Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 10:37 PM   #1
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart Mürselât Suresi'ne giriş

33 (77). MÜRSELÂT SÛRESİ
MEKKÎ, 50 ÂYET


Mürselât Sûresi-1.Bölüm
29 Haziran 2017 tarihinde yayınlandı

1. Mürselât sûresi-1
2. Kasem cümlesi (1-7. âyet grubu)
3. Kur’ânın özellikleri.
4. Fe bağlacı ile ilgili yansımalar.
5. Mürselat. (Gönderilenler)
6. Urf.(Öbek, yığın)
7. Resul. (Talak 10-11 âyetleri örneği)
8. Âsifat. (Silip süpüren)
9. Naşirat. (Neşretmek, yayınlamak)
10. Farikat. (İki şeyi ayıranlar)
11. Mülkiyat. (Zihne yerleştirme)
12. Zikr. (Hem uyarı, hem de özür.)
13. Kur’ânın 55 adet niteliği vardır.
14. Tümiset sözcüğü. (Silmek)
15. Yevmü’l fasl. (Ayırma günü)


Mürselât Sûresi-2.Bölüm
06 Temmuz 2017 tarihinde yayınlandı

1. Elçilerin vakitlendirilmesi. (Zümer 69,Nisa 41,A’raf 6-9)
2. Elçilere verilen randevu.
3. Fasl günü ne demek?
4. Fasl:Ara. Mafsal:Boşluk.
5. Neden ayrılma günü? (Saffat 9-23,Dûhan 40-42,Nebe 17-18)
6. Yalanlayanların hali? (Aynı surede 10 kez geçmesine rağmen her defasında ayrı anlam)
7. Öncekilerin değişimi, yıkımı.
8. Önceki yıkıma uğrayanların arkasına takılanlar kimlerdir?
9. Kıssaların önemi.
10. Âyetleri yalanlayanların âkıbeti. (A’raf 84,Neml 69,Saffat 34)
11. İnsanın oluşturulduğu değersiz su.
12. Hamilelik süreci mûcizesi.
13. Malum vakit:Allah’ın bildiği. (Mü’minûn 12-14, Hacc 5-6)


Mürselât Sûresi-3.Bölüm
13 Temmuz 2017 tarihinde yayınlandı.

1. Akıllı insanlar gözlem yapmalıdırlar.
2. Dirilere ve de ölülere toplanma yeri nasıl olabilir?
3. Yeryüzünün incelenmesi gereklidir.
4. Ölülerin tutulmasındaki ince hesaplar.
5. Toprağın önemi ile ilgili araştırmalar yapılmalı.
6. Rabbimizin plânlaması.
7. Sağlam dağlar. (Jeolojinin önemi)
8. Tatlı suyun önemi.(Nahl 15,Naziat 27-33)
9. Yalanlayanlara “Marş Marş!” İltifat san’atı ile ilgili örnek.
10. Kıyamet sahneleri.
11. Tehekküm san’atı. (Alay, ironi)
12. Allah mü’minlerle dalga geçmez.
13. Müjde: (İsra 9-10,Nisa 138,Tevbe 3,34,Lokman 7,Casiye 7-8,Âl-i İmran 21,İnşikâk 24,Bakara 25, Kehf 29,102, Vâkıa 92-94)
14. Nüzül:Yolcuya yapılan ikram.(Dûhan 47-49) Zevk,haz anlamında.
15. Hidayet sözcüğü ile tehekküm. (Yunus35,Ahkaf 30,Nisa 168)
16. Zıll:Gölge. (Vâkıa 41-44) Kapkara dumandan gölge?
17. Arapça da yüklem, cümlenin başında olur.
18. Mü’minlere müjdeler.(Râd 35,Ya-Sin 55-57,Vakıa 27-34, Nisa 57)
19. Üç çatal-şube.(Üç çeşit azap) Aynı asıla bağlı başka bir merkez, Cehennem merkezli. A)Fizikî azap,B)Psikolojik azap,C)Vicdan azabı. (Yunus 28-29)


Mürselât Sûresi-4.Bölüm
20 Temmuz 2017 tarihinde yayınlandı

1. Cehennemin resmi, tasviri.
2. Üç çatallı gölgeye gidin!
3. Saray gibi, sarı erkek develer gibi kıvılcımlar.
4. İnsanın doymayan hırsı.
5. Ceza amel cinsindendir. (Vakıa 41-56)
6. Suçlulara özür dilemek için izin verilir mi? (Tâ-Hâ 133,134, A’raf 172-174, İsra 15, Kasas 59)
7. Kitap gönderilmese bile akıl yolu ile Rabblerini bilebilirler. Mazeret ileri süremezler.
8. Müşriklerin konuşamamasının nedenleri: a)Deşetten, b)Suşu başkalarına atacaklar, c)Organların tanıklıkları.
9. Dünyada şirke batmış memleketler, dünyada cezalandırılmıştır.
10. Ayırma (Fasl) günü. (Ya-Sin 59-64)
11. Keyd. (Sinsi plân) (Târık 15-16,Tûr 42) Dünyaya yönelik bir uyarı.
12. Kendi kazdığı kuyuya düşenler.
13. Takva sahibi olanlar kimlerdir?
14. Gerçek gölgeliklerin tasviri.
15. İltifat (Yönelme) san’atı. (Yeyin, için)
16. Sözün gerçekleşmesi:Cezalandırmayı âhirete bırakması.(Zümer 8, Hicr 2, İbrahim 30)


Mürselât Sûresi-5.Bölüm
27 Temmuz 2017 tarihinde yayınlandı

1. Kur’ân‘dan bir soru.
2. Akıllı olmaya davet.
3. Rükû etmeyenler kimlerdir?
4. Kur’ân da NAMAZ.
5. Müşriklere “rükû edin” denir mi?
6. Rükû sözcüğünün zengin anlamları.(Âl-i İmran 42-43, Bakara 40-46, Mâide 55)
7. Rükû halinde iken zekât nasıl verilir?
8. Dil bozulunca DİN BOZULUR. (Zekât anlamının değiştirilmesi.)
9. İri cüsseli mükellef bir varlığa Kur’ân indirilse. (Haşr 21)
10. Kur’ân dan daha büyük bir mûcize yoktur. (Ankebut 47-51)
11. Bile bile red eenler.
12. Bilginler Kur’âna inanırlar. (İsrâ 107-108,Maide 83-84,Âl-i İmran 113-114,199)
13. CAHİLDEN MÜSLÜMAN, MÜ’MİN OLMAZ.
14. Mürselât sûresinin güncel mesajı.
15. İnananların eziyet çekmemesi için indirilen Tâ-Hâ 2-4 âyeti ile Bakara 214. âyeti çelişiyor mu? Örnek âyetler: (Âl-i İmran 186, İsrâ 76-77)
16. Her âyet Kur’ân cümlesi değildir.
17. Kur’ân ın amacı ÖĞÜTTÜR. Öğüt esnasında bazı zorluklara katlanmalıdır.


GİRİŞ

Adını 1. âyetteki el-mürselât sözcüğünden alan sûrenin 48. âyetinin, Mekke’nin fethinden sonra, Peygamberimizin “namaz kılmalısınız” demesine karşılık Sakif delegasyonunun namazdaki rükû hareketlerinden affedilmeleri yolundaki itirazları üzerine indiğini iddia eden kaynaklar varsa da bu, kabulü mümkün olmayan bir iddia ve yakıştırmadan ibarettir. Çünkü iddia sahipleri, rükû sözcüğünün anlamını araştırmadan sözcüğü “namazda yapılan bel bükme hareketi” olarak kabul etmişler ve sözcüğün geçtiği âyetin de namaz emrinin verilmesinden sonraki bir tarihte inmiş olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Oysa sözcüğün anlamı, – 48. âyetin tahlilinde belirttiğimiz gibi – herhangi bir yakıştırmaya ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Bu nedenle âyetin bu yanlış yakıştırmalara dayanılarak sonraki bir tarihte indiği iddiası kabul edilemez. Ayrıca bu iddia kabul edilerek 48. âyet aradan çıkarılırsa, sûrenin söz akışındaki anlam bozulmakta, aynı lâfızlı ve aynı manalı iki âyet arka arkaya gelmektedir ki, bunun mantıklı bir izahı yoktur. Zaten baştan sona ele alındığında sûrenin mevcut hâliyle bir bütün olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
Mürselât sûresi, özellikle kıyâmet ve âhiretin gerçekleşeceğine dair kanıtları ön plânda tutarak kendisinden evvel inmiş olan sûreler gibi inanç konularını işlemeye devam etmektedir. Kur’ân ile ortaya koyduğu dinin insanlar tarafından zorlama olmadan, akıl edilerek benimsenmesini isteyen Rabbimiz, bu sûrede de rahmeti gereği ikna metodunu kullanmış ve inançsız kâfirlere kıyâmetin gerçekleşeceğini makul, mantıklı, tutarlı kanıtlarla açıklayarak inananları bekleyen nimetler ile inançsızları bekleyen azapları gözler önüne sermiştir.
Sûrenin mesajı herkesi muhatap alır gibi görünse de, esas olarak âhireti yalanlayan kâfirlere yönelik olduğu 7. âyetten açıkça anlaşılmaktadır.

RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA

MEAL:

1-7Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir.
8Hani o yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman, 9gök aralandığı zaman, 10dağlar savrulduğu zaman, 11-13tanıklık edecek elçiler, tanıklık için bekletildikleri “Ayırt etme günü” tanıklık vakti belirlendiği zaman, –“14Ayırt etme günü”nün ne olduğunu sana ne bildirdi!– 15o gün, yalanlayanların vay hâline!
16Biz, öncekileri değişime, yıkıma uğratmadık mı?
17Sonra geridekileri de onların arkasına takarız. 18Biz, suçlulara, işte böyle yaparız. 19O gün yalanlayanların vay hâline!
20Biz sizi değersiz bir sudan oluşturmadık mı?
21,22Sonra onu belli bir ölçüye/vakte kadar sağlam bir yerin içinde tuttuk. 23Demek ki Bizim gücümüz yetti. Ne güzel güç yetirenleriz Biz. 24O gün, yalanlayanların vay hâline!
25,26Yeryüzünü dirilere ve ölülere bir toplanma-tutulma yeri yapmadık mı?
27Orada sapasağlam yüksek dağlar oluşturduk ve size tatlı sular içirdik. 28O gün, yalanlayanların vay hâline!
29Kendisini yalanlamakta olduğunuz o şeye doğru gidin! 30,31O üç kol-çatal sahibi, gölgelendirmeyen ve alevden korumayan bir gölgeye doğru gidin!
32Gerçekten o, saray gibi kıvılcımlar atar/yağdırır; 33sanki kıvılcımlar sarı erkek develer gibidir. 34O gün, yalanlayanların vay hâline!
35Bu, onların konuşmayacakları gündür. 36Kendilerine izin de verilmez ki, özür dilesinler. 37O gün, yalanlayanların vay hâline!
38Bu, sizi ve öncekileri topladığımız Ayırma Günü'dür. 39Haydi, bir sinsi plânınız varsa hemen Bana bu sinsi plânı uygulayın! 40O gün, yalanlayanların vay hâline!
41,42Kuşkusuz Allah'ın koruması altına girmiş kimseler gölgeler, pınarlar ve canlarının çektiği meyveler içindedirler. –“43İşlemiş olduğunuz şeylere karşılık afiyetle yiyin, için!”– 44İşte Biz güzel davrananları böyle karşılıklandırırız. 45O gün, yalanlayanların vay hâline!
46Yiyin, yararlanın biraz, şüphesiz siz suçlularsınız. 47O gün, yalanlayanların vay hâline! 48Onlara, “Allah'a ortak koşmaktan uzak durun” denildiği zaman, ortak koşmaktan uzak durmazlar. 49O gün, yalanlayanların vay hâline!
50Artık Kur’ân'dan sonra hangi söze inanacaklar?

TAHLİL:
1-7Küme küme/necm necm gönderilip de önüne gelenleri devirdikçe deviren, toplumları canlandırdıkça canlandıran, canlandırdıkça da hakkı bâtılı ayıran, özür veya uyarı olarak öğüt bırakan Kur’ân âyetleri kanıttır ki kesinlikle tehdit olunduğunuz, korkutulduğunuz şey, kesinlikle meydana gelecektir.

Sûre, yukarıdaki 7 âyetten oluşan kasem cümlesiyle başlamış ve 1–6. âyetler, 7. âyetteki kesinlikle tehdit olunduğunuz şey elbette meydana gelecektir iddiasının kanıtları olarak ileri sürülmüştür. Başka bir ifade ile; 1–6. âyetlerdeki kanıtlar, 7. âyetteki iddianın isbatı olarak gösterilmiştir.

2. âyeti 1. âyete ve 4. âyeti de 3. âyete bağlayan ف [fe] edatının anlamını ifade edebilmek için, bu âyetlerin Türkçe çevirisi hakkında biraz açıklama yapmak gerekmektedir:
1. âyette bahsi geçen yığın yığın gönderilmişler, 2. âyette bildirilenleri yapmakta, yani önlerinde ne varsa hepsini devirmekte, fırtına koparmakta ve silip süpürmektedir. Aynı şekilde 3. âyette sözü edilen canlandırdıkça canlandıranlar da, 4. âyette bildirilenleri yapmakta, yani ayırdıkça ayırmaktadırlar.
Kasem cümlesinin kasem bölümünü teşkil eden 1–6. âyetlerdeki ifadeler dikkatle okunduğunda, burada farklı “şey”lerden değil, bir “şey”in farklı özelliklerinden bahsedildiği anlaşılmaktadır. Bu da, gösterilen kanıtların, bir “şey”in beş ayrı özelliğini yansıtmakta olduğu anlamına gelmektedir.
Bu özelliklerin kaynağı hakkında geçmişte farklı düşünceler üretilmiştir. Kimileri, “Üzerine yemin edilen şeyler, bilgi alanımıza kapalı, evren ve insan hayatına sadece etkileri yansıyan gizemli güçlerdir” deyip işin içinden sıyrılmışlar, kimileri sözü edilen güçlerin kesinlikle “rüzgârlar”, kimileri de “melekler” olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu cümlelerden bir kısmıyla meleklerin, bir kısmıyla da rüzgârların kastedildiğini söyleyenler de olmuştur.
Klâsik kaynaklarda ortak bir metinmiş gibi yer alan bu görüşlerin bir kısmını, yanlışları daha iyi göstermek amacıyla aynen aktarıyoruz:
Ebû Hüreyre’ye göre (ki Mesruk, bir görüşlerinde Ebû Duhâ ve Mücâhid, Sudey, Rebî b. Enes ve Ebû Sâlih de aynı yoruma katılmıştı), âyette geçen salınanlar, gönderilenler, “melekler”dir. O takdirde bu yemin cümlesi, “savaş atları gibi akın akın ve ardarda birlikler halinde gönderilen ardışık melek gruplarına and olsun” anlamına gelir.
Abdullah b. Mes‘ûd’a göre ise gönderilenler‘den maksat, “rüzgârlar”dır. Buna göre yemin cümlesinin anlamı, “savaş atları gibi akın akın ve ardarda dalgalar hâlinde harekete geçirilen rüzgâr bulutlarına yemin ederim” olur. Abdullah b. Mes‘ûd, Kasırga gibi esip savuranlara ve Her yana dağıtanlara âyetlerinde “rüzgârlar”ın kasdedildiğini öne sürmektedir. Bir rivâyete göre onun bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mücâhid, Katâde ve Ebû Sâlih tarafından da paylaşılmaktadır.
İbn-i Cerîr, 1. âyetteki mürselât sözcüğünün, “melekler” mi, yoksa “rüzgârlar” mı demek olduğu konusunda tereddüte düşer ve kesin hüküm vermekten kaçınırken, 2. âyetteki ‘âsıfât sözcüğünün kesinlikle “rüzgârlar” anlamına geldiği kanaatindedir. Ayrıca 3. âyetteki nâşizât sözcüğünün “bulutların gökteki dağıtıcıları” anlamında “rüzgârlar” demek olduğunu kuşkusuz bir dille ifade etmektedir.
Abdullah b. Mes‘ûd’a göre 4-5. âyetlerde kullanılan fârikât ve mulkiyât sözcükleriyle “melekler” kastedilmektedir. Bu görüşü Abdullah b. Abbâs, Mesruk, Mücâhid, Katâde, Rebî b. Enes, Suddey ve Sevrî de tartışmasız bir biçimde paylaşmaktadır.Bu ortak görüşe göre; söz konusu melekler Yüce Allah’ın izni ile peygamberlere inerek gerçeği eğriden ayırt etmekte ve bu elçilere vahyin mesajını iletmektedirler. Bu mesaj hem insanların hesap gününde ileri sürebilecekleri bahaneleri çürütmekte, hem de onları uyarmaktadır.
Bu konu insanların zihinlerine yukarıdaki farklı görüşler doğrultusunda yerleşmiş, gerekli tetkik ve tahliller yapılmadığından dolayı da birçok meal ve tefsirde maalesef bu görüşler hâkim olmuştur. Birçok düşünür ise eskilerin görüşlerini daha tutarlı hâle getirebilmek için kendilerini zorlamışlar, fakat başarılı olamamışlardır. Çünkü Kur’ân’ı anlamak kimsenin tekelinde olmadığı gibi, onu anlama konusunda kimsenin herhangi bir ayrıcalığı da yoktur. Dolayısıyla, geçmiş bilginlerin açıklamaları mutlak doğrular olarak kabul edilmemelidir. Gerçeğe ulaşmak için kişilerin nakilleri yerine sözcüklerin anlamları ön plânda tutulmalıdır.
Burada ilk dikkat edilmesi gereken husus, ardı ardına zikredilen beş niteliğin, henüz ortada bulunmayan “vaat edilmiş şey”in kesinlikle olacağının kanıtı olarak ileri sürülmüş olmasıdır. Bu durumda, sözü edilen nitelikleri taşıyan “şey”in herkes tarafından görülebilen bir “şey” olması gerekmektedir. Zira varlığı ispatlanmamış bir “şey”in, başka bir “şey”in ispatına kanıt olarak ileri sürülmesi akla uygun değildir.
1–6. âyetlerin doğru anlaşılabilmesi için dikkat edilmesi gereken ikinci husus, âyetlerdeki sözcüklerin hem hakikat hem de mecâz anlamlarını hesaba katmaktır. Bu takdirde âyetler için ikiden çok anlam ortaya çıkmaktadır. Bu “çok anlamlılık”, –eskilerin iddia ettiği gibi– anlamların belirsizliğini değil, birden çok ve güzel anlamların bir arada var olabileceğini ifade etmektedir. Kısaca bu âyetler, “müteşâbih âyetler”e iyi birer örnek oluşturmaktadır. Sanatsal ifadelerle sunulan kısa cümleler ve bu cümlelerdeki güçlü vurgular, normal ifadelere göre insanlar üzerinde daha fazla etki bırakmaktadır.
Burada bize düşen görev, birbiriyle benzeşen anlamların arasından birisini öne almak, yani te’vîl etmektir.
MÜRSELÂT: المرسلات [mürselât] sözcüğü, إرسالل [irsâl] kökünden türemiş olup “gönderilmişler” anlamındadır. Yine irsâl kökünden türemiş olan ارسل [ersele] fiili, öznesi Allah olmak üzere, “peygamber gönderdi/gönderir”, “bulut gönderdi/gönderir”, “rüzgâr gönderdi/gönderir” biçimlerinde Kur’ân’da birçok kez yer almıştır. Bu kök anlamı nedeniyle el-mürselât sözcüğü klâsik kaynaklarda “bulutlar, rüzgârlar ve peygamberler” olarak değerlendirilmiştir. Biz ise bu görüşte değiliz. Şöyle ki: Genelde, “bir uzlaşma amacıyla ya da bir işi bitirmek için gönderilen kimse” olarak tanımlanan الرّسول [er-resûl=elçi] sözcüğü, mürselât sözcüğüyle aynı kökten türemiş olup bu sözcük de “gönderilmiş” demektir. Ancak, الرّسول [er-resûl=elçi] sözcüğü, sadece “insanlardan seçilmiş elçiler” olarak anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah meleklerden de elçiler seçtiğini bildirmektedir:

75,76Allah, haberci âyetlerden elçiler seçer, insanlardan da elçiler seçer. Şüphesiz Allah, en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler, yalnızca Allah'a döndürülür. (Hacc/75)


Şu hâlde, Tekvîr sûresi’nin tahlilinde sözcüğün türediği kökleri dikkate alarak ortaya koyduğumuz gibi, “kuvvet, yönetim gücü” anlamı yanında “elçi ve haber verici” anlamına da gelen melek sözcüğünü, mürselât sözcüğünün anlamı kapsamında değerlendirmek mümkündür. Diğer taraftan Rabbimiz açıkça bildirmiştir ki elçiler, “indirilmişler”lerden de olabilir:
10,11Allah, onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. O hâlde, ey kavrama yetenekleri olan iman etmiş kimseler! Allah'ın koruması altına girin. Kesinlikle Allah, iman etmiş ve düzeltmeye yönelik işler yapmış kimseleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için, size bir öğüt, size Allah'ın açık açık âyetlerini/ alâmetlerini/ göstergelerini okuyan bir elçi indirdi. Ve her kim, Allah'a inanır ve sâlihi işlerse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan, içinde sonsuza dek kalacakları cennetlere girdirir. Allah, onun için rızkı güzelleştirmiştir. (Talâk/10-11)
Yukarıdaki âyetlerde altı çizilerek dikkat çekilen Allah’ın indirdiği öğüt [zikr]: elçi [resûl] sözcükleri ile “Peygamber”in değil, “Kur’ân âyetleri”nin kastedildiği kolayca anlaşılmaktadır. Bu durumda “Kur’ân âyetleri” de, Allah’ın evrensel, ölümsüz ve indirilmiş elçileri’dir. Bundan yola çıkarak âyetteki mürselât [gönderilmişler, elçiler] sözcüğü ile kastedilenin, “Kur’ân âyetleri” olduğunu söyleyebiliriz.

‘URF: عرف [urf] sözcüğü, “bilgi” [ilim, irfan/iyiyi kötüyü, eğriyi doğruyu ayırabilme özelliği] demektir ve genel olarak bu anlamda kullanılır. Nitekim örf, marûf gibi sözcükler de bu anlam ekseninde olan sözcüklerdir. Ancak urf sözcüğünün esas anlamı, “kum yığını, yerden yüksek olan yer, yığın, yığıntı” demektir. Arapların horozun ibiği ile atın yelesine urf demeleri, sözcüğün bu anlamına göredir.
Urf sözcüğünün esas anlamı ile, yaygın olarak kullanılan anlamı arasındaki ilişki, “bilgi”nin de bir şeylerin “birikimi, yığını” olmasından kaynaklanmaktadır. Biz, bu âyetin çevirisinde urfen sözcüğünün hem vazı’ [ilk] , hem de isti’mal [yaygın kullanılan] anlamlarının birleştirilmesini öneriyoruz. Bu durumda âyetin çevirisi şu şekilde olmaktadır: “Bilgi yığını [bilgi kümeleri, bilgi öbekleri] hâlinde gönderilmiş Kur’ân âyetlerine kasem olsun ki,...”
Urf ve çoğulu olan اعراف [a‘râf] sözcükleri hakkında daha fazla ayrıntı A‘râf sûresi’nin tahlilinde yer alacaktır.

‘ÂSIFÂT: العاصفات [âsıfât] sözcüğü, عصف [asf] kökünden türemiş bir ism-i faildir. Asf sözcüğü, –Fil sûresi’nin tahlilinde de belirtildiği gibi–“bitkilerin kuru yaprağı” demek olup bitkilerin kuru yapraklarının rüzgâr etkisiyle savrulması Arapça’da bu sözcükle ifade edilmiştir. Daha sonra, bitkilerin kuru yapraklarını, samanı, tozu toprağı savuran kuvvetli rüzgâra [fırtınaya] da asıf, ‘asıfet denir olmuş ve Arapça’da hızlı giden deve için kullanılan nâkatün asûf [fırtına gibi deve] deyimi de sözcüğün bu anlamı ekseninde türetilmiştir.
Bir şeyin oldukça hızlı olduğu veya hızlı gerçekleştirildiği, Türkçe’de de “fırtına gibi” deyimiyle ifade edilmektedir.
Âsıfât sözcüğü, bulunduğu kalıp itibariyle âyette “fırtına koparanlar, önüne gelen iğreti şeyleri önüne katıp sürükleyip gidenler, kökünden söküp atanlar, silip süpürenler, esip savuranlar” anlamında olup Yûnus/22, İbrâhîm/18 ve Enbiyâ/81‘ayetlerinde de “fırtına” anlamıyla yer almıştır.
Normal olarak fizikî bir fırtınayı ifade eden sözcük, içinde bulunduğu cümlenin [âyetin] ف [fe] edatı ile bir önceki âyete bağlanması sebebiyle 1. âyetle birlikte düşünülmelidir. Yani, 1. âyette bahsedilen “öbek öbek, küme küme, yığın yığın gönderilmiş olanlar”, fırtına koparmışlar ve ortalığı silip süpürmüşlerdir.
Bu durumda aynı kökten türemiş resûl [elçi] sözcüğü gibi, mürselât sözcüğünün de “elçi” anlamına geldiği ve bu elçinin “Kur’ân âyetleri” olduğu yolundaki Kur’ân destekli görüşlerimiz doğrultusunda; gerçekten de öbek öbek gelmiş, gönderilmiş Kur’ân âyetlerinin toplumda fırtınalar kopardığını; şirk, küfür ve bâtıl olarak ortada iğreti ne varsa hepsini silip süpürdüğünü, kökünden söküp attığını söylemek mümkündür. Çünkü Kur’ân ile hakk gelmiş, bâtıl zâil olmuştur; ışık gelmiş, karanlık yok olmuştur.

NÂŞİRÂT: النّاشرات [nâşirât] sözcüğü,نشر [neşr] sözcüğünden türemiştir. Neşr sözcüğü daha çok “yaymak” anlamıyla meşhur olmakla beraber bu anlamı yanında “açmak, açığa çıkarmak, kesmek” anlamlarıyla da kullanılmıştır. Nitekim Türkçe’de de “neşriyat” [gazete, kitap, dergi gibi yayınlar] ve “neşretmek” [yayınlamak] gibi kelimeler, sözcüğün “yaymak” anlamına uygun olarak kullanılmaktadır.
Neşr sözcüğünün esas [vazı’] anlamı ise, “güzel koku” demek olup kadim Arapça’da bunun pek çok örneği vardır. Sözcüğün esas anlamı “güzel koku” ile, yaygın olarak kullanılan anlamı “yaymak” arasındaki ilişki, (urf sözcüğünde olduğu gibi,) güzel kokunun bir merkezden çıkıp çevreye yayılmasından ileri gelmektedir.
İşte, sözcüğün bu “merkezden çevreye yayılma” anlamı, kuru otların yağmur sebebiyle yeşermesi ve büyüyüp yayılmasının da neşr sözcüğüyle ifade edilmesine yol açmıştır. Neşr sözcüğü Kur’ân’da da bu anlam ekseninde, “ölmüş kişilerin canlanıp hayat bulması ve olduğu yerden sağa sola yayılması”, yani “ölmüş, çürümüş, yok olup gitmiş insanlara hayat verme” anlamında kullanılmıştır:
11Ve O Allah ki, suyu gökten belli bir ölçü ile indirdi. Sonra Biz, onunla ölü bir beldeyi canlandırdık. İşte siz, böyle çıkarılacaksınız. (Zuhruf/11)

21sonra onu öldürdü, kabre koydurdu, 22sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı. (Abese/21,22)

21Yoksa onlar, yeryüzünden birtakım ilâhlar edindiler de onlar, kendilerini mi canlandıracaklar/ diriltecekler? (Enbiyâ/21)

9Ve Allah, rüzgârları gönderendir. Sonra onlar da bir bulutu harekete geçirip yukarılara kaldırır. Derken Biz, o bulutu ölmüş bir beldeye sürüp göndermişizdir. Böylece yeryüzüne ölümünden sonra onunla hayat veririz. İşte böyledir ölmüş çürümüş insanlara hayat vermek. (Fâtır/9)

Ve Mülk/15, Furkân/3, Furkân/40.

FÂRİKÂT: الفارقات [fârikât] sözcüğü, “iki şeyi birbirinden ayırmak” anlamındaki فرق [fark] mastarından türemiş olup tefrik sözcüğü ile aynı anlamdadır. Ancak, fârikât sözcüğü, makulât [soyut şeyler] için, tefrik sözcüğü ise mahsusat [somut şeyler] için kullanılır. Bu nedenle fârikât sözcüğü, “soyut şeyleri birbirinden ayıranlar” demektir.
Yine, fark kökünden türemiş ve bu anlama gelen bir sözcük daha vardır ki, aynı zamanda Kur’ân’ın da adıdır. Bu sözcük Furkân‘dır. Bakara/53 ve Enbiyâ/48 ayetlerinde Mûsâ peygambere de verildiği ifade edilen Furkân, soyut şeyler olan hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü… Birbirinden ayırdığı için, Kur’ân’a da isim olarak verilmiştir:

1Âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna/kullarına Furkân'ı indiren ne cömerttir/ ne bol bol nimet verendir! 2Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı Kendisinin olan, hiç çocuk edinmeyen, hükümranlıkta ortağı olmayan ve her şeyi oluşturup sonra da onları bir ölçüye göre ayarlama yapandır. (Furkân/1,2)

185Ramazân ayı ki, Kur’ân, bir kılavuz olarak ve furkândan, yol göstermeden açık seçik açıklamalar olarak kendisinde indirilmiştir. Bu nedenle sizden her kim bu aya şâhit olursa hemen onda oruç tutsun. Kim de hasta veya sefer; çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzerinde ise diğer günlerden sayısıncadır. Allah, size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Bu kolaylık, Allah'ın koruması altına girmeniz ve sayıyı tamamlamanız, size yol gösterdiğinden dolayı Allah'ı büyüklemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlerin karşılığını ödeyesiniz diyedir. (Bakara/185)

2Allah, Kendisinden başka tanrı diye bir şey olmayandır, her zaman diridir, kayyûm'dur [her şeyi ayakta tutandır, koruyandır].
3,4Allah, sana, sadece içinde konu edilenleri doğrulayıcı olarak bu kitabı hak ile indirdi. O, daha önce insanlara doğru yol kılavuzu olarak Tevrât'ı ve İncîl'i de indirmişti. Furkân'ı da O indirdi. Şüphesiz kâfirler; Allah'ın âyetlerini bilerek reddeden şu kimseler, çetin bir azap kendileri için olanlardır. Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, suçluları yakalayıp cezalandırmak sûretiyle adaleti sağlayandır.
(Âl-i İmrân/2-4)

Yukarıdaki âyetlerle konu kendiliğinden aydınlığa kavuşmaktadır: Dolayısıyla Mürselât sûresi’nde, Ayırdıkça ayıranlar [fârikât] ifadesi ile kastedilenler, “Kur’ân âyetleri”dir. Çünkü Kur’ân âyetleri hakk ile bâtılı, iman ile küfrü, helâl ile haramı birbirinden ayırmaktadır.

MÜLKIYÂT: الملقيات [mülkıyât] sözcüğü, “bırakmak, yere koymak, terk etmek” anlamlarına gelen إلقاء [ilkâ’] mastarının ism-i failidir. Farklı kalıplardaki türevleri Kur’ân’da birçok kez kullanılmıştır. Bununla birlikte ilkâ’ sözcüğünün Kur’ân’da “içe bırakma, zihne iyice yerleştirme” anlamında da kullanıldığı görülmektedir:
15O, dereceleri yükseltendir, en büyük tahtın/en yüksek mevkiin sahibidir: O, buluşma günü hakkında uyarmak için Kendi emrinden/ Kendi işinden olan vahyi kullarından dilediğine bırakır. (Mümin/15)

6Şüphesiz bu Kur’ân ise sana, yasalar koyan ve en iyi bilen Allah tarafından senin içine işletilmektedir.– (Neml/6)

37-39Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah'ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmiş ve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir. (Bakara/37-39)

Bu durumda, الملقيات [mülkıyât] sözcüğünün konumuz olan âyette de kesin olarak “zihne iyice yerleştirenler” anlamında kullanıldığını söylemek mümkündür. Zaten bu özellik de yine Kur’ân âyetlerine has bir özelliktir.

ZİKR: ذكر [zikr] sözcüğünün; “anma, hatırda tutma, din kitapı [öğüt kitapı] ve öğüt” anlamlarında kullanıldığı herkes tarafından bilinmektedir.
5. âyetteki zikr sözcüğünün, “öğüt” anlamına geldiği, Arapça dilbilgisi kurallarına göre 6. âyette kendisinden bedel konumunda bulunan عذرا نذرا [‘uzren, nüzren] ifadesinden de anlaşılmaktadır. Zira 6. âyette, mazeret hazırlayacağı, mazur kıldıracağı [‘uzren] ve uyarı yapacağı [nüzren] bildirilen etkiyi, 5. âyette bildirilen zikr yapmaktadır. Bu da zikr‘in ancak “öğüt” işleviyle mümkündür. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, insanı geçmişteki hatalarına tövbe ettirmeye yönelten ve geleceğe yönelik olarak ona uyarıda bulunan zikr ancak “öğüt” olarak anlamlandırılabilir. Dikkate alınan öğütlerin kesinlikle insanı bu iki işlemi yapmaya motive ettiği düşünülürse, 5. âyetteki zikr‘in “öğüt” olarak anlaşılması gerektiği daha da iyi anlaşılır.
Kur’ân’ın (öbek öbek gönderilmiş tüm âyetlerinin) zikr [öğüt] olduğu Kur’ân’da yüzlerce âyette bildirildiğine göre, öğütleri zihne iyice yerleştirenlerin de yine “Kur’ân âyetleri” olduğu kesinlik kazanmaktadır.

UYARI: Kur’ân kendisini tam 55 nitelikle tanıtmaktadır.Yukarıda sayılan özelliklerin hepsi de, “Resûl, Furkân, Rûh, Nûr, Zikr, Mübîn” gibi Kur’ân’ın vasıflarındandır. Âyetleri mucize yapan bu özellikler, beşer kurgusu olmayıp Allah tarafından lütfedilmiştir. Ayrıca bu özelliklerden hiçbiri Allah’ın kitabının dışındaki kitaplarda mevcut değildir.
Sûrenin 1–7 âyetlerinin oluşturduğu kasem cümlesinde Kur’ân’ın bu özelliklerinden bir kısmı vurgulanmış ve onu indiren Gücün [Allah’ın] , tehdit edici âyetlerle bildirilen kıyâmet gününü de mutlaka gerçekleştireceği ifade edilmiştir. Böylelikle Kur’ân, kıyâmet ve âhiretin gerçekleşeceğine dair bir kanıt olarak gösterilmiştir.
Unutulmamalıdır ki, Kur’ân’daki mucize; dağlarda, taşlarda, meleklerde, rüzgârlarda hatta peygamberlerde olan mucizelerden daha yücedir. Hem öyle bir mucizedir ki, her an el altında ve göz önünde bulunmasına rağmen kıyâmete kadar mucizeleri tükenmeyecek bir kitaptır.

8Hani o yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman, 9gök aralandığı zaman, 10dağlar savrulduğu zaman, 11-13tanıklık edecek elçiler, tanıklık için bekletildikleri “Ayırt etme günü” tanıklık vakti belirlendiği zaman, –“14Ayırt etme günü”nün ne olduğunu sana ne bildirdi!– 15o gün, yalanlayanların vay hâline!


Kıyâmet gününde evrenin durumunu anlatan bu ve buna benzer sahneler Kur’ân’ın çeşitli sûrelerinde dile getirilmiştir. Bütün bu sahnelerdeki ortak görüntü şudur: O gün evrenin düzeni bozulacak ve bu düzensizliğe korkunç gürültüler, patlamalar ve sarsıntılar eşlik edecektir. Ancak, dehşet veren bu olaylar, insanların öteden beri bildiği yıldırım, deprem, volkanik patlama gibi küçük çaplı doğal olaylara hiç benzemeyecek, dünyadaki hiçbir olayla mukayese edilemez şiddette ve büyüklükte olacaktır. Dolayısıyla o günkü dehşetin insanın zihinsel yapısına sığması mümkün değildir. Bu gerçeğe rağmen kıyâmet anlatımlarının değişik sahnelerle tekrarlanması, bu olayın gerçekleşeceğini insanların aklına yatırma maksadına yöneliktir.

O yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman,

Âyette geçen, طمست [tumiset] sözcüğü,طمس [tams] mastarından türemiş “fiil-i mazi, bina-i mechul, müfred, müennes” bir sözcüktür.
Tams sözcüğü kök olarak “silmek, ortada iz bırakmamak, imha etmek, uzaklaştırmak” anlamlarına gelmektedir. Nitekim Arapça’da gözleri görmeyene, “gözleri silinmiş, gözleri imha olmuş, gözleri kendinden uzaklaştırılmış” anlamında طموس البصر [tamûsu’l-basar] , kalbi kalplikten çıkmış, fesada uğramışlara da “kalbi silinmiş, kalbi imha olmuş, kalbi kendinden uzaklaştırılmış” anlamında طموس القلب [tamûsu’l-kalb] denmektedir. [22]
Tams sözcüğünün türevlerini şu âyetlerde de görmek mümkündür: Yâ-Sîn/66, Kamer/37, Nisâ/47, Yûnus/88.
Işık kaynağı olarak bilinen yıldızların aslında enerjilerinin tükenmesiyle sönen, silinen bir yapıda oldukları çok yakın bir tarihte tesbit edilmiştir. Yıldızların sonsuza dek ışıyacağının sanıldığı bir dönemde, ışıklarının söndürülmesi, silinmesi sûretiyle varlıklarının son bulacağının Kur’ân tarafından dile getirilmiş olması büyük bir mucizedir.

Gök aralandığı zaman,

Âyette geçen, فرجت [furicet] sözcüğü, “iki şey arasındaki aralık” demek olan الفرج [ferc] sözcüğünden türemiştir. Bu sözcük genellikle “yarmak” anlamındaki فجر [fecr] sözcüğü ile karıştırılmaktadır. Bu karıştırmanın bir sonucu olarak, dişi canlıların üreme organlarınaفرج فروج , [ferc, fürûc] denmesinin bu organların yarık oluşundan ileri geldiği zannedilir. Hâlbuki sebep bu organların yarık oluşları değil, iki ayağın aralığında bulunuyor olmalarıdır. [23]
Dolayısıyla yukarıdaki âyet, “göğün yarılması”nı değil, “aralanması”nı ifade etmektedir. Ancak “göğün aralanması” ile neyin kastedildiğini bilmek bugün için mümkün değildir, belki kıyâmete kadar da mümkün olmayacaktır. Bir tahmin olarak; dünya ile atmosfer arasında bir boşluk oluşacağı ve buna bağlı olarak dünyanın, güneşin çekim alanından çıkacağı anlamına geldiği söylenebilir.

Dağlar savrulduğu zaman,

Bu ifadeyle şimdiki kâinat düzeninin bozulacağı, yani yıldızların uzaklaşacağı, söneceği, imha olacağı ve göğün aralanacağı o gün bir başka olayın daha gerçekleşeceği bildirilmektedir. Bildirilen bu olay, dağların ufalanıp havada uçuşan toza dönüşecek olmasıdır. 8–10. âyetlerdeki anlatımlar; İnfitar, Tekvîr, Müzzemmil, Tâ-Hâ, Furkân, İnşikâk, Vâkıa, Nebe, Zilzâl gibi başka sûrelerde de tekrarlanmış ve olayın ciddiyeti vurgulanmıştır.
Elçiler, vakitlendirildikleri zaman, bunlar hangi gün için ertelendiler ise! Ki Ayırt Etme Günü için (ertelenmişlerdi).

YEVMÜ’L-FASL: يوم [yevm] ve الفصل [el-fasl] sözcüklerinden oluşan bu ifade, “ayırt etme günü” anlamına gelen bir isim tamlamasıdır. el-yevm, Arapça’da “gün” demektir. Sözcüğün “yevmiye” [gündelik] gibi bazı türevleri Türkçe’de de kullanılmaktadır.
El-fasl sözcüğü ise isim olarak “iki şey arasındaki mesafe”, fiil olarak da “iki şey arasına mesafe koymak, bitişik hâle gelmiş iki ayrı şeyi birbirinden ayırmak” anlamlarına gelir. el-Fasl sözcüğünün fiil anlamının “bir bütünü yarmak, ikiye ayırmak” demek olan şakk sözcüğüile karıştırılmaması gerekir. Çünkü kıyâmet gününde bir bütün ikiye ayrılmayacak, zaten birbirinden ayrı olan şeylerin ayrımı yapılacaktır. Yani, o gün, hakk ile bâtıl, mümin ile kâfir birbirinden ayrılacaktır. Kıyâmet gününe, Yevmü’l-Fasl [ayırt etme günü] denmesinin sebebi budur. Bazılarının, “karar günü”, “hüküm günü” olarak çevirdikleri bu ifadenin yorumsuz olarak sözcük anlamıyla çevrilmesi, bize göre en isabetli olanıdır.
13. âyetten başka aynı sûrenin 38. âyetinde de karşımıza gelecek olan Yevme’l-Fasl [ayırma günü] ifadesi, değişik ayrıntılarla başka âyetlerde de tekrarlanmıştır:


8Hani o yıldızlar silindiği/imha edildiği/uzaklaştırıldığı zaman, 9gök aralandığı zaman, 10dağlar savrulduğu zaman, 11-13tanıklık edecek elçiler, tanıklık için bekletildikleri “Ayırt etme günü” tanıklık vakti belirlendiği zaman, –“14Ayırt etme günü”nün ne olduğunu sana ne bildirdi!– 15o gün, yalanlayanların vay hâline! (Sâffat/19-23)


40Şüphesiz ki, Ayırma Günü onların hepsinin buluşma yeridir/ kararlaştırılmış buluşma vaktidir.
41,42O gün Allah'ın merhamet ettiği kimseler hariç, hiçbir yakının yakına hiçbir şekilde yararı olmaz. Onlar yardım da olunmazlar. Şüphesiz ki Allah, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/ mutlak galip olanın, engin merhamet sahibinin ta kendisidir.(Duhân/40-41)

17Kuşkusuz Ayırma günü kararlaştırılmış bir buluşma vakti olmuştur.
18O gün Sûr'a üflenir; siz de hemen bölükler hâlinde gelirsiniz.
(Nebe/17-18)

11–12. âyetlerde, bu dehşet veren sahnelerin yanında bambaşka bir olaya daha değinilmiştir. Bu olay, uzun insanlık tarihi boyunca insanlara tebliğde bulunmuş olan peygamberlerin mahşer halkına teşhiridir. “Ayırma Günü”, aynı zamanda genel bir buluşma günü olarak belirlenmiş ve bütün peygamberlere o gün için randevu verilmiştir. Bu buluşmada peygamberler, dağlardan, yeryüzünden, göklerden daha ağır basan o büyük konuya [hesap verme konusuna] ilişkin son hesaplarını sunacaklardır:

6Andolsun, kendilerine elçi gönderilmiş olanları da sorguya çekeceğiz, andolsun, gönderilen elçileri de sorguya çekeceğiz.
7Ve andolsun, onlara, bir bilgi ile anlatacağız; çünkü Biz uzakta olanlar değildik.
8Ve tartı, o gün haktır. Kimin terazileri/tartıları ağır basarsa, işte onlar kurtulanlardır.
9Ve kimin terazileri/ tartıları hafif kalırsa, işte onlar âyetlerimize karşı zâlimlik etmelerinden dolayı kendilerini ziyana sokan kimselerdir.
(A‘râf/6-9)

Yukarıdaki âyetlerin ifade şeklinden, son derece önemli bir olaydan söz edildiği anlaşılmaktadır. Artık yıldızların sönmesi, göğün parçalanması, dağların ufalanıp toz gibi uçuşması ile yaşanan dehşet geride kalmış, fakat şimdi herkesi o dehşetin saldığı korkudan daha büyük bir korku kaplamıştır: Hesap verme korkusu…
Hesap verme zamanının geldiğini vurgulayan uyarı sarsıcıdır:
Elçiler, vakitlendirildikleri zaman,
Allah’ın haşr meydanında [Kendi huzurunda] bütün insanları toplayacağı ve her kavmin peygamberini de şâhit olarak çağıracağı, Kur’ân’da pek çok yerde bildirilmiştir. Sapkınlar ve suçlular, Allah’ın kendilerine neyi ilettiğinin tanığı ve kanıtı olarak karşılarında peygamberleri bulacaklar ve böylece sapıklığa düşme sebebinin kendileri olduğu açığa çıkacaktır:

69Ve yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanmış, kitap konulmuş, peygamberler ve tanıklar getirilmiş ve aralarında hak ile karar verilmiştir. Ve onlara haksızlık edilmez. (Zümer/69)

41Her ümmetten bir tanık getirdiğimiz ve seni de işte onların üzerine bir tanık olarak getirdiğimiz zaman bak nasıl? (Nisâ/41)

Ayırt etme gününün ne olduğunu sana ne bildirdi!

Bu ifade tarzı, hatırlanacağı üzere, insanın aklının eremediği, havsalasının alamadığı, zihnî yetilerinin boyutlarını aşan konularda kullanılmaktadır. Aynı ifadenin burada Yevmü’l-Fasl [ayırt etme günü] için kullanılması, o günde oluşacak dehşetin, insan zihninin ötesinde olduğunu anlatmaktadır. Yani insanlara, “Siz dünyada hangi sıkıntıyı görmüş, yaşamış, düşünmüş olursanız olun, onların hiç birisi Ayırt Etme Günü’ndeki kadar müthiş değildir, ona göre aklınızı başınıza alın!” denilmektedir. Arkasından da şu uyarı yapılmaktadır:

O gün, yalanlayanların vay hâline!

Rabbimizin uyarı ve teşvik amaçlı bu mesajı bu sûrede tam on kez tekrarlanmıştır. Gerek âhiret hâlleri ile ilgili açıklamaların ve gerekse dünya ile ilgili hatırlatmaların yapıldığı cümlelerin sonunda hep bu ifade kullanılmıştır. Tekrarlanan bu uyarı ifadesi hep aynı sözcüklerden meydana gelmiş olsa bile, yalanlayanların yalanladıkları ifade edilen şeyler her pasajda farklıdır. Meselâ bu ifadenin sûredeki ilk geçişinde, “Yevmü’l-Fasl”ın [ayırt etme günü’nün] , ikinci defa geçişinde “suçlulara yapılacak azabın”, üçüncü defa geçişinde “Allah’ın ilmi ve gücünün”, dördüncü defa geçişinde de “insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunun, ilâhî kudretin ise her şeyi kapladığının” yalanlandığı ifade edilmiştir. Aslında ifadenin her tekrarlanışıyla farklı bir konu vurgulandığından, ifadenin tekrarlandığını söylemek pek de uygun değildir.
“Vay hâline!” şeklinde çevrilen ويل [veyl] sözcüğü ile ilgili detay Hümeze sûresi’nde verildiği için burada tekrar edilmeyecektir.

16Biz, öncekileri değişime, yıkıma uğratmadık mı?
17Sonra geridekileri de onların arkasına takarız. 18Biz, suçlulara, işte böyle yaparız. 19O gün yalanlayanların vay hâline!



Bu âyet grubunda da yine Rabbimizin insanlara uyguladığı eğitim ilkelerinden biri olan “örnek verme” ilkesi görülmektedir. Sûrenin buraya kadarki bölümünde, kıyâmete inanmayanlara kanıt olarak Kur’ân gösterilmiş ve buna rağmen “Ayırım Günü”nü inkâr edenler, Yalanlayanların vay hâline! ifadesi ile tehdit edilmişti. Bu bölümde ise yalanlayanlara, tarihte kendileri gibi olanların başlarına gelen kötü son hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatma, Biz, öncekileri helâk etmedik mi? ifadesi ile geçmişteki somut örnekler telmih edilerek yapılmıştır. Rabbimizin gerçek olayları sıkça gözümüzün önüne sermesindeki amaç, başka bir âyette şöyle açıklanmıştır:

42Hani siz, vâdinin yakın bir yamacında idiniz, onlar da uzak yamacında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Şâyet onlarla sözleşmiş olsaydınız da, buluşma yerinde kesinlikle anlaşmazlık çıkarırdınız. Fakat olması gereken işi Allah'ın gerçekleştirmesi için; değişime/yıkıma uğrayan apaçık bir delil gördükten sonra yıkıma uğrasın, sağ kalanlar da yine apaçık bir delilden sonra yaşasın diye... Şüphesiz Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir. (Enfâl/42)

Tarihten ders çıkarma konusunda ciddî ihtarlarda bulunan Rabbimiz, Kur’ân’ın bir bölümünü kıssalara ayırmak sûretiyle bizlere zengin bir ibret kaynağı lütfetmiştir. Geçmiş kavimlerin helâk edilmelerine sebep olan davranışların anlatıldığı yüzlerce âyetten bir bölümü, bundan önceki sûrelerin aynı konuyla ilgili bölümlerinde okuyucuya sunulmuştu. Bu bağlamda şu âyetlerin yer aldığı pasajların da okunmasında yarar görüyoruz: Bakara/248; Âl-i İmrân/13,49; Yûnus/92; Hûd/103; Yûsuf/111; Hicr/77; Nahl/11,13,65,67,69; Şu‘arâ 8,67,103,121,139,158,174,190; Neml/52; Ankebût/15,35, 44; Sebe/9; Zâriyât/37; Kamer/15.
Kendi hataları yüzünden helâk edilen öncekilerin [geçmiş toplumların] örnek alınması konusu, Rabbimizin çok çetin yakalayışına “tanık” ve “tanık olunan”ı kanıt göstermesi sebebiyle Burûc sûresi’nde de geçmiş ve orada geçmişin araştırılmasının gerekli olduğunu bildiren âyetler örnek olarak verilmişti.
Burûc sûresi’ndeki o bölümün tekrar okunmasını öneriyor ve şuna inanıyoruz: Kur’ân’ın öncekiler sözcüğü ile ifade ettiği “geçmiş toplumların serüvenleri tarihî belgelerden, arkeolojik kalıntılardan araştırılıp öğrenildiğinde görülecektir ki, âhireti inkâr ederek bu dünyayı tek hayat zanneden ve ahlâkî değerlerini sadece bu dünyadaki ölçülere ve neticelere bağlayan bütün kavimler istisnâsız helâk olmuşlardır.

Sonra geridekileri de onların arkasına takarız/takacağız. Biz, suçlulara, işte böyle yaparız.

Yani, bu Bizim sünnetimizdir [yasamızdır] . Âhireti inkâr edenler, tıpkı helâke uğrayan geçmiş ümmetler gibi, sonunda aynı felâkete uğramalarının kaçınılmaz olduğunu göreceklerdir. Bundan önce hiçbir kavim bu âkıbetten istisnâ edilmemiştir, ileride de edilmeyecektir:

40Âyetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklenen şu kimselere, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve deve/halat iğne deliğinden geçmedikçe onlar cennete girmeyeceklerdir. Biz suçluları işte böyle cezalandırırız. 41Onlar için cehennemden yataklar, üstlerinden de örtüler vardır. Ve Biz, zâlimleri işte böyle cezalandırırız. (A‘râf/40,41)

84Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık. Bak bakalım günahkârların sonu nasıl oldu! (A‘râf/84)

69De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da suçluların sonlarının nasıl olduğuna bir bakın!” (Neml/69)

34Şüphesiz Biz, günahkârlara böyle yaparız. (Sâffat/34)

Konu dost1 tarafından (15. January 2014 Saat 04:30 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla