Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:33 PM   #18
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

171.Hani bir zamanlar, o dağ gölgelik/şemsiye gibi iken, onlar da, dağ üzerlerine yıkılacak diye inanmışlarken Biz, onların Üst’ünü/en seçkinlerini o dağa çekmiştik/ yükseltmiştik: “Allah’ın koruması altında olmanız için size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekini hatırınızdan çıkarmayın!”

Bu Âyette İsrâîloğullarının yaşamından başka bir kesite değinilmektedir. Sûrede Mûsâ peygamber, Firavun ve İsrâîloğullarına dair kıssalara diğer kıssalardan daha fazla ve ayrıntılı olarak yer verildiği görülmektedir. Ne var ki, bu durum sadece bu Sûreye mahsus olmayıp Kur’ân’ın tümü için geçerlidir. Bunun sebebi, İsrâîloğullarının diğer kıssalardaki kavimler gibi yok edilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim İsrâîloğulları sadece o gün için bulundukları bölge olan Ortadoğu ile sınırlı olmadan tüm dünyada varlık göstermiş ve etkin olmuş bir toplumdur. Bu özellikleri sebebiyle Rabbimiz bu toplumun iyi tanınmasını istemektedir.

Âyette İsrâîloğullarının karşılaştığı anlatılan olay, Kur’ân’ın indiği dönemde İsrâîloğulları arasında bilinen ve dilden dile söylenip gelen bir olaydır ve başka Âyetlerde de yer almıştır:

63.Hani bir zamanlar Biz, sizden, “Allah’ın koruması altına girmeniz için verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve içindekileri hatırınızdan çıkarmayın!” diye sağlam bir söz almıştık ve sizin üstünüzü; seçkininiz Mûsâ’yı Tûr’a/dağa yükseltmiştik/çıkarmıştık.

64.Bir de siz, bundan sonra yüz çevirdiniz. İşte eğer üzerinizde Allah’ın armağanı ve rahmeti olmasa idi kesinlikle siz zarara uğrayanlardan olmuştunuz.

(Bakara: 63-64)

93.Ve hani Biz sizden, “Size verdiğimiz Kitab’ı kuvvetlice alın ve dinleyin” diye sağlam söz almış ve sizin üstününüzü/ seçkininiz Mûsâ’yı Tûr’a yükseltmiştik/ çıkarmıştık. Demişlerdi ki: “Dinledik ve isyan ettik/iyice sarıldık.” Ve gerçeği bilerek reddetmeleriyüzünden altının ilâhlığı kalplerine içirilmişti. De ki: “Eğer inananlar iseniz, inancınızın size emrettiği şey ne çirkindir!”

(Bakara/ 93)

154-158.Ve söz vermeleri ile birlikte üstlerini/ en değerlilerini/Mûsâ’yı Tûr’a yükselttik. Ve onlara: “O kapıdan boyun eğip teslimiyet göstererek girin” dedik. Yine onlara: “Tefekkür/kulluk gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın âyetlerine inanmamaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz örtülüdür/ sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, küfretmeleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmeleri nedeniyle kalplerine damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve Allah’ın ilâhlığına ve rabliğine inanmamaları ve Meryem’in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ’yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa O’nu öldürmediler ve O’nu asmadılar. Ama onlar için, Îsâ, benzetildi. Gerçekten O’nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir yetersiz bilgi içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir bilgileri yoktur. O’nu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah O’nu, Kendine yükseltti/ derecesini artırdı. Ve Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

(Nîsâ: 154-158)

Âyetteki zann sözcüğü burada yakîn= kesin bilgi anlamındadır ve muhtemelen Mûsâ peygambere Tevrât’ın vahyedilmesi sırasında meydana gelen yer sarsıntısı, yıldırım, şimşek gibi doğal afetlere atıfta bulunulmaktadır.

İsrâîloğullarının yaşadığı bu olay Kitab-ı Mukaddes’te de yer almaktadır:

Mûsâ halkın Tanrı’yla görüşmek üzere ordugâhtan çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular. Sînâ Dağı’nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü RABB dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu.[89]

172,173.Hâlbuki senin Rabbin, kıyâmet günü, “Biz, bunlardan bilgisizdik” demeyesiniz yahut “Bundan önce atalarımız ortak koşmuş, biz onlardan sonra gelen kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi değişime/ yıkıma uğratacaksın?” demeyesiniz diye, Âdemoğulları’nın sulbünden onların soylarını alır ve onları kendi nefislerine tanık eder; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Elbette Rabbimizsin, tanıklık ediyoruz.”

Hiç kuşku yok ki Kur’an hem mübin [apaçık], hem de mufassaldır [tafsilâtlıdır]. Kur’ân’ın böyle olduğu Rabbimizin beyanı ile sabittir. Böyle olmasına rağmen Kur’an’daki bazı ifadelere -sanki anlaşılmamış veya anlaşılamazmış gibi- açıklama getirmek için asılsız rivayetlere müracaat edilmiş ve tutarsız yorumlar yapılmıştır. Bunların sonucu olarak ortaya dinimizle hiç alâkası olmayan binlerce acayip kavram ve inanış çıkmıştır. Bunlardan biri de “Kalu Bela” veya “Elest Bezmi” kavramıdır. Bu kavram, surenin 172–174. ayetlerinin açıklaması için uydurulan rivayetlerde icat edilmiştir.

KALU BELA / BEZM-İ ELEST

A’râf suresinin 172–174. ayetleri dirayetle anlaşılmaya çalışılmadığı için, açık olmayan, gaybî manalar içeren bir ayet muamelesi görmüş ve ayetlerin anlaşılıp anlatılması da uydurmacılara kalmıştır. Bu konudaki uydurmacılar ve uydurulanlar o kadar çoğalmıştır ki, “Kalu Bela” veya “Bezm-i Elest” adlarıyla özel bir tasavvuf kültürü ve edebiyatı meydana gelmiştir. Bu gidişatın doğal sonucu olarak konunun kaynağı olan A’râf suresinin 172–174. ayetlerinin meali de dirayetsizce ve ortaya çıkan uydurmalar doğrultusunda yapılmıştır.

Aşağıdaki meal, mevcut meallerin bir çoğuna da örnektir:

“Hani Rabbın; âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş: Ben sizin Rabbınız değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.

Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise, onların ardından gelen bir nesiliz, bizi bâtıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin demeyesiniz.

İşte biz âyetleri böyle uzun uzadıya açıklarız. Belki dönerler diye.

Görüldüğü gibi, yapılan meal yeterince anlaşılır değildir. Arapça bilgilerine güvenerek ayetleri böyle meallendirenler de büyük olasılıkla kendi yaptıkları bu mealden bir şey anlamamışlardır. Söz konusu ayetlerin sonunda “İşte biz ayetleri böyle uzun uzadıya açıklarız” denilmesine rağmen yapılan mealleri neden yeterince anlaşılır değildir, bunun üzerinde dikkatle durulması gerekir. Bize göre sorun, âyetlerden bir şey anlayabilmek için rivayetçilerin eteğinden tutmak ve onların “Rasülüllah bu konuda şöyle buyurdu …” diye yaptıkları yalan yanlış açıklamaları itirazsız kabul etme alışkanlığından kaynaklanmaktadır. Her konuda rivayete ihtiyaç duyma alışkanlığı, o konuyla ilgili âyetlerin anlaşılmasında ortaya konması gereken tefekkür ve gayreti azaltan bir etki yapmaktadır.

Mesela İbn-i Kesir bu konu ile ilgili olarak tefsirinde on farklı rivayete, Suyutî ise ed-Dürrü’l-Mensur adlı eserinde yaklaşık elli rivayete yer vermiştir. Özellikle peygamberimize isnat edilerek rivayet edilmiş bu haberlerin hepsi de birbirinden farklı, birbiriyle çelişik, özü ve muhtevası değişik rivayetlerdir. Zihni melekeleri sağlam, akıllı ve düşünen bir insanın bu rivayetlere bakıp “Peygamberimizi bu tutarsız sözlerden, biri diğerini nakzeden bu tür rivayetlerden tenzih ederiz!” demekten başka çaresi yoktur. Peygamberimizi böyle bir kusurdan biz de tenzih ediyor ve bu rivayetlerden Kütüb-ü Sitte’de yer alan iki tanesini ibret için aktarıyoruz:

Rivayet 1:

Müslim İbn Yesar el-Cühenî anlatıyor: “Hz. Ömer RA’dan, “Rabbin Âdemoğullarından; bellerinden zürriyetlerini … (A’raf 172-173)” âyetinden soruldu. Hz. Ömer RA. şu cevabı verdi: “Bu âyetten Rasülüllah’a da sorulmuştu. O şöyle açıkladı: “Allah, Âdem’i yarattı sonra sağ eliyle meshedip ondan bir zürriyet çıkardı ve: “Bunlar cennet içindir, bunlar cennet ehlinin ameliyle amel ederler” dedi. Rabb Teala, ikinci defa sırtını okşadı, ondan bir nesil daha çıkardı ve: “Bunları da cehennem için yarattım, bunlar da cehennem ehlinin amâlini işleyecekler” dedi.

Cemaattan bir adam: “Ey Allahın Rasülü! (Kaderimiz ezelden yazılmış ise) niye amel ediyoruz? diye sordu. Rasülüllah şu açıklamayı yaptı: “Allah bir kişiyi cennet ehli olarak yaratmışsa onu cennet ehlinin amelinde çalıştırır. Öyle ki cennetliklerin bir ameli üzere ölür ve Allah da onu cennetine koyar. Aksine bir kulu da cehennem ehli olarak yaratmışsa, onu da cehennemliklerin amelinde istimal eder. Öyle ki bu da cehennemliklerin bir ameli üzere ölür, Allah da onu cehenneme koyar.”[90]

Rivayet 2:

Ebu Hüreyre anlatıyor: Rasülüllah buyurdular ki: “Allahü Zülcelâl Hazretleri Âdem’i yarattığı zaman sırtını meshetti. Bunun üzerine kıyamete kadar onun neslinden yaratacağı insanlardan her birinin iki gözü arasına nurdan bir parlaklık koydu. Sonra hepsini Âdem’e arzetti. Âdem:

“-Ey Rabbim bunlar kim? diye sordu.

“-Bunlar senin zürriyetindir” dedi.

Onlardan bir tanesi dikkatini çekti, gözlerinin arasındaki parlaklık çok hoşuna gitmişti.

“-Ey Rabbim şu da kim?” diye sordu.

“-Dâvûd!” deyince.

“-Pekâlâ, ne kadar ömür verdin?” diye sordu.

“-Altmış yıl!” dedi.

Âdem:

“-Ey Rabbim, ona benim emrimden kırk yıl ilave et!” dedi.

Rasülüllah buyurdular ki: Âdem’in yaşı kırk yıl eksik olarak kesinleşince hemen ölüm meleği geldi. Âdem ona:

“-Yani benim ömrümden kırk yıl daha geride kalmadı mı?” dedi. Melek:

“-İyi ama, dedi, sen onu oğlun Dâvûd’a vermedin mi?”

Âdem inkar etti, zürriyeti de inkar etti, Âdem unuttu ve meyveden yedi. Zürriyeti de unuttu. Âdem hata işledi, zürriyeti de hata işledi.”[91]

Bu rivayetlere dayanılarak Müslümanlar arasında oluşturulmuş inancı şöyle özetlemek mümkündür:

Allah, henüz bedenleri yaratmadan önce ruhları karşısına toplamış ve onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştur. Ruhlar da “Belâ! [Hiç şüphesiz sen bizim Rabbimizsin]” diye cevap vermişler ve böylece Müslüman olmuşlardır.

Konunun özeti bu olmakla beraber, Allah ile ruhlar arasında yapılmış olan bu sözleşmenin yeri ve zamanı konusunda rivayetlerde bir birlik sağlanamamıştır. Şöyle ki: Bazı rivayetlerde bu sözleşmenin Neman bölgesinde [Arafat’tan Mina’ya kadar olan vadide], bazılarında ise Taif ile Mekke arasındaki bölgede yapıldığı yer almaktadır.

Sözleşmenin zamanı konusunda ortaya atılan görüşleri de iki kısımda toplamak mümkündür:

- İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce, zerreler hâlindeki zürriyetlerinden topluca alınmış bir ahit yoktur. Bu sözleşme mecazî anlamdadır ve bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir.

- Allah’ın insanlardan aldığı ahit, insan türünün fiilen dünyaya gelmesinden önce gerçekleşmiştir. Bütün insanların zürriyeti, Âdem’in sırtından zerreler hâlinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu olay mecazî ve temsilî bir anlatım değildir, gerçekten vuku bulmuştur.

RİVAYETLERİN AKLEN VE NAKLEN TAHLİLİ:

- Rivayet 1’de, cemaatten bir adamın sorusuna cevap olarak peygamberimizce yapıldığı öne sürülen açıklama gerçekte bir “açıklama” değil, düpedüz Cebriyeciliktir.

- Konumuz olan ayette insan soyu “Benî Âdem [Âdemoğulları, insanlar]”, “Zürriyetehüm [Âdemoğullarının zürriyetleri/soyları]”, “Min zuhûrihim [Âdemoğullarının sırtları/belleri/sulbleri]” kelimeleriyle çoğul olarak zikredilmiştir. Ayette kesinlikle tek olarak Âdem’den bahsedilmemiştir. Oysa rivayetler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi hep Âdem odaklıdır.

- Ayette konu edilen “ataların şirki” Âdem’e fatura edilemez. Çünkü Âdem müşrik değildir. (A’râf suresinin 189. ayeti ile ilgili olarak Razi ve İbn-i Kesir’in yaptığı açıklamalarda Âdem’e şirk isnat edilmiş, şeytana kulluk yaptırılmış ve kendi çocuğuna “Abdülharis [şeytanın kulu]” adını verdiği ileri sürülmüştür.)

- Rivayetlere bakılırsa, insan misak vaktinde ve dünyada, kabirde, kıyamette hayat bulmuştur. Bu kabule göre onun yine misaktan sonra ve dünyada, kabirde ölmesi gerekir. Böyle bir anlayış, insanın doğmadan önce ölü olduğunu, sonra canlanıp dünyaya geldiğini, daha sonra öldüğünü ve en sonunda da diriltilip haşrolunduğunu bildiren Mümin suresinin 11. ve Bakara suresinin 28. ayetlerine, dolayısıyla da gerçeğe terstir.

- Rivayetlerde sözleşmenin tarafı olarak zerrelerden söz edilmekte ve Rabbimiz tarafından bildirilmemiş bilgiler verilmeye çalışılmaktadır. Oysa herhangi bir sözleşmede taraf olacakların akıllı ve reşit olmaları gerekmektedir. Dolayısıyla insanların zerreler hâlinde iken taraf oldukları bir sözleşmeden sorumlu tutulmaları mantıklı değildir. Zaten bu sözleşmeyi bilen ya da hatırlayan tek kişi bile yoktur.

Rivayetlerle ilgili olarak daha onlarca ta’n [ayıplama, kınama, suçlama] noktası sıralamak mümkündür. “Bir delinin kuyuya attığı taşı bin akıllı çıkaramaz” özdeyişi de göstermektedir ki, dinî literatürümüze girmiş bu tür akıl dışı görüşlerin ayıklanabilmesi, bu inanç ve kabullerin zihinlere yerleşmesinden çok daha zordur. Nitekim milyonlarca Müslüman hâlâ bu konudaki asılsız rivayetlerin tesiri altında kalmaya devam etmekte ve “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna “Kâlû Belâ’dan beri” diye cevap verme gereğini duymaktadır.

KONUMUZ OLAN AYETLERİN TAHLİL DÜZENİ:

Konumuz olan üç ayet, 163–174. ayetlerden oluşan pasajın bitim noktasını oluşturmaktadır. Bu pasajda Rabbimizin insanları bazı şeylerle deneyeceği, insanların bir kısmının sorumluluk sahibi olarak duyarlı davranacağı, diğer kısmının ise vurdumduymazlık sergileyerek görevlerini yapmayacağı, bu durumun kıyamete kadar böyle süreceği, sonuçta da sorumsuzların cezalandırılıp sorumluların ödüllendirileceği; ayrıca kâfirlerin seçmiş oldukları yolu gaflet ve bilgisizlikten değil kesinlikle bilinçli olarak istedikleri, bunu da herhangi bir bahaneye başvurmadan itiraf ederek kendi aleyhlerine tanıklıkta bulunacakları bildirilmektedir.

Meal ve tefsirlerin çoğunda rivayetlerin etkisiyle konumuz olan bu ayetlere birçok ekleme yapılmış, bu nedenle de ayetlerin gerçek anlamından ister istemez uzaklaşılmıştır. Biz söz konusu ayetleri sözcük sözcük tahlil etmek suretiyle güvenli bir yol izleyecek, böylece konuyu mevcut meal ve tefsirlerle karşılaştırarak okumak isteyenlerin yapılan ilâveleri daha rahat görmelerini sağlamaya çalışacağız.

Hâlbuki senin Rabbin,

Metinlerde genellikle “vaktiyle”, “bir zamanlar” diye tercüme edilen “ إذiz” edatı, bu edatın “anlamca zait olduğu, birçok yerde kelâmı süslemek için kullanıldığı” görüşündeki bazı tefsirciler ve bunlara itibar edenler tarafından meallerin çoğunda anlamca ihmal edilmiştir. Oysa “iz” edatı, anî ve beklenmedik bir şeyin meydana gelmesini veya anlatılan konuda birden bire yapılan bir dönüşü, değişikliği ifade etmek için kullanılır ve bu edattan sonra anlatılan konunun yer aldığı pasajın başlangıcı olur. Burada ayet “ve” bağlacı ile başlamaktadır. Bu, “iz” edatı ile başlayan konunun daha önceki ayetlerle bağlantılı olduğunu gösterir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, bu bölümün “Hâlbuki senin Rabbin” diye çevrilmesi gerekir.

… kıyamet günü, “Biz, bunlardan gafildik” demeyesiniz, yahut “Bundan önce atalarımız şirk koşmuş, biz onlardan sonra gelen zürriyetiz/kuşaklarız, bâtılı işleyenlerin işledikleri nedeniyle bizi mi helâk edeceksin?” demeyesiniz diye

Bu cümlede Rabbimiz, insanoğlunun yapısına koyduğu üreme sistemi ile her kuşağa, her nesle kendi varlığını en iyi şekilde gösterdiğini belirterek bu sebeple şirk koşanların kıyamet günü mazeret bulamayacaklarını bildirmektedir.

Âdemoğullarının sulbünden onların soylarını alır,

Ayetin orijinalindeki fiillerin tümü geçmiş zaman kipiyle ifade edilmiş olup bu cümlede geçen EHAZE” fiilinin Türkçedeki tam karşılığı “aldı” sözcüğüdür. Ancak insanların yeryüzüne gelişi herhangi bir zaman diliminde olmuş bitmiş bir şey değildir; insanoğlunun yeryüzündeki sorumluluk sınavı son insan nesline kadar devam edecek bir süreçtir. Yüce Allah “Rabb” sıfatıyla insanoğluna bu süreci başarıyla değerlendirebileceği birçok üstün yetenek vermiş, Hakk’ı bulması için kitap indirmiş ve peygamber yollamıştır. Yani, insanoğlunun gerek yetenekleri, gerekse kitaptan ve peygamberden yararlanması süreklidir, daima tekerrür eden bir süreçtir. Dolayısıyla gerek “ehrace” fiilinin gerekse ayette geçen “ اشهدeşhede [tanık etti]”, “ قالواkâlû [dediler]”, “ شهدناşehidnâ [tanık olduk]” fillerinin “şimdiki zaman-geniş zaman” kipiyle meallendirilmeleri gerekir. Söz konusu fiillerin ayette mazi [geçmiş zaman] kipiyle kullanılmış olması, anlatılan olayların gerçekleşeceğinin kesinliğini vurgulamak içindir.

ve onları kendi aleyhlerine tanık eder;

Piyasadaki birçok meal ve tefsirde bu bölüm de eksik olarak “Kendilerine şahit tuttu” gibi ifadelerle meallendirilmiş ve tanıklığın lehte mi yoksa aleyhte mi olduğu belirtilmemiştir. Söz konusu tanıklık, “ala enfüsihim [kendi aleyhlerine]” şeklinde ifade edildiği için aleyhte bir tanıklıktır. Bu husus kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır.

Ben sizin Rabbiniz değil miyim?

Tahlilini yaptığımız konuyu anlayabilmek, bu soru cümlesinin manasını ve pasaj içindeki yerini bilmeye bağlıdır. Hemen belirtmek gerekir ki, piyasadaki birçok meal ve tefsirde yapılmış olan “dedi”, “demişti” gibi eklemeler, ayetin orijinal ifadesinde yoktur.

“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu ile başlayan “Elestü bi rabbiküm?” Kâlû: “Belâ… Şehidnâ.” [“Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Derler ki: “Evet, Rabbimizsin. Tanık oluyoruz” cümlesi, ayette kendisinden önce yer alan “Ve eşhedehüm ala enfüsihim [ve onları kendi aleyhlerine tanık eder]” cümlesinin bedelidir; onu açıklar, tefsir eder. Dolayısıyla, bu cümle Allah’ın insanları kendi aleyhlerine nasıl tanık ettiğini açıklamaktadır.

Verilecek cevabı bilmesine rağmen Rabbimizin insanlara soru yöneltmesi, mesajın karşılıklı konuşma yöntemi ile verilmesi sebebiyledir. Bu metod aynı zamanda bir “Belâğat” sanatıdır. Belâğat ilmine göre soru cümleleri, bir şeyi sorup öğrenmekten daha çok, bir şeyi inkâr ya da takrir için veya muhataba iltifat ve minnet için, yahut da muhatabı tekdir ve sorumlu tutmak için kullanılır.

Bu soru cümlesi ile ilgili olarak yanlış anlamalara, yanlış kavram ve inançların oluşmasına yol açan bir husus da “rabb” sözcüğünün toplumda “ilâh”, “yaratan” anlamında kullanılması sebebiyle cümlenin “Ben sizin Allah’ınız, yaratıcınız değil miyim?” şeklinde anlaşılmasıdır. Oysa “rabb” sözcüğü “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, tekâmülü programlayıp yöneten” demektir. Buna göre soru cümlesinin içerdiği gerçek anlam şöyle takdir edilebilir: “Ben, sizin yaratılışınızı, yaşayışınızı, üremenizi plânlayan; sizi terbiye eden, sizi bir hedef için hazırlayan, size akıl fikir veren; size doğruyu bulma, Rabbinizi bilme, hakikati idrak edebilme güç ve istidadını veren; ayrıca size peygamber yollayan, kitap indiren değil miyim?”

Derler ki: Elbette Rabbimizsin,

Burada geçen “ بلىbelâ” sözcüğü, “neam” sözcüğü gibi “Evet” anlamına gelen bir tasdik edatıdır. Fakat “ نعمneam” sözcüğü, olumlu veya olumsuz her söyleneni tasdik ve takrir için kullanılabilirken “belâ” sözcüğü sadece olumsuz soruya cevap olarak kullanılabilir. Meselâ; “Ali geldi mi?” sorusuna verilen “neam” cevabı, “Evet, Ali geldi” anlamına gelir. Ama soru, “Ali gelmedi mi?” şeklinde sorulacak olursa, bu takdirde “neam” cevabı “Evet, Ali gelmedi” demek olur. “Bela” edatı ise sadece olumsuz soruya cevap olarak verilebileceğinden, daima menfinin sübutunu ifade eder. Dolayısıyla, “Ali gelmedi mi?” sorusuna “belâ” cevabı verilecek olursa, bu cevap “Evet, Ali geldi” demek olur.

Konumuz olan ayette de “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşılık “bela” dendiğinden, cevap da “Evet, Sen bizim Rabbimizsin!” demektir.

Ayetteki bu diyalogdan anlaşılıyor ki, insanlar kıyamet günü kesinlikle inkâra yönelmeyeceklerdir. “Rabb” sözcüğünün anlamı dikkate alınarak, verilen cevap şöyle takdir edilebilir: “Evet, Sen bizim Rabbimizsin; Sen, bizi terbiye ettin, bizi bir hedef için hazırladın; bize akıl fikir verdin, bize doğruyu bulma, Rabbimizi bilme güç ve istidadını verdin, ayrıca bize peygamber yolladın, kitap indirdin. Ama biz bunlara itibar etmeyen suçlular olduk; kendi aleyhimize şahidiz.”

Üreme olayında herkesin tanık olduğu Allah’ın imzasını taşıyan ayetler:

Meninin yapısı, Cinsiyetin belirlenmesi, rahim duvarına asılı olma, Bir çiğnemlik et olma, kemiklerin oluşumu, kemiklerin etle kaplanması, üç karanlıkta yaratılma, sulb teraib, atan su, döllenme şekli, doğum şekli; anne ve bebekte oluşan sevgi bağı vs.

tanıklık ediyoruz

Ayetin bu bölümü de tefsirlerin çoğunda “Senin Rabbimiz olduğuna tanığız” şeklinde yanlış olarak açıklanmıştır. Ayette insanların neye şahit oldukları beyan edilmemiştir. Zaten edebî kurallara uygun olması bakımından da beyan edilmemesi gerekir. Burada, ayetin sibakının delâletiyle “şehidna” fiilinin mef’ulü [tümleci] mahzuf olarak takdir edilen “alâ enfüsina (kendimizin aleyhine)” ifadesidir. Kur’an’ı anlayacak kadar Arapça bilenler, cümlenin siyak ve sibakına [bağlamına] iyi dikkat ettikleri takdirde bu gizli tümlecin “alâ enfüsina” ifadesi olduğunu kolayca anlarlar. Bu nedenle “şehidnâ” ifadesi “Biz kendi aleyhimize tanık oluyoruz” şeklinde anlaşılmalıdır.

Nitekim En’âm suresinde de bu ayetin tefsiri mahiyetinde bir ifade mevcuttur:

130.Ey gizli, âşikar, geleceğin, bugünün insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bugününüze kavuşacağınız hususunda sizi uyaran kendinizden elçiler gelmedi mi? Onlar, “Kendi aleyhimize şâhitiz” dediler. Basit dünya yaşamı onları aldattı ve onlar kendilerinin kesinlikle kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerin ta kendisi olduklarına şâhitlik ettiler.

131.İşte bu; Rabbinin, halkı ilgisiz, bilgisiz iken, ülkeleri haksız yere değiştiren/yıkıma uğratan biri olmayışıdır.

(En’am/ 130, 131)

Yapılan tanıklığın “kendi aleyhlerine” olduğu şeklinde hem bu surenin 37. ayetinde hem de Nahl suresinin 89. ayetinde benzer ifadeler mevcuttur.

Haklarında yeterli ve ikna edici bilgiler bulunmayan kişilerce öne sürülen bazı görüş ve kanaatleri birer akide haline getirmemek, garip rivayetlerin arkasına düşüp yanlışlar içinde kaybolmamak ancak ayetlerin doğru anlaşılmasıyla mümkün olmaktadır. Ayetlerin doğru anlaşılması için Rabbimizin yardımını istemeli, O’ndan ilmimizi, anlayışımızı ve kavrayışımızı arttırmasını talep etmeliyiz. Ankebût/57’de söz verdiği gibi, uğrunda üstün çaba harcayanları Yüce Allah mutlaka kendi yollarına ulaştırır.

174.Ve işte Biz, düşünsünler diye âyetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz.

Gerçekten de Rabbimiz kendi varlığına yönelik kanıtları, uzaklarda aramamıza gerek kalmayacak şekilde çok yakına, kendi bünyemize de yerleştirmiştir. Kendi varlığı hakkında tefekkür eden, biyolojik yapısındaki fiziksel ve zihinsel sistemler, özellikle de üreme sistemi üzerinde düşünen bir insanın “Benim Rabbim Allah’tır!” dememesi mümkün değildir.

175.Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz, sonra da onlardan sıyrılıp çıkan, derken şeytânın peşine taktığı, böylece de azgınlardan oluveren o kişinin ciddî haberini onlara anlat.

176.Ve eğer Biz, dileseydik onu o âyetlerle yüceltirdik, ama o alçaklığa saplandı kaldı ve tutkusuna uydu. Artık onun durumu, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi hâline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte bu, âyetlerimizi yalanlayan toplumun durumudur. O nedenle sen iyice düşünsünler diye bu kıssayı iyice anlat.

177.Âyetlerimizi yalanlayıp, sırf kendilerine haksızlık eden o toplumun durumu ne kötüdür!

Bu pasajda, Allah’ın afak ve enfüsteki [insanın etrafındaki ve iç dünyasındaki] ayetlerine karşı duyarsızlaşarak kendi kalplerini mühürlemiş olan kişiler, tepki gösterme bakımından duyarsız bir köpeğe benzetilmiştir.

Rivayetlerde ayette karakterize edilen kişinin kim olduğu ile ilgili olarak İsrailoğullarından Bel’am b. Bahura, Sayfi b. er-Rahib, Ebu Amir b. Sayfi, Yemen halkından Bel’am, Ümeyye b. Ebu Salt gibi birçok şahsın adı geçmektedir.[92] Bazı rivayetlerde ise, ayette ismi belirtilmemiş olan bu kişi ile Mekke’nin duyarsız müşriklerinin kastedildiği ileri sürülmüştür. Ancak Müslümanlar arasında bu kişinin Bel’am b. Bahura olduğuna dair yaygın bir kanaat vardır. Bu ayet okunduğunda daima bu şahıstan ve onun hakkında uydurulan bir sürü mesnetsiz menkıbeden bahsedilir. Ne var ki, bu rivayet ve görüşlerin hiçbiri de itibar edilecek bir düzeyde değildir. Ayette tasvir edilen kişilikle ilgili olarak bizim de bazı isimleri zikretmemizin nedeni, konu hakkındaki spekülatif yorumların varlığını hatırlatmak ve bu gibi isimler etrafında anlatılan hikâyelere odaklanmayı engellemektir. Çünkü bu tür hikayeler gereksiz yere ilgi çekerek çoğu zaman insanları ayetin asıl mesajından uzaklaştırma riski taşımaktadır. Bu olumsuz durumu önlemek üzere mevcut rivayetleri kısaca hatırlatarak tarihsel değerleri hakkında bilgi vermek yararlı görülmüştür.

Dikkat edilirse ayette kişinin kimliği belirtilmeden karakteri üzerinde durulmuştur. Böylece belirli bir kişi değil, bu karakteri taşıyan herkes kastedilmiştir. Nitekim 177. ayette ifade genelleşerek kastedilenin “bir kişi” olmadığı iyice ortaya çıkmaktadır.

Kötüye örnek gösterilen bu karakterin belirgin özelliği, “vahyi bilmesi” ve “hakikati tanımış olması”dır. Yani bu kişiler sıradan kişiler değildirler. Vahyi bilmelerine, hakikatı tanımalarına rağmen kuruntularına kul olmuş, tutkularına esir olmuşlardır. Dolayısıyla bu ayetler, Kur’an’dan başka kılavuz edinip bilgili sandıkları bazı kişilerin ardına düşenlere “gerçek”ten uzaklaşıp uzaklaşmadıklarını her an kontrol etmeleri gerektiğini hatırlatan “çok önemli uyarı” niteliğindeki ayetlerdir.

Kötüye örnek gösterilen karakterdeki insanların varlığı ve sergiledikleri davranışlar, Kur’an’da birçok kez gündeme getirilmiştir:

23.Peki sen, kendi boş-iğreti arzusunu ilâh edinen ve Allah’ın bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü/ hiç düşündün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim doğru yol kılavuzluğu yapacaktır? Yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?”

(Casiye/ 23)

43.Kötü duygularını, tutkularını kendine tanrı edinen kişiyi gördün mü/hiç düşündün mü? Peki, onun üzerine sen mi vekil oluyorsun?

(Furkan/ 43)

42,43.Ve onlar, var güçleriyle Allah’a yemin etmişlerdi ki, kendilerine uyarıcı bir peygamber gelirse, kesinlikle önderli toplumların her birinden daha doğru yolda olacaklardı. Buna rağmen ne zaman ki kendilerine bir uyarıcı geldi, bu, yeryüzünde bir kibirlenme ve kötülük düzeni yönünden onların sadece nefretlerini artırdı. Hâlbuki kötü düzen ancak kendi düzenbazını çepeçevre kuşatır. O hâlde öncekilerin kanunundan/ onlara uygulanandan başka ne gözetiyorlar? Onun için sen, Allah’ın uygulamasında asla bir değişme bulamazsın. Sen, Allah’ın uygulamasında asla bir başkalaşma da bulamazsın.

(Fatır/ 42, 43)

Ve Enfal/ 31, İsra/ 84, Bakara/ 6, Tövbe/ 80.

178.Allah kime yol gösterirse, işte o kılavuzlandığı doğru yolu bulandır. Kimi de saptırırsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.

Bu ayet, bir önceki pasajda yapılan uyarılarla bağlantılı olarak Müslümanlara sabırlı ve metin olmaları gerektiği mesajını vermekte ve bir anlamda müminler teselli edilmektedir.

179.Ve andolsun ki tanıdıklarınızdan-tanımadıklarınızdan birçoğunu cehennem için türetip ürettik; onların kalpleri vardır, onlarla anlamazlar. Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar duyarsızların ta kendileridir.

İlk bakışta 178. ve 179. ayetlerden insanın doğru yola veya sapıklığa yönelmesinin Allah’ın zorlaması ile olduğu yolunda bir yanlış anlam çıkarılabilirse de, ayetlerin bulunduğu pasajdaki söz akışı dikkate alınarak değerlendirildiğinde Allah’ın kimseyi zorlamadığı görülmektedir. Çünkü cennete girebilecek yeteneklerle donatılmış insan, Allah’ın kılavuzluk ederek gösterdiği yola girmeye kendisi direnmekte, yaptıklarıyla cehennemi hak etmekte ve bunu da kendi aleyhine tanıklık ederek itiraf etmektedir. Dolayısıyla, Allah kimseyi zorlamamakta, tam tersine, serbest bıraktığı insanın kibre kapılarak gösterdiği yola gelmemesini kınamaktadır.

Allah’ın insanları iyiye veya kötüye zorlamadığı konusu, daha önce Tekvir suresinin tahlilinde “Meşiet”; Tin suresinin tahlilinde ise “Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi” başlıkları altında incelenmiştir.

Kendilerine verilmiş olan akıl nimetini kullanmayanlar, ayette dört ayaklı hayvanlardan daha sapık olarak nitelenmiştir. Hayvanların sadece içgüdüleriyle ve doğal ihtiyaçlarının yönlendirmesiyle hareket etmelerine fakat kendi yarar ve zararlarını bilmelerine karşılık, zihinsel ve fiziksel onca donanıma sahip insanın kendi yarar ve zararını ayırt edememesi ve kendi zararına yol açacak davranışlarda bulunması, onun o dört ayaklı hayvanlardan daha aşağı nitelikte olduğunu göstermektedir.

Allah’ın verdiği aklı ve diğer yetenekleri gerektiği gibi kullanmayan duyarsızlar, başka ayetlerde de kınanmıştır:

26.Ve andolsun ki Biz, sizi güçlü kılmadığımız şeylerde onları güçlü kılmıştık; size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara da kulaklar, gözler ve duygular vermiştik. Buna rağmen kulakları, gözleri ve duyguları onlara hiçbir yarar sağlamadı/ kendilerinden hiçbir şeyi uzaklaştıramadı. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey de onları sarıp kuşatıverdi.

(Ahkaf/ 26)

17.Onların durumu, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. Ateş, ateş yakan kimsenin kenarını aydınlatınca, Allah, onların nûrlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez olarak bıraktı. -18Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler! Artık onlar dönmezler.-

(Bakara/ 18)

171.Ve kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmişolan kişilerin hâli, sadece bir çağırma veya bağırmadan başkasını işitmeyen şeylere çoban haykırışı/ karga haykırışı yapan kimsenin hâli gibidir; sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu yüzden onlar akıl da etmezler.

(Bakara/ 171)

46.Peki onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, akıl edecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur.

(Hacc/ 46)

36,37.Ve her kim Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] öğüdünden, anılmasından körleşirse Biz ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun için akrandır/ yandaştır; ve şüphesiz ki yandaşlar/ akranlar, körleşenleri Yol’dan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin kılavuzlandıkları doğru yolda olduklarını sanırlar.

(Zühruf/ 36, 37)

180.Ve en güzel isimler Allah’ındır. Öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları da terk edin. Onlar yapmakta olduklarının karşılığını yakında görecekler.

Bu ayet, tevhit ilkesinden sapanların dikkatlerinin çekilerek uyarıldığı başlı başına bir necm, bağımsız kısa bir pasajdır.

Klâsik kaynaklarda yer aldığına göre bu ayet özel bir nedenle inmiştir:

Namaz esnasında “Ya Rahman, Ya Rahîm” diyen bir kişiyi gören Mekkeli müşrik [Ebu Cehil], “Muhammed ve arkadaşları bir tek Allah’a ibadet etmiyorlar mıydı? Bu adama ne oluyor ki, iki rabbe dua ediyor” demişlerdi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.”[93]

“ الاسماء الحسنىEsma-i Hüsnâ” hakkında, bazısı Allah’ın 99 ismi olduğunu, bazısı 200’den fazla ismi olduğunu iddia eden pek çok rivayet bulunmaktadır. Biz böyle sınırlamaların çok yanlış olduğunu ve Allah için her dilden güzel isimler oluşturulabileceğini düşünüyoruz. Nitekim bu güne kadar Allah’a atfen Çalap, Tanrı, Huda, Yezdan gibi değişik dillerde birçok isim söylenmiştir.

EN GÜZEL İSİM VE SIFATLAR ALLAH’INDIR

“En güzel isimler” ifadesi, bu ayetten başka İsra/110, Ta Ha/8 ve Haşr/24’de olmak üzere Kur’an’da üç yerde daha geçmektedir.

Herhangi bir dilde varlıkları belirtmek üzere bazı anlamsız sözcükler de isim olarak kullanılsa bile, genellikle isimler birer anlamı olan sözcüklerdir. İsimlerin “güzel isim” veya “çok güzel isim” olması, anlamlarının “güzel” veya “çok güzel” olmasına bağlıdır. Dillerin gereği olarak Rabbimizin de kendisini belirttiği, kimliğini niteleyen isimleri ve sıfatları vardır. Ancak bu isimler sıradan sözcükler değil, Rabbimize yakışan “çok güzel”, “en güzel” anlamlı sözcüklerdir.

Kur’an’da Rabbimiz kendini birçok farklı isim ve sıfatla anmıştır. İncelendiğinde bunların bir kısmının zatına ait, diğer bir kısmının da yarattıkları ile ilişkilerini niteleyen isim ve sıfatlar olduğu görülür.

“En güzel isimler” ifadesinin yer aldığı cümleler, yapı itibariyle “Kasr” ifade etmektedirler. Yani bu ifade cümleye “en güzel isimler sadece Allah içindir” şeklinde bir vurgu kazandırmaktadır. Bu vurgu, kullara ait olan isimlerin “en güzel” derecesine ulaşmadığını ve ulaşamayacağını ifade eder. Dolayısıyla yaratılmışlar için “en güzel isimler” değil, ancak “güzel isimler” söz konusu olabilir. Meselâ, insanlar “bilen” olabilirler ama “en iyi bilen” sadece Allah’tır. Bu sebeple Allah’a ait tüm isim ve sıfatlar mübalâğa kalıplarıyla; “en iyi bilen”, “her şeyi en iyi bilen” örneklerinde olduğu gibi ifade edilmiştir.

Allah’ın isim ve sıfatları ile ilgili olarak geçmişte ve günümüzde birçok çalışma yapılmıştır. Bu konu geçmiş dönemlerde birçok inanç ekolünün de ortaya çıkma nedenidir. Söz konusu ekollerin Akaid [Kelam] ile ilgili klasik eserlerden tetkik edilmesi mümkündür.

ALLAH’IN ÇOKÇA ANILAN ESMA-İ HÜSNÂ’SI [EN GÜZEL İSİMLERİ]

Adl: Çok adaletli, mutlak adil.

Afüvv: Affeden, bağışlayan.

Ahir: Varlığının sonu olmayan.

Alim: Her şeyi çok iyi bilen, hakkıyla bilen.

Aliyy: Çok yüce, yüceltici.

Allah: O’nun zat ve özel ismidir. Diğer isimler fiilleri, sıfatları ve tecellileri ile ilgilidir.

Azim: Çok ulu, sonsuz büyük.

Aziz: Üstün, kuvvetli, güçlü, şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan, galip olan.

Bâ’is: Öldükten sonra dirilten.

Baki: Varlığının sonu olmayan.

Bâri: Yaratan, kusursuzca var eden.

Basîr: Her şeyi gören, çok iyi gören.

Bâsit: Ruhları bedenlere yerleştiren, genişleten, açan ve bolluk veren.

Bâtın: Gizli, her şeyde gizli, O’ndan gizli bir şey olmayan.

Bedi: Örneksiz yaratan.

Berr: Kullarına şefkatli olan, iyilik yapan.

Cebbar: Dilediğini zorla yaptıran, ulaşılmaz, azametli, ihtiyaçları gideren, işleri düzelten, derman veren.

Celil: Ululuk, azamet ve büyüklük sahibi, emir ve yasak koyma hakkına sahip.

Darr: Dilediğine belâ verici, zarar verici, O’nun takdiri olmadan kimseye zarar verilemeyen.

Evvel: Varlığının başı olmayan.

Fettâh: Hayır kapılarını açan, hüküm veren.

Gaffar: Günahları tekrar tekrar, çokça bağışlayan.

Gani: Çok zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan.

Ğafur: Kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır.

Habir: Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar.

Hadi: İstediğini hidayete erdiren.

Hâfid: Aşağıya indiren, alçaltan, değerini azaltan.

Hafiz: Gözetici, koruyucu.

Hakem: Hükmedici, bilgisi ve adaletiyle nihai hükmü veren.

Hakim: Hikmet ve hüküm sahibi, yerli yerine koyan.

Hakk: Hak ve hakikatin kendisi, gerçeklerin gerçeği.

Hâlik: Yaratıcı.

Halim: Yumuşak davranan.

Hamid: Hamd edilen, övülen, övgüye lâyık bulunan, öven.

Hasib: Hesap görücü, her şeyi saymışçasına bilen, hesaba çeken.

Hayy: Her zaman diri.

Kabid: Ruhları kabzeden, sıkan, daraltan, rızkı belli ölçülerde veren.

Kâdir: İstediğini istediği gibi yapamaya gücü yeten.

Kahhâr: İsyankarları kahreden, hiçbir şekilde mağlûp edilemeyen, üstün gelinemeyen.

Kavi: Her şeye gücü yeten, kudretli olan.

Kayyûm: Her şeyi ayakta tutan, koruyan, diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürüten, hiçbir şeyin gizli kalmadığı.

Kebir: Mutlak büyük.

Kerim: Çok cömert, istemeden veren, vesilesiz ihsan eden.

Kuddûs: Her türlü kötülük ve eksiklikten uzak, temiz, kutsal, yüce ve saygın olan.

Lâtif: Lütfedici, gizliyi bilen.

Mâcid: Şanı yüce, ulu ve cömert.

Malikü’l-Mülk: Mülkün ebedî sahibi.

Mâni: Dilediğini engelleyen.

Mecid: Şanı büyük ve yüksek, ikramı çok, yüce.

Melik: Her şeyin hâkimi, bütün kâinatın hükümdarı.

Metin: Çok sağlam, kuvvetli.

Muaahhir: İstediğini sona erteleyici, yüksek mertebelerden indirilen.

Muğni: Dilediğini zengin eden.

Muhsi: Her şeyin sayısını bilen.

Muhyi: Hayat veren, dirilten.

Muid: Öldükten sonra tekrar dirilten.

Muiz: İzzet veren, yükselten.

Mukaddim: İstediğini öne alıcı, dilediğinin mertebesini yükselten.

Mukît: Bütün canlıların gıdasını veren.

Muksit: Adalet gösterici, adaletin gerçek sahibi, hükmünde adil.

Muktedir: Kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden, mutlak güç sahibi.

Musavvir: Tasvir eden, her şeye şekil ve suret veren.

Mübdiü: Maddesiz ve örneksiz yaratıcı, yoktan yaratıp var eden.

Mücîb: Duaları kabul eden.

Müheymin: Gözetici ve koruyucu olan, doğrulayıcı ve güvenilir.

Mü’min: Güven veren

Mümit: Öldüren, ölümü yaratan.

Müntekim: İntikam alan (ceza vererek adaleti sağlayan).

Müte’ali: Pek yüce, yüceler yücesi, aklın alabileceği her şeyden pek yüce.

Mütekebbir: Büyüklük ve ululukta tek olan, her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren.

Müzill: Alçaltan, zillet veren, hor ve hakir eden.

Nafi: İstediğine fayda sağlayan, O’nun takdiri olmadan kimseye yarar verilemeyen.

Nur: Âlemleri nurlandıran, aydınlatan.

Râfi: Dereceleri yükseltici, rızkı yükseltici.

Rahîm: Acıyıcı.

Rahman: Yarattığı bütün canlılara nimet veren.

Rakîb: Bakıp gözeten ve kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen.

Rauf: Çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayan.

Reşid: Doğru yolu gösteren.

Rezzak: Rızk ihsan edici, tekrar tekrar, bol bol rızk veren.

Sabur: Çok sabırlı, sabreden, cezayı erteleyen.

Samed: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her şey kendisine muhtaç olan.

Selâm: Bütün ayıplardan arınmış. Selâm sahibi‚ yani her çeşit ayıptan selâmette‚ her türlü afetten beri.

Semi: İşitici.

Şehid: Her şeye şahit olan, O’ndan saklı olmayan.

Şekûr: Kullukları kabul edici, az amele çok sevap veren, şükrü kabul edip çok ihsan eden, şükredilen.

Tevvab: Tövbeleri çokça kabul eden, çok tövbe fırsatı veren.

Vâcid: İstediğini istediği an bulan, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan.

Vahid: Tek ve eşsiz. Zatında, isimlerinde, sıfatlarında, işlerinde ve hükümlerinde, asla ortağı veya benzeri, dengi bulunmayan.

Vali: Yardım eden, destek veren, veliyy, dost, işleri düzenleyen, yöneten ve idare eden.

Vâris: Bütün servetlerin gerçek sahibi.

Vâsi: İlmi ve rahmeti geniş ve sınırsız, geniş olan.

Vedûd: Seven, bütün mahlûkatın hayrını isteyen, onlara ihsan eden.

Vehhab: Karşılıksız veren, sonu gelmeyen bağışların sahibi.

Vekil: Her şeye vekil.

Veliyy: Yol gösteren, yardım eden, koruyan yakın.

Zahir: Görünen, varlığı aşikâr olan.

Zü’l-Celali ve’l -İkram: Ululuk ve ikram sahibi.

Bu isim ve sıfatlardan tamlama yapmak suretiyle Rabbimizin her bir eylemini mübalâğa kalıplarıyla “en güzel isimler” hâline getirmek de mümkündür. Meselâ; “Rabbü’l-Âlemin [Âlemlerin Rabbi]”, “Maliki Yevmi’d-Dîn [Din Günü’nün Sahibi]”, “Allâmü’l-Guyûp [Gayıpları En İyi Bilen]”, “Settârü’l-Uyûp [Ayıpları Çokça Örten]”, “Gaffârü’z-Zünûp [Günahları Çok Bağışlayan]”, “Razzâku’l-Âlemîn [Âlemleri Çokça Besleyen]”, “Hayru’r-Râzikîn [Rızk Verenlerin En Hayırlısı]” gibi.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla