Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 10:20 PM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Ashab-ı Uhdud olayı ile Musa peygamber ve Firavun arasında geçen olay arasında, hükümdarların inananlara uyguladığı vahşetin büyüklüğü açısından benzerlik vardır. Detayları A’râf suresinin 103-130. ayetlerinde anlatılmış o olayda da Firavun, Musa peygambere yenilen sihirbazların Allah’a iman etmeleri üzerine, Ashab-ı Uhdud’a uygulanan vahşetin bir benzerini sergilemiştir:

123-126Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle asacağım.” Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler de dediler ki: “Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.” –“Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!”–
127Firavun toplumundan ileri gelenler de, “Seni ve senin ilâhlarını/ seni ilâh edinmeyi terk etsinler de yeryüzünde kargaşa çıkarsınlar diye mi Mûsâ'yı ve toplumunu serbest bırakacaksın?” dediler. Firavun dedi ki: “Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve biz onlar üzerinde ezici bir güce sahip kimseleriz.”
128Mûsâ, toplumuna dedi ki: “Allah'ın yardımını isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı yapar. Mutlu son da Allah'ın koruması altına giren kimseler içindir.”
(A’râf /123-128)

Ashab-ı Uhdud’a yapılanların Büruc suresinde anlatılması, “Giriş” bölümünde de ifade edildiği gibi, o dönemde Mekkeli Müslümanlara yapılmakta olan eziyetler nedeniyledir.
Tarih kitaplarında verilen bilgilere göre Kureyş önce İslâm’ı seçen kölelere ve toplumun zayıf, güçsüz ve kimsesizlerine karşı savaş açmıştır. Yapılan işkenceler, dövmek, günlerce aç susuz bırakmak, üzerlerine büyük taş parçaları koyarak kızgın kumlarda yatırmak ve akıllara durgunluk verecek buna benzer vahşice uygulamalar şeklindeydi. Meselâ Bilâl gibi İslâm’ı ilk seçenlerden biri olan Yasir, ayaklarından develere bağlanmak suretiyle parçalanarak öldürülmüş, bu manzara karşısında isyan eden Yasir’in eşi Sümeyye de Ebucehil tarafından karnına mızrak saplanmak suretiyle katledilmiştir. Bu ikisinin oğulları olan Ammar ise işkenceye dayanamamış, kalbi iman dolu olduğu hâlde diliyle inkârda bulunmuştur. Yine cefakâr Müslümanlardan biri olan Habbab b. Eret, İslâm düşmanı bir kadın olan Ümmü Anmar’ın azatlı kölesi olmasına rağmen, Müslüman olduğu için eski sahibi tarafından kızgın demirlerle dağlanmıştır.
4. ayetteki “قتل kutile” sözcüğünün anlamı “öldürüldü” demektir. Ancak İbn-i Abbas gibi bilginlere isnat edilen bazı rivayetlere dayanılarak sözcük “lânet olsun!” anlamında beddua olarak kullanılmaya başlanmış ve hâlâ da bu anlamda kullanılmaya devam edilmektedir. Tebbet suresinin tahlilinde detaylı olarak açıklandığı gibi, Rabbimizin beddua etmesini mantıklı görmüyor ve bu tarz ifadeleri uygun bulmadığımızı bir kez ifade ediyoruz.
9. ayetin sonundaki “ve Allah her şeye şahittir” ifadesi, deyim yerindeyse Allah’ın gözünden hiçbir şeyin kaçmadığını vurgulamaktadır. Bu ifade müminler için ne kadar büyük bir ümit kaynağı ise, zalim müşrikler için de bir o kadar tehdit ve uyarı unsurudur.

10. Ayet:

10Şüphesiz ki inanan erkek ve kadınları ateşlerde işkence edip sonra da tevbe etmeyenler için cehennem azabı vardır, yangın azabı da onlar içindir.

İbret alınması gereken tarihî Uhdud olayının anlatılmasından sonra, bu ayetten başlayarak bazı ilâhî ilkelerin açıklanmasına geçilmiştir.
10. ayet çok önemli bir konuya dikkat çekmektedir. Bu, müminleri ateşe atıp da tövbe etmeyenler için cehennem azabından başka bir de “yangın azabı”nın var olduğu konusudur. “Yangın azabı” ifadesini, müminleri yakanların kendilerinin de yanacakları şeklinde anlamak eksik bir anlayıştır. Bize göre “yangın azabı”, cehennem azabından ayrı ve başka bir azaptır. Bu azap, müminleri ateşe atıp da tövbe etmeyenlerin bu dünyada çekecekleri ruhsal acıdır, özellikle vicdan azabıdır. Dolayısıyla ayetteki “yangın azabı” sadece Ashab-ı Uhdud’u yakanlara mahsus olmayıp genel bir ilâhî ilkeyi ifade etmektedir.
Ayetin bir başka mesajı da kâfirlere bir ümit ışığı olarak tövbe kapısının açık tutulduğudur. Nitekim tarihe baktığımız zaman, müminlere pek çok zararları dokunmuş kimselerin bu açık kapıdan girerek [tövbe ederek] mümin oldukları, kendilerini kurtardıkları gibi İslâm’a da hizmette bulundukları görülmüştür. Bu durumun en iyi örneği Halid b. Velid’dir.
“Ateşlere salıp” diye çevirdiğimiz “fetenu” sözcüğü, altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin cürufunu hasından ayırmak için yüksek sıcaklıkta eritilmesi anlamındaki “fetn” kökünden gelmektedir. Sözcük, “ateşte yakıp eritmek” anlamı doğrultusunda “denemek, imtihana tâbi tutmak, sıkıntıya-belâya sokmak, ayrılık, iç çekişme, kavga, kargaşa, kışkırtma, baştan çıkarma, birbirine düşürme” anlamlarında da kullanılmaktadır. Dikkat edilirse bu anlamların hepsi de acı ve ıstırap içeren, mecazî anlamda ateş gibi yakıp eriten bir ima taşımaktadır. Bu sebeple ayetin ifade ettiği manayı sadece “müminleri ateşe atmak” olarak değil, “Müslümanları birbirine düşürmek, baştan çıkarmak, başlarını belâya sokmak” olarak da anlamak gerekir. Bu konuyla ilgili detay Sad suresinde verilecektir.
Ayrıca şu gerçeğin hatırlanmasında da yarar vardır: Müslümanlar bu dünyada her zaman İbrahim peygamber, peygamberimiz, Ashab-ı Uhdud’da bahsedilen inananlar, Yasir, Sümeyye, Bilâl ve diğer bir çok mümin gibi eza ve cefa içinde bulunacaklardır.

186Hiç kuşkusuz siz, mallarınız ve canlarınız konusunda yıpranacaksınız/imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine Kitap verilen kimselerden ve ortak koşan kimselerden birçok eza; can sıkıçı, sinir bozucu şeyler de işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'ın koruması altına girerseniz, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. (Âl-i Imran/ 186)


39-41Kendilerine savaş açılan kimselere, kendileri haksızlığa uğramaları; onlar, başka değil sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmaları nedeniyle savaşmalarına izin verildi. (Hacc/ 40)



11. Ayet:

11Kesinlikle inanan ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte bu, büyük kurtuluştur.

Ayette geçen “الفوز fevz” sözcüğü “kurtuluş” ve “başarma” demektir. Burada, inananlara ve sâlihâtı işleyenlere Allah’ın ikramda bulunacağı ve onlardan razı olacağı, cennet vaadi ile ifade edilmektedir. Aslında sırf ahiretteki azaptan kurtulmak bile büyük bir başarıdır. Bunun üzerine bir de altlarından ırmaklar akan cennetleri elde etmek ise en büyük zaferdir.

12. Ayet:

12Rabbinin kıskıvrak yakalaması gerçekten çok şiddetlidir.


İşte, surede kasemlerle dikkat çekilen, kanıtlarla ispat edilmek istenen yargı budur. Kasem cümlesinin cevabı olan bu ayette Rabbimiz zalimlerin yaptıklarının yanlarına kâr kalmayacağını, adaletin mutlaka sağlanacağını, suçluların ve zalimlerin kıskıvrak yakalanacağını bildirerek kasemle dikkatleri çektiği hükmünü belirtmektedir.
Bu ayette kısa bir açıklama şeklinde yapılan uyarı, Hud suresinin 25-103. ayetlerinde Nuh peygamber ile kavmi arasındaki ilişkiyle başlayıp Musa peygamber ile Firavun arasındaki ilişkiye kadar devam eden geniş açıklamalarla detaylandırılmış ve pasaj şu ayetlerle bağlanmıştır:

100İşte geçmişe yönelik bu anlatım, kentlerin ciddî haberlerinden, önemli bilgilerindendir. Biz, onu sana anlatıyoruz; onlardan ayakta olan ve biçilmiş ekin olan da vardır.
101Ve onlara Biz haksızlık etmedik; fakat onlar kendilerine haksızlık ettiler, yanlış; kendi zararlarına iş yaptılar. Onun için Rabbinin emri geldiğinde, Allah'ın astlarından taptıkları tanrıları, onlara hiçbir şey sağlamadı ve onlara ziyandan başka bir şey arttırmadılar.
102Ve Rabbin, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olan kentleri yakaladığında, O'nun yakalayışı işte böyledir. Şüphesiz O'nun yakalaması pek acıklıdır, çok çetindir! (Hud/ 100-102)



13. Ayet:

13Kesinlikle ilk yaratan, sonra öldürüp yeniden yaratan yalnızca O'dur.

Bu ayet ilk bakışta bu evrendeki yaratılışı ve kıyamet sonrasındaki dirilişi çağrıştırmaktadır. Ancak evrene dikkatle bakıldığında, her şeyin sürekli bir yenilenme ve sürekli bir çürüme içinde olduğu görülmektedir. Bu, evrende her an gerçekleşen bir ilk yaratılışın, bir ölümün ve her ölenin yerine yeni bir dirilişin söz konusu olduğu anlamına gelmektedir. “Başlatma ve iade etme” sözünün işaret ettiği bu döngünün en belirgin örneği gece ile gündüzün sürekli meydana geliyor olmasıdır.
Başlattığı evrende tüm bu işleyişi gerçekleştiren, dolayısıyla hem başlatan hem de iade eden, sonuçta da kıyametle sona erecek olan evreni ahiret yaşamı ile iade edecek olan, bunları yapan ve yapabilecek olan sadece Allah’tır.

14. Ayet:

14Ve O, çok bağışlayandır, çok sevendir,

Günahı ne kadar büyük olursa olsun, isyanı ne kadar aşırı olursa olsun, tövbe edip dönüş yapan herkese açık bir kapı olan “bağışlanma”, Allah’ın hiçbir engel tanımayan rahmetinden, coşkun lütuf ve ihsanından kaynaklanmaktadır. Sevgi ise, her durum ve koşulda Rabbini tercih eden müminlere Allah’ın lütufkâr, cömert ve yumuşak yaklaşımını ifade etmektedir.

15. Ayet:

15en büyük tahtın sahibidir, ikramı çok olandır,

“العرش Arş” sözcüğü, iktidar alameti olan “kral koltuğu, taht” demektir. “Arşın sahibi” ifadesi ise yeryüzünün, gökyüzünün, içindeki varlıklarıyla tüm evrenin tek sahibi, tek yöneticisi, tek hükümranı anlamına gelir. her şeyin ve herkesin sahibi olan bu yüce varlık, kimsenin ve hiçbir şeyin kendisinden kaçamayacağı Allah’tır.
Ayette Allah’ın “المجيد Mecid [Yüce]” olduğu belirtilerek insanoğluna âciz bir varlık olduğu hatırlatılmaktadır.

16. Ayet:

16dilediğini en ileri derecede yapandır.

Yani; “O, en sonunda istediğini yapandır, dilediğini dilediği şekilde yapandır. O’na itiraz edilemez, O’nun iradesine karşı çıkılamaz ve O’na engel olunamaz. Çünkü kâinatta hiç kimse ve hiçbir şey O’nun gibi güçlü değildir, hiçbir güç O’nu mağlûp edemez.”
Bundan dolayı O, dostlarını cennetine sokar ve buna kimse mani olamaz. Düşmanlarını cehennemine sokar ve onlara kimse yardım edemez. Suçluların kimisini hemen cezalandırır, kimisine cezalandıracağı vakte kadar dilediğince mühlet verir; kimisine dünyada, kimisine de ahirette azap eder. Bütün bunları ve bunların dışında kalan her şeyi dilediği gibi yapar.

17, 18. Ayetler:

17,18O orduların; Firavun ve Semûd'un haberi sana geldi mi? Elbetteki geldi

Hatırlanacağı üzere, Kur’an’da Firavun’dan daha önce de söz edilmişti. Artık muhatapların bu konuları iyi bildiği kabul edildiğinden, hatırlatmak için sadece bir işaretle yetinilen Firavun konusu bundan sonraki surelerde de sık sık hatırlatılacaktır.
Kur’an’ın Firavun ve yandaşlarına “ordular” adını vermesi, onların kuvvetlerine ve organize oluşlarına işaret etmektedir.

19, 20. Ayetler:

19Fakat o kâfirler; Allah'ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler hâlâ bir yalanlama içindedirler. 20Oysa Allah onları arkalarından kuşatıcıdır.


Yani “Bu inkârcılar Benim avucumun içindedirler. Ben bunları yok etmeye ve yalanlamalarının cezasını hemen vermeye kadirim. Öyleyse yalanlamalarından ötürü sabırsızlık gösterme, onlar Benim elimden kurtulamazlar.”

Allah’ın “المحيط Muhit [Kuşatıcı]” olması

Bu ifade, Allah’ın inkârcıları arkalarından kuşatarak kaçacakları bir yer bırakmamak üzere yollarını kestiğini, onlara her zaman ve her yerde güç yetirdiğini, onları avucunun içine aldığını belirtmektedir.
Ancak “kuşatma” sözcüğü ile Fetih suresinin 21, İsra suresinin 60 ve Yunus suresinin 22. ayetlerindeki gibi “helâkin yakınlığını ifade eden bir kuşatma” da kastedilmiş olabilir. Bu takdirde “Bunlar, yalanlamak suretiyle kendilerini bir helâkle karşı karşıya getiriyorlar” denmek istenmiş ve inkârcıların bir helâkle yüz yüze oldukları ifade edilmiş olabilir.
Bu ifadeyle, bir diğer anlam olarak; “Allah onların bütün yaptıklarını biliyor, Allah onların yaptıkları şeyleri [ilmiyle] çepeçevre kuşatmıştır, dolayısıyla da yaptıklarına karşılık ceza verme zamanını bekliyor” manası da kastedilmiş olabilir.


21, 22. Ayetler:

21,22Aksine o, korunmuş levhada şerefli bir Kur’ân'dır.


Bu iki ayet konu dışıdır. Bu durum, bu iki ayetin ayrı bir necm olduğu anlamına gelmektedir. 21. ayetin başındaki “ بل bel [aksine]” edatı, bu iki ayetin müşriklerin Kur’an’a sataşmalarına karşılık olarak inmiş olduğunu düşündürmektedir. Ancak bu sataşmanın yeri, zamanı ve nasıl olduğu hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. Bununla beraber biz, bu ayetlerin Abese suresinin 11-16. ayetlerinden oluşan necmin devamı olduğu kanaatini taşımaktayız. Çünkü Abese suresinin 11. ayetinin başındaki “ كلاّ kellâ [Hayır… Hayır…]” sözcüğü ile buradaki 21. ayetin başındaki “بل bel” edatı bir bütünlük arz etmektedir. Bu takdire göre ise, aşağıdaki gibi bir pasaj oluşmaktadır:

11- Hayır… Hayır… Hiç de öyle değil! O, bir düşündürücüdür.
12- Dileyen onu düşünüp öğüt alır;
13- değerli sayfalar içindedir,
14- yüceltilmiş, tertemiz temizlenmiş,
15- sefirlerin ellerinde;
16- saygın, güvenilir.
21- Aksine o, Mecid/ şerefli bir Kur’an’dır.
22- Korunmuş levhada.

15. ayette Allah’ın sıfatı olarak zikredilen “ المجيد Mecid [yüce, şerefli, köklü]” sözcüğü, 21. ayette Kur’an için zikredilmiştir. Bu da, Allah’ın sözünden daha yüce, daha üstün, daha köklü bir söz olmadığı, olamayacağı anlamındadır.
22. ayetteki “Korunmuş levhada” ifadesinden, Kur’an’ın korunduğu ve korunacağı anlaşılmaktadır ki, zaten Rabbimizin bu manada başka beyanları da mevcuttur:

77hiç kuşkusuz o, şerefli Kur’ân'dır. 78Saklanmış/korunmuş bir kitaptadır. 79Ona zihinsel olarak temizlenmişlerden başkası temas edemez. 80O, âlemlerin Rabbinden indirilmedir. Vakıa/ 77, 78)


9Hiç kuşkusuz Biz, o Öğüt'ü/ Kur’ân'ı Biz indirdik, Biz. Ve kesinlikle Biz, onun için koruyucularız. (Hicr/ 9)


Görüldüğü gibi, bu ayetlerde Kur’an’ın korunduğu, değişmediği, Allah’ın sözünün ele alınan her konuda en son merci olduğu telkin edilmektedir.
22. ayetteki “لوح levh” sözcüğünün esas anlamı “tahta, gemi tahtası” demektir.
Bu sözcük daha sonraları üzerine yazı yazılan her türlü yassı nesne için de kullanılır olmuştur. Dolayısıyla tabletler ve yongalar gibi ilkel olanlarından başlayarak papirus, parşömen, kâğıt, teyb bandı, bilgisayar diski ve CD gibi daha gelişmiş olanlarına kadar, üzerine yazı yazılabilen, kayıt yapılabilen bütün malzemeler de “levh” kapsamında anlaşılmalıdır.
“لوح Levh” sözcüğüyle kurulmuş olan “للوح محفوظ levh-i mahfuz [korunmuş levha]” tamlaması ise mecazî bir deyim olup Kur’an’ın kesinlikle kaybolmayacak şekilde korunduğu, korunacağı gerçeğini ifade etmektedir. Klâsik eserlerde görüldüğü gibi, özel isim hâline getirilerek bu isim etrafında çıkarılmış “Levh-ı Mahfuz altındandır, gümüştendir, yakuttandır”, “Levh-ı Mahfuz arşın sağ tarafındadır, semadadır, İsrafil’in alnındadır, Matiryun denen meleğin kucağındadır” gibi söylentiler, ciddî kaynak ve destekten yoksun kuruntulardır.
Kur’an’ın Allah tarafından korunduğu ve korunacağı konusu, üzerinde çok tartışılan bir husustur. Özellikle İslâm dininin mensubu olmayan araştırmacılar, bugünkü Tevrat ve İncil’in orijinalliğinin korunamadığının bu din mensuplarınca bile kabul edilmesinden olsa gerek, Kur’an’ın da tahrife uğradığını ispat için gayret göstermektedirler.
Bilindiği kadarıyla bu yöndeki araştırmaların en sonuncusu İngiltere’de Prof. Mingana adında bir ilim adamı tarafından yapılmıştır. Bu şahıs, Dr. Agnes Levis adında birinin III. Halife Osman dönemine veya biraz daha eski bir döneme ait olan bir mushafın bir-kaç sayfasını bulduğunu ve kopyalarını da kendisine verdiğini iddia ederek mevcut Mushaf ile bu kopyalar arasında farklar olduğunu ileri sürmüştür. Ancak yapılan tetkikler sonucunda, yanlışlığın mevcut mushafta değil, araştırmacıya verilen kopyalarda olduğu anlaşılmıştır.
İslâm ve Kur’an’ın önde gelen hasımlarından ve Kur’an üzerinde araştırmaları bulunan İngiliz müsteşrik [oryantalist, doğubilimci] Sir William Muir, yaptığı uzun araştırmaların sonunda bilim adamı sıfatının verdiği sorumlulukla “Metninin bütün servetini on iki asır muhafaza eden bir başka kitap yoktur” demek zorunda kalmıştır.
Ülkemizde de bazıları tarafından kıraat ve fonetik işaretleri ya da seslendirme farklılıkları öne sürülerek tahrif iddialarında bulunulmuşsa da, bu tip farklılıkların cümlenin anlamını etkilemeyen unsurlardan olması sebebiyle bu iddialar itibar görmemiştir.
Ancak; aklını işletebilen her Müslüman’ın Kur’an’ın Allah tarafından nasıl korunduğuna mantıklı bir cevap araması doğaldır, hatta bir görevdir. Çünkü Kur’an, onu tahrife yeltenen tevhit düşmanlarının Tevrat ve İncil’e yaptıkları saldırılara benzer bir saldırıya [Hacc 52, 53, En’âm 112, 113, 121] karşı sigortalanmış olarak çelik kasaların içinde muhafaza edilmemektedir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an’ın orijinalliğini muhafaza ettiği bizzat Müslümanlarca mantıklı bir şekilde ispat edilmelidir. Böylece -Müddessir suresinin 31. ayetinde işaret edildiği üzere- “iman etmiş olanların imanı artsın, kendilerine kitap verilmiş olanlar ile iman sahipleri kuşkuya düşmesin.”
“Benim imanım tamdır, imanımı güçlendirmek için böyle bir şeye ihtiyacım yok” diyenlere, kalbini [imanını] güçlendirmek için Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini kendisine göstermesini isteyen İbrahim peygamberi hatırlatmakta yarar vardır (Bakara 260).

Bizim görüşümüze göre, Kur’an aşağıdaki nedenler dolayısıyla tahrife uğramamıştır:
- Kur’an lâfız, nazım ve içeriği itibariyle bir mucizedir. Bu sebeple herhangi bir eksiltme, arttırma veya değiştirme olsa, deyim yerindeyse hemen sırıtıvermektedir.
- Rabbimiz sayesinde Müslümanlar, erken dönemde harekete geçerek Kur’an’ın kitaplaşmasını gerçekleştirmişlerdir. Böylece çok eski dönemlerdeki el yazması nüshalar ile bugünkü baskıların aynı olduğu görülebilmektedir.
- İlk günden itibaren pek çok insan büyük bir zevkle, aşkla, hazla Kur’an’ı ezberine almak istemiş ve Kur’an’ın lafızlarındaki armonik özellik nedeniyle de bunu kolayca başarmıştır. Böylece tarihin her döneminde Kur’an’ı ezberinde tutan on binlerce hafız mevcut olmuş, bundan dolayı da Kur’an’ın tahrif edilme veya nüshalarının kaybolma riski hiç doğmamıştır.
- Kur’an’ın inmeye başlamasıyla birlikte, Kur’an’ın eğitim ve öğretimi de başlamıştır. Diğer dinlerde dinî eğitimin ruhanîlerin tekelinde olmasına karşılık ruhban sınıfının olmadığı İslâm’da, eğitim ve öğretim, köylü-kentli herkese yönelik olmuştur. Kur’an bir zümrenin veya bir kurumun tekelinde olmadığı gibi, ilk yıllarda bile hiçbir zaman birkaç nüshadan ibaret kalmamıştır. Çok sayıdaki nüshasıyla her Müslüman’ın evine, iş yerine, kütüphanelere, camilere, mescitlere, kitap evlerine girmiş, herkes tarafından okunmuş ve öğrenilmiştir. Böylece yaygın bir öğretim sağlanmış, kötü niyetli kişilerin kişisel boyuttaki tahrif çabaları sonuçsuz kalmıştır.
- Kur’an’ın inmeye başladığı Milâdî 610 yılı, diğer dinlerin ortaya çıkış zamanlarına göre insanlık tarihinin aydınlık bir dönemidir. Bu dönemde birçok eski medeniyet zirve noktasındadır ve olaylar artık kayda geçirilmeye başlanmıştır. Nitekim Musa ve İsa peygamberlerin varlığını ve yaşamını bazı tarihçiler kabul etmezken, peygamberimizin yaşadığı konusunda, hayatı ve kişiliği hakkında hiçbir tereddüt yoktur. Dolayısıyla peygamberimizin tek mucizesi olan Kur’an da, tereddüde yer vermeyen kayıtlarla günümüze gelmiştir.
- İslâmiyet, Musa ve İsa peygamberler zamanındaki gibi yönetilen, değişime uğratılan, mağdur, mazlum, zavallı, garip azınlıklar arasında değil, zengin, hâkim, özgür kentlerde doğmuş ve büyümüş, yöneten, değişime uğratan, güçlü toplumların dini olmuştur. İslâmiyet’in bu özelliği dolayısıyla da Kur’an’ın tahrife uğramış olması mantıklı değildir.
Yukarıda sıralanan maddeler, değişik bakış açıları ile herkes tarafından arttırılabilir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.


1Lisanü’l-Arab, cilt 4, s. 695-697; semâ maddesi]
2[Razi, Kurtubi, İbn-i Kesir]
3(MEVDUDİ)
4(Lisanü’l Arab, “lvh” mad. )

Konu dost1 tarafından (12. January 2014 Saat 04:36 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla