Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 10:43 PM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

5Aksine, gerçek kendilerine geldiği zaman onu yalanladılar, onun için onlar karmakarışık bir iş içindedirler.

Asr sûresi'nin tahlilinde genişçe açıklandığı gibi, الحقّ [hakk] sözcüğünün asıl anlamı, “uygunluk ve denk gelme” demektir. Özet olarak tekrarlamak gerekirse, Kur’ân'da hakk, kesin mucizelerle sabit olan peygamberliği, Peygamberimizin doğruluğuna dair olan aklî delilleri, indirilen Furkân'ı [Kur’ân'ı] ve mutlaka gerçekleşecek olan haşrı [âhirette dirilip toplanmayı] ifade etmektedir.
Âyete göre inkârcılar, “hakk”ı, yani kendilerini yaratmış olan Allah'ın ilmini, gönderdiği kitabını ve Peygamberini gelir gelmez yalanlamışlardır. Bu yalanlamalarının sonucu olarak da pek karışık bir hâl içinde çalkalanmaktadırlar. Peygamberimize de bazan sihirbaz, bazan kâhin, bazan şâir diyerek şaşkınlık içinde inkâr etmekte, ama aynı zamanda da ızdırap içinde yüzmektedirler.
Herkes bilir ki, hakktan uzak yaşayanlar hevâlarına uyarak sıkıcı işlere tevessül ederler ve bunun sonucunda da sürekli bunalım içinde yaşarlar. Vicdanları onları rahatsız eder durur, toplum içinde mahcup ve ezik kalırlar.

KARMAKARIŞIK BİR İŞ: Âyetteki, مريج [merîc] sözcüğü, “bomboş, muhtelif, karışık, sıkıntı veren” anlamlarına gelmektedir. Bu sebeple âyetten bir kaç tane güzel anlam çıkarmak mümkündür:
* Müşrikler kendilerine gelen hakkı yalanlamışlardır, ama bu inkârları bir taraftan da vicdanlarını rahatsız etmektedir. Çünkü cevabını kesin olarak bilmedikleri bir şeyi yalanlamaları sonucu akıllarında, “Acaba var mı, ya varsa?” türünden sorular oluşmuştur ve bu sorular içlerini sürekli rahatsız etmektedir. Dolayısıyla kararsız kalmışlar, sıkıntıya düşmüşler, işleri karmakarışık hâle gelmiştir.
* Müşrikler çok yakından tanıdıkları hâlde, bazan şâir, bazan sihirbaz, bazan kâhin dedikleri Peygamberimiz hakkında yaptıkları bu ithamların doğru olmadığını iyi biliyorlar ve kendi aralarında bunu birbirlerine itiraf ediyorlardı. Yani, söylediklerine kendileri de inanmıyor, tutarsızlıklarının farkında olarak bazan Peygamberimize yakıştıracak kötü sıfat bulamıyorlardı.
* Peygamberimizin peygamber seçilmeden önce de herkesçe bilinen üstün meziyetleri ve özellikleri vardı. Bu bağlamda o'nun; sahip olduklarıyla ilgili olarak kimseye minnet borcu olmayan, güzel ahlâklı, emin [güvenilir-doğru] ve zihinsel yönden gâyet sağlıklı bir kişi olması, aslında Allah'ın Elçisi olarak söylediklerinin doğruluğu konusunda yeterli bir delil teşkil etmekte idi. Mekkeli müşriklerin o güne kadar her konuda olduğu gibi bu konuda da Peygamberimizin sözlerine inanmaları gerekirken, böyle yapmayıp işi tam tersine çevirmeleri ve kendi mantıklarına da ters düşen bir davranış içine girmeleri çok yanlıştı. Bu yanlış yaklaşımlarının sonucunda kendileri de şaşkınlık içine düşmüş ve aralarında bir karışıklık meydana gelmiştir.

6Peki, onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, onu Biz hiç yarığı olmadan nasıl bina etmişiz ve süslemişiz!

Bu gibi âyetlerde Rabbimizin الصّبور [sabûr] sıfatının tecellileri görülmektedir: Yüce Allah suçlarından dolayı insanları hemen kahredivermez; onlara sürekli ikna edici örnekler verir, düşünüp anlayabilecekleri aklî deliller gösterir. İşaret ettiği enfüsî [kendinden] ve afakî [çevresinden] kanıtlarla insanı doğru inanca yönlendirir. Rabbimizin bu âyette dikkat çektiği kanıt semâ'dır.
Burada السّماء [semâ=gök], akıl almaz derinlik ve büyüklükteki “kâinat”ı ifade etmektedir. Büyüklüğü, güneşin parlaklığı sebebiyle gündüzleri çıplak gözle yeteri kadar görülemeyen kâinat, geceleri milyarlarca yıldızın saçtığı ışıkla insanı büyüklüğü konusunda hayrete düşürmektedir. Nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan bu büyüklük, özellikle teleskopla bakıldığında daha da baş döndürücü bir hâl almaktadır. 6. âyette ifade edilen semâ, içinde güneşten binlerce defa daha parlak yıldızların, dünyadan binlerce defa daha büyük gezegenlerin bulunduğu, bütün bu gök cisimlerinin uçan birer nesne gibi içinde yüzdükleri muazzam kâinatı simgelemektedir.
Semâ'nın insanlığın gözü önüne serilen ilâhî bir kanıt olduğu, Kur’ân'da başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

3,4O, yedi göğü, birbiri üzerine uyumlu olarak oluşturandır. Rahmân'ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] oluşturmasında bir çatlaklık-uygunsuzluk görmezsin. Haydi, gözünü döndür, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha döndür. Gözün, âciz olarak ve çok bitkin olduğu hâlde sana dönecektir. (Mülk/3-4)


81Gökleri ve yeri oluşturan, onlar gibilerini de oluşturmaya güç yetiren değil midir? Evet, elbette güç yetirendir! Ve O, çok çok mükemmel oluşturandır, çok iyi bilendir. (Yâ-Sîn/81)


57Elbette göklerin ve yerin oluşturulması, insanların oluşturulmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar.
(Mümin/57)

33Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü oluşturan ve onları oluşturmakla yorulmamış olan Allah'ın ölüleri diriltmeye de güç yetiren olduğunu görmediler mi/ düşünemediler mi? Evet şüphesiz ki, O, her şeye gücü yetendir.
(Ahkâf/33)

Yukarıdaki âyetleri de dikkate alarak 6. âyetin takdirini şöyle yapmak mümkündür: “Bu hayrete düşüren büyüklüğe, derinliğe rağmen kâinat düzeni o kadar sağlamdır ki, kâinatın içindeki gezegen, yıldız, galaksi, gökada sistemleri, aralarında herhangi bir yarık, çatlak olmadan birbirleri ile uyumlu ve kopmaz bir irtibat içindedir. Göklerin yapısının insanın yapısından daha büyük olmasına rağmen, insandan daha karmaşık yapıda olan bu muhteşem semâda hiçbir düzensizliğin olmaması, Bizim gücümüzün ne kadar büyük olduğunu göstermektedir.”
Hâlâ yeni keşiflerin yapıldığı güneş sistemini içinde bulunduran samanyolu galaksisi, bünyesinde güneş benzeri yaklaşık 100.000.000.000 yıldız barındırmaktadır. Gözlenebilir evrende ise yaklaşık 10.000.000.000 galaksi olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamlar, bu büyüklükler sadece evrenin gözlenebilir kısmı için söz konusu olup belki de kâinatın gerçek boyutu karşısında okyanustaki bir damla gibidir. Dolayısıyla bu muhteşem varlık âlemini yaratırken hiç yorgunluk duymadığını bildiren Allah'ın kudret ve azameti sonsuzdur. Bu kudret ve azameti değil ölçmek, düşünmek bile insan aklının kapasitesini aşmaktadır. Hâl böyle iken, “Öldükten sonra tekrar nasıl diriltilebiliriz?” diye yapılan inkâr, sağlıklı düşünen aklın yapacağı bir şey değildir.
Semâ”nın yapısı hakkında bilim teknik kitaplarından ayrıntılı bilgi alınabilir.


7,8Ve Biz, Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak yeri yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü iç açıcı-göz alıcı her çiftten bitkiler bitirdik,

Bu âyette geçen “dağlar” ve “yerin döşenmesi” konuları Şems ve Mürselât sûrelerinin tahlilinde açıklandığı için burada tekrar detaylandırılmamıştır.
Sekizinci âyet, kendinden önceki [6-7.] âyetlerdeki fiillerin “mutlak” veya “lieclih” mef‘ulü durumundadır. Bu mef‘ul türleri Türkçe'deki “durum zarfı”na karşılık gelmektedir. Bu nedenle bu üç âyet [6-8. âyetler], bir cümle içinde toplanarak şu şekillerde takdir edilebilir:
1) Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, Biz onu Allah'a yönelen her kula, gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak, hiç yarığı olmadan nasıl bina etmişiz ve süslemişiz.
2) Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki, Biz onu Allah'a yönelen her kula, gönül gözünü açması ve ona öğüt olması için, hiç yarığı olmadan nasıl bina etmişiz ve süslemişiz.
3) Ve Biz, Allah'a yönelen her kula, gönül gözünü açmak ve ona öğüt olarak yeri de yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü çeşit her çiftten bitkiler bitirdik.
4) Ve Biz Allah'a yönelen her kula, gönül gözünü açması ve ona öğüt olması için yeri de yayıp döşedik ve ona sabit dağlar bıraktık. Orada görünüşü çeşit her çiftten bitkiler bitirdik.

8. âyetteki, Allah'a yönelen her kul ifadesi, aklını kullanıp tefekkür eden kişilerin arasında ancak Allah'a yönelenlerin öğüt alabileceğini bildirmektedir. Bilindiği gibi, bilim adına olduğu iddia edilen yaklaşımların pek çoğunda, yeryüzünde ve gökyüzünde milyarlarca yıldan bu yana meydana gelmiş oluşumlar, –bir “yaratıcı” kavramının “bilim”le bağdaşmadığı anlayışıyla– hep tesadüflerle izah edilmiştir. Oysa evrendeki değişim ve gelişim kanunlarının tesadüflerle açıklanması, bu muhteşem düzenin, hesaplanması bile neredeyse imkânsız küçüklükteki ihtimallere dayandırılması demektir ki, asıl bilimle [matematikle, mantıkla] bağdaşmayan anlayış budur.
Aslında bu evren, her dilde okunabilen ve her vesile ile anlaşılabilen, herkese açık bir kitaptır. Bu kitap, bakar kör olmamak şartı ile üst düzeyde bilgiye sahip kişiler tarafından da, dağ başında medeniyetten uzak bir çoban tarafından da okunabilmektedir. Yani, Allah'a yönelen ve aklını çalıştıran herkes, bu evrenin bilinçle tasarlandığını, belirli bir programa bağlı olarak devam ettiğini anlayabilir ve böyle muhteşem bir düzeni de ancak yüce bir Yaratıcının [Allah'ın] programlayabileceğini idrak edebilir.

9-11Biz, gökten bereketli bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek taneler, kullara rızık olmak üzere tomurcukları birbiri üzerine dizilmiş büyük ve yüksek hurma ağaçları bitirdik. Ve Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte diriliş böyledir.

6-8. âyetlerdeki kısa açıklamalardan sonra evren kitabının bazı sayfalarını gözler önüne sermeye devam eden Rabbimiz, bu âyetlerde de yeniden dirilme konusunu gündeme getirmiştir.
Çıkış'ın, tıpkı bereketli bir suyun gökten ölü toprağa indirilmesi sonucunda ölü topraktan bitki ve ağaçların çıkması gibi olacağını bildiren Yüce Allah, bu tarifle inançsızlara diriltmeyi sanki laboratuarda tatbikî olarak göstermektedir.
Bu âyetler, özellikle Arabistan gibi kurak iklim şartlarında yaşayan insanlara, tam anlayacakları dilden hitap etmektedir. Zira Arabistan halkı yaşarken görmektedir ki, bazan beş sene boyunca bir damla bile yağış düşmeyen bölgelerde, kavrularak ne bitki ne de hayvan hiçbir canlının yaşayamayacağı hâle gelen topraklarda, azıcık da olsa yağmur yağması ile otlar bitmekte, böcekler canlanıvermektedir.
Yüce Rabbimiz bu âyetlerde sanki şöyle demektedir: “Yerküreyi canlı yaratıkların yaşaması için uygun bir yer yapan, yeryüzünün cansız toprağını gökyüzünün cansız suyu ile birleştirerek bağ ve bahçelerde göz alıcı binbir çeşit bitkiyi yaratan, bu bitkileri tüm canlılar için rızık ve hayat kaynağı kılan Allah hakkında ölümden sonra diriltmeye gücü yetmeyeceği şeklinde bir düşünce beslemeniz akılsızca bir zandır. Siz, tamamen kuru ve cansız olan bir bölgenin yağmur taneleri düşer düşmez hayat bulduğunu, ölmüş olan köklerin âniden dirildiğini, binbir çeşit böceğin o ölü topraktan çıkarak koşuşmaya başladığını gözlerinizle görüyorsunuz. İşte bu gördüğünüz, ölümden sonra dirilmenin imkânsız olmadığının apaçık isbatıdır.”
Rabbimiz başka âyetlerde de yağmur ile ölü topraktan bitkilerin çıkmasını ölümden sonra âhirette dirilmeye örnek olarak göstermiştir:

33Ve ölü toprak, duyarsız topluma bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da ondan yeyip duruyorlar. (Yâ-Sîn/33)


24Yine O'nun âyetlerindendir ki, size hem korku ve hem de umut vermek için şimşeği gösteriyor. Ve gökten bir su indiriyor da onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat veriyor. Şüphesiz ki bunda aklını kullanacak bir toplum için nice alâmetler/ göstergeler vardır. (Rûm/24)


50Öyleyse Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak; yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki O, kesinlikle ölüleri diriltir ve O, her şeye gücü yetendir. (Rûm/50)


19O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır ve yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir. Sizler de işte öyle çıkarılacaksınız. (Rûm/19)


Yukarıdaki âyetlerden başka, Nahl/65, Ankebût/63, Fâtır/9, Câsiye/5, Hadîd/17 âyetleri de aynı anlamdadır.
Şerefli Kur’ân da, bereketli su gibidir. Ölmüş, kokuşmuş, yozlaşmış birey ve toplumlar da bu bereketli suyla yeniden canlanabilirler.

12Onlardan önce Nûh'un toplumu, Ashâb-ı Ress ve Semûd yalanlamıştı. 13,14Âd, Firavun ve Lût'un kardeşleri, Ashâb-ı Eyke ve Tubba toplumu da. Bunların hepsi peygamberleri yalanladılar da Benim azabım hak oldu.

Benzerleriyle daha önce de karşılaştığımız bu âyetlerde hem ibret, hem uyarı, hem de Peygamberimize teselli vardır. Rabbimiz, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayanları imha ettiğini bildirmek sûretiyle peygamberlerini sahipsiz bırakmadığını, güçlendirdiğini göstermiş ve Peygamberimizin durumunun kendisinden öncekilerden farklı olmadığına dikkat çekmiştir.

Âyetlerde kendilerinden bahsedilen kişi ve toplumlar, muhtemelen ya Arabistan'da ya da Arapların gidip geldikleri yollar üzerinde veya ilişki kurdukları ülkelerde yaşamışlardır. Bu kişi ve toplumların [Ashâb-ı Ress, Ashâb-ı Eyke ve Tubba kavmi] sadece isimlerinin bildirilip haklarında başka hiçbir bilgi verilmemiş olması, Kur’ân'ın indiği dönemde yaşamış olan insanların onlardan ve hikâyelerinden haberdar olduklarını düşündürmektedir. Bu bilgilerin günümüze dek ulaşamaması, muhtemelen ilk tarihî kaynakların bu bilgileri derleyip koruyamamasından kaynaklanmaktadır.

Üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, verilen örneklerden birinin bir kavim değil, kişi oluşudur. Diğer örneklerin hepsi birer topluluğu işaret ederken, Firavun'un doğrudan şahsı örnek gösterilmiştir. Bunun sebebi, Firavun'un kendininki dışında hiçbir görüş, kanaat, hür düşünce ve inanç kabul etmeyerek milletine musallat olması, gittiği yanlış yolda milletini peşinden sürüklemesi, dolayısıyla bütün bir kavmin sapkınlığının sorumlusu olarak kabul edilmesidir. Çünkü bir toplum ancak kendi düşünce ve davranış hürriyetine sahipse sorumlu tutulabilir. Firavun, diktatörlük yaparak milletini güçsüz bırakmış, onu zavallı bir hâle getirmiş, topluca gidilen sapıklık yolunda milletinin günah yükünü de omuzlarına almış ve “tek sorumlu” konumuna gelmiştir.
Ancak, sapıklığın sorumluluğunu tek kişinin yüklenmiş gibi göründüğü böyle bir durumda bile bir toplumun sorumluluktan tümüyle kurtulması söz konusu değildir. Çünkü böyle bir diktatörün kendilerini saptırmasına rıza göstermesi, ses çıkarmama âcizliği de o toplumun cezalandırılması için yeterli olmaktadır:

50Fakat ne zaman ki azabı kendilerinden kaldırdık, o zaman onlar sözlerinden dönüverirler.
51-53Ve Firavun, toplumunun içinde seslendi: “Ey toplumum! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise meramını anlatamayan kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?” dedi.
54Firavun kendi toplumunu etkisizleştirdi de onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz onlar, hak yoldan çıkmış kimseler toplumu idiler.
55,56Sonunda onlar Bizi gazaplandırdıkları zaman onları cezalandırarak adaleti sağladık. Sonra da onları topluca suda boğduk. Sonra da onları sonradan gelecekler için selef ve örnek yaptık. (Zuhruf/50-56)


12-14. âyetlerde bazı kişi ve toplumlara sadece isim vererek işaret edilmiş olmasından maksat, bu toplumların hikâyelerini anlatmak değil, ölümden sonra diriliş haberini veren peygamberleri yalanlayanların âkıbetlerini hatırlatarak kalplere etki etmektir. Örnek gösterilenlerin ortak özelliği, hepsinin de kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış olmalarıdır.
Ancak, örnek verilen toplumların işledikleri suçu sadece bir tek kendi peygamberlerini yalanlamak olarak görmek doğru değildir. Şöyle ki: Bütün peygamberler kendi toplumlarına Allah tarafından kendilerine bildirilen ortak haberi iletmişlerdir. Bu toplumlar, kendilerine gelen peygamberleri, getirdikleri haberden dolayı yalanlamışlardır. Bu nedenle, yalanladıkları aslında peygamberler değil, Allah'ın bildirdiği haberdir. Dolayısıyla; bir tek peygamberi yalanlamak, bütün peygamberleri ve aslında Allah'ı yalanlamak anlamına gelmektedir.
12-14. âyetler, daha önceki 6 âyette âhiretin mümkün olduğu hakkında gösterilen delillere ek olarak Arapların yakînen bildikleri bazı toplumların ortadan kaldırılışlarını da kanıt göstermekte, böylece âhiretin gerçekleşeceğini “tarih” ile de isbat etmektedir. Çünkü bütün peygamberlerin öne sürdükleri âhiret inancını yalanlayan, insanlıktan çıkmış, alçaklar alçağı konumuna düşmüş inkârcıların çıkardıkları fesat, döktükleri kan ve ahlâksızlıkları sebebiyle helâk edilmeleri, aslında insanın Allah tarafından yakından takip edildiğini, hesaba çekilmeden bırakılmadığını, yaptıkları yüzünden bu dünyada da cezalandırılabileceğini gösteren bir kanıttır.
Âyetlerde adı geçen toplumlardan Âd ve Semûd hakkında daha önceki sûrelerde detaylı bilgi verilmişti. Nûh ve kavmi için ise ilerideki sûrelerde yeri geldiği zaman bilgi verilecektir. Bunların dışında kalan toplumların kronolojik olarak sıralanması ilk kez bu sûrede yapılmış olup Ress, Eykeliler, Tubba toplumları hakkında Kur’ân'da fazla ayrıntı verilmemiştir.

15Peki, Biz, ilk oluşturmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, ama onlar yeni bir oluşturuluştan kuşku içindedirler.

Rabbimiz, Fussılet sûresi'nde çok açık ve net olarak ortaya koyduğu ve şimdiye kadar da birçok örneklerini gördüğümüz genel ilkesi gereği, bu âyette de yine afak ve enfüsteki kanunlarından bir örnek vermiştir.

53Onun hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, hem dış dünyada, hem kendi bünyelerinde alâmetlerimizi/ göstergelerimizi onlara göstereceğiz. Rabbinin şüphesiz her şeye tanık olmuş olması da yetmedi mi? (Fussılet/53)


İLK YARATMA: Âyette verilen örnek, ilk yaratma'dır. Bu örnek hem afakî hem enfüsî olarak değerlendirilebilir ve iki şekilde anlaşılabilir:

1) İlk yaratma'dan, insanın dünyaya getirilmesi anlaşılabilir ki, bu takdirde örnek enfüsî niteliktedir:

77Ve o kişi, kendisini bir nutfeden/ bir damla sudan oluşturduğumuzu görmedi mi de şimdi o apaçık bir düşmandır.
78Ve kendi oluşturuluşunu dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı: Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
79,80De ki: “Onları ilk defa oluşturan onları diriltecektir. Ve O, her oluşturmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş/oksijen yapandır. Şimdi de siz oksijenden yakıp duruyorsunuz. (Yâ-Sîn/77-80)


2) İlk yaratma'dan; göklerin, evrenin ve ilk insanın yaratılışı anlaşılabilir ki, bu takdirde örnek afakî nitelik arz eder:

33Onlar, şüphesiz gökleri ve yeryüzünü oluşturan ve onları oluşturmakla yorulmamış olan Allah'ın ölüleri diriltmeye de güç yetiren olduğunu görmediler mi/ düşünemediler mi? Evet şüphesiz ki, O, her şeye gücü yetendir.
(Ahkâf/33)

Hatırlanacak olursa Rabbimiz 6. âyette, Peki onlar üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki? demişti. Burada da, Peki, Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? buyurmuştur. Bize göre bu ifade, ilk yaratılanın gökler olduğuna işaret etmektedir.
Bu açıklamaların ışığı altında 15. âyetin takdiri aşağıda belirttiğimiz şekillerde yapılabilir:

* Şu hâlde ilk yaratmada âciz mi kaldık? Yani, gerek diğerlerini, gerek kendilerini ilk yaratılışla meydana getirmekle kudretimizi göstermiş değil miyiz ki, ikinci bir yaratışı uzak görüyorlar da, Bu uzak bir dönüştür diyorlar?
* İlk yaratışla kudretimiz tükenmiş de daha sonrasını yaratmaktan güçsüzlüğe mi düşmüşüz? Hayır, öyle olmadığını bilirler. Onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar.
15. âyet aslında âhiretin akıl yoluyla [mantıkla] isbatı mâhiyetindedir. Çünkü gerek insanın bu dünyada canlı olarak var olması gerçeği, gerekse yer, gök ve evrenin düzeninin gözler önünde sürüp gitmesi Allah'ın bunları yaratmaktan âciz olmadığını açıkça isbat etmektedir. Yüce Allah âdeta, “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın isbatıdır” demektedir.
Bu durumda, kıyâmeti koparttıktan sonra Allah'ın başka bir düzen kuramayacağını, ölüleri tekrar diriltemeyeceğini söylemek mantıklı bir yaklaşım değildir. Çünkü Allah bunları yapmaktan âciz olsa idi (hâşâ), önceden de yapamaz, gördüğümüz hiçbir varlığı yaratamazdı.
Şu hâlde; insanı ve evreni yoktan var eden Gücün yarattığı varlıklara bakarak, O'nun bu varlıkların hayatlarını ellerinden aldıktan sonra onları tekrar yaratabileceği [diriltebileceği] sonucuna varmak gâyet sağlıklı bir akıl yürütme biçimidir. Bunun aksini söylemek ise, yani değişmez kanunlara dayanan muhteşem bir düzen içindeki evreni yoktan yaratmış olan Gücün, yarattığı bu varlıkları yine Kendi koyduğu kanunlarla değiştirdikten [ölmelerini sağladıktan] sonra başka bir düzen içinde tekrar yaratamayacağını [diriltemeyeceğini] söylemek ise, –yaratıcının gücünde bir azalma, kaybolma olmadığına göre–, gerçeklere ve gerekçelere dayanan mantıklı bir akıl yürütme olmadığından, tek kelime ile abestir.

16Ve andolsun insanı Biz oluşturduk. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız. 17,18Onun sağından ve solundan (her yanından) yerleşik iki tesbitçi onun her işini tesbit edip dururken, insan hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın.

Bu pasajda insanı saptıran gücün kaynağına dikkat çekilerek insanlar uyarılmış, sonra da “insan” ile onu yaratan, yarattığı için tüm özelliklerini bilen, özgür bırakmış olmasına rağmen onu sürekli kontrol eden “Yaratıcı” arasındaki ilişki konu edilmiştir. Bu ilişkinin derecesi ise, Ve Biz ona şah damarından daha yakınız ifadesiyle açıklanmıştır.
Pasajda zımnen şöyle denmektedir: “Bizim kudret ve ilmimiz insanoğlunu içinden ve dışından öyle çepeçevre sarmıştır ki, Bizim ilim ve kudretimizin ona yakınlığı, şah damarının ona olan yakınlığından daha fazladır. Konuşmasını işitmek için bir mesafe kat edip yanına gelmemiz gerekmez, gönlünden geçen düşünceleri bile doğrudan doğruya biliriz. Aynı şekilde, ona müdahale etmemiz gerekirse, bir mesafe kat etmemiz söz konusu değildir. Nerede olursa olsun, o, her zaman kontrolümüzdedir, istediğimiz zaman ona müdahale ederiz.”
Bir taraftan Allah'ın insana, nefsinin kendisine neler fısıldadığını bilecek kadar, hatta şah damarından bile yakın olduğu söylenmekte; diğer taraftan da insanın üzerine onun her söz ve hareketini kaydeden iki adet kayıtçı ve denetçinin yerleştirildiği bildirilmektedir. Yüce Rabbimiz herkesin ne yaptığını en ince ayrıntısına kadar bildiği halde acaba neden ayrıca herkesin üzerine ne yapıp ettiklerini denetleyen ve kaydeden iki şâhit daha yerleştirmiştir?
Bize göre bunun manası; Allah'ın adaleti önünde hesaba çekilecek olan insanın, hesabını önceki dünyada yaptıklarını gözler önüne serecek iki şâhit eşliğinde verecek olmasıdır. İnsanın kendi vücudu, sözlerini, hareketlerini hatta düşüncelerini en ince ayrıntısı ile zapt edip kayda alan bir teyp, bir disk gibidir. Hesap gününde bu kayıtlar açılarak ilân edilecek, her insan dünyada iken söylediklerini kendi sesinden kendi kulağı ile duyacak, yaptığı işleri de kendi organlarından kendi gözleri ile görecektir. Böylece yaptıklarını inkâr etmesi asla mümkün olmayacaktır. Her şeyi bilmesine rağmen Yüce Allah, âhirette hesaba çektiği kimseyi adaletin bütün şartları yerine getirilmiş bir şekilde ve her insanın bizzat kendisini tanık olarak dinlemek sûretiyle yargılayacaktır. Herkesin dünyadaki söz ve hareketlerinin tam ve eksiksiz kaydı bu nedenle gerekmektedir.

Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz.

Nefsin vesvesesi, insanın kendi içinden geçirdiği duygular, kuruntular, kararlar gibi, gizli, içe dönük şeyleri ifade etmektedir. İnsanın içine [gönlüne], söylenenleri ve yapılanları kaydetmekle görevli yetilerin bile farkına varamadıkları bir gizlilikte geliveren bu içsel, nefsî şeyler, Allah'tan asla gizli kalamazlar. Çünkü Allah, yaratıcısı ve programlayıcısı olarak insana, onun kendi nefsine olan yakınlığından daha yakındır. Zaten insana diri olmasını sağlayan nefsi [canı] veren de Allah'tır.

HABL-İ VERÎD: Âyetteki, حبل وريد [habl-i verîd] tamlaması, uzun zamandan beri “şah damarı” olarak kabul edilmektedir. Oysa bu deyimin esas anlamı anatomi bilimindeki “şah damarı” değildir. Anatomi bilimindeki “şah damarı”, kalpten çıkıp baş ve boyun bölgesine temiz kan taşıyan ana atardamarların ortak adıdır. Habl-i verîd ise, “vücuttakî kirli kanı taşıyan ana toplardamar”dır.
Bu konuda klâsik kaynakların bazılarında şu bilgiler yer almaktadır:
el-Verîdan [iki toplardamar], boynun önündeki iki yüzünü kavramış iki damardır ki, vetine [şahdamarına] bağlı olup baştan kalbe doğru girerler.
Verîd, “boynun yüzündeki damar”dır ki, öfke halinde şişer. Bunlar iki verîddirler [şahdamarıdırlar].
Verîd, “ciğere ve kalbe bağlı olan bir damardır ki, kanın akışı onda”dır.
Verîd, “atardamardan başka kanı taşıyan damar”dır. Verîdân [iki toplardamar] ise, “boynun önünde, boynun iki yüzünü kavramış iki damardır. Baştan dağılırlar ve vetîne [şahdamarına] bağlıdırlar.”

Allah'ın insana yakınlığı belirtilirken habl-i verîd ifadesinin kullanılmasında iki ince nokta vardır:

1) Bilindiği gibi, atardamar, kanı kalpten vücuda dağıtmakta, yani kanı kalpten uzaklaştırmakta; toplardamar ise vücuttakî kanı kalbe doğru götürmekte, yani kanı kalbe yaklaştırmaktadır. Bu sebeple yakınlık ölçüsü olarak verîd [toplardamar] zikredilmiştir. Nitekim habl-i verîd deyimi, Arap kültürünün yazıya geçmeden önceki hâlinde [kadim Arap dilindeki şiirlerde], “Ölüm ona verîdden daha yakındır” örneğinde olduğu gibi “pek yakında” anlamı ile yer almıştır.
2) Habl-i verîd, “kullanılmış, siyah renkli, kirli kanı taşıyan toplardamar”a denmektedir. Kalbin sağ kulakçığında toplanan bu kan oradan akciğerlere gönderilmekte, akciğerlerde temizlendikten sonra tekrar kalbe dönüp vücuda pompalanmaktadır. Bu döngü bir çeşit yeniden yaratma gibidir. Bize göre bu deyimin âyette ifade ettiği diğer incelik de budur.

ALLAH'IN YAKINLIĞI: Kur’ân'ın buraya kadarki bölümünde, kendisini tanıttığı ifadelerden öğrendiğimize göre Allah'ın zatının kullarına mesafe itibariyle yakınlığı söz konusu değildir. Âyette geçen Allah'ın yakınlığı, mecâzî bir ifadedir. Bu ifade ile kasdedilen mana, “insan üzerinde kudret yürütüp bir etki meydana getirme konusunda ona kendisinden daha yakın, daha mâlik, daha çok tasarruf sahibiyiz, onun nefsindeki vesveseyi de ondan daha iyi bilmekteyiz” demektir.
Allah'ın yakınlığı konusu, klâsik kaynakların bazılarında şu şekillerde değerlendirilmiştir:
Allah Teâlâ'nın ilminin kemalini, genişliğini beyandır. Allah ilmi ile ona damarındaki kandan daha yakındır. Çünkü damara bir engel vardır. O, ona gizli kalabilir. Fakat Allah Teâlâ'nın ilmine engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da verilebilir: Kudretimizin eşsizliği itibariyle Biz ona “habl-i verîd”den daha yakınız. Emrimiz onda, damarlarındaki kanın akışı gibi cereyan eder.

Biz ona daha yakınız ifadesi mecâzdır. Bundan maksat, Allah’ın ona ilmen yakınlığıdır. “Allah her yerdedir” ifadesiyle de O’nun ilminin her yeri kuşatmış olduğu kast edilir. Zira yakınlık mekân ve mesafe itibariyledir; Allah ise mekândan münezzehtir. [
Yani, “Biz onun halini, ona “habl-i verîd”den daha yakın olandan daha iyi biliriz” demektir. Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecâz yapılmıştır. Çünkü o onun gerekçesidir.

HER NE SÖYLERSE: Her ne söylerse, “ağızdan ne çıkarsa, hayır veya şer her ne söz söylenirse” demektir ki bu ifade ile sadece ağızdan çıkan sözler değil, dışa vurulan tüm eylemler de kasdedilmiştir. Çünkü ağızdan çıkan bir hece, kişinin dışa vuran en küçük eylemidir. Dolayısıyla insanın ne söylediğini, ne yaptığını gözetleyen tesbitçiler hiçbir sözü ve hareketi kaçırmadan kaydederler.
Ancak, insana, her yakından daha yakın olan, insanın nefsindeki gizlilikleri ve içine doğan her dürtüyü insandan daha iyi bilen Allah, insanları sadece irâdeleri ile bilinçli olarak yaptıklarından sorumlu tutar:

225Allah, sizleri yeminlerinizdeki boş sözlerden sorumlu tutmaz; ama bilinçli yapılmış eylemleriniz nedeniyle sorumlu tutar. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok yumuşak davranandır. (Bakara/225)


Buradan da, insanın bilinci yerinde değilken, irâdesi dışındaki sözleri ve hareketlerinin kayda girmeyeceği, bunlardan insanın sorumlu tutulmayacağı anlamı çıkmaktadır.

İKİ TESBİTÇİ: Bu iki tesbitçinin ne oldukları, bir sonraki pasajda kendilerinden سائق [sâik] ve شهيد [şehîd] olarak bahsedilmek sûretiyle açıklanmıştır. Ayrıca sâik, 23. ve 27. âyetlerde karîn sözcüğü kullanılarak bir kez daha açıklanmıştır. Bu açıklamalara rağmen âyetteki tesbitçiler'i, insanın sağında hayırları, solunda şerleri yazan melekler olarak anlayıp anlatmak hem sözcükler açısından, hem melek kavramı açısından ve hem de pasajın anlamı açısından yanlıştır.

SAĞINDAN SOLUNDAN: Âyette bahsi geçen iki tesbitçi ile ilgili olarak, “sağdaki melek iyilikleri ve sevapları, soldaki melek kötülükleri ve günahları kaydeder” şeklinde ilginç rivâyetler ortaya atılmış ve bu rivâyetlerde gerçek dışı anlatımlara yer verilmiştir.
Zıt anlamlı sözcüklerin birlikte kullanılmasının ifadeye anlam zenginliği kazandırdığını ve bu tür ifadelerdeki sözcüklerin birlikte kullanımının o sözcüklerin kendi anlamlarından daha başka bir anlam oluşturduğunu Nâs sûresi'nin tahlilinde “İns ve Cinn” başlığı altında incelemiştik.
Burada da aynı durum söz konusu olup sağından, solundan ifadesi ile, sadece “sağ ve sol” değil, “tüm yönler” kasdedilmiştir. Dolayısıyla bu tesbitçiler insanın sadece sağında ve solunda değil; sağında, solunda, önünde, arkasında, altında, üstünde, içinde, dışında, yani kalbindedirler. İnsanı sürekli kontrol altında tutarak söylediği ve yaptığı her şeyi kayda alıp saklayan ve zamanı gelince sakladıklarını çıkarıp ortaya koyan bu tesbitçiler, Allah'ın insana verdiği iki yeti olup bunlar bize göre İblis ve hâfızadır [bellektir]. Bu yetilere, “meleke” demek mümkünse de “melek” demek doğru değildir.

Konu dost1 tarafından (24. February 2014 Saat 01:33 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla