Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 10:54 PM   #3
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Ayrıca, Peygamber'in nikâh kıydığı, fakat gerdeğe girmediği kadınlar da vardır. Kurtubî bunları şöyle sıralar:

1) Bunlardan biri el-Kilâbiye diye bilinir.

Adı hususunda görüş ayrılığı vardır: Fâtıma, Amre ve el-Âliye isimleri verilmiştir. ez-Zührî dedi ki: Peygamber (s.a) Kilâblı ed-Dahhâk kızı Fâtıma ile nikâhlanmış, o da kendisinden Allah'a sığınınca onu boşamıştı. Bu kadın, “Ben bedbaht olanım” der dururdu. Peygamber onunla hicretin 8. yılı Zilkâde ayında evlenmişti. Kadın hicrî 60 yılında vefat etti.

2) Kindeli en-Nu‘man b. el-Cevn b. el-Hâris kızı Esma. el-Cevniye diye de bilinir.

Katâde dedi ki: Peygamber (s.a) yanına girip de onu çağırdığında, Esma, “Sen gel” deyince, Peygamber onu boşamıştı.

Başkaları ise şöyle demektedir: “Peygamber'den Allah'a sığınan kadın budur.” Buhârî de şöyle demektedir: “Rasûlullah (s.a) Şerâhil kızı Umeyme ile evlenmişti. Peygamber'in yanına girdiğinde, Peygamber elini ona uzatmış, bu hanım bundan tiksinir gibi olmuştu. Bunun üzerine Peygamber, Ebû Useyd'e, yola göndermek üzere onu hazırlamasını ve ona iki elbise vermesini emretti.”

Bir başka lafızda da şöyle demektedir: Ebû Useyd dedi ki: Rasûlullah'ın (s.a) yanına el-Cevniye diye bilinen hanım getirildi. Onun yanına girdiğinde o hanıma, “Bana kendini bağışla” deyince, kadın şöyle cevap verdi: “Kraliçe, hiç kendini normal kimselere bağışlar mı?” Peygamber (s.a), sakin olması için elini üzerine koymak isteyince de, “Senden Allah'a sığınıyorum” dedi. Peygamber de, “Sen gerçekten koruma altına alan birisine sığındın” dedi. Ardından da yanımıza çıkıp şöyle dedi: “Ey Ebû Useyd! Buna iki râzıkî [uzun ve beyaz keten elbise] ver ve onu aile halkının yanına gönder.”

3) el-Eş‘as b. Kays'ın kız kardeşi Kuteyle bt. Kays.

el-Eş‘as onu Peygamber'e nikâhlamış, sonra da Hadramevt'e geri dönmüştü. Kuteyle'yi o'na götürmek üzere hazırlanmış iken Peygamber'in (s.a) vefat ettiği haberini aldı. Bunun üzerine onu geri götürdü ve birlikte irtidad ettiler. Daha sonra İkrime b. Ebî Cehl onunla evlendi. Ebû Bekr (r.a) bundan dolayı çok rahatsız oldu. Ömer ona şöyle dedi: “Allah'a yemin ederim, o, Peygamber'in (s.a) hanımlarından olmadı. Peygamber onu ne istediğini seçmekte serbest bırakmıştı, ne de hicab arkasına almıştı. Diğer taraftan irtidad etmekle de Allah o kadını Peygamber'den uzaklaştırmış olmaktadır.” Urve ise Peygamber'in onunla evlenmiş olduğunu kabul etmiyordu.

4) Ezdli Umm Şerîk.

Adı, Ğuzeyye bt. Câbir b. Hâkim'dir. Daha önce Ebû Bekr b. Ebî Selma'nın nikâhı altında idi. Peygamber (s.a) onu, kendisiyle gerdeğe girmeden boşadı. Nefsini Peygamber'e bağışlayan kadın da budur.

Nefsini Peygamber'e bağışlayan kadının Havle bt. Hâkim olduğu da söylenmiştir.

5) Havle bt. el-Huzeyl b. Hubeyre.

Rasûlullah (s.a) bu kadın ile nikâhlanmış, ancak Peygamber'in yanına ulaşmadan önce vefat etmişti.

6) Dıhye'nin kız kardeşi Şeraf bt. Halife.

Peygamber bu hanımla da nikâh kıymış, fakat onunla gerdeğe girmemiştir.

7) Kays'ın kız kardeşi Leyla bt. el-Hatîm.

Peygamber bu hanımla nikâhlanmıştı. Ancak aşırı derecede kıskanç olduğundan kendisini boşamasını istedi, o da onun isteğini yerine getirdi.

8) Kindeli Amre bt. Muâviye.

Peygamber (s.a) bu hanımla nikâhlanmıştır.

eş-Şa‘bî dedi ki: “Peygamber, Kindeli bir hanımla nikâhlanmış, ancak Peygamber vefat ettikten sonra o hanım Medîne'ye getirilebilmişti.”

9) Cündalı, Cündüb b. Damra'nın kızı.

Bazılarının dediklerine göre Rasûlullah (s.a) bu hanımla nikâhlanmış, bazıları ise böyle bir şeyin olduğunu kabul etmemiştir.

10) Ğıfarlı bir hanım.

Bazılarının dediklerine göre Peygamber (s.a) Ğıfarlı bir hanım ile nikâhlanmış, fakat vücudunda gördüğü bir beyazlık [alacalık] sebebiyle ona, “Ailenin yanına geri dön” demişti. Bu beyazlığı, el-Kilâbiye'de gördüğü de söylenmiştir.

İşte Peygamber'in (s.a) kendileri ile nikâh akdi yapmış olduğu hâlde gerdeğe girmediği hanımlar bunlardır.[25]

30-31. Ey Peygamber'in kadınları! Sizden kim açık bir çirkin utanmazlıkta bulunursa, onun azabı [suçun cezası] iki kat olarak artırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. Sizden kim de Allah'a ve Elçisi'ne sürekli saygıda bulunursa ve sâlihi işlerse, ona da ecrini iki kerre veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır.

32-34. Ey Peygamber'in kadınları! Siz kadınlardan herhangi biri değilsiniz; eğer takvâlı davranıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü ma‘rûf bir tarzda söyleyin. Evlerinizde vakarlı olun, ilk câhiliye gösterişi hâlinde gösteriş yapmayın; Salâtı ikâme edin, zekâtı verin, Allah'a ve Elçisi'ne itaat edin –Ey ehli beyt! Gerçekten Allah, sizden kiri gidermek ve sizi temizlemek ister– ve evlerinizde okunmakta olan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Hiç şüphesiz Allah, latîf'tir, habîr'dir.

Yukarıda, Rasûlullah aracılığı ile eşlerine dünya ya da âhireti tercih etmeleri hususunda bir ihtar yapılmıştı. Bu âyetlerde ise, Rasûlullah'ın aile hayatına; eşlerinin, Rasûlullah'ın hayatındaki konumlarına değinilerek; Rasûlullah'ın eşlerinin temsil makamlarına dikkat çekilerek yükümlülükleri bildirilmekte, böylece Rasûlullah'a gelebilecek sıkıntılar, hizmetine engel olacak durumlar engellenmektedir:

• Peygamber'in kadınları [eşleri, kızları], bir suç işlerse, iki kat cezalandırılacaktır.

Zira temsil makamında olanların iyiliği de kötülüğü de başkalarına örnek teşkil eder, toplum onları taklit eder. Bu nedenle, temsil makamında bulunan kimsenin kötülüğü, sırf kendine kalmaz, onu örnek alarak birçok kişi de kötülük yapar. Onun için temsil makamında olanlara, hem kendi kötülüklerinin, hem de örnek oldukları kişilerin kötülüklerinin cezası verilir. Keza iyilikleri için de aynı durum söz konusudur.

• Peygamber kadınları, işveli, cilveli konuşmamalıdır.

• Her konuştukları ma‘rûf olmalıdır; boş konuşmamalı, gevezelik yapmamalıdırlar.

• Evlerinde vakarlı bir şekilde oturmalı; ev dışı işleri erkekler tarafından görülmeli, onlar da dikbaşlılık etmeden bunu kabullenmeli, kendilerini taciz ve tecavüzden korumalıdırlar.

• Câhiliye kadınları gibi zînetlerini önplana çıkararak gösteriş yapmamalıdırlar.

Âyetten de anlaşılacağı üzere câhiliye döneminde kadınlar zînetlerini; erkekler için câzibe noktası olan organlarını önplana çıkararak dolaşırlardı.

• Salâtı ikâme edip zekât vermelidirler [sosyal desteğe katılmalıdırlar, mâlî harcamalarda bulunmalıdırlar; her Müslüman gibi vergilerini vermelidirler].

• Allah'a ve Elçisi'ne itaat etmelidirler.

• Evlerinde okunan Allah'ın âyetlerini, yasaları hatırlamalı, bunu topluma anlatmalıdırlar.

Onlar, Allah''n emir ve yasaklarının geldiği evlerde bulunmaları, onların inişine tanık olma bahtiyarlığına ermiş olmaları nedeniyle, ilâhî emirlere başkalarından daha fazla duyarlı olmalıdırlar.

EHL-İ BEYT KİMDİR?

Ehl-i beyt, “hâne halkı” demektir. Bu âyetteki ehl-i beyt ile kimlerin kastedildiği hususuna gelince: Âyetteki hitaptan da anlaşılacağı üzere, birinci planda Rasûlullah'ın eşleri ve kızları akla gelir. Zaman içerisinde bu kavramın içine aileye dışarıdan girmiş damadı Ali, torunları Hasan ve Hüseyin'in de girip girmediği tartışılmıştır. Âyetin teknik yapısı dikkate alındığında bu kavramın içerisine erkeklerin de girdiği anlaşılır. Âyetteki, Ey ehli beyt! Gerçekten Allah, sizden [‘ankum] kiri gidermek ve sizi [kum] temizlemek ister ifadesindeki siz [kum] zamiri, yukarıdakilerin aksine, müzekker/eril olarak gelmiştir. Eğer bu ifade erkekleri kapsamayacak olsaydı, كنّ [kunne] şeklinde müennes/dişil olarak gelirdi. Burada, hem erkekleri, hem de kadınları kapsadığına delâlet etmek üzere müzekker/eril gelmiştir.

35. Şüphe yok ki İslâm dinine giren erkekler ve İslâm dinine giren kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, saygıda duran erkekler ve saygıda duran kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşûlu erkekler ve huşûlu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını muhafaza eden erkekler ve ırzlarını muhafaza eden kadınlar, Allah'ı çok zikreden erkekler ve Allah'ı çok zikreden kadınlar; Allah, onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir ödül hazırlamıştır.

Bu âyet, bağımsız bir necm olup kadın-erkek mü’minlerden hiç birinin Allah katında ayrıcalıklı olmadığını vurgulayarak, mü’minleri, imanî ve İslâmî konularda motive etmektedir.

Bu âyetin iniş sebebi hakkında söylenen şudur:

Umm Umâre, Peygamber'e (s.a) gelerek şöyle dedi: “Ben her şeyin erkeklere ait olduğunu görüyorum. Kadınlardan herhangi bir şekilde söz edildiğini de görmüyorum.” Bunun üzerine, Doğrusu Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar, iman eden erkeklerle iman eden kadınlar... âyeti nâzil oldu. (Tirmizî) dedi ki: “Bu hasen, garip bir hadistir.”[26]

Bu âyette, İslâm'ın temel ilkeleri kadın ve erkeğe teşmil edilerek, kadın ve erkeğin kulluk; yükümlülük ve amellerin karşılığını görme hususunda Allah nazarında eşit olduğu vurgulanmıştır, ki bu başka âyetlerde de görülebilir:

Ve erkekten veya kadından kim mü’min olarak sâlihâtı işlerse, artık işte onlar, cennete girerler. Ve hurma çekirdeğinin sırtındaki çukur [zerre] kadar zulme uğratılmazlar. (Nisâ/124)

Bunun üzerine Rabb'leri onlara karşılık verdi: “Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –ki bazınız bazınızdandır [hepiniz aynısınızdır]– çalışanın amelini zayi etmem. Binâenaleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.” (Âl-i İmrân/195)

Erkekten ve dişiden mü’min olarak kim iyi amel işlerse muhakkak onu güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve kesinlikle onların ücretlerini, yapmış oldukları amellerin daha güzeliyle karşılıklandıracağız [ödüllendireceğiz]. (Nahl/97)

36. Ve Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.

Bu âyette yine Allah'ın değişmez bir ilkesine dikkat çekilmektedir: Allah ve Elçisi bir işte hüküm verdiklerinde, hiç bir mü’min erkek ve mü’min kadın için kendi işlerinde serbestlik yoktur. Ve kim Allah'a ve Elçisi'ne isyan ederse o, açık bir sapıklıkla sapmıştır.

Bu âyetin iniş sebebi olarak kaynaklarda şu bilgiler verilir:

Katâde, İbn Abbâs ve Mücâhid'in bu âyetin nüzûl sebebi hakkında rivâyet ettiklerine göre; Rasûlullah (s.a) halasının kızı Zeyneb bt. Cahş'a talib oldu. Peygamber'in kendisi için istediğini zannetmişti. Onun Zeyneb'i, Zeyd için istediği anlaşılınca, bundan hoşlanmadı, kabul etmedi ve karşı koydu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu, bunun üzerine Zeyneb boyun eğdi ve Zeyd ile evlendi.

Bir başka rivâyette belirtildiğine göre; Zeyneb ve kardeşi nesebi dolayısıyla bunu kabul etmedi. Çünkü Zeyd, dün daha bir köle idi. Nihâyet bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bunun üzerine kardeşi Peygamber'e, “Bana dilediğin emri ver” deyince, Peygamber (s.a) Zeyneb'i, Zeyd ile evlendirdi.

Âyet-i kerîmenin, Ukbe b. Ebî Muayt'ın kızı Umm Gülsüm hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. Umm Gülsüm kendisini Peygamber 'e (s.a) hibe etmişti, o da onu Zeyd b. Hârise ile evlendirmişti. Kendisi de kardeşi de bu işten hoşlanmadılar ve, “Biz Rasûlullah'ı (s.a) istedik, o ise bizi başkasıyla evlendirdi” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu sefer her ikisi de Zeyd ile evliliği kabul etti. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.[27]

Bu âyetin, Zeyneb bt. Cahş (r.anha) hakkında nâzil olduğu ileri sürülmüştür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) onu, daha önce Zeyd b. Hârise (r.a) ile evlendirmek istediğinde, hem Zeyneb, hem de kardeşi buna karşı çıkmıştı. Bunun üzerine bu âyet nâzil olunca, her ikisi de bu evliliğe razı olmuşlardı. Bunu şöyle izah ederiz: Allah Teâlâ, Peygamberi'ne, hanımlarına kendisinden ayrılıp ayrılmama hususunda muhayyer olduklarını söylemesini emredince, bu emirden, Hz. Peygamber'in (s.a) başkalarına zarar vermeyi istemediği anlaşılmıştır. Binâenaleyh herhangi bir şeye meyli olana, Hz. Peygamber (s.a) bu imkânı vermiş, başkasının arzu ve isteklerinden ötürü kendi nefsinin hakkından vazgeçmiştir.[28]

Bu âyette ümmete, Allah'ın ve Rasûlullah'ın aldığı bir karara itiraz etmemeleri emredilmektedir ki bu, İslâm'ın temel ilkelerinden biridir. Buna göre hiç bir Müslüman, Allah ve Rasûlü'nün hüküm verdiği bir konuda muhayyer değildir. O konuda Allah'a ve Elçisi'ne teslim olması gerekir. Buradaki Elçi'ye teslimiyet, “Rasûlullah'ın Allah'ın âyetleri çerçevesinde almış olduğu kararlara uyma noktasında”dır. Zaten Allah Elçisi'nin, Allah'ın koyduğu ilkelere uymayan bir karar alması söz konusu olamaz:

Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleri ile ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, ma‘rûfta sana isyan etmemeleri üzerine biat ederek [bağlılık yemini ederek] gelirlerse, hemen onların biatlarını al ve onlar için Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Mümtehine/12)

Artık, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiç bir sıkıntı duymadıkça ve tam bir güvenlikle güvenlik sağlamadıkça iman etmiş olamazlar. (Nisâ/65)

Aranızda Elçi'yi çağırmayı, bazınızın bazınızı çağırışı gibi kılmayın. Saklanarak sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilmektedir. Bu sebeple, O'nun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isâbet etmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isâbet etmesinden sakınsınlar. (Nûr/63)

Bu âyetin direkt muhatabı, o günkü Müslümanlar olup hüküm de, Rasûlullah'ın aldığı savaş kararları ve Rasûlullah'ın Zeyneb'i Zeyd ile evlendirme kararıdır. Âyetin endirekt muhatabı olan bugünkü Müslümanlar için ise hüküm, kamu otoritesi tarafından Allah'ın âyetleri çerçevesinde alınan kararlardır. Müslüman olduğunu ileri süren kimse, Allah'a ve Allah'ın âyetleri ışığında alınmış karara boyun eğmelidir. Aksi takdirde imanı sorgulanmaya açık hâle gelir.

Bu âyette, karar öncesi Rasûlullah ile istişare imkânı ortadan kaldırılmamıştır. Ama Rasûlullah bir karar aldığında, artık o'na düşen Allah'a tevekkül etmektir, karardan caymak değildir. Bu husus Âl-i İmrân sûresi'nde vurgulanmıştı:

İşte, sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. (Âl-i İmrân/159)

37. Ve hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye, “Eşini yanında tut ve Allah'a takvâlı davran!” diyordun; insanlardan çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi içinde saklı tutuyordun. Oysa Allah, Kendisine haşyet duymana çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlâtlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.

Bu âyette, 36. âyette konu edilen Allah'ın ve Elçisi'nin kararına itiraz edilmemesi noktasında, Zeyd'in boşadığı Zeyneb'in Rasûlullah ile evlendirilmesi örnek olarak zikredilmektedir.

Âyetteki, Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlâtlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın ifadesiyle, tekrar evlâtlığın öz oğul sayılmadığı-sayılmayacağı ve evlâtlığın boşadığı eşin öz oğulun eşi gibi haram olmayacağı beyân edilmiştir. Zira Nisâ sûresi'nde, öz oğulun boşadığı kadını nikâhlamak babaya haram kılınmıştı:

Size, anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, teyzeleriniz, halalarınız, erkek kardeşinizin kızları, kız kardeşinizin kızları, sizi emzirmiş olan anneleriniz, sütten kız kardeşleriniz, kadınlarınızın anneleri, birleşme yaptığınız kadınlarınızın eski kocalarından doğup evinizde bulunan üvey kızlarınız –birleşme yapmadıysanız bir sakınca yok size–, kendi sulbünüzden olan oğullarınızın hanımları ve iki kız kardeşin arasını birleştirmeniz –eski yapılıp geçenler hariç–, yeminlerinizin sahip oldukları hariç muhsan kadınlar [nikâhlı kadınlar] da haram kılındı. Allah çok affedici, çok merhametlidir. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığıdır. Bunların dışında iffetlerinizi koruyup fuhuşta bulunmamak üzere mallarınızla muhsanlaşacak [evlenecek] kadın aramanız size helâl kılındı. Öyleyse onlardan ne ile faydalandıysanız, farz bir görev olarak ücretlerini ödeyiniz. Zorunlu ödemenizden sonra, rızalaştığınız şeyde size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz Allah en iyi bilen ve hikmet sahibi olandır. (Nisâ/23-24)

37. âyet, Muhammed'in (a.s) peygamberliğinin en büyük kanıtlarından biridir. Zira burada Rasûlullah'ın, belki de hiç kimsenin ifşasına razı olmayacağı sırları ifşa edilmekte ve bu da Rasûlullah tarafından topluma bildirilmekte, Kıyâmete kadar herkesin bilgisine sunulmuş olarak Kur’ân'da yer almaktadır.

Bu âyette, Allah'ın, evlâtlıklarla ilgili hükmü (yani, evlâtlıkların gerçek evlât olmadığı, evlâtlıkların boşadığı kadının, sözde baba kabul edilen kişi ile evlenmesinde sakınca bulunmadığı hükmü) Rasûlullah ile Zeyd ve Zeyneb'in şahsında fiilen yürürlüğe konmuştur. Bunlar insanlık icabı çevre baskısından çekinmiş, ama Allah'ın hükmü karşısında tercih hakklarının olmadığını öğrendiklerinde boyun eğmişlerdir. Çünkü Allah, haşyet duyulmaya daha layıktır. Bu Kur’ân'da sıkça vurgulanan bir husustur:

Onlar, insanlardan gizlemek isterler de Allah'tan gizlemek istemezler. Hâlbuki O [Allah], onlar, O'nun sözden razı olmadığı şeyleri gece planlarlarken kendileriyle beraberdir. Ve Allah, onların yaptıklarını kuşatıcıdır. (Nisâ/108)

O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerine istivâ eden, yerküreye gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. (Hadîd/4)

Göklerde olan şeyleri ve yeryüzünde olan şeyleri, Allah'ın bildiğini görmedin mi? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde O, mutlaka dördüncüleridir. Beşte de O, mutlaka altıncılarıdır. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra kıyâmet günü onlara yaptıkları şeyleri haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi bilendir. (Mücâdele/7)

Zeyd ile ilgili iki güzel açıklamayı sunuyoruz:

Bu âyet-i kerîmede söz konusu edilen ve Peygamber'in kendisine nimet verdiği söylenen kişi, önceden de açıkladığımız gibi Zeyd b. Hârise'dir. Onunla ilgili birtakım rivâyetler sûrenin baş tarafında geçmiş bulunmaktadır. Bir başka rivâyette belirtildiğine göre; bir gün amcası bir işi dolayısıyla Mekke'ye geldiği sırada onunla karşılaşmış. Ona, “Ey delikanlı adın ne?” demiş. O, “Adım Zeyd” deyince, “Kimin oğlusun?” diye sormuş. Zeyd, “Hârise'nin oğluyum” demiş. “O kimin oğludur?” deyince, o da, “Şerâhil el-Kelbî'nin oğludur” demişti. “Peki annenin adı ne?” diye sormuş, “Annemin adı Su’dâ” demişti, “ben dayımlar olan Tayy kabilesinde idim.” Bunun üzerine amcası onu bağrına basmış, kardeşine ve akrabalarına haber göndermiş, onlar da Mekke'ye gelmişlerdi. Ondan kendileriyle birlikte gelmesini istediler ve, “Kimin kölesisin?” diye sordular. O da, “Abdullah'ın oğlu Muhammed'in” deyince, o'nun yanına gidip “Bu bizim oğlumuzdur, onu bize geri ver” dediler. Peygamber şöyle buyurdu: “Ben durumu ona bildireyim, sizi tercih ederse, onu alıp götürün.” Zeyd'i çağırdı ve ona, “Bunları tanıyor musun?” diye sordu. Zeyd, “Evet, bu babam, bu kardeşim, bu da amcamdır” dedi. Peygamber (s.a) ona, “Ben sana karşı nasıl birisiyim” diye sorunca, Zeyd ağlayarak, “Bana bunu niye soruyorsun?” deyince, Peygamber şöyle dedi: “Seni serbest bırakıyorum, eğer bunlarla gitmeyi istiyorsan, gidebilirsin. Benimle birlikte kalmayı istersen, zaten benim sana karşı nasıl davrandığımı biliyorsun.” Zeyd, “Sana kimseyi tercih edemem” deyince, amcası Zeyd'i çekip, “Ey Zeyd! Sen köleliği babana ve amcana mı tercih ediyorsun?” dedi. Zeyd de şöyle karşılık verdi: “Evet, Allah'a yemin ederim, Muhammed'in yanında kölelik, yanınızda kalmaktan benim için daha güzeldir.” Bunun üzerine Rasûlullah (s.a), “Şâhitlik ediniz ki ben (ona) mirasçıyım, (o da bana) mirasçı olacaktır” dedi. Bundan dolayı, Onları babalarına nisbet edip çağırın (Ahzâb/5) âyeti nâzil oluncaya kadar ona, “Muhammed'in oğlu Zeyd” deniliyordu. Ayrıca, Muhammed sizin adamlarınızdan kimsenin babası değildir... (Ahzâb/40) âyeti de nâzil oldu.[29]

Zeyd, Kelb kabilesinden Hârise b. Şurahbil'in oğluydu ve annesi Tay kabilesinin bir kolu olan Benî Ma’n'dan Su’dâ bt. Sa‘lebe idi. Zeyd 8 yaşında iken annesi onu ailesinin yanına götürdü. Orada iken Benî Kayn b. Cesr kabilesi onlara saldırdı, mallarını talan etti, Zeyd'in de içlerinde bulunduğu bir grup adamı esir aldı. Daha sonra Benî Kayn kabilesi Zeyd'i, Taif yakınlarındaki Ukaz panayırı'nda sattı. Onu Hz. Hatice'nin yeğenlerinden biri olan Hâkim b. Hizâm satın aldı. Hâkim, Zeyd'i Mekke'ye getirdi ve halasına hediye etti. Hz. Peygamber (s.a), Hz. Hatice ile evlendiğinde Zeyd'i eşinin hizmetinde buldu. İyi davranışlarından ve hâlinden hoşlandığı için onu eşinden istedi. Böylece bu şanslı çocuk bir kaç yıl sonra kendisine peygamberlik verilecek olan bu mükemmel insanın hizmetine girdi. Zeyd o sırada 15 yaşındaydı. Sonraları babası ve amcası onun Mekke'de olduğunu öğrendiklerinde, Muhammed'e geldiler ve fidye karşılığı oğullarını geri almak istediler. Muhammed, “Çocuğa soracağım; sizinle mi gidecek, yoksa benimle mi kalacak, buna kendisi karar verecek. Eğer benimle kalmayı tercih ederse, ben benimle kalmayı seçen birini geri göndermem” dedi. Onlar da, “Çok güzel, çocuğa sor” dediler. Hz. Peygamber (s.a) Zeyd'i çağırdı ve, “Bu adamları tanıyor musun” diye sordu. Zeyd, “Evet, biri babam, biri de amcamdır” dedi. Hz. Peygamber (s.a), “Beni de, onları da tanıyorsun. Onlarla gitmek veya dilersen benimle kalmak hususunda serbestsin” dedi. Zeyd, “Seni bırakıp da başkasıyla gitmek istemiyorum” cevabını verdi. Babası ve amcası, “Zeyd! Köleliği hürlüğe ve başkalarıyla kalmayı anne-babanı ve aileni bırakmaya tercih mi ediyorsun?” diye sordular. O, “Bu adamda gördüğüm şeylerden sonra dünyadaki hiç bir şeyi o'na tercih edemem” dedi. Bu cevabı duyduklarında amcası ve babası Zeyd'in Hz. Peygamber'le (s.a) kalmasına razı oldular. Hz. Muhammed (s.a) hemen Zeyd'i azat etti ve Ka‘be'de bir grup Kureyşli önünde, “Şâhit olun, şu andan itibaren Zeyd benim oğlumdur. Ben ona vârisim, o da bana vâristir” diye ilan etti. Bundan sonra onu, Zeyd b. Muhammed diye çağırmaya başladılar. Tüm bunlar Muhammed'e peygamberlik gelmeden önce olmuştu. Daha sonra Allah o'na peygamberlik ihsan etti. Bunu duyar duymaz hiç tereddüt etmeksizin o'na inanan dört kişi vardı: Hatice, Zeyd, Ali ve Ebû Bekr (r.a). Zeyd o sıralarda 30 yaşındaydı ve 15 yıl boyunca Hz. Peygamber'e (s.a) hizmet etmişti. Hicretin 4. yılında Hz. Peygamber (s.a) onu halasının kızı Zeyneb ile evlendirdi, onun adına mehrini ödedi ve ev kurmaları için gerekli eşyaları temin etti.

İşte bu nedenle Allah bu âyette, Allah'ın nimet verdiği, senin de nimet verdiğin kimse... buyurmaktadır.[30]

38-39. Allah'ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde; Allah'ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O'na haşyet duyan ve Allah'tan başka kimseye haşyet duymayan kimselerde olan Allah'ın sünneti [yasası] olarak bir güçlük yoktur. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter.

Bu âyetlerde yine ilâhî kurallar konu ediliyor. Buna göre geçmişte de Allah'ın elçilerinin hepsi kendilerine verilen görevi yapmış; hiç biri toplum baskısı nedeniyle görevini ihmal etmemiştir. Allah da onları desteklemiş ve muzaffer kılmıştır.

40. Muhammed, sizin er kişilerinizden hiç birinin babası değildir. Ancak o, Allah'ın Elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Ve Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Bu âyette, Rasûlullah'ın toplumdaki konumu vurgulanırken, ilâhî ilkelerin uygulanması aşamasında yapılan saldırılara da cevap verilmektedir.

Bu âyetin iniş sebebi hakkında şu bilgiler verilmiştir:

Peygamber (s.a), Zeyneb bt. Cahş ile evlenince, insanlar [münâfıklar], “Muhammed oğlunun hanımı ile evlendi” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Buna göre, o [Zeyd], o'nun öz oğlu değildir ki, vaktiyle onun hanımı olan daha sonra Peygamber'e haram olsun. O tebcil ve tazim itibariyle ümmetinin babasıdır. Onun hanımları, ümmetinin erkeklerine haramdır. Yüce Allah bu âyet-i kerîme ile münâfıkların ve başkalarının kalplerinden geçen bu kanaati gidermiş olmakta ve Muhammed'in, çağdaşı olan erkeklerden hiç birisinin gerçek anlamda babası olmadığını bildirmektedir.[31]

Bu âyette, ricâlikum [sizin er kişilerinizden] ifadesiyle, Rasûlullah'ın hiç oğlu olmadığı değil, yetişkin oğlu olmadığı vurgulanmıştır. Zira Rasûlullah'ın; İbrâhîm, Kâsım, Tayyib ve Mutahhar adınca oğulları olmuş, ama bunlar “er kişi” çağına ulaşmamışlardır.

Âyette öncelikle, Zeyd'in Muhammed'in oğlu olmadığı, dolayısıyla onun boşadığı Zeyneb ile Rasûlullah'ın evlenmesinde sakınca bulunmadığı vurgulanmakta; ardından da Muhammed'in, hem “Allah'ın Rasûlü”, hem de “nebilerin hatemi” [nebilerin mührü/sonuncusu] olduğu ifade edilmektedir.

HATEMU'N-NEBİYYÎN [NEBİLERİN SONUNCUSU]

Âyette geçen, hateme'n-nebiyyîn ifadesi, hatem ve en-nebiyyîn sözcüklerinden oluşan bir isim tamlaması olup, “nebilerin sonuncusu” demektir.

HATEM

ختم [hatm] sözcüğü, “basmak, damga vurmak, bir şeyi kapatma, içine bir şeyin girmemesine vesika oluşturma” demektir. Bu kökten türeyen ختام [hıtâm], “bir şeyin sonu”; ختام القوم[hıtâmu'l-qavm], “toplumun son ferdi”;ختام الوادى [hıtâmu'l-vâdî], “vâdinin en uç kısmı”; خاتم [hâtem], “balçık, mum üzere konulan şey; mühür”; حتم [hıtam], “mührün basıldığı balçık, mum” demektir.[32]
H-T-M

Bu kavram iki şekilde kullanılır:

Birincisi: ختم ve fiillerin mastarı olup yüzüğün ve damganın nakışı gibi bir şeyin etkisini anlatır.

İkincisi: Nakıştan elde edilen eserin kendisini ifade eder. “Bir şeyi sağlamlaştırma ve koruma altına alma” anlamında kullanıldığına da rastlanır ki bu, kitaplara ve kapılara vurulan mühür, onların korunmasını ve sağlama alınmasını ifade etmesi sebebiyledir. (…) Bazan da meydana gelen nakış baz alınarak, “bir şeyden bir etkinin meydana gelmesi” anlamında kullanılır. Kimi zaman da, bir işin sonuna gelmeyi/ulaşmayı anlatır ki, “Kur’ân'ı hatmettim” [Kur’ân'ı okuyarak sonuna kadar ulaştım] denmesi bu cihetledir. (…) Hateme'n-nebiyyîn [Peygamberlerin sonuncusu] ifadesi, “peygamberliği sona erdirmesi, gelişi ile peygamberliğin tamamlanması” anlamına gelir.[33]

Fiil hâlinde kullanıldığında sözcük, “bir şeyin tamamlanması, tamamlandıktan sonra herhangi bir müdahaleye engel olunması için kapatılıp mühürlenmesi” anlamına gelir; ki kapı, inşaat, zarf, karar ve belge mühürleme bu kabildendir. Bu mühürleme, işin sonlandırıldığının, belgenin tamamlandığının, artık buna müdahale edilemeyeceğinin vesikasıdır.

Bu durumda âyetteki hatemu'n-nebiyyîn [peygamberlerin mührü] lafzı, peygamberlik müessesesinin tamamlandığını, sona erdiğini, bundan sonra bu müesseseye kimsenin eklenmeyeceğini ifade eder.

Allah, elçilik müessesesini kapatıp mühürlemiştir. Bu müesseseye kimse girip çıkmayacaktır. Elçilerin yaptığı görevler, artık ümmete tevdi edilmiştir. Ümmet de, sonsuza kadar korunan Kur’ân ile bu işi götürecektir:

Hiç kuşkusuz Biz, o Zikr'i Biz indirdik Biz. Ve mutlaka Biz onun için koruyucularız. (Hicr/9)

Ey iman etmiş kimseler! Allah'a nasıl takvâlı davranmanız gerekiyorsa öyle takvâlı davranın ve ancak müslimler olarak can verin. Ve hep birlikte Allah'ın ipine sıkıca sarılın/Allah'ın ipi ile korunun, ayrılmayın ve Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O [Allah], kalpleriniz arasında ülfet oluşturdu. Sonra da siz O'nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan sizi O kurtarmıştı. İşte, Allah, doğru yolu bulasınız diye âyetlerini sizin için böyle ortaya koyar. Ve içinizden hayra çağıran, ma‘rûfu emreden, münkerden men eden bir ümmet bulunsun. Ve işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. (Âli İmrân/102-104)

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma‘rûfu emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız. Kitap Ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Onların bazıları mü’mindirler, pek çoğu da yoldan çıkmış kimsedirler. (Âl-i İmrân/110)

Ey iman etmiş kimseler felah bulmanız [zafer kazanmanız, durumunuzu korumanız] için rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ve Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. O, sizi O seçti ve dinde; babanız İbrâhîm'in milletinde sizin için bir zorluk kılmadı. O, daha önce ve işte bunda [Kur’ân'da], Elçi'nin size şâhit olması, sizin de insanlara şâhit olmanız için, sizi “Müslümanlar” olarak isimledi. Öyleyse, salâtı ikâme edin, zekâtı verin ve Allah'a sarılın. O, sizin mevlânızdır [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınınızdır]. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır! (Hacc/77-78)

Ve işte böyle Biz, siz, insanlar üzerine şâhitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şâhit olsun diye sizi hayırlı bir ümmet kıldık. (Bakara/143)

Burada önce nebî ve rasûl sözcüklerinin manalarını ve bunlar arasındaki fakı beyan edip sonra da bu husustaki sapma noktalarına işaret edeceğiz:

NEBÎ ve RASÛL

NEBÎ

النّبىّ [nebî] sözcüğü, نبأ [nebe’/haber] sözcüğünden türemiş olup “muhbir/haberci” demektir.[34] Ancak nebe’ sözcüğü, –Kamer sûresi'nin tahlilinde de belirttiğimiz gibi– Kur’ân'da daima önemli haberler hakkında kullanılır. Bu durumda nebî, sıradan haberi değil, “önemli haberleri veren kişi” demek olur. Nitekim nebî sözcüğü, Kur’ân'da sadece peygamberleri ifade etmek için kullanılmıştır. Çünkü peygamberler sıradan haberleri değil, Allah'ın kendilerine vahyettiği; geçmişteki büyük olaylara, geleceğe, ölüme, ölüm ötesine [mahşere, dirilmeye, cennet ve cehenneme] dair haberleri vermişlerdir. Bunlardan bazılarını zikredelim:

Ve Biz âyetleri işte böyle detaylandırıyoruz. Ve suçluların yolu ortaya konsun/sana belli olsun diye. (En‘âm/5)

İşte bu, kentlerin ciddî haberlerindendir. Biz onu sana anlatıyoruz; onlardan ayakta olan ve biçilmiş ekin olan da vardır. (Hûd/100)

Neden; onlar, kendilerinin, hakkında ayrılıkçılar oldukları o büyük, önemli haberden mi soruşuyorlar? (Nebe/1-3)

Her emir kararlaştırılmış, en üstün seviyede yeterli bir hikmet olduğu hâlde onlar yalanladılar ve tutkularına uydular. Şüphesiz onlara vaz geçirecek haberler de gelmişti. Buna rağmen uyarılar fayda vermiyor. (Kamer/3-5)

Bazı Batılı araştırmacılar, nebî sözcüğünün, İbrânice “nabbi” sözcüğünden geldiğini iddia etseler de, nebî sözcüğü, şekil ve kök itibariyle Arapça bir sözcüktür.

RASÛL

الرسول[rasûl] sözcüğü, “herhangi bir şeyin parçası” anlamındaki رس ل[r-s-l] kökünden; bu da, bedevilerin deve sürülerini su başlarına parça parça salmasından gelir.

الرسول[rasûl], “gönderilen/elçi” demektir. Vaz‘ edildiği ilk anlamına göre rasûl, “kendisini gönderenin, gönderiş amacına, haberlerine, bilgilerine uyan kişi” demektir.[35]

Bu anlamı biraz açarak rasûl'ün [elçi'yi], “seçilen, belirli bir amaç için birilerine, kendisini seçip gönderen tarafından bilgi ve haber götüren kişi” olduğunu söylemek mümkündür.

Dinî anlamda ise rasûl, “Allah'ın seçtiği, kullarına ulaştırması için kendisine teslim edilen bilgi ve haberleri kullara ulaştıran kişi” demektir.

Bu durumda, işlevsel olarak “rasûl” ile “nebî” arasında fark yoktur; tüm rasûller nebî'dir. Bu, şu âyette net olarak görülebilir:

Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik. Onlar kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alıyorlardı da Biz, kuvvetçe onlardan daha güçlü olanları helâk ediverdik. Öncekilerin örneği de geçti. (Zuhruf/6-8)

Birçok âyette de bazı peygamberler, hem nebi hem de rasûl olarak nitelenmişlerdir:

Bir zamanlar kardeşleri Nûh onlara demişti ki: “Siz takvâlı olmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık, Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Artık, Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin!” (Şu‘arâ/106-110)

(Nûh) dedi ki: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur. Velâkin ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Takvâya sahip olmanız ve rahmete nail olabilmeniz için, içinizden sizi uyaracak bir kişiye, bir zikir [öğüt, kitap] gelmesine şaştınız mı?” (A‘râf/61-63)

De ki: “Biz Allah'a, bize indirilene [Kur’ân'a], İbrâhîm'e, İsmâîl'e, İshâk'a, Ya‘kûb'a ve torunlara indirilene, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere Rabb'lerinden verilenlere inandık. Onlardan hiç biri arasında ayırım yapmayız. Ve biz, yalnız O'nun için islâmlaşanlarız.” (Âl-i İmrân/84)

Kitap'ta İbrâhîm'i de an/hatırlat. Şüphesiz ki o, sıddîk [özü, sözü doğru] biri idi, peygamberdi. (Meryem/41)

Ve Kitap'ta Mûsâ'yı da an/hatırlat. Şüphesiz o arıtılarak saflaştırılmış idi. Ve bir elçi, bir peygamber idi. (Meryem/51)

Ve Mûsâ, “Ey Firavun! Ben kesinlikle âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah hakkında hakktan başkasını söylememek bana bir yükümlülüktür. Gerçekten ben size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Bu nedenle İsrâîloğulları'nı gönder benimle” dedi. (A‘râf/104-105)

Ve hiç kuşkusuz Biz Mûsâ'yı âyetlerimizle Firavun'a ve onun ileri gelenlerine elçi gönderdik de o, “Gerçekten ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim” demişti. (Zuhruf/46)

Ve söz vermeleri nedeniyle Tûr'u [dağı] üzerlerine kaldırdık. Ve onlara, “O kapıdan secde ederek girin” dedik. Yine onlara, “İbâdet gününde sınırları aşmayın” dedik. Sonra da onların kendi sözlerini bozmaları, Allah'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri hakksız yere öldürmeleri ve, “Kalplerimiz örtülüdür/sünnetsizdir” demeleri –aksine Allah, inkârları dolayısıyla ona [kalplerine] damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar– ve inkâra sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri; “Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. Aksine Allah, o'nu Kendine yükseltti [derecesini artırdı; ününü yaydı]. Ve Allah, azîz'dir, hakîm'dir. (Nisâ/154-158)

Meryem'in oğlu Mesih, sadece bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Anası da dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra yine bak onlar nasıl yüz çeviriyorlar! (Mâide/75)

Hani kardeşleri Hûd onlara demişti ki: “Siz takvâlı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden hiç bir ücret istemiyorum. Benim ecrim âlemlerin Rabbi üzerinedir. Her yüksek tepeye, alâmet bir bina kurarak mı eğleniyorsunuz? Sonsuzlaşmanız için/sanki sonsuzlaşacakmışsınız gibi sanayi üreten yerler [fabrikalar/kaleler] mi edinirsiniz? Yakaladığınız vakit de zorbaca mı yakaladınız? Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Size o bildiğiniz şeyleri verene; davarlar, oğullar, cennetler [bağlar, bahçeler], pınarlar verene takvâlı davranın. Şüphesiz ki ben sizin hakkınızda büyük bir günün azabından korkuyorum.” (Şu‘arâ/124-135)

Hani kardeşleri Sâlih onlara demişti ki: “Takvâlı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki ben, sizin için güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ben sizden hiç bir ücret istemiyorum da. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Siz burada; bahçelerde, pınarlarda ve ekinlerin, salkımları sarkmış hurmalıkların arasında güven içinde bırakılacak mısınız? Ve siz dağlardan ustaca evler yontuyorsunuz. Artık Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ve yeryüzünde bozgunculuk yapıp ıslah etmeyen o aşırı gidenlerin emrine uymayın.” (Şu‘arâ/142-152)

Hani kardeşleri Lût onlara demişti ki: “Siz takvâlı davranmaz mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Gelin artık, Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Ve buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbi üzerinedir. Rabbinizin sizler için yarattığı eşleri bırakarak âlemler içinden erkeklere mi gidiyorsunuz? İşin aslı siz haddi aşan bir kavimsiniz.” (Şu‘arâ/161-166)

Hani Şu‘ayb onlara demişti ki: “Siz takvâlı davranmayacak mısınız? Şüphesiz ki, ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Bu nedenle Allah'a takvâlı davranın ve bana itaat edin. Buna karşılık ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ecrim yalnız âlemlerin Rabbi üzerinedir. Ölçeği tam ölçün ve hakk yiyenlerden olmayın. Ve doğru terazi ile tartın. Halkın eşyalarını değerinden düşürmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Ve O, sizi ve sizden önceki nesilleri yaratan kişiye [Allah'a] takvâlı davranın.” (Şu‘arâ/177-184)

Buradan anlaşılan odur ki, hem rasûl'e hem de nebi'ye kitap verilmiş ve her ikisi de tebliğle yükümlü tutulmuştur. Dolayısıyla, işlevsel olarak aralarında bir fark yoktur:

Ve Biz, her elçiyi sadece, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik. Ve eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmalarını isteselerdi, Rasûl de onlar için bağışlanma isteseydi, kesinlikle Allah'ı tevvâb [tevbeleri çokça kabul eden], rahîm [en çok merhamet eden] bulurlardı. (Nisâ/64)

Ve Biz senden önce hiç bir elçi göndermedik ki, ona, “Gerçek şu ki Benden başka ilâh diye bir şey yoktur. Onun için Bana ibâdet edin” diye vahyetmiş olmayalım. (Enbiyâ/25)

Ve andolsun ki Biz, senden önce birtakım elçileri kavimlerine gönderdik de, onlar onlara, apaçık delilleri getirdiler. Sonra Biz, günah işleyen kimselerden intikam aldık. Mü’minlere yardım da, Bizim üzerimize bir hakk idi. (Rûm/47)

Ey iman etmiş kişiler! Allah'a, Elçisi'ne, Elçisi'ne indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Ve kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve son günü inkâr ederse, kesinlikle o çok uzak bir sapıklığa sapmıştır. (Nisâ/136)

A‘rab [o ağzı laf yapan bedeviler], inkâr ve münâfıklık bakımından daha çetin; Allah'ın, Elçisi'ne indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye daha yatkındırlar. Allah da, en iyi bilen, en iyi ilke koyandır. (Tevbe/97)

Ve andolsun, senden önceki ümmetlere [önderli toplumlara] elçiler gönderdik de onları yalvarsınlar diye dayanılmaz zorluk [yoksulluk] ve sıkıntılarla çeviriverdik. (En‘âm/42)

Biz hangi kente bir nebî [peygamber] gönderdiysek, onun ehlini [halkını] mutlaka yalvarıp yakarsınlar diye yoksulluk ve darlıkla yakaladık. Sonra kötülüğün yerini iyiliğe değiştirdik; nihâyet çoğaldılar ve, “Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu” dediler. Bunun üzerine onları hemen, onlar hiç farkında değillerken ansızın yakalayıverdik. (A‘râf/94-95)

Ve Biz o'na İshâk'ı ve Ya‘kûb'u bağışladık. Ve soyu içinde peygamberlik ve Kitap kıldık. Ve Biz o'na dünyada ücretini verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir. (Ankebût/27)

İnsanlar tek bir ümmet idi de Allah müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberler gönderdi ve ihtilaf ettikler konularda insanlar arasında hükmetsinler diye onların beraberinde hakk ile kitap indirdi. Ve sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah, Kendi bilgisi gereği, iman edenlere, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka kılavuz oldu. Ve Allah, dilediği kimseyi/dileyen kimseyi dosdoğru yola kılavuzlar. (Bakara/213)
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla