyi hatırlamak, o hadiseyi hatırlamaması gibi olmuştur. Bu sebepten dolayı Hz. Ya`kûb`a nisbetle bu hadise, Hz. İbrahim`in ateşe atılması ve kesilmesi istenen oğlunun kesilmesi hadisesi gibi olmuştur.

Hz. Ya`kûb Niçin Tam Teslimiyet Göstermedi?

İmdi, eğer sorulursa ki: "Şiddetli bir musibet geldiğinde, Hak Teâlâ`nın, "Onlar yok mu? Rablerinden mağfiretler ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar doğru yola erdirilenlerin tâ kendileridir" (Bakara/157) buyruğunda bahsedilen bu büyı. mükâfaata müstehak olabilmesi için, onun "Biz Allah’ınız ve biz ancak O’na döneceğiz" (Bakara/156) demesi daha evlâ değil miydi?" denilirse, biz deriz ki:
Bazı müfessirler, "İstirca” bu ümmetten başka hiçbir ümmete verilmemiştir. Binâenaleyh Allah, bu ümmete bir musibet isabet ettiğinde, onların böyle söyleyerek mükâfaat elde etmeleri için, sâdece bu ümmete ikram etmiştir" demişlerse de, bu bana göre, şu sebeplerden dolayı zayıftır: Zira kişinin "Biz Allah’ınız" şeklindeki sözü, bizim, Allah`ın mülkü olduğumuza, bizi yaratıp var edenin O olduğuna; "ve biz ancak O’na döneceğiz" demesi de, haşr ve kıyametin mutlaka olacağına bir işarettir. Bunun böyle olduğunu bilmeyen bir ümmet olacağı düşünülemez. Binaenaleyh, bazı belâ ve musibetler gelirken, bunu bilen kimse, sonunda da mutlaka Allah`a rücû edeceğini, döneceğini bilir. İşte bu noktada, o musibete karşı tam bir teselli meydana gelir. Allah’ı tasdik etmiş, O`na iman etmiş olan kimsenin bunu bilmemesi imkânsızdır.

Üçüncü Mesele

Onun, "Vah hasretime!" ifâdesi esefe, tasaya nida etmektir. Bu, tıpkı bir kimsenin "Ey hayret, ey şaşkınlık!” demesi gibidir ki, bu, sanki o esefe, tasaya bağırmak ve "Bu senin tam gelme ve bulunma zamanındır" demektir. Biz bu açıklamayı pek çok yerde izah ettik. Bunlardan biri, meselâ Cenâb-ı Hakk`ın “Haşe Lillah حاش لله” (Yûsuf/31) ayetinin tefsirinde geçmişti. Esef kelimesi, elden kaçırılan şeye karşı duyulan hüzün ve keder anlamına gelir. Leys şöyle demiştir: "Başına birşey gelir, sen de ondan dolayı mahzun olur ve onu savuşturmaya da gücün yetmezse, sen hem esîf, yani hüzünlü, hem de müteessif, kederlenmiş olursun." Zeccâc da şöyle demiştir: "Aslolan, bunun "Ya esefi" "Ey esefim, tasam!" şeklinde kullanılmasıdır. Ancak ne var ki, izafet yâ`sının, elif ve fethanın hiffetinden dolayı, elif-i maksure ile değiştirilmesi caizdir.

Hz. Ya`kûb`un Gözlerine Perde İnmesi

Daha sonra Cenâb-ı Hak "Ve hüzünden ve kederinden iki gözüne ak düştü" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:
1- Ya`kûb (a.s.) "Vah Yûsuf`a olan hasretime, vah!" deyince, onu hep ağlamak tutmuştur. Ağlamak tutunca da, gözlerindeki su çoğalmıştır. Böylece gözleri sanki o suyun beyazlığından dolayı beyazlanmıştır. O halde Cenâb-ı Hakk`ın "ve hüznünden ve kederinden iki gözlerine perde indi" ifadesi, ona ağlamanın hâkim olmasından ve çok ağlamasından bir kinaye olmuş olur. Bu izahın doğruluğunun delili şudur: Hüznün tesiri, körlüğün meydana gelmesinde değil, ağlamanın ona hakim olmasındadır. Binâenaleyh, ayette bahsedilen beyazlanmayı, aklığı, ağlamanın hakim olması manasına alırsak, bu sebeb makul ve yerinde olur. Ama onu, kör olması anlamına hamledersek, bu sebep ve talîl, güzel, makul ve yerinde olmaz. Binaenaleyh, bizim bahsettiğimiz daha yerinde olmuş olur. Bu açıklamayı, deliliyle beraber Vahidî, Kitâbu`l-Basît`inde İbn Abbas`tan rivayet etmiştir.
2- Bununla, Hz. Ya`kûb`un kör olması kastedilmiştir. Mukatil şöyle der: "Ya`kûb (a.s.) altı sene kör kalmıştır. Derken Allah Teâlâ, onun gözlerini, Yûsuf`un gömleği ile açmıştır ki, bu da, Cenâb-ı Hakk`ın, "Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne atın, iyice görür (bir hale) gelir" (Yûsuf/93) ayetinden anlaşılan husustur. Denildiğine göre Cebrail (a.s.), Yûsuf (a.s.) hapiste iken, onun yanına varmış ve: "Babanın gözleri sana olan kederinden dolayı gitti" demiş, bunun üzerine Yûsuf da ellerini başına koyarak: "Keşke annem beni doğurmasaydı ve ben de, babamın bu denli üzülmesine sebep olmasaydım!" demiştir. Bu görüşü ileri sürenler şöyle demişlerdir: "Devamlı hüzün, devamlı ağlamaya; devamlı ağlama da kör olmaya yol açar; o halde hüzün, bu yolla körlüğün sebebi olmuş olur. Devamlı ağlamak körlüğe sebeb olmuştur. Zira bu, gözbebeğinde bir bulanıklık meydana getirir." Onlardan bazıları da, Ya`kûb`un kör olmadığını, ancak ne var ki onun görmesinin azaldığını söylemişlerdir. Yine, Ya`kûb (a.s.)`un gözlerinin, Yûsuf`tan ayrıldığı vakitten, onunla karşılaşıncaya kadar geçen zaman içinde hep yaşlı olduğu, kurumadığı; bu müddetin ise seksen yıl olduğu ve yeryüzünde Allah nezdinde Ya`kûb`tan daha kerim ve iyi bir kimsenin olmadığı da ileri sürülmüştür.
Ayetteki “ من الحزن” kelimesine gelince, bil ki bu kelime, hâ’nın ötresi, zâ’nın da sükûnu ile hüzn şeklinde okunmuştur. Hasan el-Basri ise, hâ’nın ve zâ’nın fethasıyla hazen şeklinde okumuştur. Vahidî şöyle der: "Âlimler hüzn ile hazen kelimelerinin manası hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bir kısmı hüzn ağlamak; hazen ise "üzüntü ve keder" anlamına geldiğini ileri sürerken, bazıları da, bu iki kelimenin her iki manayı ifade eden iki kullanılış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim Arapça`da "Ona şiddetli bir hüzün [veya hazen] isabet etti" denilir. Bu, ekseri dil âlimlerinin benimsediği görüştür. Yûnus, Ebu Amr`ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu kelime, nasb yerinde olduğu zaman, Araplar, hem hâ hem de zâ`yı fetha ile okurlar. Bu Cenâb-ı Hakk`ın, "kederlerinden gözleri yaş döke döke döndüler" (Tevbe/92) buyruğunda olduğu gibidir. Bu kelime, cer veya ref yerinde kullanıldığında, Araplar hâ`yı dammeli okurlar. Nitekim burada [Yusuf/84] böyledir. Buradaki وحزنى [Yûsuf/86] kelimesi de mübtedâ olarak ref yerindedir. Ayetteki فهو كظيم kelimesi, faîl sîğası ism-i faîl manasına gelebileceği için “kâzım” manasında olması caizdir. Kazım, hüznünü tutan, onu ortaya koymayan demektir. İbn Kuteybe şöyle demiştir: Buradaki faîl sîğasının ism-i mef`ûl olan “mekzûm” manasına gelmesi de caizdir. Buna göre bunun manası, kederden dolmuş şeklindedir. Bu ifâde, su kabı alabildiğine doldurulduğunda söylenilen كظم السقاء tabirinden alınmadır. Bunun, Hz. Ya`kûb`un çocuklarına karşı öfke ile dolmuş olması anlamına gelmesi de caizdir.
Bil ki, insanların uzuvlarının en kıymetlisi, bu üç şeydir. Böylece Allah Teâlâ, bu uzuvların gam ve kedere battığım, belendiğini beyan buyurmuştur. Derken Y`akub`un lisanı "Vah hasretime" demekle gözü ağlama ve beyaz perde inmesi ile; kalbi de, alabildiğince dolmuş ve suyun çıkmasına imkân vermeyen bir kap haline benzeyen şiddetli bir gam ile meşgul idi. Bu, o gamı iyice vasfeden bir tabirdir

Hz. Ya`kûb`u Kınamaları

Cenâb-ı Hakk`ın "Dediler ki: ‘Hâlâ Yûsuf`u anıp duruyorsun. Andolsun ki sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin, yahut helake uğrayanlardan olacaksın" buyruğuna gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

İbnu`s-Sikkît şöyle demektedir: "Arapça`da aynı manada olmak üzere "falan işi yapmaya devam ediyorum" denilir ve bu ifadeler, mutlaka olumsuzluk edatıyla kullanılır." İbn Kuteybe şöyle demiştir: "Arapça`da ‘sen herhangi birşeyi unuttuğun ve ondan koptuğun zaman’ dersin." Nahivciler şöyle demişlerdir: "Burada ما تفتؤاveya لا تفتؤاmanasında olmak üzere, olumsuzluk hali takdir edilmiştir. Bunun hazfi de caizdir. Çünkü şayet, bundan olumlu mana kasdedilmiş olsaydı, tıpkı "Vallahi yapacaksın" tabirinde, o zaman bu ifade lâm ve nûn ile olmak üzere لتفتأنّ şeklinde olurdu. Binâenaleyh, bu ifâde lâm ve nûnsuz kullanıldığına göre, burada bir “La لا” edatının takdir edilmiş olduğu anlaşılmış olur. Nahivciler bu konuda İmru`l-Kays`ın şu beytini misal olarak iletmişlerdir: "Ben de dedim ki, Allah`a yemin olsun, oturma halimi terketmeyeceğim.” Bu, “Ben oturmaya devam edeceğim” demektir. Bunun benzeri misaller pek çoktur. Müfessirlere gelince, bu ifâde hakkında şöyle demişlerdir: İbn Abbas, Hasan-ı Basrî, Mücâhid, Katâde, bu ifâdeye: "Onu hep anıyorsun" manasını verirlerken, Mücâhid`den bu ifâdeye, "Onu anmaktan hiç geri durmuyorsun" manasını verdiği, böylece de onun "fütur" kelimesiyle "fütû" kelimesini aynı anlama aldığı nakledilmiştir.

İkinci Mesele

Vahidî, Maâni’l-Kur`ân müelliflerinden şunu nakletmiştir: “حرضاً Haradan” Kelimesinin asit, hüzün ve sevgiden dolayı, akılın Harad Kelimesinin Manası ve bedenin bozulması demektir. Binaenaleyh bir kimsenin, “ حرضت فلان على فلان haraztü fülanen ala fülanin” sözünün manası, "Onu ona karşı tahrik ettim veya onu ona karşı kızıştırdım" şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak da ``Ey peygamber, mü`minleri harbe teşvik et!" (Enfal/65) buyurmuştur.
Bu esası iyice kavradığında biz diyoruz ki: O zatı yani Ya`kûb`u bu şekilde nitetelendirmek, ya bir muzafın takdir edilmesi ve meselâ “ zü harazin ذو حرض denilmesi suretiyledir. Yahut da Hz. Ya`kub`un bedeninin bozulması ve aklının zayıflaması hususunda son derece kötü durumda olduğu manası murad edildiği içindir. Böylece, bu ikinci manaya göre Ya`kûb (a.s.), bizzat bozulma ve zayıflamanın ta kendisi olmuş olur.
Râ`nın kesresiyle حارضharıd şeklinde okunmasına gelince, bu durumda bu kelime, ism-i fail olur. Bu kelime, her iki şekilde de okunmuştur.
Bunu da iyice kavradığında biz diyoruz ki: Müfessirlerin bu hususta çeşitli açıklamaları bulunmaktadır:
a- حرض, حارضHarıdun ve haradun kelimesi, bedence ve akıl cihetinden bozulan demektir.
b- Nâfi, İbni`l-Ezrak, İbn Abbas (r.a.)`dan, haradun حرض kelimesinin ne demek olduğunu sormuş, bunun üzerine o da "Ağır ve müzmin hasta" demiştir.
c- Bu kelime ne diri ne de ölü olmayan [komada bulunan] kimse anlamına gelir. Ebu Ravk, Enes b. Mâlik`in bu ayeti hâ’nın dammesi ve râ’nın da sükûnuyla حتّى تكون حُرضاً hatta teküne hurdan şeklinde okuduğunu ve onun, buna göre bunun manasının "nerdeyse sen cöven otu gibi olacaksın" şeklinde olduğunu söylediğini nakletmiştir.
Ayetteki “ev teküne minel halikiyn او تكون من الهالكين kısmına gelince: Ayetin manası şudur: "Onlar, babalarına: ‘Sen, Yûsuf`u, hüzün ve ona ağlamakla anmaktan hiç geri durmuyorsun. Böylece sen bedeninin artık onulmaz bir derde yakalanmasına sebep olacaksın veyahut da kederinden öleceksin" demişlerdir. Böylece onlar sanki, "sen, şu anda çok büyük bir belâ içindesin. Böylece biz bundan daha fazlasının, daha kötüsünün meydana geleceğinden endişeleniyoruz" demişler ve onlar bu sözleriyle onu çok ağlayıp çok üzülmekten men etmek istemişlerdir.
Buna göre şayet, "onlar niçin, bunu kesinlikle bilmedikleri halde, bu hususta nasıl yemin etmişlerdir?" denilirse, biz deriz ki:
Onlar, işi zahire hamletmişlerdir. Yine buna göre “tallahi tefteü تالله تفتؤ sözünü söyleyenler kimdir?" denilirse, biz deriz ki: En açık olan duruma göre, bunlar, onlardan ayrılan kardeşler değildir; aksine bunlar, Ya`kûb`un evinde bulunan torunları ve hizmetçilerdir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak Ya`kûb (a.s.)`un "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah`a şikâyet ediyorum" dediğini nakletmiştir. Yani, "Bu söylediğim şeyi, size karşı söylemiyorum. Ben bunu, Allah`ın huzurunda O`na arz ediyorum" demektir. İnsan, şikâyetini Allah`a arz ettiğinde, muhakkikler zümresinden olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Öfkenden uzana, gazabından affına ve senden sana sığınırım" buyurmuştur. Muvaffak kılan, ancak Allah’tır.
“ البثElbesü” kelimesi dağıtmak, neşretmek ve yaymak anlamına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "deprenen her hayvanı orada üretip yaydı" (Bakara/164) buyurmuştur. O halde, hüznü, kederi insan açığa vurmayıp gizlediğinde, bu [keder] olur. Onu başkasına açtığında ise, bu da “ البثelbesü” olur.
Ulema şöyle demiştir: "Bess" hüznün ileri derecesi, hüzün de, "hemm [keder]”in ileri derecesidir. Bu böyledir, zira insan, onu söylemediği zaman, o hüzün o insana hükümran olmaz, ama hüznü büyüyüp de insan onu içinde saklamaktan aciz kalarak, dili de istemeye istemeye onu söyleyince, bu "bess" diye isimlendirilir ki, bu durum, insanın, ona karşı aciz kaldığına ve hüznün o insana artık hakim olduğuna delâlet eder." O halde Hz. Ya`kûb`un “”bessiy ve huzni ilallahi بثثّى و حزنى الى الله ifâdesinin manası, "Ben, çok ve az kederlerimi ancak Allah`a açarım, O`na dökerim" şeklinde olur. Hasan el-Basri, her iki harfin hem fethası hem de dammesiyle hazen ve hüzün diye okumuştur.
Denildiğine göre, birisi Ya`kub (a.s.)`un yanına girer ve "Ey Ya`kûb, bedenin zayıfladı; bitkinleştin. Halbuki daha henüz, ileri bir yaşa varmadın" der. Bunun üzerine Ya`kûb (a.s.): "Başıma gelen, gamımın fazlalığından dolayıdır" deyince, Allah Teâlâ ona "Ey Ya`kûb, beni mahlûkatıma şikâyet mi ediyorsun?" diye vahyeder. Bunun üzerine Ya`kûb (a.s.) "Ya Rabbi! Bir hatadır yaptım. Benim bu hatamı bağışla!" dedi. Allah da onun bu hatasını bağışladı. Artık bundan sonra Ya`kûb (a.s.) bir şey isteyince de, "Ben kederimi ve hüznümü yalnız Allah`a şikâyet ediyorum" der oldu.
Rivayet olunduğuna göre Cenâb-ı Hak Ya`kûb (a.s.)`a şöyle vahyetmiştir: ``Ben sizde bir hata buldum, bundan ötürü gücendim; çünkü siz, bir koyun kesmiştiniz de, kapınıza gelen bir fakire ondan yedirmemiştiniz Benim yaratıklarımın bana en sevgili olanı, peygamberler ve yoksul kimselerdir. Binâenaleyh bir ziyafet hazırla ve ona, fakir fukarayı davet et!" Hz. Ya`kûb`un, çocuğu ile beraber bir cariye satın alıp onun çocuğunu sattığı; derken o cariyenin ağlama sonucunda kör olduğu da ileri sürülmüştür. (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Tekrar konumuz olan ayete dönecek olursak; “Üzüntüden iki gözü beyazlaşmak” ve “yutkunan bir adam olmak” şeklindeki nitelemeler, 96. ayetteki “ فارتدّ بصيراً fertedde basiran” ifadesiyle daha iyi anlaşılacaktır.
Yakub peygamberin düştüğü bu durum karşısında insanın aklına, ister istemez aşağıdaki gibi sorular gelebilmektedir:
* Yakub peygamberin bu derecedeki evlat sevgisi normal midir?
* Peygamberlik makamında bulunan birisinin kendisini kaybederek “Ah Yusuf, vah Yusuf!” diye mecnun gibi dolaşması, çevresinin onu sapıklıkla suçlamasına neden olması doğru mudur?
* Yakub peygamberin olan biteni çevreden saklaması ve oğullarına herhangi bir müeyyide uygulamaması ne derece doğrudur?
* Yakub peygamberin oğlunu çevreye [oğullarından başkasına] aratması konusunda mazeretinin olduğu varsayılsa bile, kuyudan kurtulduktan sonra Yusuf’un, babasının yaşadığı yerleri bilmesine rağmen onu arayıp sormaması, özellikle de eline güç geçtiği dönemde bir elçi veya bir ulak göndermemesi garip değil midir?
* Anlaşmalı da olsa Yusuf peygamberin kardeşini hırsızlık töhmeti altına sokması nasıl uygun görülür?
* Babasının çok üzüleceğini bilmesine rağmen Yusuf peygamber, kardeşini nasıl yanında alıkoyar?

Kıssa içindeki ifadelere iyi dikkat edilecek olursa, bu soruların cevapları kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ama önce aşağıdaki ayetler tekrar okunmalıdır:

Bunun üzerine o [Yusuf], kardeşinin kabından önce onların kaplarını aramaya başladı. Sonra onu [su kabını] kardeşinin kabının içinden çıkardı. İşte Yusuf’a Biz böyle bir oyun öğrettik. Melikin dininde [ülkenin yasalarında], kardeşini alıkoymasına imkân yoktu. -Ancak Allah dilerse o başka. Biz dilediğimiz kişileri derecelerle yükseltiriz. Ve her bilgi sahibinin üstünde bir daha iyi bilen vardır.-(Yusuf/76)

Ve onu satın alan Mısırlı kişi karısına: “Bunun yerini şerefli tut. Bize faydalı olabilir, ya da onu evlat ediniriz” dedi. Ve Biz Yusuf`u böylece yeryüzünde yerleştirdik. Ona olayların tevilini de öğrettik. Ve Allah emrinde galiptir. Fakat insanların çoğu bilmezler. (Yusuf/21)

Ve işte Biz böylece Yusuf için o yerde iktidar [ülke yönetimi] verdik. Neresinde isterse orada konaklardı. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. Ve iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmeyiz. (Yusuf/56)

O [babaları] dedi ki: “Aksine, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürüklemiş. Artık güzel bir sabır! Umarım ki Allah onları [üçünü; Yusuf’u, küçük kardeşini ve büyük kardeşini] birden bana getirir. Şüphesiz O, en iyi bilenin, hikmet sahibi olanın ta kendisidir." (Yusuf/83)

O [Yakup] dedi ki: “Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a şikâyet ediyorum. Ve ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Ey oğullarım, gidin de Yusuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmeyin; kesinlikle kâfirler kavminden başkası Allah’ın vereceği ferahlıktan ümit kesmez. (Yusuf/86, 87)

Fakat ne zaman ki, gerçekten müjdeci geldi, onu [gömleği] onun [Yakub’un] yüzüne koydu, hemen basiyr [ayıplanan, dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş] hâle geldi. “Ben size demedim mi, ben Allah’tan sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. (Yusuf/96)

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, bu kıssanın iki kahramanı olan Yakup ve Yusuf peygamberler, kendileri için belirlenmiş rolleri oynayan iki aktör durumundadırlar. Yüce Allah onlara tarih sahnesinde “aile içi hatalı davranma” rolleri vermiştir. Onlar bu rolleri iyi oynayacaklardır ki, onların sergiledikleri hatalı davranışları görüp duyanlar, bunlardan ibret alacaklar, onlar gibi aile içi yanlış davranışlarda bulunmayacaklardır. Bize göre, Rabbimiz onlara bu görevi vermiş ve onlar da bunu sabr-ı cemil ile uygulamışlardır.

Ve Allah ve elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiçbir mümin erkek ve mümin kadın için kendi işlerinde [kendi isteklerine göre] serbestlik yoktur. Ve kim Allah’a ve elçisine isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzab/36)

Bu tarz bir uygulama, Kur’an’da, peygamberimizin evlatlığı Zeyd ile evli olan Zeynep’in, Zeyd’ten boşandıktan sonra peygamberimizle evlenmesi olayında da görülmektedir.

88 - Sonra onun [Yusuf’un] huzuruna girince, dediler ki: “Ey Aziz! Bize ve ehlimize sıkıntı dokundu. Ve biz az bir sermaye ile geldik. Sen bize yine ölçek ver. Ve bize sadaka da ver. Şüphesiz Allah sadaka verenleri karşılıklandırır.”
89 - O [Yusuf] dedi ki: “Siz cahiller iken Yusuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?"
90 – Onlar [Yusuf’un kardeşleri]: “Yoksa sen, sahiden Yusuf musun?” dediler. O [Yusuf]: "Ben Yusuf`um, bu da kardeşim. Kesinlikle Allah, bizi nimetlendirdi. Şüphesiz kim takvalı davranır ve sabrederse, artık hiç şüphesiz Allah, iyi, güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez” dedi.
91 – Onlar dediler ki: “Allah’a yemin olsun, Allah seni gerçekten bize üstün kıldı. Ve biz gerçekten hatalılar idik.”
92, 93 – O [Yusuf] dedi ki: “Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah, sizi, mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun, basiyr [ayıplanan, dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş] hâle gelir [derbederlikten kurtulur]. Ve bütün ailenizi bana getirin.”

Bu ayet grubunda, Yüce Allah’ın Yusuf peygambere vahyettiğini bildirdiği 15. ayetteki “Ant olsun ki, sen onlara ilerde onlar hiç farkında değilken bu işlerini haber vereceksin” mesajının gerçekleşmiş olduğu görülmektedir. Yusuf peygamber, erzak tedariki için tekrar yanına gelen kardeşlerine kendini tanıtmış, kardeşlerinin mahcup olup özür dilemeleri üzerine onları bağışlamış ve gömleğini babasına göndererek tüm aileyi Mısır’a davet etmiştir.
Yusuf peygamberin 90. ayette kardeşlerine yönelik olarak söylediği “Şüphesiz kim takvalı davranır ve sabrederse, artık hiç şüphesiz Allah iyi, güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez” şeklindeki sözleri, -“takva”, “sabır” ve “muhsin” kavramları arasındaki ilişkiyi göstermesi sebebiyle- kardeşlerinin yanı sıra tüm insanlığa da verilmiş bir ders mahiyetindedir.
Kıssanın bu bölümünde ayrıca insanlar arasındaki düşmanlığın kalkmasının affa bağlı olduğu mesajı da verilmektedir. Nitekim Yusuf peygamber, aile bünyesindeki sevgi bağlarını, kendisine kötülük yapan kardeşlerini affetmek suretiyle yeniden oluşturmuştur. Bize göre, burada verilen mesajın “Affın, hoş görünün olduğu yerlerde düşmanlık, mutsuzluk olmaz” şeklinde ifadesi de mümkündür.

البصيرBASİYR

“Basiyr” sözcüğü genellikle “gören, iyi gören” anlamında kullanıldığından, Yakub peygamberin bu kıssadaki durumu, onun önce körleştiği, sonra körlükten kurtulup “iyi görür” hâle geldiği yolunda anlaşılmıştır. Ne var ki, “basiyr” sözcüğü Arapçada “alay edilen, dalga geçilen, derbeder, hasta” anlamındaki “darir” sözcüğünün karşıtı olarak da kullanılır. (Lisanü’l-Arab ; c: 1, s: 429 Bsiyr mad ve c: 5, s: 487 Dariyr mad.)
93. ayetin son cümlesindeki sözleriyle Yusuf peygamber, ailesini yanına çağırmaktadır. Ancak onun bu sözlerini “Yusuf’un kendisi babasının ayağına gitmesi gerekirken, babasını ayağına çağırıyor” şeklinde anlamak, bize göre doğru bir bakış açısı değildir. Çünkü Yusuf peygamberin maksadı, gururundan dolayı ailesini ayağına çağırmak değildi. Göçebe hayatı yaşayan ailesini yerleşik ve medenî bir hayata getirmek istemiş, bunun için de onlara bir devlet daveti yapmıştır.

94 – Ve ne zaman ki, kafile ayrıldı, babaları dedi ki: “Eğer bana bunak demezseniz, şüphesiz ben Yusuf’un kokusunu buluyorum.”
95 - Dediler ki: “Vallahi şüphesiz sen hâlâ o eski şaşkınlığındasın.”
96 - Fakat ne zaman ki, gerçekten müjdeci geldi, onu [gömleği] onun [Yakub’un] yüzüne koydu, hemen basiyr [ayıplanan, dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş] hâle geldi. “Ben size demedim mi, ben Allah’tan sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.
97 - Dediler ki: “Ey babamız, bizim için, günahlarımıza istiğfar et. Şüphesiz biz hatalılar idik.”
98 – O [Yakup] dedi ki: "Sizin için Rabbimden ilerde bağışlanma dileyeceğim. Şüphesiz O çok bağışlayıcının, çok merhamet edicinin ta kendisidir.

94. ayette, oğulları Mısır’dan hareket ettiği anda Yakub peygamberin yüzlerce kilometrelik bir mesafeden oğlu Yusuf’un kokusunu aldığı, yani onun sağ olduğunu anladığı bildirilmektedir. Normal olarak tam o anda ve o mesafeden böyle bir koku algılaması mümkün görünmediği halde, Yakup peygamber, oğlu ile ilgili doğru bilgiyi kesin olarak o mesafeden ve o anda algılamıştır. Bize göre, bu durumu bazılarının yaptığı gibi “mucize” olarak izah etmek yanlıştır. Çünkü daha evvel açıkladığımız gibi, bir durumu “mucize” olarak niteleyebilmek için bir takım şartların varlığı gerekmektedir (Tebyinü’l Kur’an; c.3, s.17). Burada ise kimseye herhangi bir şeyin ispat edilmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla, Yakub peygamberin bu algılamalarını “mucize” olarak değerlendirmeden önce, durumun başka izah yollarının mümkün olup olmadığının araştırılması gerekmektedir. Bize göre, “mucize şartları”nın mevcut olmaması, baba-oğul arasında paranormal bir irtibat [telepati] olduğu izlenimini vermektedir. Modern bilim “telepati”yi her ne kadar doğrulanmış bir olgu olarak kabul etmese de, insan beyninin imkânlarının tümüyle keşfedilmiş olmadığı kesin bir gerçektir. Biz de Kur’an’daki bu olaydan hareket ederek böyle bir manevi irtibatın modern bilim tarafından da psişik bir olgu olarak kabul edilebileceği ihtimalini mümkün görüyoruz. Anlaşılan o ki, Yakub peygamber işin başından beri telepatik olarak oğlu Yusuf’tan haberdardır ve “vizyon” ile “telepati”, İbrahim ve İshak soyuna Allah’ın verdiği nimetlerdendir.
Daha önce de dediğimiz gibi, İslam dünyasında bu konularla ilgili olarak yeterli çalışma yapılmamıştır. Batı kaynaklı çalışmalarda dile getirilen açıklamalara ihtiyatla yaklaşmakla beraber, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olması için “telepati” hakkında yazılmış iki makaleyi dikkatlerinize sunuyoruz:

ZİHİNSEL İLETİŞİM TELEPATİ
Ercüment Kaya

Duyular Dışı Algılamaların [DDA] belki de en yaygın ve çoğu zaman da farkında olmadan kullanılan çeşididir telepati. Özellikle, uyuyan kahin olarak da adlandırılan ünlü durugörü medyomu Edgar Cayce’nin verdiği bilgilerde de açıkça görülmektedir ki, telepati vasıtasıyla iletişim Mu ve Atlantis uygarlıklarında çok yoğun olarak kullanılmaktaydı. Bu uygarlıkların dejenerasyonlarına paralel olarak bu duyular dışı algılamanın da köreldiği ifade edilmektedir. İnsanların birbirlerini anlamak için seçtikleri kelimelerin ne kadar yeterli olduğu tartışılır. Bedenin algılama araçları olan beş duyunun yeterliliği de tartışılabilir. Halbuki telepatinin, diğer tüm DDA’da olduğu gibi bedenin algılama araçlarıyla bir ilgisi yoktur. Telepati, bilinen duyumlar ya da herhangi bir araç kullanılmaksızın, her türden düşünce ve duygunun zihinden zihine gönderilip alınması şeklinde yapılan bir iletişimdir.
19. yüzyılın sonlarında başlayan telepati çalışmaları 20. yüzyılın başlarında başta Duke Üniversitesinden Dr. Joseph B. Rhine olmak üzere bazı bilim adamı ve araştırmacılar tarafından deneysel olarak, uygun düzeneklerin ve şartların oluşturulduğu parapsikoloji laboratuvarlarında yapılmıştır. Bu çalışmaların günümüze kadar gelen çok değerli örnekleri mevcuttur [1]. Dr. Rhine özellikle “Zener Kartları”nı kullanarak yaptığı çalışmalarla, DDA’nın ihtimal hesapları ötesinde değere sahip olduklarını ortaya çıkarmıştır. Günümüze kadar Sovyet Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan Telepati çalışmalarının casusluk amacıyla da kullanıldığı anlaşılmıştır [2].
Telepatik iletişimin gerçekleşmesi için en az iki insanın olması gerekmektedir. Bu iki insandan birisi VERİCİ, diğeri ALICI durumundadır. Bu iletişimde şekil, fikir, sembol olarak gönderme-alma yapılmaktadır. Böyle bir iletişimde insanlar arasındaki sempati bağının kuvveti önemli bir unsurdur. Bu duruma en güzel örnek, anne ile çocuğu arasındaki bu sessiz iletişimdir. Sevgililer, yakın arkadaşlar, kardeşler, eşler arasında meydana gelen telepatik iletişim, gerçekleşme yoğunluğu bakımından üst sıralarda yer almaktadır. Bazen telefon çaldığında, açmadan, sizi kimin aradığını söylersiniz. Yolda yürürken uzun zaman görüşmediğiniz bir arkadaşınıza rastlamadan önce düşüncelerinize o gelir. Veya aynı anda aynı şeyleri düşündüğünüzü, biriniz o düşünceleri ağzından kelimelere döktüğü zaman anlarsınız. Çünki bu iletişim bağı tüm varlıklar arasında mevcuttur. Bunlar tesadüf değildir. Çünki TESADÜF diye bir şey yoktur.
Telepatik iletişim, bunun dışında, kontrollü ve deneysel olarak da birbirini tanımayan fakat telepatik yetenekleri gelişmiş süjeler tarafından oluşturulmuştur. Özellikle Sovyet Rusya ve ABD’de yapılan denemelerde, birbirlerinden birkaç bin km uzaklıkta bulunan alıcı ve verici telepatların çok doğru ve sağlıklı bir şekilde gönderme-alma yaptıkları araştırmacılar ve gözlemci bilim adamları tarafından tespit edilmiştir.
Beyindeki her aktivite, atom seviyesinde kimyasal bir değişime neden olur. Bunun sonunda esiri ortama bir tür enerji dalgaları yayılır. Her enerji formunun da bir yayını vardır. Radyasyonsuz hiçbir şey var olmaz. Her şey hayat denizi içinde titreşir durur. Bu sadece canlılar için değil, cansızlar için de geçerlidir. Bilime göre fizik radyasyonların tümü uzaklığın karesiyle azalır. Yani bir verici telsizden çıkan radyasyon uzaklık arttıkça gücünü yitirir. Denemelerle sabit olmuştur ki telepatide uzaklık arttıkça böyle bir durum söz konusu değildir. Hatta uzaklık arttıkça telepatik iletişim daha sağlıklı olmuştur.
Telepatik iletişim zaman ve mekânla sınırlı değildir. Hızı hiçbir iletişim vasıtasıyla mukayese edilemez şekildedir. Bu iletişim, ANINDA gerçekleşmektedir.
Telepati aslında sadece insanlar için geçerli değildir. Hayvanlar ve bitkiler de bu iletişimi kullanmaktadırlar. Kendi aralarında olabildiği gibi, insanla hayvan, insanla bitkiler arasında da telepatik iletişim gerçekleşmektedir. Bunlara ait yapılmış birçok laboratuvar çalışmaları bunun geçerliliğini kanıtlarken, çevremizde bulunan hayvan ve bitkilerle kurduğumuz özel yakınlıklar en doğal olaylar olarak yaşanan örneklerdir.
Telepatide tespit edilen önemli bir gerçek de, zihnin, bu iletişim sırasında alfa dalga boylarında yayın yapmasıdır.
Telepatide, özellikle vericinin derin bir konsantrasyon ve vizüalizasyon [içsel canlandırma] içinde olması gerekmektedir. Alıcı durumundaki süje için, zihnini alfa dalga boyunda yayın yapar hale getirmesi yeterli olmaktadır. Amerikan Deniz Kuvvetlerinin ilk atom denizaltısı olan Nautilius’un kullanıldığı telepati denemeleri, bilimsel şartlar altında bilim adamlarının gözetiminde yapılan önemli bir örnektir. Bu denemede hem insanlar hem de hayvanlar kullanılmıştır. Denizaltı hiçbir radyo dalgasının ulaşamayacağı derinliğe kadar inmiş ve denizaltı içinde tecrit edilmiş özel bölmeler ve düzenekler kullanılmıştır. Bu denemede hayvan denek olarak tavşanlar kullanılmıştır. Anne tavşan, denizaltının içinde çeşitli kayıt cihazlarına bağlı olarak bulunurken birkaç gün önce doğmuş olan dört yavrusu karada bulunmaktaydı. Deneme gereği yavru tavşanlar sırasıyla boğularak öldürülmüş ve öldürme sırasında denizaltında bulunan anne tavşanın ıstıraplı durumu hem görsel olarak hem de cihazlar tarafından tesbit edilmiştir. Bu denemenin yapıldığı sıralarda insanlar arasında da denemeler yapılmıştır. Mesela denizaltında özel tecrit edilmiş odada bulunan süje [telepat] ile karada bulunan süje arasında mükemmel tarzda gönderme-alma gerçekleştirilmiştir.
Bütün bu gerçeklere rağmen bugün insanlar diğer duygular dışı algılamalarda da olduğu gibi telepatiyi sürekli ve istedikleri zaman kullanamamaktadırlar [özel çalışmalardaki denemeler hariç].
Sadece bir balığın nadiren suyun dışına bir anlık sıçraması ve tekrar suya dalması gibi gerçekleştirilmektedir. Neden? Acaba insanlar böyle bir yeteneği kullanabiliyor olsalardı, bunu günün dejenere, egoist tarzda yapılanmış insanı hangi amaçla kullanırdı? Düşünmesi bile ürkütücü!
Telepati olayının bize getirdiği en büyük özellik, bütün canlılar arasında bir alışverişin mevcut olduğunu göstermesidir. İşin felsefi tarafı budur. Sadece iki zihin arasındaki pire yarışı gibi düşünce sıçraması değildir bu [3].
Hepimiz birbirimize bağlıyız. Hiç kimse müstakil bir varlık değildir. Kesinlikle sizin kendinize ait bir düşünceniz yoktur. Muhakkak o düşüncenin kökeninde size başka yerden intikal etmiş bazı ipuçları vardır. Siz onu üretirsiniz, büyütürsünüz, kendi düşünceniz zannedersiniz. Telepatinin geliştirdiği etik sonuçlar bunlardır. Yani sadece bir şey var demekle iş bitmiyor. Bunu askeri meselelerde, casusluk işlerinde vs. kullanacak değiliz. Bize lüzumlu olan tarafı bu. Hepimiz birbirimizle bir ağ içerisinde bir şebeke sistemi yaratılmış, bilgi alışverişi içindeyiz. Bunu da biz şuurlu veya şuurdışı tarzda meydana getiririz.
Bu telepatik alışveriş hepimizin içinde vardır.

KAYNAKLAR
[1] Parapsikoloji Dersleri, Ruh ve Madde Yayınları
[2] Gizli Parapsikoloji Savaşı, Ruh ve Madde Yayınları
[3] Arıkdal E. “Telepati” konferansı, Aralık 1994 ARAD / Ankara

TELEPATİ
Bilal Uyan

Telepati, evrensel bir iletişim aracıdır. Zamanla ve mekânla sınırlandırılamaz. Bu iletişimsel titreşim, imajinasyon, düşünce ya da sembolizm tarzında ortaya çıkan etki alışı ve verişidir. Bu türdeki olaylar her geçen gün başımıza gelebilir, yani sıklıkla karşılaşabiliriz. Fakat bu durumu yaşayan kişiler kabullenmezler hatta rastlantı der, geçer giderler. Örneğin, bir arkadaşımız birden bire karşımız çıktığında, `Ne tuhaf, şimdi seni düşünüyordum` deriz.
Şunu kesinlikle kabul etmemiz gereklidir ki, insan, şuurunu ve duyu dışı algılamalarını yönlendirerek, karşısındaki insanın düşüncelerini algılayacağı gibi aynı zamanda kendi düşüncelerini de başka zihinlere aktarabilir. Telepati yeteneği, belli oranlar dâhilinde bütün insanlarda vardır. Aralarında sempatik titreşim frekansı doğmuş kişiler arasında ise, bu çok daha yoğundur. Telepatinin en belirgin şekli ise ikizlerin ve özdeş ikizlerin arasında gözlemlenmiştir. Hemen hiçbir çalışma yapılmadan meydana gelen bu yetenek, ikizler arasında doğal bir biçimde kullanılmaktadır. Tarihin başlangıcından itibaren bugüne dek telepatiyi görmek mümkündür, ancak yazılı kayıtların hepsinde çok farklı zamanlara rastlayarak ortaya çıkar.

Telepatinin Tarihçesi:

Kökeni çok eski zamanlara dayanan telepatinin o çağlarda insanların telepatik yeteneklerini günümüze dek çok daha iyi kullandıklarına dair çeşitli teoriler mevcuttur. Dünyanın sayılı parapsikologlarından biri olan, parapsikolojiye büyük emekleri geçen Duke Üniversitesi profesörlerinden Dr. Joshep B. Rhine, konuya İngilizce karşılığı olan Extra Sensory Perception yani Duyular Ötesi İdrak ismini vermiştir. Rhine, yaptığı çalışmalar neticesinde telepatinin bilimsel olarak da kanıtlanmasını sağlamıştır. Daha sonraki dönemlerde geliştirilen araştırmalar sonucunda olay Amerika`nın dışında, Rusya`da en ince ayrıntılarına kadar incelenmiştir ve de her iki ülkenin beraberce yaptıkları deneylerin neticesinde olay bilimsel olarak tam anlamıyla kanıtlanmış oldu.
Antik çağlara dönecek olursak, yani günümüzden iki bin yıl öncesinde telepati konusunun Aristo ve Çiçero tarafından da ele alındığını görmekteyiz. 1965 yılında yapılan bir seminerde olaylar dar bir çerçeve içerisinde alındı ve hedefine ulaşamadı. Fakat 1969 yılında Los Angeles`da yapılan bir başka seminerde ise son derece konuyla alakalı kararlar çıktı ve de ilginç gelişmeler yaşandı. Bu konferansta telepatinin rüyalarla olan bağlantısı ve düşünce nakillerinde heyecanların etkileşiminin ne olduğu gibi pek çok konu işlendi. Sevindirici bir gelişim içinde, seminere katılan insanların hemen hepsi de profesör olmalarına karşın, konular hakkında hiçbir şekilde itirazda bulunmamalarıydı.

Telepati Deneylerine Bir Örnek:

Atlantik Okyanusun`da 25 Temmuz 1959 tarihinde, Amerika`nın ilk atom denizaltısı olan Nautilius, on altı gün süren telepatik deneylere ev sahipliği yapmıştır. Deneyin bir uzantısı olan denizaltıda Teğmen Jones, özel bir kamarada alıcı durumunda, deneyin diğer uzantısı olan Kuzey Caroline Üniversitesi`nde ise öğrenci Smith Durham verici olarak hazır bulunmaktaydı. Durham, özel bir odada ve sıkı tedbirler altında, önündeki özel kutu içerisinde beş ayrı şekilden oluşan bin adet zener kartı ile deneyi başlatıyor ve de her geçen gün belli saatler dâhilinde iki defa olmak suretiyle otomatik kart karıştırıcının karşı kısmına oturuyordu. Makine, Durham` ın önüne birer dakika aralıkla kart fırlatıyor, o da fırlatılan kartlar üzerine konsantre olmaya çalışıyordu. Teğmen Jones ise, Atlantik Okyanusu` nun yüzlerce metre kadar derinliğinde bu kartları bulmaya çalışıyordu. Tahmin ettiği şekilleri bir kâğıda yazmak suretiyle kaptana teslim ediyor, kaptan da onları bir zarfın içerisine koyarak ağzını mühürlüyordu. On altı günün sonunda Nautilius`dan gelen kartlar araştırma merkezinin kasasındaki kartlarla karşılaştırıldığında ortaya çıkan netice oldukça şaşırtıcıydı; aynı tarihli kâğıtlardaki işaretlerin dizilişinin sırası birbirini tıpa tıp tutuyordu. Başarı yüzde yetmiş oranında sağlanmıştı ve hiçbir şüphe götürür yanı yoktu. Bu deney çok sıkı güvenlik önlemleri alınarak gerçekleştirilmişti.

Uzayda Bir Telepati Deneyi:

Amerikalı yetkililer, uzun bir süre sır olarak saklamalarına rağmen, astronotlarının uzayda gerçekleştirdikleri çeşitli deneyler yaptıklarını açıklamışlardı. Bu konu hakkında bilinen en önemli deney, Apollo-14 astronotları tarafından gerçekleştirildi. Öyle bir olaydı ki, bu yolculuk esnasında NASA`dan verilen telepatik bir şifreyle yörünge değişikliğinin yapılması bile sağlanmıştır. 31 Ocak - 9 Şubat 1971 tarihleri arasında Apollo-14 Kaptanı E.D. Mitchell dört ayrı kişi ile telepati deneyleri yaptı. Bu deneylerin ikisi gidiş esnasında, diğer ikisi de dönüş esnasında gerçekleştirildi. Bu deneyler esnasında standart telepati kartları kullanandı, her bir karta konsantre süresi olarak birer saniye verildi. Bu telepatik kart işlemleri tam olarak yirmi beş kez uygulandı ve sonuç pozitifti. (İnternet’ten)

Bu konuya dair merhum Elmalılı’nın kanaati ise şöyledir:

Zamanımız fen bilimleri ve felsefesi bu gibi olağanüstü olayları açıklayamamakla beraber inkâr da etmemektedir, Psikoloji de bu vakaları "telepati" adı altında tasnif ve mütalaa etmektedir. Telgraf, telefon kelimelerinde dahi bilindiği ve kullanıldığı üzere "tele" kelimesi aslında "uzak" demek, "pati"de etkilenme anlamına geldiğinden, "telepati" uzaktan etkilenme demek olur. Ve şöyle tarif olunur: Bir ruhta duyulan öyle bir algılamadır ki, o anda meydana gelmiş gerçek bir olaya ilişkin olduğu halde, öyle bir mesafede veya öyle bir duygu hali içindedir ki, bu durum o olayın o kişi ile bilinmesini imkânsız gibi gösterir." Diğer bir tarife göre de "Bir mânânın veya duygunun uzaktan algılanması, yani hissolunabilecek bir aracının yardımı olmaksızın iletilmesi meselesidir." Önceki tarife göre telepati, normal dışı sayılan şartlarda meydana gelen dış olaylara da şamil olabilecektir. Lâkin ikinci tarife göre, herhangi bir hava akımı içinde duyulabilecek koku gibi olaylar, telepati cinsinden sayılabilecek kadar fevkalade olaylardan değildir.
Burada kendi başıma gelmiş ve yaşadığım bir telepati olayından bir misali anlatmak istiyorum: İstanbul`da Nüvvab Mektebi`nde talebe iken bir gün öğleden sonra dersten çıkıp Nuruosmaniye`de ikametgâhım olan hattat odasına geldim. Tek başıma pencerenin önüne oturdum. Oturur oturmaz, henüz daha hiçbir şeyle meşgul olmadan, birdenbire büyük amcam Mehmed Emin Efendi hatırıma doğuverdi ve derhal kalbime derin bir hüzün çöktü, ağlamak istedim. Hâlbuki başka zamanlar onu hatırlayınca mutlaka sevinç ve neşe hissederdim. Az bulunur, fazilet örneği bir insan idi. Bu sefer hem hatırlayış şeklim, hem de alışılmışın dışında sevinç yerine içime öyle bir hüzünün çökmesi tuhafıma gitmişti. Ben bunu hemen bir yere kaydettim. Onbeş gün sonra memleketten posta ile bir mektup aldım, babam o gün amcamın vefat ettiğini ve bana yadigâr olmak üzere birkaç kitabını vasiyyet ettiğini yazıyordu. O zaman ben postanın on günde geldiği bir mesafeden o hüzünlü olayı, meydana geldiği anda yüreğimde duymuştum ve gözlerim dolmuştu.
İşte telepati dedikleri şey böyle olaylardır ki, bizim ıstılahımız bütün bu gibi olayları ilham cinsinden saymaktadır. Bu hâl uykuda meydana gelseydi adına rüya diyecektik. Bunlar normal duyularımıza göre fevkalade olaylardan olmakla beraber, çok nadir şeyler de değiller, her zaman herkesin başına gelebilen çok sayıda olaylardır. Belki herkeste olur da pek çok kimse bunun farkında bile olmaz. Fakat bunlar genellikle bilgi sebebi değildir. Sıradan bir vehim şeklinden başlayarak, keramet veya mucize derecelerine kadar çıkacak çeşitli derecelerde ortaya çıkabilirler. Âcizane kendi kanaatime göre:
Bu ayet, bize yalnızca ruh ilimleri ve mucize cinsinden bir harikayı tesbit ile kalmıyor, bugünkü teknolojik gelişme açısından dikkate değer ilhamlar da veriyor. Zira görülüyor ki, "rayiha", yani koku kelimesi, "rîh", yani "rüzgâr" anlamına gelen bir kelime ile ifade buyuruluyor. Bu kelimeden iletme anlamı daha belirgindir. Hâlbuki yukarıda da söylediğimiz gibi, kafilenin Mısır`dan ayrıldığı anda Yakub`un vicdanına bu kokunun ulaşması rüzgâr hızından daha hızlı bir iletişimle olmuştur. Bugünkü bilgimize göre; bu iletişimin fizik olarak meydana gelmesi, havanın normal ve kütlevi akımı ile değil de elektrik dalgaları şeklinde olması ihtimali söz konusudur. Ancak bir kokunun havada yayılması, koku zerreciklerinin hava içinde hareket edip yayılması sonucuna dayandığı bilindiğine göre, bu zerrelerin bir elektrik akımı halinde ve elektrik hızı ile akıp gelmesi, fizik açısından aklın almayacağı bir olay olacaktır. Bunun için bir tahlile daha lüzum vardır ki, o da o zerrelerdeki kokunun tıpkı ısı ve ışık gibi yayılma kabiliyetine sahip bir kuvvet olduğunu bulmaktır. Gerçekten de kokunun, mesela bir gül suyu zerrelerinin kendilerinden ziyade onlardaki bir kuvvet ve özellik olması ve ince bir titreşimle yayılıyor şeklinde ele alınması daha akla yatkın ve koku alma duyularımızdaki bedahete daha uygun düşmektedir. O halde meseleyi kimya veya atom fiziği sahasında izleyerek ses naklinden daha ince bir kanun ile koku kuvvetinin ve hareketinin zaptedilmesi ve nakledilmesi dahi elektrik akımından yararlanarak mümkün olabileceği sonucuna varabileceğiz demektir. Gerçi Yakub`un kokuyu duyması fennî bir olay değil, mucizevî bir olaydır. (Elmalılı Ahmet Hamdi)

96. ayetteki “Fakat ne zaman ki, gerçekten müjdeci geldi, onu [gömleği] onun [Yakub’un] yüzüne koydu, hemen basiyr [ayıplanan, dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş] hâle geldi” ifadesi, genellikle, “ağlamaktan gözlerine ak düşen ve körleşen Yakub peygamberin, oğlunun gönderdiği gömleği yüzüne sürünce eskisi gibi görmeye başladığı” şeklinde bir mucize olarak kabul edilmştir. Çünkü gerçek hayatta, ağlamakla gözlerin ağarıp kör olması, sonra da körleşmiş, yapısı bozulmuş gözün eski hâline gelip görür olması varit değildir. Ancak burada mucizeyi gerektirecek bir durum yoktur ve olayın mucize olarak kabullenilip geçiştirilmesi mantıklı değildir. Dolayısıyla bu olay, bizim “basiyr” sözcüğüne vermeyi tercih ettiğimiz anlam çerçevesinde gerçekleşmiş olmalıdır.
Kıssanın bu bölümünün Kitab-ı Mukaddes’teki anlatımı, “basiyr” sözcüğünün bizim tahlilini yaptığımız niteliği ile uyum göstermektedir:

Yusuf, Kardeşlerine Kim Olduğunu Açıklıyor

1 Yusuf adamlarının önünde kendini tutamayıp, "Herkesi çıkarın buradan!" diye bağırdı. Öyle ki, kendini kardeşlerine tanıttığında yanında kimse yoktu.
2 O kadar yüksek sesle ağladı ki, Mısırlılar ağlayışını işitti. Bu haber Firavun`un ev halkına da ulaştı.
3 Yusuf kardeşlerine, "Ben Yusuf`um!" dedi, "Babam yaşıyor mu?" Kardeşleri donup kaldı, yanıt veremediler.
4 Yusuf, "Lütfen bana yaklaşın" dedi. Onlar yaklaşınca Yusuf şöyle devam etti: "Mısır`a sattığınız kardeşiniz Yusuf benim.
5 Beni buraya sattığınız için üzülmeyin. Kendinizi suçlamayın. Tanrı insanlığı korumak için beni önden gönderdi.
6 Çünkü iki yıldır ülkede kıtlık var, beş yıl daha sürecek. Kimse çift süremeyecek, ekin biçemeyecek.
7 Tanrı yeryüzünde soyunuzu korumak ve harika biçimde canınızı kurtarmak için beni önünüzden gönderdi.
8 Beni buraya gönderen siz değilsiniz, Tanrı`dır. Beni Firavun`un baş danışmanı, sarayının efendisi, bütün Mısır ülkesinin yöneticisi yaptı.
9 Hemen babamın yanına gidin ve ona oğlun Yusuf şöyle diyor deyin: `Tanrı beni Mısır ülkesine yönetici yaptı. Durma, yanıma gel.
10 Goşen bölgesine yerleşirsin; çocukların, torunların, davarların, sığırların ve sahip olduğun her şeyle birlikte yakınımda olursun.
11 Orada sana bakarım, çünkü kıtlık beş yıl daha sürecek. Yoksa sen de, ailen ve sana bağlı olan herkes de perişan olursunuz.`
12 "Hepiniz gözlerinizle görüyorsunuz, kardeşim Benyamin, sen de görüyorsun, konuşanın gerçekten ben olduğumu.
13 Mısır`da ne denli güçlü olduğumu ve bütün gördüklerinizi babama anlatın. Babamı hemen buraya getirin."
14 Sonra kardeşi Benyamin`in boynuna sarılıp ağladı. Benyamin de ağlayarak ona sarıldı.
15 Yusuf ağlayarak bütün kardeşlerini öptü. Sonra kardeşleri onunla konuşmaya başladı.
16 Yusuf`un kardeşlerinin geldiği haberi Firavun`un sarayına ulaşınca, Firavun`la görevlileri hoşnut oldu.
17 Firavun Yusuf`a şöyle dedi: "Kardeşlerine de ki: `Hayvanlarınızı yükleyip Kenan ülkesine gidin.
18 Babanızı ve ailelerinizi buraya getirin. Size Mısır`ın en iyi topraklarını vereceğim. Ülkenin kaymağını yiyeceksiniz.`
19 Onlara ayrıca şöyle demeni de buyuruyorum: `Çocuklarınızla karılarınız için Mısır`dan arabalar alın, babanızla birlikte buraya gelin.
20 Gözünüz arkada kalmasın, çünkü Mısır`da en iyi ne varsa sizin olacak.`"
21 İsrail`in oğulları söyleneni yaptı. Firavun`un buyruğu üzerine Yusuf onlara araba ve yol için azık verdi.
22 Hepsine birer kat yedek giysi, bir tek Benyamin`e ise üç yüz parça gümüşle beş kat yedek giysi verdi.
23 Böylece babasına Mısır`da en iyi ne varsa hepsiyle yüklü on eşek, yolculuk için buğday, ekmek ve azık yüklü on dişi eşek gönderdi.
24 Kardeşlerini yolcu ederken onlara, "Yolda kavga etmeyin" dedi.
25 Yusuf`un kardeşleri Mısır`dan ayrılıp Kenan ülkesine, babaları Yakup`un yanına döndüler.
26 Ona, "Yusuf yaşıyor!" dediler, "Üstelik Mısır`ın yöneticisi olmuş." Babaları donup kaldı, onlara inanmadı.
27 Yusuf`un kendilerine bütün söylediklerini anlattılar. Kendisini Mısır`a götürmek için Yusuf`un gönderdiği arabaları görünce, Yakup`un keyfi yerine geldi.
28 "Tamam!" dedi, "Oğlum Yusuf yaşıyor. Ölmeden önce gidip onu göreceğim." (Tekvin, 46. Bab)

Yakub peygamberin, 86. ayette geçen “Ben size demedim mi, ben Allah’tan sizin bilmediklerinizi bilirim” ifadesini 96. ayette de tekrarladığı görülmektedir. Onun bu ifadesinden, yaşanan olayların arkasında dışa vurulmamış sırların olduğu anlaşılmaktadır.
97. ve 98. ayetlerin verdiği bir başka mesaj da, hakkında hüküm varit olmamış kimselerin günahı için Allah`tan af ve mağfiret dile*nebileceği hususudur. Hakkında hüküm varit olanlar için istiğfarda bulunulamayacağı ise ayetle belirlenmiştir:

Cehennem ashabı oldukları kendilerine iyice belli olduktan sonra, peygambere ve iman etmiş kişilere, -akraba bile olsalar- müşrikler için istiğfar etmek yoktur.
İbrahim`in babası için istiğfar etmesi de yalnızca ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Sonra onun Allah için bir düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan [istiğfardan] vazgeçti. Şüphesiz İbrahim çok içli, çok halim birisi idi. (Tövbe/113, 114)

99 - Ne zaman ki, onlar Yusuf’un yanına girdiler, işte o zaman Yusuf anasını ve babasını kucakladı [bağrına bastı], yanına aldı ve “Allah’ın dilemesiyle güven içinde Mısır’a girin” dedi.
100 – Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi secde ederek onun için yere kapandılar. Ve o [Yusuf]: “Babacığım işte bu durum, o gördüğümün tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hakk kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediği şeye lütuf edicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyanın ta kendisidir.”
101 – -“Rabbim! Sen bana mülk verdin ve bana ehadisin [olacakların/ sözlerin] tevilinden öğrettin. Gökleri ve yeri yoktan var eden! Sen benim dünya ve ahirette veliymsin, benim canımı müslüman olarak al ve beni salihler arasına kat!”-

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Yakub ailesi Mısır’a gitmiş ve Yusuf peygamber tarafından şehrin dışında karşılanmıştır.
Mevdudi’nin tespitleri, bu karşılamanın bir tören şeklinde olduğu yolundadır:

Talmud`a göre "Yusuf babasının yolda olduğunu öğrenince dostlarını, subaylarını ve gözalıcı elbiselerle donatılmış ülke askerlerini bir araya topladı. Yakub peygamberi yolda karşılamak ve Mısır`a kadar eşlik etmek için büyük bir topluluk teşekkül ettirdi. Müzik ve mutluluk her yanı kaplamıştı; herkes, kadınlar ve çocuklar bu muhteşem gösteriyi izlemek üzere evlerin çatılarına çıkmıştı." [H. Polano, sh. lll] (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

100. ayette geçen “secde” tapma anlamında olmayıp o günkü saygıyı ifade etmektedir. Sözcük burada terimsel değil sözcük anlamında kullanılmıştır.
Kıssa, Yusuf peygamberin babasına hitaben söylediği nutkun ardından, 101. ayette yine onun Allah’a yaptığı dua ile sona ermektedir.

102 - İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar yapacaklarına karar verip mekir [kötü plan] yaparlarken sen onların yanında değildin.

Yusuf kıssasının detaylı olarak veciz ve beliğ bir ifade ile anlatılmasından sonra, 102. ayette, bu anlatılanlara işaret edilerek, bunların Allah elçisine vahy ile bildirilen gayb haberleri olduğu aıklanmaktadır.
Tüm Mekke halkının bildiği ve Kur’an’da da açıklandığı gibi, peygamberimiz, İsrail öykülerine hiç ilgi duymadığı için bunları okumuş veya dinlemiş değildi. Onun bu hikâyelerden anlattığı da hiç duyulmamıştı. Mekkeli müşriklerin halk arasında Kur’an’ı peygamberimizin kendisinin uydurduğu yalanını yaymaya çalıştıkları bir sırada, bu kıssa veciz ve beliğ bir şekilde birden peygamberimizin dilinden dökülüvermişti. Oysa bu kıssayı bütün detaylarıyla ve Yahudi belgelerine uygun olarak peygamberimizin düzmesi mümkün değildi. Çünkü Arapların elinde bu kıssaya ait yazılmış bir metin yoktu.
O hâlde, sadece Yusuf kıssası değil, Kur’an’da yer alan diğer kıssalar da gayb haberlerindendi ve Allah’ın ona vahyettikleriydi:

İşte bu, gaybın önemli haberlerinden sana vahyettiklerimizdir. Ve Meryem`e hangisi kefil olacağına kalemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Ve onlar tartışırlarken sen yanlarında değildin. (Âl-i İmran/44)

Ve Musa’ya o emri gerçekleştirdiğimiz sırada sen batı yönünde değildin. Şahitlerden [hazır bulunanlardan, görenlerden] de değildin.
Ama Biz nice nesiller var ettik de, onların ömürleri uzadıkça uzadı. Sen onlara ayetlerimizi okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da değildin; fakat Biz elçi gönderenleriz.
Ve Biz, seslendiğimiz zaman, Tur’un [dağın] yanında da değildin. Bilakis senden önce kendilerine uyarıcı [peygamber] gelmeyen bir kavmi uyarman için ve kendi ellerinin yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde hemen, “Rabbimiz! Ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, ayetlerine uysak ve müminlerden olsak” diyemesinler, onlar öğüt alsınlar diye Rabbinden bir rahmet olarak… [orada geçenleri sana bildirdik, seni elçi olarak gönderdik]. (Kasas/44-47)

Onlar birbirileriyle tartışırken, benim mele-i A‘lâ`ya dair bir bilgim yok idi. Ancak ben, evet ben apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor.” (Sad/69, 70)

103 - Sen şiddetle arzulasan da, insanların çoğu iman ediciler değildir.
104 – Ve sen buna karşılık onlardan herhangi bir ücret istemiyorsun. O [Kur’an], âlemlere sadece bir öğüttür.
105 – Ve göklerde ve yerde nice ayetler var, onlar ondan yüz çevirenler olarak üzerlerinden gelir geçerler.
106 - Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a iman etmezler.

Peygamberimizin teselli edilip Mekkeli müşriklerin şiddetle kınandığı bu ayetlerde, hiçbir ücret istemeden, insanların iman etmeleri için yanıp tutuşan ve onlara öğüt olan bir kitapla yanaşan peygamberimiz ile, yer ve göklerdeki binlerce ayeti görmezden gelerek çiğneyip geçen ve çoğu inanmayacak olan Mekkeli müşriklerin durumları beraberce nakledilmektedir.
Bu ayetler öncelikle Mekke müşriklerine işaret ediyor olmakla beraber, taşıdığı mesaj bu tür inançsızların her çağda bulunması sebebiyle tüm insanlığa yöneliktir.
Yüce Allah’ın 106. ayetteki “Onların çoğu, şirk koşmadan Allah’a iman etmezler” hükmü, üzerinde durulması ve iyi değerlendirilmesi gereken bir ifadedir. Çünkü şirk koşmak, inançsız insanlar için değil, Kur’an’da birçok ayette belirtildiği gibi, Allah’ın varlığına inanan ama O’nun rabbliğini [her şeyin programlayıcısı olma niteliğini] tanımayan insanlar arasında söz konusu olan bir sapıklıktır:

Yine ant olsun ki onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve Ay’ı kim kontrol altına aldı?" diye sorsan kesinlikle, "Allah" derler. O hâlde nasıl çevriliyorlar? (Ankebut/61)

Ve ant olsun, eğer onlara sorsan: “Kim gökten suyu indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti?” Mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah’a özgüdür.” Bilakis onların çoğu akıllarını kullanmazlar. (Ankebut/63)

Yine ant olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, kesinlikle: “Allah” derler. O hâlde nasıl çevriliyorlar! (Zühruf/87)

Yine ant olsun ki onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, kesin “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Allah`a hamd olsun!” Aslında onların çoğu bilmezler. (Lokman/25)

De ki: “Sizi gökten ve yeryüzünden kim rızklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahip oluyor? Ve ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ve işleri kim düzenliyor?” Hemen “Allah” diyecekler. O zaman de ki: “O hâlde hâlâ takvalı davranmayacak mısınız? Öyleyse işte O, sizin gerçek Rabbiniz Allah’tır. Artık gerçekten sonra sapıklıktan başka ne olabilir! O hâlde nasıl da çevriliyorsunuz?” (Yunus/31, 32)

De ki: “Eğer biliyorsanız, bu yeryüzü ve onun içindeki kimseler kime aittir?”
Onlar; “Allah`a aittir” diyecekler. “Öyle ise siz düşünüp taşınmaz mısınız?” de.
Peki, “Yedi göklerin Rabbi ve azametli Arş’ın Rabbi kimdir?”
[Onlar] “Allah’ındır.” diyecekler. “Öyleyse takvalı davranmayacak mısınız” de.
“Peki eğer biliyorsanız, her şeyin melekûtu [mülkiyeti ve yönetimi] kendisinin elinde olan ve kendisi her şeyi koruyup kollayan; fakat kendisi korunmayan kimdir?”
Onlar “Allah`ındır” diyecekler. “Öyle ise nasıl büyülenirsiniz?” de. (Müminun/84-89)

Ayetlerde belirtildiği gibi, günümüzde de, Allah’a inanan ama çeşitli hareketleriyle şirke düşen kimseler vardır.
106. ayetle ilgili olarak yapılan bir diğer açıklama ise şudur: Onlar, kendilerini helak edici musibetten kurtarması için Yüce Allah’a dua ederler. Ama Allah onları kurtardığı vakit, Allah`ın koruyup hi*maye etmesini başka bir şeye nispet ederek ya “Filan kişi olmasaydı kur*tulamazdık”, “Köpek olmasaydı hırsız evimize girerdi” gibi sözler söylerler, ya da verilen nimete yüz çevirip yan çizerler:

Ve insana sıkıntı dokunduğu zaman, yan yatarken, otururken, dikilirken Bize yalvardı. Kendisinden sıkıntısını gideriverdik mi de sanki kendisine dokunan o sıkıntı için Bize hiç yalvarmamış gibi aldırmadan geçip gitti. Haddi aşanlara yaptıkları şeyler işte böyle süslenmiştir. (Yunus/12)

Ve Biz insana nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Kendisine bir kötülük dokunduğu zaman da geniş geniş yalvarır. (Fussılet/51)

İnsan doğasında bulunan “netameli bir durumla karşılaşınca yalnızca Allah’a sığınma, feraha kavuşunca da şirke bulaşma” eğilimi Âdem ile eşinden başlamıştır. Konuyla ilgili olarak A’raf suresinin tahlilinde yaptığımız açıklamaları burada da tekrarlamakta yarar görüyoruz:

O, sizi bir candan yaratan ve ondan da, kendisine ısınsın diye, eşini yapandır. Ne zaman ki o, onu örtüp bürüdü, o zaman o hafif bir yük yüklendi. Ve bununla gidip geldi. Ne zamanki zevce ağırlaştı, o zaman onlar [o ikisi] Rabblerine dua ettiler: “Eğer bize salih [bir çocuk] verirsen, ant olsun ki kesinlikle şükredenlerden olacağız.”
Ne zaman ki onlara [o ikisine] salih [bir çocuk] verdi, o ikisine verdiği şey hakkında O’nun için ortaklar kıldılar. Onların ortak koştuğu şeylerden Allah münezzehtir, yücedir. (A’raf/189, 190)

Görüldüğü gibi, hamileliğin başlangıcında eşler ne annenin başarılı bir doğum yapacağı, ne de bebeğin salih olup olmayacağı ile ilgili bir endişe taşımaktadır. Her ikisi de işlerin yolunda gittiği düşüncesiyle rahattırlar. Ancak anne adayı ağırlaşıp da doğum iyice yaklaşınca panik başlar ve açıkça Allah’tan yardım istemeye başlarlar. Başa gelen her sıkıntıda olduğu gibi, eğer sağlıklı, iyi bir çocuk ihsan ederse kesinlikle şükredenlerden olacaklarına ve asla nankörlük etmeyeceklerine dair Allah’a sözler verirler. Çocuk sağ ve salim doğduğunda ise verilen sözler unutulur, çocuğun sağlıklı oluşu Allah’tan başka etkenlere bağlanır ve şirk ortaya çıkar.

Bu çocuk ve şirk meselesi, İbrani kültürünce üretilen Âdem-Havva rivayetleri ile birleştirilmiş ve ortaya hayal ürünü anlatımlar çıkmıştır:

İbn Abbas:

Bu âyette geçen “bir nefs” kelimesiyle Hz. Âdem; “bundan da eşini yapan ...” ifadesiyle de Hz. Havva murad edilmiştir. Yani Allah Teala, Hz. Havva’yı, eziyet vermeksizin Hz. Âdem’in kaburgasından yaratmıştır. ... Vakta ki Âdem, Hz. Havva’yı bürüyünce, Havva hafif bir yük yüklendi [hamile kaldı]. Çocuk onun karnında ağırlaşınca, İblis, bir adam suretine girip Havva’nın yanına gelerek şöyle dedi: “Ey Havva, bu nedir? Ben, bunun bir köpek ya da herhangi bir hayvan olmasından korkuyorum. Onun, nereden çıkacağını nereden bileceksin? Arkandan mı çıkıp seni öldürecek, yoksa karnın mı yarılacak?” Bunun üzerine Havva endişelendi ve bunu Âdem’e anlattı. Böylece Âdem ile Havva hep bunun endişesi ve hüznünü taşıdılar. Daha sonra o İblis, Havva’ya gelerek şöyle dedi: “Eğer Allah’tan onu tıpkı senin gibi kusursuz ve hilkati tam bir kimse yapmasını ve onun karnından çıkmasını istersen, ona Abdül Harîs adını verirsin...” Melekler arasında, İblis’in adı el- Harîs idi. İşte bu, Cenab-ı Hakk’ın “Fakat Allah onlara düzgün bir çocuk verince, kendilerine verdiği çocuk hakkında ona eşler tutmaya başladılar” âyetinde ifade edilen husustur. Yani, “Allah onlara, düzgün ve kusursuz bir çocuk verince, Âdem ile Havva, O’na eşler tutmaya başladılar” demektir. İşte, buradaki koşulan şirk ile Harîs [İblis] kasdedilmiştir. Kıssanın tamamı bundan ibarettir.” (Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

İnsanın şirke ve nankörlüğe meyilli bu ham karakteri Hud suresinde de dile getirilmiştir:

Ve eğer insana, tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu kendisinden çekip alsak, kuşkusuz o umutsuzdur, çok nankördür.
Ve eğer, kendisine dokunan mutsuzluktan sonra, ona mutluluğu tattırsak, elbette, “Kötülükler benden gitti” der. Ve kuşkusuz o, şımarıktır, böbürlenen biridir. (Hud/9, 10)

Kur’an’da konumuz olan ayetin üslûbunu taşıyan ve Hud suresinin yukarıda verdiğimiz ayetlerinin tefsiri mahiyetinde olan daha birçok ayet vardır:

Ve onlardan, “Eğer Allah lütfundan bize verirse, mutlaka bağışta bulunacağız ve kesinlikle iyilerden olacağız” diye Allah’a söz verenler vardır.
Sonra, ne zaman ki Allah onlara lütfundan verir, onda cimrilik ederler ve yüz çevirerek geri dururlar. (Tövbe/75, 76)

O, size karada ve denizde yolculuk ettirendir. Gemilerde bulunduğunuzda gemiler içindekileri tatlı bir rüzgârla götürür, [yolcular] neşelendiklerinde şiddetli bir fırtına gelip çatar, dalgalar her mekândan gelir. Ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca, dini Allah için arındırarak O’na yalvarırlar: “Bizi bundan kurtarırsan, hiç kuşkusuz, şükredenlerden oluruz.”
Sonra O, onları kurtarınca, bir de bakarsın ki, yeryüzünde haksız yere azgınlık ederler. Ey insanlar! Gerçekten, şimdiki hayatın geçici yararları için azgınlığınız, bizzat kendi zararınızadır! Sonra dönüşünüz Bizedir. Yaptıklarınızı size bildireceğiz. (Yunus/22, 23)

Ve iyilik olarak sahip olduğunuz ne varsa, işte Allah’tandır. Sonra size bir zarar dokunduğunda, hemen yalnız O’na sığınırsınız.
Sonra, zararı sizden giderince, sizden bir gurup, Rabblerine şirk koşarlar. (Nahl/53, 54)

Ayetlerini size göstermek için, geminin denizde, Allah’ın nimetiyle kayıp gittiğini görmedin mi? İşte gerçekten bunda, tüm çok sabırlı ve çok şükreden için, ayetler vardır.
Ve gölgeler gibi bir dalga onları kapladığında, O’nun için dini arındırarak Allah’a yalvarırlar. Ama ne zaman ki karaya çıkararak kurtardı, onlardan bir kısmı muktesıttır. Ve ayetlerimizi ancak, tam hain ve tam nankör bile bile inkâr eder. (Lokman/31, 32)

Ve insanlara bir sıkıntı dokununca, Rabblerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra, onlara kendinden bir rahmet tattırınca, bir de bakarsın ki, içlerinden bir gurup, Rabblerine şirk koşarlar. (Rum/33)

İşte gemiye bindiklerinde, dini yalnız O’na özgü kılarak Allah’a yalvarırlar. Sonra ne zaman ki onları karaya çıkarıp kurtardı, bir de bakarsın ki onlar, şirk koşuyorlar. (Ankebut/65)

Ve denizde size bir zarar dokunduğunda, yalvardıklarınız kaybolup giderler. O, kaybolmaz. Sonra O, sizi karaya çıkararak kurtarınca, yüz dönersiniz. Ve insan, çok nankördür! (İsra/67)

Zümer suresine ait aşağıdaki ayetler, konumuz olan 189, 190. ayetlerin bire bir tefsiri olarak değerlendirilebilir:

O sizi tek bir nefisten yarattı, sonra ondan eşini yaptı. Ve sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratır. İşte bu, Rabbiniz Allah’tır. Mülk [krallık, hâkimiyet] yalnız O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?
Eğer inkâr ederseniz, gerçekten Allah, size muhtaç değildir. Bununla birlikte, kulları için inkârdan hoşnut olmaz. Eğer şükrederseniz, sizden bunu hoşnutlukla karşılar. Hiçbir taşıyıcı, başkasının yükünü yüklenmez. Sonunda, dönüşünüz Rabbinizedir. O yaptıklarınızı size bildirecektir de. Kuşkusuz O, göğüslerde olanı bilir.
Ve insanın başına bir belâ gelince, Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah, katından bir iyilik verince, önceden niçin O’na yalvarmış olduğunu unutuverir. Allah’ın yolundan saptırmak için, O’na bir takım ortaklar koşar. De ki: “İnkârından bir süre yararlan! Evet, sen Ateş halkındansın.” (Zümer/6 – 8)

Rabbimiz bu şirk psikolojisini Duhan suresinde de örneklemiştir:

Bilakis onlar, şüphe içinde eğlenip duruyorlar.
Şimdi sen, göğün, açık bir duman getireceği günü gözetle.
Duman insanları bürür. Bu, elem verici bir azaptır.
Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Biz artık kesinlikle inananlarız.
Nerede onlarda öğüt almak? Hâlbuki kendilerine açıklayıcı bir elçi gelmişti.
Sonra ondan yüz çevirdiler ve “öğretilmiş bir deli/ cinlenik!” dediler.
Biz azabı birazcık kaldırırız, siz yine döneklersiniz.
Bir gün Biz büyük bir şiddetle kıskıvrak yakalarız. Kesinlikle Biz intikam alanlarız [suçluyu yakalayıp ceza vererek adaleti sağlayanlarız]. (Duhan/9-16)

107 - Yoksa bunlar Allah’ın azabından hepsini saracak bir felaket gelmesinden veya farkında değillerken ansızın kendilerine saatin gelmesinden güven içinde midirler?

Bu ayette, müşrikler, duyarsızlıklarından dolayı, yani bunca ayetten ibret almadıkları, akıllarını başlarına toplamadıkları, vahye kulak vermedikleri, öğütleri dinlemedikleri için kınanmaktadırlar. Bir soru cümlesi olmasına rağmen ayetin tek cevabı vardır: İnsanlar, elbette ki, hepsini saracak bir felaketin veya ecellerinin gelmesinden güvende değildirler. Öyleyse, insanlara yaraşan, bu gerçeğin bilincinde olarak yaşamak ve böyle bir bilinçle hareket etmektir.
Rabbimiz bu uyarıyı birçok ayette tekrarlamıştır:

Acaba o kentlerin halkı, geceleyin uyurlarken kendilerine azabımızın gelmesinden güvende oldular mı? Yoksa o kentlerin halkı, kuşluk vakti oynarlarken [anlamsız işlerle uğraşırlarken] onlara azabımızın geleceğinden güvende oldular mı? Öyleyse Allah`ın mekrinden [ince planından] güvende oldular mı? Ziyana uğramış topluluktan başkası Allah`ın mekrinden [ince plânından] kendini güvende görmez. (A’raf/97-99)

Sinsice kötü tuzaklar kuranlar, Allah`ın kendilerini yere batırmayacağından yahut bilemeyecekleri bir yerden azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
Yahut onlar dolaşıp dururlarken [Allah`ın azabının] kendilerini yakalayıvermesinden, -üstelik onlar, aciz bırakanlar da değillerdir- yahut da kendilerini azar azar yakalamasından emin mi oldular? Ve şüphesiz sizin Rabbiniz kesinlikle çok şefkatlidir, çok merhametlidir. (Nahl/45-47)

108 - De ki: “İşte bu, benim yolumdur; basiret üzere [aklın, bilginin, sağduyunun gereği olarak] Allah`a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar… Ve Allah münezzehtir. Ve ben müşriklerden değilim.”

103. ayetten beri yapılan açıklamalardan sonra, Rabbimiz, inkârcılar ne yaparlarsa yapsınlar, bu işi bilen ve inanan bir tebliğci olarak peygamberimizden Mekkeli müşriklere [dolayısıyla da tüm insanlara] nezaketle davetini sürdürmesini istemektedir: “İşte bu, benim yolumdur; basiret üzere [aklın, bilginin, sağduyunun gereği olarak] Allah`a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar… Ve Allah münezzehtir. Ve ben müşriklerden değilim.”

109 – Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin ehlinden [kendi halkından], kendilerine vahyettiğimiz birtakım kişileri elçi olarak gönderdik. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip dolaşmadılar mı? Ki kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar! Elbette ahiret yurdu takvalı davranan kişiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?

Bu ayetlerde, elçi gönderme konusunda kendilerince ilahî bir yasa olduğu ve bu yasaya göre elçilik görevinin bir beşere verilmeyeceği iddiasıyla peygamberimize karşı çıkan müşriklere cevap verilmektedir. Bu cevapta, daha evvelki toplumlara da kendi aralarından elçiler gönderilip uyarıda bulunulduğu, yapılan davete kiminin uyup kiminin uymadığı o eski toplumlardan hiçbirinin kalmadığı, dolayısıyla Mekkeli müşriklerin de bir gün hesap vermek üzere Allah’a dönecekleri bildirilmektedir.

Bizim “bir takım kişiler” olarak çevirdiğimiz “ رجالrical” sözcüğünü bazıları “erkekler” olarak anlamış ve buradan hareket ederek peygamberlerin sadece erkekler arasından seçildiğini, kadınların peygamber olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Bazıları da Hud suresinde İbrahim peygamberin karısı ile konuşan elçileri “melek” olarak kabul etmiş ve meleklerle konuştuğu için de İbrahim peygamberin karısını peygamber saymışlardır. Gerek Kasas/7’de Allah’ın vahyettiğini bildirdiği Musa peygamberin annesi, gerekse Âl-i Imran/42, 43’de anlatılan olaydan dolayı İsa (as)’ın annesi Meryem, aynı gerekçeyle peygamber sayılmıştır.
Buna karşı çıkarak üç kadının da peygamber olmadığını ileri sürenler ise peygamberimize isnat edilmiş olan “kadınlardan peygamber yoktur, sıddıkalar vardır” rivayetini iddialarının doğruluğuna delil göstermişlerdir.
Bize göre bu konudaki karışıklığın giderilmesi için ayette geçen “rical” sözcüğünün tahlili gerekmektedir.

الرّجلRACÜL

“Racül” sözcüğü genelde “erkek [kadının karşıtı]” anlamında kullanıldığı için bazı ayetlerde yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Dolayısıyla sözcük hem Arap dilindeki hem de Kur’an’daki kullanımı dikkate alınarak tahlil edilmelidir.
Arapçada “ الرّجلracül”, “insan nev’inden erkek” demek olup “kadın”ın karşıtıdır. “Çocukluk dönemini geçince, ihtilam olmaya başlayınca, delikanlı olunca racül olur” da denilmiştir. (Lisanü’l-Arab; c: 4, s: 84, Tacü’l-Arus; c: 14, s: 263)
Dil kitaplarındaki tahlillere bakıldığında, sözcüğün “ayak” anlamına gelen “ricıl” sözcüğü gibi “rcl” kökünden türediği, bu kökten türeyen sözcüklerin de esas anlamları itibariyle “ayak” anlamı ekseninde oluştukları görülür. Mesela “rical” sözcüğü “ayakları ile yürüyen” anlamından gelişmiştir. “Racül” sözcüğünün çoğulu olan “ رجالrical” sözcüğü ile, “رجِلr ricıl” sözcüğünün türevlerinden olan ve “yaya yürümek, piyade” anlamında kullanılan “ رجالrical” sözcükleri aynı olup sözcüğün hangi anlama geldiği ancak cümle içindeki kullanımından ayırt edilmektedir. Mesela Bakara/239 ve Hacc/27’de bu sözcük “yaya” anlamında kullanılmıştır.
Bu geniş anlamdaki kullanımıyla sözcük, erkek-kadın ayırımı içermeksizin insan türüne verilmiş bir sıfat konumundadır. Daha sonraları anlam daralması olmuş ve sözcük daha çok insanın “erkek” cinsi için kullanılır olmuştur.
Allame İbnü’l-Menzur’un tespitlerine göre, Ebu Zeyyad el-Kilabi “ فتهايج الرّجلان fetehâyece’r-racülâni [iki racül birbirini kandırdı]” derken, “iki racül” ile kendini ve eşini kastediyordu. (Lisanü’l Arab; c: 4, s: 83)
Bu tespit aslında “racül” sözcüğünün erkek ve kadın için kullanıldığını göstermektedir.
Zebidi de Tacü’l-Arus’ta, Muhkem’de “racl” sözcüğünün “olgunluk ve sertlik” ifade eden bir sıfat olduğundan, “ رجل ابوه رجلracülün ebûhü racülün [erkek oğlu erkek]” deyimlerinden bahsedildiğini nakleder. (Tacü’l-Arus; c:14, s: 263)
Buradan da, insana “racül” denmesinin onun olgunluğundan, çetinliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bu yönüyle de “racül” sözcüğü, kadın erkek ayırımı içermeksizin “olgun insan” anlamındadır.
Benzer şekilde Türkçede de “erkek” sözcüğü, olgunluğun, çetinliğin, yiğitliğin, mertliğin ifadesi olarak, kadın-erkek ayırımı içermeksizin, her iki cins için de “sözünde duran, güç durumlarda arkadaşlarından ayrılmayan, olgun” anlamında kullanılır. Mesela “Erkeklik sende kalsın!” ifadesindeki “erkeklik” sözcüğünün cinsiyetle alakası olmadığı gibi, “Erkek kızmış vesselam!” ifadesi de oldukça yaygın bir kullanımdır.

KUR’AN’DA “RACÜL”

Kur’an’da “ ر ج لrcl” kökünden türemiş sözcük sayısı 73 olup bunların 18 tanesi tekil, tesniye ve çoğul olmak üzere “ayak” anlamındaki “ricıl” kalıbındandır [Bakara/239, Hacc/27, Sad/42, Nur/24, 31, 45, A’raf/124, 195, Maide/6, 33, 66, En’am/65, Ta Ha/71, Şuara/49, Ankebut/55, Ya Sin/65, Mümtehıne/12, İsra/64].
“Erkek” anlamındaki “racül” sözcükleri Kur’an’da nekre [belirtisiz] ve marife [belirli] olmak üzere iki şekilde kullanılmıştır.
Marife olarak kullanılanları ve bu sözcüğün karşıt cinsi ile birlikte kullanılanları, açıkça kadın cinsinin karşıtı olan “erkek” anlamındadır [Bakara/282, Nisa/1, 12, 32, 34, 85, 98, 176, A’raf/81, Fetih/25].
Nekre olanların tümü ise mutlak anlamda “olgun insan, adam” anlamında kullanılmıştır [A’raf/46, 48, 63, 69, 155, Yunus/2, Hud/78, Müminun/25, 38, Kasas/20, Ahzab/4, 23, 40, Sebe/7, 43, Ya Sin/20, Zümer/29, Mümin/ 28, Zühruf/31, En’am/9, İsra/47, Kehf/28, 32, Furkan/8, Maide/23, Nahl/43, 76, Yusuf/109, Nur/37, Cinn/6, Sad/62, Tövbe/108].
Bunlardan bir kaçının meali aşağıdadır:

Aralarında da bir perde vardır. Ve a‘râf üzerindeki kimseler, onların hepsini simalarından [alâmetlerinden] tanırlar. Ve bunlar [a‘râf üzerinde bulunan kimseler], cenneti umup da henüz girmemiş olan cennet ashâbına seslenirler: “Selâm olsun size!” (A’râf/46)

A‘râf ashâbı, alâmetlerinden tanıdıkları kimselere seslenip “Topluluğunuz ve büyüklendiğiniz şeyler size yarar sağlamadı, Allah`ın, rahmetine –[ki bu rahmet,] “Girin cennete, size kaygı yoktur, üzülmeyeceksiniz de! [vaadidir]– erdirmeyeceğine yemin ettikleriniz, şunlar mı?” derler. (A’raf/48, 49)

Öyle kimseler ki, ticaret ve alış veriş Allah`ı anmaktan, salatı ikame etmekten ve zekat vermekten onları alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. (Nur/37)

Allah, bir kimsenin göğüs boşluğu içinde iki kalp kılmadı. Ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptığınız [zıharda bulunduğunuz] eşlerinizi de sizin anneleriniz yapmadı. Evlâtlıklarınızı da sizin öz çocuklarınız saymadı. Bu, sizin ağzınızla söylemenizdir. Allah ise hakkı söyler. Ve doğruya yöneltir/ iletir. (Ahzab/4)

Müminlerden öyle kimseler vardır ki, Allah`a, üzerine ahd verdikleri şeylere sadakat gösterdiler. İşte, onlardan kimisi adağını gerçekleştiren [canını veren] kimsedir, kimi de bekleyen kimsedir. Onlar, hiç değiştirmediler. (Ahzab/23)

Bu örneklerdeki “racül, rical” sözcüklerinin “erkek, erkekler” olarak çevrilmesi sorun oluşturacağından, kesinlikle uygun değildir. Bize göre bu sözcükler “olgun kişi, kişiler, kimse, kimseler, adam, adamlar” olarak çevrilmelidir.
Konumuz olan ayete dönülecek olursa, bize göre bu ifade ile kendilerine vahyedilen elçilerin mutlaka erkek oldukları değil, yeryüzünde yaşayanlardan oldukları açıklanmakta ve müşriklerin “beşerden elçi olmaz, elçi melek olmalı” şeklindeki düşünceleri reddedilmektedir. Nitekim bu husus başka ayetlerde çok açık ifadelerle belirtilmiştir:

Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne kıldık. -Sabrediyor musunuz!- Ve senin Rabbin çok iyi görendir. (Furkan/20)

Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli kalıcılar da [ölümsüz] değillerdi.
Sonra biz onlara o vaadi [verdiğimiz sözü] yerine getirdik. Böylece onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık. Aşırı gidenleri de helak ettik. (Enbiya/8, 9)

“Kadın elçi olmaz” hükmü verenlerin, bu iddialarına, Rabbimizin Kur’an’da bizi haberdar ettiği elçiler arasında kadın elçi bulunmamasını gerekçe göstermeleri bize göre yeterli değildir. Çünkü Rabbimiz, gönderdiği elçilerin sayısını ve tümünün kimliğini bize bildirmemiştir:

Daha önce sana anlattığımız peygamberlerle, anlatmadığımız başka peygamberlere de [vahyettik]. Ve Allah Musa ile de konuştu. (Nisa/164)

Ve ant olsun ki Biz senin önünden nice elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, onlardan kimini de anlatmadık. Hiçbir elçi, Allah`ın izni olmaksızın bir ayet getiremez. Artık Allah`ın emri gelince de hakk ile gerçekleştirilir. Batılcılar, işte burada hüsrana uğradılar. (Mümin/78)

Bu durumda, Rabbimizin bize bildirmediği elçiler arasında kadın elçilerin olması da mümkündür.

Ayetteki “Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin ehlinden [kendi halkından], kendilerine vahyettiğimiz birtakım kişileri elçi olarak gönderdik” ifadesinden, Rabbimizin yerleşik düzende yaşamayanlardan elçi göndermediği anlaşılmaktadır. Bu, bedevilerin kentlilere göre bilgi, eğitim, anlayış yönünden daha düşük seviyede olmalarından kaynaklanıyor olsa gerektir. Çünkü bu nitelikteki kişilerin diğer insanlarla ilişki kurmakta, anlaşmakta zorlanacakları ortadadır. (Elçilerin, kendilerine indirileni insanlara açık seçik tebliğde bulunabilecek nitelikte olduklarına Nahl/43, 44’te işaret edilmiştir.)
Rabbimiz, elçi gönderme sünnetini açıkça beyan ettikten sonra, ayette ayrıca daha evvel peygamber gönderdiği toplumların yaşadıkları yerlerin gezilip araştırılmasını, oralardan ibret alınmasını istemiştir. Bu husus birçok ayette konu edilmiştir:

Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, kendisiyle akledecekleri kalpleri, ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/46)

Ant olsun ki Biz her ümmete, “Allah’a ibadet edin ve putlara tapmaktan sakının.” diyen bir peygamber gönderdik. Allah, bu ümmetlerden bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık hakk olmuştur. Şimdi yeryüzünde bir gezip dolaşın da bakın yalanlayanların sonu nasıl olmuş? (Nahl/36)

Daha yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuş bir bakmazlar mı? Onlar kendilerinden hem daha çok, hem de kuvvetçe ve yeryüzündeki eserlerinin sağlamlığı bakımından daha çetin idiler. Öyle iken o kazandıkları şeyler, kendilerine fayda vermedi. (Mümin/82)

Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara nice açık delilleri getirmişlerdi. O hâlde Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendilerine zulmetmekteydiler. (Rum/9)

Ayrıca Âl-i Imran/137, Neml/69, En’am/11, Muhammed/10, Rum/42, Fatır/44, Mümin/21’e de bakılabilir.

110 - Nihayet elçiler ümit kesecek hâle gelince ve kendilerinin yalanlandıkları kanaatine varınca, kendilerine yardımımız geldi. Sonra da dilediklerimiz kurtarıldı. Ve suçlular topluluğundan Bizim azabımız geri çevrilemez.

Bu ayette, daha önceki peygamberlerin var güçleriyle çaba harcadıkları halde yalanlandıkları kanaatine vardıkları; Allah’ın yardımının da tam o toplumlardan ümit kestikleri bir anda geldiği belirtilerek Rabbimizin çağrıya uymayanlardan dilediklerini helak ettiği, dilediklerini de kurtardığı bildirilmektedir.

Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta Peygamber ve beraberinde iman edenler; “Allah’ın yardımı ne zaman?” derlerdi. - Dikkat edin! Gerçekten Allah’ın yardımı pek yakındır.- (Bakara/214)

Ve ant olsun ki gönderilen kullarımız [elçilerimiz] hakkında Bizim sözümüz geçmiştir: “Şüphesiz onlar, kesinlikle galip olanların ta kendisidir. Şüphesiz Bizim ordularımız kesinlikle galip gelenlerin ta kendisidir.” (Saffat/171-173)

Allah, “Elbette Ben ve elçilerim galip geleceğiz.” yazmıştır. Şüphesiz Allah Kaviyy’dir, Aziz’dir. (Mücadile/21)

Ey iman edenler! Eğer siz Allah`ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar. (Muhammed/7)

İmanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O`dur. Göklerin ve yerin orduları Allah`ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır. (Fetih/4)

Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir. (Âl-i Imran/139)

Şüphesiz Biz elçilerimize ve iman etmiş kişilere şu basit yaşamda ve şahitlerin kalktığı [şahitlik edecekleri] günde [kıyamette] kesinlikle yardım ederiz.
O gün zalimlere özür dilemeleri fayda vermez. Ve onlara lanet vardır, yurdun en kötüsü de onlar içindir. (Mümin/51, 52)

Bu ayette geçen " الظّنّzann" sözcüğü " اليقينyakin [kesin bilgi]" anlamındadır. Bu anlama göre ayet şu şekilde takdir edilebilir: “O peygamberler, ümmetlerinin kendilerini yalanladıklarını, artık bundan sonra onlardan imanın sadır olamayacağını iyice anladılar. İşte o zaman onlara beddua ettiler.”

111 - Ant olsun ki, onların [Yusuf, babası, kardeşleri] kıssalarında kavrama yeteneği olanlar için bir ibret vardır. Bu [Kur`an], uydurulan bir söz değildir. Ancak kendinden evvelkilerin tasdiki, inananlar için her şeyin detaylandırılması, bir yol gösterme ve rahmettir.

Kur’an’daki kıssaların tarih bilgisi vermek için değil de öğüt vermek amacıyla anlatıldığı bu ayette de vurgulanmıştır. Birer öğüt olmaları hasebiyle Kur’an’daki kıssaların insanlara ne gibi yararlar sağlayacağı, A’râf/58’in tahlilinde açıklanmıştı. Bu açıklamaların tekrar okunmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz.

111. ayet ile ilgili olarak Mukatil şu olayı nakletmiştir:

Aralarında Ka’b b. Eşref, Ahtab’ın oğulları Huvey ve Cudey, Numan b. Evfa, Amr, Bahira, Gaza, Samuel ve Malik b. Dayf’ın da bulunduğu bazı Yahudiler, Nebi’nin Yusuf’u zikrettiğini duydular. Fakat İbnü’l Hadrami’nin kölesi Cebr, Yesar, Ebu Fukayhe ve Abbas dışında kimse Nebi’ye iman etmedi. Oysa Yusuf’un ve durumunun zikredildiği buyrukları işitmeleri, soranlar için ayetler/işaretler ihtiva ediyordu. Çünkü Yahudiler Nebi’ye Yusuf’un durumuna dair sual sormuşlardı. Bu işittikleri de Yusuf’un durumunu soranlar için bir alametti. Yusuf, kendi döneminde diğer insanlara güzelliğiyle üstün kılınmıştı. Öyle ki, dönemindeki insanlara güzellik hususundaki üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibiydi. (Mukatil)

Surenin ve ayetin son cümlesi olan “Bu, uydurulan bir söz değildir. Ancak kendinden evvelkilerin tasdiki, inananlar için her şeyin detaylandırılması, bir yol gösterme ve rahmettir” ifadesi, Kur’an’a yöneliktir. Bu ifadede Kur’an’ın şu özellikleri ön plana çıkarılmıştır:
* Kur’an, uydurulmuş değildir.
* Kur’an, kendinden öncekileri tasdik eder.
* Kur’an, her şeyi açıklamaktadır.
* Kur’an, iman edenler için bir rehberdir.
* Kur’an, inananlar için bir rahmettir.

Kur’an’ın bu özelliklerini vurgulayan yüzlerce ayet vardır. Gerek sayılarının çokluğu, gerekse başka konularda da örnek verilmiş olmaları nedeniyle nakillerine gerek görmüyoruz.
Allah, doğrusunu en iyi bilendir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla