Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:31 PM   #15
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

138,139.Ve İsrâîloğulları’nı bol sudan/ nehirden geçirdik. Derken kendilerine ait putlara tapmakta olan bir topluma rastladılar. Dediler ki: “Ey Mûsâ! Onların nasıl ki tanrıları varsa, sen de bizim için bir tanrı belirle!” Mûsâ dedi ki: “Siz gerçekten câhillik eden bir toplumsunuz. Şu gördüğünüz halkın içinde bulundukları din, yok olmaya mahkûmdur ve bütün yapmakta oldukları da bâtıldır.”

Bu ayetlerle başlayan pasajda Musa peygamberin İsrailoğullarının nasıl bir karaktere sahip olduklarının açıklandığı bir başka kıssası anlatılmaktadır.

138. ayette İsrailoğullarının kimlerle karşılaştığı açıklanmamıştır. Zira önemli olan o kavmin kimliği değil, yaptıklarının niteliğidir. Muhtemeldir ki, bu karşılaşılanlar Filistin’in kuzeyinde yaşamakta olan kabilelerden biridir. Bazı araştırmacıların tespitlerine göre onlar Mafka yakınlarında yaşayan ve Ay’a tapan “Samiler”dir.[65]

Kitab-ı Mukaddes’te bunların Amorlular [Amoriler] oldukları yazmaktadır:

14- Yeşu, “Bunun için RABB’en korkun, içtenlik ve bağlılıkla O’na kulluk edin” diye devam etti, “Atalarınızın Fırat Irmağı’nın ötesinde ve Mısır’da kulluk ettikleri ilahları atın, RABB’e kulluk edin. 15- İçinizden RABB’e kulluk etmek gelmiyorsa, atalarınızın Fırat Irmağı’nın ötesinde kulluk ettikleri ilahlara mı, yoksa topraklarında yaşadığınız Amorluların ilahlarına mı kulluk edeceksiniz, bugün karar verin. Ben ve ev halkım RABB’e kulluk edeceğiz.” [66]

Mealde, “bol su; nehir” diye çevirdiğimiz sözcük, بحر’dır [bahr'dır]. Kur’ân’da geçen Mûsâ pasajlarının doğru anlaşılabilmesi için بحر[bahr] ve يمّ[yemm] sözcüklerinin anlamının da doğru olarak tesbit edilmesi gerekir.

Bu iki sözcük genellikle “deniz” diye çevrildiğinden, doğal olarak Mûsâ’nın İsrâîloğulları’nı Kızıldeniz’den geçirdiği ve Firavun ile avanesinin de Kızıldeniz’de boğulduğu kabul edilir. Ne var ki Kur’ân ve Arap dili buna izin vermez.

İşin doğrusunun kavranabilmesi için bu sözcüklerin gerçek anlamını takdim ediyoruz:

البحر [BAHR]

Bahr, “ister tatlı ister tuzlu olsun çok su” demektir. Bu sözcük “kara parçası” sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı “yarmak” demektir. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri bahr sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara [denizlere] bahr denmesi yaygındır.[67]

Bahr sözcüğü, Mûsâ ile ilgili olarak Bakara/50, A‘râf/138, Yûnus/90, Tâ-Hâ/77, Şu‘arâ/63 ve Duhân/24′te geçer.

اليمّ [YEMM]

Yemm, “bahr/çok su” demektir. Leys bu sözcüğü, “derinliği ve kıyıları bilinemeyen deniz olarak tarif etmiştir. Ama Kur’ân’da Tâ-Hâ/39′da, Mûsâ’nınannesine bebeği “yemm”e bırakması vahyedildiği ve Mûsâ’nın sandığının yemm’de sahile vurduğu açıkça belirtildiğine göre bu iddia doğru olamaz. Zira Mûsâ Nil nehrine bırakıldı ve sandık nehrin kenarına yanaştı.

Bu sözcüğün Süryanice’den Arapçalaştırıldığına da inanılır.[68]

Bu sözcük, A‘râf/136; Tâ-Hâ/39 (iki kez), 78, 97; Kasas/7, 40 ve Zâriyât/40′ta geçer.

Mûsâ’nın ailesinin ve Firavun’un yaşadığı yerler dikkate alındığında, Mûsâ pasajlarında geçen bahr ve yemm kelimelerinin, “bol su/nehir” olarak çevrilmesinin daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda Firavun, Mûsâ’nın bebekken bırakıldığı suda boğulmuştur, denizde/Kızıldeniz’de boğulmamıştır.

Lügatlerde, yemm sözcüğünün Süryanice’den Arapçalaştırılmış olabileceğinin de belirtildiğini zikretmiştik. Bunun doğru olma ihtimalinin yüksek olduğu, İbranice’de “deniz”e, yamm denilmesinden anlaşılıyor. Zaten ömründe deniz görmemiş bedevilerin denize isim vermesi de beklenemez. Eşyaya ismi, o nesneyle haşir-neşir olanlar verir. Dünyadaki doğal veya yapay nesnelerin adlarına bakıldığı zaman bu açıkça görülür.

Eldeki Kitab-ı Mukaddes’in bazı yerlerinde bu bol su “deniz, bazı yerlerinde “Kızıldeniz”, bazı yerlerinde ise “kamış denizi” şeklinde geçmektedir:

Güçlü eli, kudretli koluyla, sevgisi sonsuzdur; İsrâîl’i Mısır’dan çıkarana, sevgisi sonsuzdur; Kamış Denizi‘ni ikiye bölene, sevgisi sonsuzdur; İsrâîl’i ortasından geçirene, sevgisi sonsuzdur; Firavun’la ordusunu Kamış Denizi‘ne dökene, sevgisi sonsuzdur;Kendi halkını çölde yürütene, sevgisi sonsuzdur.[69]

Rabb Mûsâ’ya, “İsrâîlliler’e söyle, dönsünler” dedi, “Pi-Hahirot yakınlarında, Migdol ile deniz arasında, Baal-Sefon’un karşısında deniz kıyısında konaklasınlar. Firavun şöyle düşünecek: ‘İsrâîlliler ülkede şaşkın şaşkın dolaşıyorlardır, çöl onları kuşatmıştır.’ Firavun’u inatçı yapacağım. Onların peşine düşecek. Böylece Firavun’la ordusunu yenerek yücelik kazanacağım. Mısırlılar bilecek ki, Ben Rabbim.” İsrâîlliler söyleneni yaptılar. Halkın kaçtığı Mısır Firavunu’na bildirilince, Firavun’la görevlileri onlara ilişkin düşüncelerini değiştirdiler: “Biz ne yaptık?” dediler, “İsrâîlliler’i salıvermekle kölelerimizi kaybetmiş olduk!” Firavun savaş arabasını hazırlattı, ordusunu yanına aldı. Seçme 600 savaş arabasının yanısıra, Mısır’ın bütün savaş arabalarını sorumlu sürücüleriyle birlikte yanına aldı. Rabb Mısır Firavunu’nu inatçı yaptı. Firavun sevinçle ilerleyen İsrâîlliler’in peşine düştü. Mısırlılar Firavun’un bütün atları, savaş arabaları, atlıları, askerleriyle onların ardına düştüler ve deniz kıyısında, Pi-Hahirot yakınlarında, Baal-Sefon’un karşısında konaklarken onlara yetiştiler. Firavun yaklaşırken, İsrâîlliler Mısırlıların arkalarından geldiğini görünce dehşete kapılarak Rabbe feryat ettiler. Mûsâ’ya, “Mısır’da mezar mı yoktu da bizi çöle ölmeye getirdin?” dediler, “Bak, Mısır’dan çıkarmakla bize ne yaptın! Mısır’dayken sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılara kulluk edelim’ demedik mi? Çölde ölmektense Mısırlılara kulluk etsek bizim için daha iyi olurdu.” Mûsâ, “Korkmayın!” dedi, “Yerinizde durup bekleyin, Rabb bugün sizi nasıl kurtaracak görün. Bugün gördüğünüz Mısırlıları bir daha hiç görmeyeceksiniz. Rabb sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter.” Rabb Mûsâ’ya, “Niçin Bana feryat ediyorsun?” dedi, “İsrâîlliler’e söyle, ilerlesinler. Sen değneğini kaldır, elini denizin üzerine uzat. Sular yarılacak ve İsrâîlliler kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçecekler. Ben Mısırlıları inatçı yapacağım ki, ardlarına düşsünler. Firavun’u, bütün ordusunu, savaş arabalarını, atlılarını yenerek yücelik kazanacağım. Firavun, savaş arabaları ve atlılarından ötürü yücelik kazandığım zaman, Mısırlılar bilecek ki, ben Rabbim.” İsrâîl ordusunun önünde yürüyen Tanrı’nın meleği yerini değiştirip arkaya geçti. Önlerindeki bulut sütunu da yerini değiştirip arkalarına, Mısır ve İsrâîl ordularının arasına geldi. Gece boyunca bulut bir yanı karartıyor, öbür yanı aydınlatıyordu. Bu yüzden, bütün gece iki taraf birbirine yaklaşamadı. Mûsâ elini denizin üzerine uzattı. Rabb bütün gece güçlü doğu rüzgârıyla suları geri itti, denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü, İsrâîlliler kuru toprak üzerinde yürüyerekdenizi geçtiler. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturdu. Mısırlılar ardlarından geliyordu. Firavun’un bütün atları, savaş arabaları, atlıları denizde onları izliyordu. Sabah nöbetinde Rabb ateş ve bulut sütunundan Mısır ordusuna baktı ve onları şaşkına çevirdi. Arabalarının tekerleklerini çıkardı; öyle ki, arabalarını zorlukla sürdüler. Mısırlılar, “İsrâîlliler’den kaçalım!” dediler, “Çünkü Rabb onlar için bizimle savaşıyor.” Rabb Mûsâ’ya, “Elinidenizin üzerine uzat” dedi, “sular Mısırlıların, savaş arabalarının, atlılarının üzerine dönsün.” Mûsâ elini denizin üzerine uzattı. Sabaha karşı deniz olağan hâline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken Rabb onları denizin ortasında silkip attı. Geri dönen sular savaş arabalarını, atlıları, İsrâîllilerin peşinden denize dalan Firavun’un bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı. Ama İsrâîlliler denizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu. Rabb o gün İsrâîllileri Mısırlıların elinden kurtardı. İsrâîlliler deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler. Rabbin Mısırlılara gösterdiği büyük gücünü görünce korkan İsrâîl halkı, Rabbe ve kulu Mûsâ’ya güvendi.[70]

140.Mûsâ dedi ki: “O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken, ben size Allah’tan başka ilâh mı arayayım!

İnsanın doğadaki varlıkların hepsinden üstün olduğu Kur’an’da defalarca vurgulanmıştır. Çünkü insan doğaya hâkim olmak için yaratılmış, doğa da insanın emrine müsahhar kılınmıştır. Musa peygamberin kavmine Allah’ın kendilerine verdiği lütfu hatırlattığı bu ayetteki “O sizi âlemlere fazlalıklı kılmışken” ifadesi bu hususu dile getirmektedir. Gerçekten de insanın her alanda rütbece kendisinden düşük nesnelere tapması gülünç bir durumdur. Rabbimizin defalarca üzerinde durarak insanları bu konuda uyarmasının sebebi, bu gülünç duruma düşmelerini istememesinden dolayıdır.

141.Hani bir zaman Biz, size azabın kötüsünü yapan; oğullarınızı katleden; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiren, kızlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinin elinden de sizi kurtarmıştık. Bunda da sizin için Rabbiniz tarafından büyük sınav vardır.

Bu ayet ile Bakara suresinin 49. ayeti, harfi harfine birbirlerinin aynıdır. Bu ayetin, burada, önceki ve sonraki ayetlerle bir bağlantısının olmaması ve Bakara suresinde ise İsrailoğullarına yönelik bir hatırlatma pasajının içinde yer alması, bize göre ileride [Bakara suresinde] yapılacak olan açıklamaların bir işareti olarak anlaşılmasını mümkün kılar.

Burada üzerinde durulması gereken nokta, bazı ayetlerde “zebh (boğazlama)” bazı ayetlerde “katl (öldürme)” ifadelerinin yer almasıdır.

Klasik anlayışa göre hem Musa’nın doğduğu dönemde hem de Musa’nın elçiliği esnasında Firavun israiloğullarına, oğlan çocuklarını öldürmek ve boğazlamak suretiyle soykırım uygulamıştır. Ama bu kabul, mantıklı olmamakla birlikte tarihten de onay almamaktadır. Görüleceği üzere Kitab-ı mukaddes’te de ebelere verilen çocuk öldürme olayı gerçekleşmemiştir. Orada da konu israiloğullarının mustazaflaştırıldığı; güçsüzleştiridiğidir.

Burada Kasas/4. Ayet üzerinde iyi düşünülmelidir.

4.Şüphesiz ki Firavun, yeryüzünde yüceldi ve idaresi altındaki insanları grup grup yaptı; onlardan bir grubu güçsüzleştirmek istiyor; bunların oğullarını boğazlıyor; eğitimsiz, öğretimsiz bırakıp niteliksiz bir kitle oluşturarak güçsüzleştiriyor, kızlarını da sağ bırakıyordu. Şüphesiz ki o, bozgunculardan idi.

Kasas/4 ve A’raf 127’ye göre Firavunun amacı bir toplumu yok etmek değil zayıf düşürmektir. Bir de âyette konu edilen “Katl (öldürme)” ve “Zebh (boğazlama)” ifadelerinin Kur’an’daki Mecaz kullanımlarıdır.

قتل [QATL]

قتل[qatl] sözcüğü, mecâzen “tahavvül” [değişim, hâlden hâle geçme] demektir. Şaraba su katan kimseye, قتل الشّراب[qatele'ş-şerâbe/şarabı katletti] denir. Çünkü şaraba su katarak, onun sertliğini ve sarhoş edici özelliğini değiştirmiştir. Âşık olup da aşkın serserileştirdiği kimseye ve işlerde deneyim kazanmış, acemiliği üzerinden atmış kişiye de رجل مقتّلة[racülün muqattelün] denir.[71]

Âyetten anlaşılan o ki, burada İsrâîloğulları’ndan istenen, tevbe ederek Allah’ın istediği gibi olgun kul olmalarıdır.

Ayetteki ifadeler içinde, üzerinde önemle durulması gereken sözcük, “kurban kesmek” anlamıyla değerlendirilen “zebh” sözcüğüdür.

ZEBH

“ ذبحZebh” sözcüğünün esas anlamı “şaklamak; herhangi bir şeyden parça koparmak” demektir. Daha sonraları “boğazdan kesme” anlamında kullanılır olmuştur. “Zebh” sözcüğü mecazen “helak (yıkıma değişime uğramak)” anlamında kullanılır. Zira boğazın kesilmesi, bir canlıyı helake götürmenin en seri yoldur.[72]

“ ذبحZebh” sözcüğünün mecaz anlamından açıkça bu sözcüğün “Kurban etme” (Kurban kesme değil), “helak etme”, “mağdur etme”, “feda etme”, argo ifadeyle “harcama” anlamlarında kullanıldığı anlaşılmaktadır.

102.Sonra ne zaman ki o müjdelenen çocuk kendisiyle birlikte koşacak duruma/o’nunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman İbrâhîm: “Oğulcuğum! Şüphesiz ben, bu, uyunan; sakin, ilgisiz, duyarsız; yerde, şüphesiz kendimi, seni ZEBH ediyor (perişan, mağdur ediyor)görüyorum. Bak bakalım sen ne düşünürsün?” dedi. Oğlu: “Babacığım! Sen emrolunacağın şeyleri yap! İnşallah beni, sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere sabredenlerden bulacaksın” dedi.

(Saffat/102)

Bu ayetin lafzı manasında İbrahim peygamberin oğlunu boğazladığı söylenir. Bu akla ve dine uymayan bir davranıştır. O nedenle burada “zebh”(boğazlama)” sözcüğünün mecaz anlamına yönelmek mecburiyeti doğmaktadır.

Zebh’ın mecaz anlamına göre de, İbrahim peygamber, henüz oğlu kendisine muhtaç bir çağda iken oğlunu yüzüstü bırakmış, onun perişan olacağına aldırmadan Allah’a hizmete koşmuştur.

54.Hani bir zamanlar Mûsâ toplumuna, “Ey toplumum! Şüphesiz siz altına tapmakla kendi kendinize haksızlık ettiniz. Gelin hemen Yaratıcınıza tevbe edin de benliklerinizi değiştirin. Böylesi, Yaratıcınız nezdinde sizin için hayırlıdır” demişti. Sonra da Yaratıcınız tevbenizi kabul etti. Şüphesiz Yaratıcınız, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.

(Bakara/54)

66.Eğer Biz, onlara: “Kendinizi katledin (öldürün) veya yurtlarınızdan çıkın” diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ve eğer onlar, öğütlendikleri şeyleri yapsalardı, elbette kendileri için daha hayırlı ve sebat etmede daha kuvvetli olurdu. 67,68Ve o zaman kesinlikle kendilerine nezdimizden çok büyük bir ödül verirdik. Ve onları kesinlikle doğru yola kılavuzlardık.

(Nisa/66)

Bu ayetlerdeki Qatl sözcüğü, hakikat anlamıyla “öldürmek” demektir. Burada “tevbe ile qatl” söz konusu olduğuna göre, قتل[qatl] sözcüğünün hakikat manasına alınması mümkün değildir. O nedenle qatl kelimesi, mecâzî anlama (değişim, dönüşüm anlamına) hamledilmelidir.

Bu açıklamalardan sonra Firavunun planının konu edildiği ayetlerdeki “zebh” ve “katl” sözcüklerinin mecaz anlamlarını dikkate alınarak; Firavun’un israiloğullarının erkeklerini, eğitimsiz, öğretimsiz, mesleksiz bırakmak suretiyle mustazaflaştırdığını; güçsüzleştirdiğini, iktidarına zara veremeyecek alt tabaka halinde bıraktığını anlamak, kabullenmek daha sağlıklı olacaktır.

Bu konu hakkındaki tarihî bilgilerin ayetin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı kanaatindeyiz. Ancak bu konudaki tek yazılı kaynak Kitab-ı Mukaddes’tir:

8- Derken Yusuf hakkında bilgisi olmayan biri Mısır Kralı oldu.

9- Halkına, “Bakın, İsrailliler sayıca bizden daha çok” dedi,

10- “Gelin, onlara karşı aklımızı kullanalım, yoksa daha da çoğalırlar; bir savaş çıkarsa, düşmanlarımıza katılıp bize karşı savaşır, ülkeyi terk ederler.”

11- Böylece Mısırlılar İsrailliler’in başına onları ağır işlere koşacak angaryacılar atadılar. İsrailliler Firavun için Pitom ve Ramses adında ambarlı kentler yaptılar.

12- Ama Mısırlılar baskı yaptıkça İsrailliler daha da çoğalarak bölgeye yayıldılar. Mısırlılar korkuya kapılarak

13- İsrailliler’i amansızca çalıştırdılar.

14- Her türlü tarla işleri, harç ve kerpiç yapımı gibi ağır işlerde yaşamı onlara zehir ettiler. Bütün işlerinde onları amansızca kullandılar.

15- Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:

16- “İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyi bakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın.”

17- Ama ebeler Tanrı’dan korkan kimselerdi, Mısır Kralı’nın buyruğuna uymayarak erkek çocukları sağ bıraktılar.

18- Bunun üzerine Mısır Kralı ebeleri çağırtıp, “Niçin yaptınız bunu?” diye sordu, “Neden erkek çocukları sağ bıraktınız?”

19- Ebeler, “İbrani kadınlar Mısırlı kadınlara benzemiyor” diye yanıtladılar, “Çok güçlüler. Daha ebe gelmeden doğuruyorlar.”

20- Tanrı ebelere iyilik etti. Halk çoğaldıkça çoğaldı.

21- Ebeler kendisinden korktukları için Tanrı onları ev bark sahibi yaptı.

22- Bunun üzerine Firavun bütün halkına buyruk verdi: “Doğan her İbrani oğlan Nil’e atılacak, kızlar sağ bırakılacak.”[73]

Ayrıca Musa ile ilgili “katl (öldürme)” sözcüğü Kasas suresinde de yer almaktadır.


9.Ve Firavun’un karısı: “Benim ve senin için göz aydınlığı! Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın”, belki bize bir yararı dokunur, ya da o’nu evlat ediniriz” dedi. Ve onlar, işin farkında olmuyorlar.

(Kasas/9)

Buradaki “onu katletmeyiniz (onu öldürmeyiniz)” ifadesi de mecazi anlamda olup, ayetteki anlam, “Bu bebek senin ve benim için göz aydınlığıdır. Onu katletmeyin; Musa’yı diğer israiloğulları çocukları gibi niteliksiz; eğitimsiz- öğretimsiz, mesleksiz bırakmayın” demektir.

142.Ve Mûsâ ile otuz geceye sözleştik ve süreyi bir on gece ile tamamladık. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit tam kırk geceye tamamlandı. Ve Mûsâ, kardeşi Hârûn’a, “Toplumum içinde benim yerime geç, ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma!” dedi.

Bu ayetteki “otuz geceye on gece daha ekledik” anlamına gelen ifade, Bakara suresinin 51. ayetinde “kırk gece” olarak ifade edilmiştir. Bu anlatım usulü, Arap edebiyatında çok benimsenmiş ve Arap şiirinde pek çok örneği olan bir usuldür.

Ayetten anlaşıldığına göre, 40 günlük bir eğitime tâbi tutulacak olan Musa peygamber, bu süre için yerine kardeşi Harun’u vekil bırakmış ve ona “düzeltici ol, bozguncuların yoluna uyma” diye talimat vererek görev mevkiine gitmiştir.

Sina Dağı olan bu mevki hakkında şu bilgiler verilmektedir:

“Tur-i Sina, Musa Dağı ya da Harea Dağı olarak da bilinir, Arapça Cebel Musa, İbranice Har Sınaı. Mısır’da Sina yarımadasının ortagüney kesimindeki Sinaü’l-Cenubiye [Güney Sina] ilinde granit doruk (2285 m)”. Sina Dağı Yahudi tarihinde tanrısal vahyin indiği yer olarak kabul edilir, Tanrı’nın burada Hz. Musa’ya görünerek ona On Emir’i verdiğine inanılır (Çıkış 20; Tesniye 5). ( …) İ.S 530’da dağın kuzey eteğine Katherine Manastırı kuruldu. Günümüzde Sina Bağımsız Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı birkaç kişinin yaşadığı bu manastır, bir olasılıkla dünyanın aralıksız kullanılmış en eski manastırıdır. Bugün British Museum’da bulunan 4. yüzyıldan kalma Yunanca Kodeks Sinaitikos gibi pek çok eski yazmayı içeren kitaplığı, Kitab-ı Mukaddes metninin yeniden yazılmasında paha biçilmez bir kaynak olmuştur.”[74]

Kardeşi Harun, yaşça büyük olmasına rağmen rütbece Musa’dan küçüktür. Yüce Allah, Harun’u Musa’nın talebi üzerine kendisine yardımcı vermiştir:

20.O da onu hemen bıraktı/ yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! Artık sağ elindeki; kendisine vahyedilen Kitap, koşan bir candır; sosyal hayatın kaynağıdır.

25.Mûsâ: “Rabbim! 33.Seni tüm noksanlıklardan çok arındırmamız 34.ve Seni çok çok anmamız için 25.göğsümü aç, 26.işimi bana kolaylaştır. 27.Dilimden de düğümü çöz 28.ki sözümü iyi anlasınlar. 29.Ve ehlimden; 30.kardeşim Hârûn’u 29.benim için bir vezir kıl,31o’nunla arkamı kuvvetlendir. 32.İşimde o’nu bana ortak et. 35.Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun” 20.dedi.

(Ta Ha/ 20-35)

35.Ve andolsun ki Mûsâ’ya Kitab’ı verdik, kardeşi Hârûn’u da o’nunla birlikte yardımcı, destekçi verdik.

(Furkan/ 35)

143.Ne zaman ki, Mûsâ, belirlediğimiz vakitte geldi ve Rabbi o’na söz söyledi. Mûsâ, “Ey Rabbim! Göster bana Kendini de bakayım Sana!” dedi. Rabbi o’na dedi ki: “Beni sen asla göremezsin, velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Mûsâ da baygın olarak yere yığıldı. Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm; tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim” dedi.

Kelâmcıların bir hayli meşgul olup tartıştıkları ve sonuçta mümkün olmadığı, olamayacağı üzerinde ittifak ettikleri “Allah’ın görülmesi” meselesi, Kur’an’da hiçbir tereddüde mahal vermeyecek bir açıklıkla bildirilmiştir:

103.Gözler O’na erişemez, O ise gözlere erişir; O, çok armağan sahibidir, her şeyden haberlidir.

(En’âm/ 103)

Zaten ayetteki “ لنlen” edatı ile arkadan gelen şart cümlesi, insanın Allah’ı görmesinin mümkün olmayacağını göstermektedir.

Buna rağmen bazı kimseler, içinde “ نظرnazar” sözcüğünün geçtiği Kıyamet suresinin 22, 23. ayetlerindeki ifadeyi, birçok rivayetten de destek alarak, Allah’ın görülebileceği şeklinde yorumlamışlardır. Hâlbuki “Lisanü’l-Arab”, “nazar” sözcüğünün anlamını “karşı karşıya gelmek” olarak vermiştir.[75] Yani sözcük gözlerle görmeyi değil, karşı karşıya bulunmayı ifade eder. Bu anlama göre “nazar etmek”, gözleri görmeyen birisinin de yapabileceği bir iştir. Dolayısıyla “Allah’a nazar etmek” tabirinin Allah’a gözle bakmak veya Allah’ı görmekle bir alâkası yoktur. Kıyamet suresindeki “Rabblerine nazar eden yüzler” ise Rabblerine yönelmiş ve O’ndan nimetler uman kişilerdir

TECELLİ
“ تجلّىTecelli” sözcüğü “ortaya çıkmak, görünmek” demektir. Sözcüğün kaynağı, Arapların “celevtü’l-arûse [gelini açığa çıkardım]” tabiridir. Bu sözcük ayrıca “üzerindeki pası giderilerek ortaya çıkarılan kılıç” için de kullanılır.[76] “Tecelli” sözcüğünün mastarı olan “ جلاءcila” sözcüğü Türkçeye de aynı anlamla geçmiştir.

Allah’ın Musa peygambere dağın parçalanışını göstermesindeki sebep, fizikî yapı olarak bir insanla mukayese edilmeyecek derecede sert olan kayaların bile Allah’ın tecellisi hâlinde ne duruma geleceğini göstermektir. Nitekim bu gösteriden sonra Musa peygamber “Seni tenzih ederim, sana döndüm (tövbe ettim) ve ben inananların ilkiyim” demek suretiyle Allah’ın görülemeyeceğine ilk inananın kendisi olduğunu beyan etmiştir. Yoksa Musa peygamberin “inananların ilkiyim” ifadesi, “Allah’ın varlığına inananların ilkiyim” anlamında değildir. Çünkü Musa peygamberin inancı o anda gördükleriyle oluşmamıştır ve o eskiden beri Allah’a inanmaktadır.

Bu olaydan daha sonra İsrailoğulları da Allah’ı görmek istemişlerdir:

55.Hani bir zamanlar da siz, “Ey Mûsâ! Biz, Allah’ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpıvermişti.

(Bakara/ 55)

144.Allah dedi ki: “Ey Mûsâ! Mesajlarımla ve kelâmımla seni insanlar üzerine seçtim. Şimdi sana verdiğimi al ve kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyenlerden ol!”

Allah’ı görme talebinin mümkün olmadığının gösterilmesinden sonra, bu ayette de Musa peygamberin kendisine verilenlerle yetinmesi ve bunlara şükretmesi istenmektedir. Hiç de az sayılır cinsten olmayan bu nimetlere şükür elbette ki lâfla değil, nimetlerin gereğini hakkıyla yerine getirmekle olacaktır.

145.Ve Biz o’nun için o levhalarda her şeyden, bir nasihat ve her şey için bir ayrıntı yazdık. “Haydi, bunları kuvvetle al, toplumuna da en güzel şekilde almalarını emret. Yakında size o hak yoldan çıkanların yurdunu göstereceğim. 146.Yeryüzünde, bütün âyetleri görseler de onlara iman etmeyen, doğrunun yolunu görseler de o yolu tutup gitmeyen, eğer sapıklığın yolunu görürlerse onu yol edinen haksız yere büyüklük taslayan şu kimseleri, âyetlerimizden uzak tutacağım.” –Bu, onların âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil; duyarsız, ilgisiz olan kimseler oluşlarındandır.–

Musa peygambere verilen levhalarda neler yazılı olduğu, başka bir ayette açıklanmıştır:

154.Sonra Biz, Rablerine kavuşacaklarına inansınlar diye iyilik-güzellik üretenlere tamam olarak, her şeyi genişçe açıklamak ve kılavuz ve rahmet olmak üzere Mûsâ’ya Kitab’ı verdik.

(En’âm/ 154)

İKİ LEVH
Bu iki levhanın cinsi ve üzerlerine nasıl yazı yazıldığına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. İncil’de bu levhaların kalın taş kalıpları hâlinde oldukları ve üzerlerindeki yazının Allah tarafından yazıldığı ifade edilmiştir. Levhalardaki yazılar Kur’an’da da Allah’a atfedilmekle beraber, levhaların ne şekilde yazıldığını bilmediğimiz için, onların Musa peygamber tarafından yazıldığı yönünde bir kanaate sahibiz.

FASIKLAR YURDU
İlk bakışta bu yurtların daha önce fasık [günahkâr] olmuş ve bugüne sadece isimleri kalmış olan Ad ve Semud gibi kavimlerin yurtları olduğu anlaşılmaktadır. Zaten eldeki bilgiler de bu kavimlerin Ortadoğu’da yaşadıklarını göstermektedir. Ancak bu fasıklar yurdunun o dönemde putperestlerin elinde bulunan yerler olması da mümkündür. “Fasıklar yurdu” ifadesi ile yukarıdakilerden hangisi kastedilmiş olursa olsun, İsrailoğulları bu yurtlara Musa peygamber döneminde sahip olamamışlardır. Dolayısıyla, ayetin ifadesi bir müjde niteliğindedir.

İsrailoğullarının fasıklar yurduna yerleştirilecek olması, bir yönüyle de “Eğer siz de o fasık kavimler gibi olursanız, sizi de yok eder, sizin yerinize başkalarını getiririm. Bunu gözlerinizle görün!” anlamına gelen bir ihtar mahiyetindedir.

146. ayette, hevasını rabb edinip vahye kulak vermeyen ve Allah’ın ayetlerini yalanlayanların başlarına ne belâlar gelebileceği üzerinde durulmakta ve içine düştükleri durumun sebebi olarak onların kendi anlayış ve yaşayışları gösterilmektedir. Bu konu daha önce “Kalplerin Mühürlenmesi” başlığı altında geniş olarak işlenmiştir.

147.Âyetlerimizi ve âhiretteki karşılaşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar kendi yaptıklarından başka bir şey ile mi cezalandırılırlar?

Bu ayette, fasıkların sadece kendi amelleri karşılığında cezalandırıldıkları açıklanmaktadır. Bu açıklamadan da anlaşılmaktadır ki, bu kişilere zorla yaptırılmış bir davranış söz konusu değildir. Onların karşı karşıya geldikleri muamele, bir adalet gerçekleştirme işlemidir ve tamamen kendi özgür iradeleriyle yaptıkları davranışların önceden haber verilmiş sonuçlarıdır.

148.Mûsâ’nın toplumu, Mûsâ’dan sonra, kendi toplumunun süs takılarını bir araya getirerek aldatıcı, tuzağa düşürücü sesi olan, aslında hiç işe yaramayan bir ilâh edindiler; büyük bir sermaye oluşturarak ona tapındılar. –Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?– Onu edindiler ve zâlimlerden oldular.

149.Ne zaman ki, gözlerinin önüne geldi ve sapıtmış olduklarını gördüler, “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, kesinlikle biz büyük zarara uğrayanlardan olacağız” dediler.

150.Ve Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak toplumuna döndüğünde, “Bana arkamdan ne kötü bir halef/ nesil oldunuz! Rabbinizin emrini çabuklaştırdınız mı?” dedi. Ve levhaları bıraktı ve kardeşi Hârûn’u kendine çekerek başından tuttu. Hârûn: “Ey anamın oğlu! İnan ki, bu toplum beni güçsüz düşürdü, az daha beni öldüreceklerdi. Onun için bana düşmanları sevindirecek bir şey yapma. Ve beni bu zâlimler toplumu ile bir tutma” dedi.

151.Mûsâ dedi ki: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”

152.Şüphesiz o altına tapanlara Rablerinden bir gazap, dünya hayatında bir “aşağılık” erişecektir. İşte Biz, uydurmacıları böyle cezalandırırız da.

153.Kötülükleri işleyip de sonra arkasından dönen o kimseler ve iman edenler için de hiç şüphe yok ki, Rabbin bundan sonra yine de affedici ve merhamet edicidir.

Burada Musa peygamberin bir başka kıssası anlatılmaktadır. Bu kıssanın daha ayrıntılı anlatımı Ta Ha suresindedir:

83.Seni toplumundan daha çabuklaştıran nedir ey Mûsâ?

84.Mûsâ: “Onlar, benim izim-öğretim üzerinde olanlardır. Ben de Sen hoşnut olasın diye Sana acele ettim Rabbim” dedi.

85.Allah: “Şüphesiz işte, Biz senden sonra toplumunu imtihan ettik. Samirî de onları saptırdı” dedi.

86.Bunun üzerine Mûsâ öfkeli ve üzgün olarak hemen toplumuna geri döndü; “Ey toplumum! Rabbiniz size güzel bir vaat ile söz vermedi mi? Şimdi size bu uzun mu geldi, yoksa Rabbinizden size bir gazap inmesini mi arzu ettiniz de bana olan vaadinizden cayıverdiniz?” dedi.

87.Onlar dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz o toplumun zînetlerinden birtakım ağırlıklar yüklenmiştik. Sonra onları fırlatıp attık. Sonra da işte böylece Samirî kafamıza soktu.”

88.Samirî onlara bir aldatan, tuzağa düşüren cesedi/altını çıkardı da İsrâîloğulları: “İşte bu, sizin ilâhınızdır ve de Mûsâ’nın ilâhıdır. Ama Mûsâ onu terk ediverdi” dediler. –89.Peki, onlar görmüyorlar mıydı ki, altın kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu!–

90.Ve andolsun ki Hârûn daha önce onlara: “Ey toplumum! Şüphesiz siz bununla imtihana çekildiniz/dinden çıkıp kendinizi ateşe attınız. Ve şüphesiz sizin Rabbiniz Rahmân’dır [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'tır]. Gelin bana uyun ve emrime uyun” demişti. 91.Hârûn’un toplumu: “Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, biz ona tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz” dediler.

92,93.Mûsâ: “Ey Hârûn! Bunların sapıklığa düştüğünü gördüğün vakit, seni benim yolumu takip etmekten engelleyen ne oldu? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?” dedi.

94.Hârûn: “Ey anamın oğlu! Sakalımı ve başımı tutma. Şüphesiz ben senin ‘İsrâîloğulları arasında ayrılık çıkardın ve benim sözüme bakmadın’ demenden korktum” dedi.

95.Sonra da Mûsâ: “Ey Samirî! Senin bu yaptığın nedir?” dedi.

96.Samirî: “Ben onların anlamadıkları bir şeyi anladım da elçinin eserinden bir avuç almıştım, sonra da onu fırlatıp attım. Ve bunu, bana böylece nefsim hoş gösterdi” dedi.

97,98.Mûsâ: “Haydi git. Artık senin için hayat boyunca ‘Benimle temas yok’ diye söylemen var. Hem senin için asla karşı çıkamayacağın bir buluşma günü daha var. Bir de kulluk edip durduğun ilâhına bak” dedi. –Elbette Biz onu yakacağız, sonra da kesinlikle onu bol suda kökünden yıkacağız. Sizin ilâhınız, ancak Kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Şüphesiz ki O bilgi yönünden her şeyi kuşatmıştır.–

(Ta Ha/ 80–98)

Musa peygamberin kıssası ve Ta Ha suresinin 96. ayeti ile ilgili olarak kaleme alınmış aşağıdaki kısa pasaj, klâsik anlayışın bu konudaki ilginç yaklaşımına iyi bir örnek teşkil ettiği için, kendi tahlilimizden önce bu pasajı sunuyoruz:

Buzağı kıssasında rivayet olunduğuna göre, Samiri’nin adı Musa b. Zafer olup Samire diye bilinen bir kasabaya mensuptu. Erkek çocukların öldürüldüğü yıl dünyaya gelmişti. Annesi onu bir dağda mağarada saklamıştı. Onu Cebrail besledi. İşte onun Cebrail’i tanıması bundan dolayı olmuştur. Cebrail, Firavun denize doğru ilerlesin diye erkek ata arzu duyan bir kısrak üzerinde denizi geçtiği sırada Samiri onun kısrağının toynağının izinden bir avuç toprak almıştı. İşte yüce Allah’ın “Bunun üzerine o elçinin bastığı yerden bir avuç almıştım (Ta Ha 96)” buyruğunun anlamı budur.[77]

Kıssada bahsi geçen buzağı hakkında tarih kitaplarında ve İbrani kültüründe yeterince bilgi yoktur. Yahudi asıllı olup ihtida eden Muhammed Esed ise “Kur’an Mesajı” adlı Kur’an çevirisinde buzağı hakkında şu açıklamayı yapmıştır:

İsrailoğullarının bu altın buzağısı, besbelli, yüzyıllarca süren mısır etkisinin bir ürünüydü. Mısırlılar Menfis’te tanrı Ptah’ın tecessümü olarak gördükleri kutsal boğaya, Apis’e tapınırlardı. Boğa yaşlanıp da ölünce, onun yerine hemen yeni bir Apis’in doğduğu düşünülüyor ve eskisinin ruhunun ölüm ülkesinde Osiris’e hulûl ettiğine inanılıyor ve bu iki başlı tanrıya bundan böyle artık Osiris-Apis (Greco-Egiytian dönemde “Serapis”) adıyla tapınılıyordu. Altın buzağının çıkardığı “boğuk ses”e gelince, bunun, Mısır tapınaklarında bulunan ve içine açılmış bir takım oyuklar sayesinde ses çıkardığı bilinen putlarda olduğu gibi rüzgarın etkisiyle çıkan bir ses olması muhtemeldir.[78]

Buzağı konusu klâsik kaynaklarda yukarıda verdiğimizin dışındaki bir yaklaşımla yer almamıştır. Bizim bu konudaki tevilimiz ise başkadır:

BUZAĞI; BÖĞÜRMESİ [ÇEKİCİ, ALDATICI SESİ] OLAN CESET

Konumuz olan A’râf suresinin 148. ve Ta Ha suresinin 88. ayetlerine dikkat edilecek olursa, bu ayetlerde buzağı “böğürmesi olan bir ceset” olarak nitelenmiş ve insanların buzağı edinmek suretiyle şirke bulaşıp kendilerine zulmettikleri açıklanmıştır.

Bilindiği gibi, buzağı “sığır yavrusu” demektir. Ancak; günümüzde olduğu gibi, söz konusu olayın cereyan ettiği zamanlarda da yeryüzünde milyonlarca buzağının var olduğu gerçeği, ayetlerde geçen “buzağı” sözcüğünün müteşabih olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Zaten Rabbimiz de “buzağı”yı niteleyerek sözcüğün anlamını tevil etmiş ve “buzağı” ifadesinin müteşabih olduğunu bizzat göstermiştir.

Ceset, herkesin bildiği gibi “ölü vücut” demektir. Ama bu sözcük de müteşabihtir ve bize göre burada hakikat anlamı dışında kullanılmıştır. Hatırlanacak olursa “ceset” sözcüğü Sad suresinin 34. ayetinde de karşımıza çıkmış ve biz orada “ceset” sözcüğünün Süleyman peygamberi nitelediğini belirterek şu açıklamayı yapmıştık:

“Süleyman peygamberin tahtının üzerine bir ceset bırakılması, bize göre kinaye yollu bir anlatım olup bu ifade Süleyman peygamberin bir dönem tahtta yani iktidarda işe yarar işler yapmadığından kinaye olabilir. Nitekim Arapçada toplumda işe yaramayan kişilere “ الميّت المتحرّكmeyyit-i müteharrik [hareketli ölü] denmektedir. Muhtemelen Süleyman peygamber bir dönem elinde olarak veya olmayarak pasifleşmiştir, çok zayıf düşmüştür, iktidarda olmasına rağmen muktedir değildir, âdeta yaşayan bir ölü durumuna düşmüştür.”

Bize göre, “ceset” sözcüğü nasıl Sad suresinde Süleyman peygamberin “hareketli ölü” hâlini belirtmek için kullanıldıysa, burada da buzağının aslında hiçbir işe yaramadığını, iradesinin olmadığını, kendi kendine veya başkalarına yarar veya zarar vermeye malik olmadığını belirtmektedir. Buzağının bu işe yaramaz özelliği de A’raf/148’de “Onun kendilerine bir söz söylemezliğini ve bir yol göstermezliğini görmediler mi?” ve Ta Ha/89’da “Onlar görmüyorlar mıydı ki, o [buzağı], kendilerine hiçbir sözle karşılık veremiyor; onlara bir zarara ve bir yarara güç yetiremiyordu” ifadeleriyle pekiştirilmiştir.

Buzağının bu nitelikleri aslında insanların Allah’ın astlarından edindikleri sözde ilâhların nitelikleridir. Rabbimiz pek çok ayette tekrarlayarak bu nitelikleri insanlara iyice tanıtmış ve bu nitelikteki şeylerin ilâh edinilmemesini öğütlemiştir: Yunus/18, 106, Meryem/42, Enbiya/66, Maide/76, Ra’d/16, Şuara/73, Furkan/3, 55, Hacc/12 ve Bakara/102.

“Böğürmesi [çekici, aldatıcı sesi] olan” ifadesindeki “böğürme” sözcüğünün orijinali “ خوارhuvar” sözcüğüdür. Bu sözcük, Lisanü’l-Arab’ta şöyle açıklanmıştır:

“Leys, “boğa sesi” olarak, İbn-i Side, “sığır, koyun, geyik ve havada uçan nesnelerin sesi” demişlerdir. “Huvar’ın aslı: Avcı geyik yavrusunu yakalar, onu bir yere bağlar ve onun kulaklarını ovalar. İşte o zaman geyik yavrusu böğürür [bağırır]. Bunu duyan yavrusunu kaybetmiş olan ana geyik, yavrusunun yanına koşar veavcıya yakalanır.”[79]

Lisanü’l-Arab’ın verdiği bu bilgiye göre “huvar”, bir hayvanın normal böğürmesi değil, bir hayvanı tuzağa düşürmek için başka bir hayvana çıkartılan sestir. Yani “çeken, aldatan bir ses”tir. Nitekim bu, bir yöntem olarak ördek ve keklik avında da yaygın şekilde kullanılmakta, hatta “huvar” bir nevi boru ile taklit bile edilmektedir.

Konumuza bu bilgiler ışığı altında bakıldığında, ayetlerde “böğürtüsü [çekici, aldatıcı sesi] olan ceset” olarak nitelenmiş buzağının [altının] insanları tuzağa düşüren bir özelliğe, aldatıcı bir cazibeye sahip olduğu anlatılmaktadır.

Sonuç olarak bize göre burada konu edilen buzağı, [böğürmesi, çekici, aldatıcı sesi olan ceset], “altın”dır. Nitekim 148. ayetteki “kendi kadınlarının süs takılarından bir buzağı” ifadesi de buzağının ziynet olduğunu bildirmek suretiyle bu görüşü doğrulamaktadır. “Altın”ın [ziynetin] insanları nasıl tuzağa düşürdüğü, nasıl onları kendisine köle yaptığı [insanların “altın”ı ilâh edindiği], günlük hayatın içinde hiç çaba sarf etmeden görülebilecek bir olgu durumundadır. Ayrıca aynı kıssanın Bakara/67–71. ayetlerindeki anlatımında, ilâh edinilen sığır için kullanılan “sarı, lekesiz ve bakanlara haz veren” ifadeleri de aynen “altın”ın özelliklerini yansıtmaktadır. Bu konu, orada Rabbimizin “Bakara [sığır]” ifadesinin tevilini yapışı ile daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Bu pasajda anlatılanlar Kitab-ı Mukaddes’in Çıkış/ 19 ve 32. Bölümlerinde yer almaktadır

Kur’an’daki anlatım TKitab- mukaddes’teki anlatımdan farklıdır. Hele Musa peygamberin ilâhî emirlerin yazılı olduğu levhaları parçalayacak derecede hiddetine yenik düşmesi ve yere atılan taş levhaların üzerindeki yazılar okunmayacak şekilde parçalanması kabul edilir şeyler değildir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla