Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:11 PM   #6
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

18.Gerçekten Biz, dağlara boyun eğdirdik/yapısal olarak insanların yararına kullanılacak biçimde yarattık. Her zaman kendisiyle birlikte Allah’ı noksanlıklardan arındırırlardı.19.Kuşları da toplu olarak o’na boyun eğdirmiştik/Dâvûd’un ve insanların yararlanacağı biçimde yaratmıştık. Hepsi o’na dönücü idi. 20.Biz o’nun mülkünü de pekiştirdik. Ve o’na yasayı ve hakkı bâtıldan ayıran sözü söyleme imkânını verdik.

DAĞLARIN BOYUN EĞİŞİ ve TESBÎHİ: 18. âyetteki, dağların tesbîh ettiğini bildiren ifadenin benzerleri Kur’ân’da iki sûrede daha geçmektedir:

10,11.Ve andolsun ki Biz Dâvûd’a tarafımızdan bir fazlalık ve kuşları verdik; “Ey dağlar! Onunla beraber dönün!” Ve o’nun için demiri yumuşattık: Bol bol zırhlar yap ve biçimlemede ölçülendir. –Siz de sâlihi işleyin. Kesinlikle Ben yaptıklarınızı en iyi görenim.–

(Sebe/10)

79.Sonra da Biz, onu Süleymân’a hemen iyice kavrattık. Ve hepsine yasa ve bilgi verdik. Dâvûd’la beraber Allah’ı noksan sıfatlardan arındırsınlar diye, dağları ve kuşları buyruk altına aldık/onları insanların yararlanacağı ölçüler içinde yarattık. Ve Biz yapanlarız.

(Enbiyâ/79)

TESBÎH: Tesbîh‘in ne demek olduğu ve 33′lük, 99′luk imâmeli tesbîhlerle ve Ebû Hüreyre’nin namazlardan sonra 33 kere “sübhânallâh” dedirtmesiyle hiç alâkasının olmadığı hakkında daha evvel, Kalem, A‘lâ ve Kaf sûrelerinde bilgi verilmişti. Yeri geldiği için ve konunun önemine binâen burada da teşbihin, “Yaratan’ı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak” olduğunu bir daha hatırlatıyoruz.

Kısaca ifade etmek gerekirse tesbîh, Tesbîh sözcüğünün iyi anlaşılmaması hâlinde, 18. âyetteki dağların tesbîhi ifadesi de doğru anlaşılamayacaktır. Nitekim bu ifade zamanla iyice anlam kaybına uğramış, dağların nasıl tesbîh ettiğiyle ilgili bir takım temelsiz iddia ve açıklamalar sanki Allah’tan gelme bilgilermiş gibi insanlara kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bunlardan birkaç tanesini örnek olarak sunuyoruz:

Allah Teâlâ Dâvûd’a (a.s), sesinin gür ve güzel oluşundan ötürü, dağda hoş bir yankı ve yine sesinin güzelliğinden ötürü, kuşların kendisine kulak vereceği bir özellik vermiştir. Böylece dağın yankısı ve kuşların Dâvûd (a.s) ile beraber cıvıldayışları, âdeta bir tesbîh olmuştur. Muhammed b. İshâk şunu anlatmıştır: “Allah Teâlâ, hiçbir mahlûkuna, Dâvûd’a (a.s) verdiği gibi güzel bir ses vermemiştir, öyle ki o, Zebûr’u okurken, vahşî hayvanlar, Dâvûd’un (a.s) onları boyunlarından yakalayabileceği bir mesafeye kadar yaklaşırlardı.”

Allah Teâlâ, dağları o’nun emrine âmâde kılmıştır. Bundan dolayı onlar, o’nun istediği yöne-yere hareket ediyorlardı. İşte dağların böyle, o’nun istediği yere gitmeleri bir tesbîhtir. Çünkü onların bu hareketi, Allah’ın kudret ve hikmetinin mükemmelliğine delâlet eder.

İbn-i Abbâs (r.a) şöyle der: “Dâvûd (a.s) tesbîhâta başladığında, dağlar o’na uyar, kuşlar o’na doğru gelip toplanır ve o’nunla birlikte tesbîhâtta bulunurlardı. ”

Eğer, “Akılları olmadığı halde, kuşlar Allah’ı nasıl tesbîh edebilirler?” denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şöyle denebilir: “Allah Teâlâ, onlarda, Kendisini bilebilecekleri kadar akıl yaratmıştır. İşte bu durumda onlar Allah’ı tesbîh etmişlerdir. Bütün bunlar (aslında), Hz. Dâvûd’un (a.s) birer mucizesidir.”[17]

Bu tarz anlayışlar maalesef eski ve yeni tefsirciler tarafından da kabul görmüştür. Ancak, işin gerçeği bu değildir.

DAĞLARIN TESBÎHİ: Kur’ân’ın birçok âyetinde bildirilmektedir ki, dağların tesbîhinin ötesinde, evrende ne varsa, canlı-cansız, akıllı-akılsız, her şey Allah’ı tesbîh etmektedir:

1.Göklerde ve yeryüzünde bulunan şeyler, Allah’ı her türlü noksanlıktan arındırdılar. Ve O, en üstün, en güçlü, en şerefli, mağlûp edilmesi mümkün olmayan/mutlak galip olandır, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/sağlam yapandır.

(Hadîd/1)

44.Tüm gökler/ uzay, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı noksan sıfatlardan arındırırlar. O’nun övgüsü ile birlikte noksan sıfatlardan arındırmayan hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların Allah’ı noksan sıfatlardan arındırmalarını iyi kavramıyorsunuz. Şüphesiz ki O, yumuşak davranandır, çok bağışlayandır.

(İsrâ/44)

41.Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, dizi dizi uçanların [kuşların, arıların, bulutların, boranların] Allah’ı her türlü noksanlıktan arındırdıklarını görmedin mi/hiç düşünmedin mi? Hepsi kendi arındırmasını ve desteğini/doğaya yapacağı katkıyı kesinlikle bilmektedir. Allah da, onların işlemekte olduklarını en iyi bilendir.

(Nûr/41)

Ayrıca, Hadîd/1; Haşr/1, 24; Saff/1; İsrâ/44; Ra’d/13; Nûr/41; Cuma/1; Teğâbün/1; Enbiyâ/79; Zümer/75; Mümin/7; Fussılet/38; Şûrâ/5; A‘râf/206′ya da bakılabilir.

Yukarıda açıklandığı gibi tesbîh, “yaratanı tüm nitelikleriyle tanımak ve tanıtmak” olduğuna göre, cansız varlıkların Allah’ı tesbîh etmelerinin dil ile değil, hâl ile olacağı ortadadır. Cansız varlıkların hâl dili, daima iç ve dış yapılarını teşkil eden kendi öz nitelikleri doğrultusunda davranmalarıdır. İşlevlerini, Yaratıcı tarafından kendilerine verilen bu öz nitelikler doğrultusunda yerine getiren tüm cansız varlıklar, bu halleriyle Allah’ı tüm kemâl sıfatlarıyla nitelemiş ve O’nu tüm noksanlıklardan tenzih etmiş olmaktadırlar. Daha da açık ifade etmek gerekirse, insan bilinci dışındaki tüm varlıklar Allah’ı kendi yaratılış özelliklerini yerine getirmekle ve O’nun koyduğu düzenin içindeki rolleri ile tesbîh etmiş olmaktadırlar. İnsanın değil, “insan bilinci”nin istisnâ edilmesinin nedeni, insan bedenindeki biyolojik mekanizmaların da aynı yasaya tâbi olarak Allah’ı tesbîh etmekte oluşundan dolayıdır. Kalbin durmaksızın çalışması, mitokondri organellerinin biteviye vücuda enerji üretmesi veya kardiyo-vasküler sistemin vücudun beslenme sürecindeki işlevini eksiksiz yerine getirmesi, bu biyolojik organ ve sistemlerin Yaratıcı’yı tesbîh etme şekilleridir. Yalnızca insan bilinci, Rabbini ancak bilinçli bir istem ve çaba ile tesbîh edebilir. Zaten bu da onu diğer varlıklardan ayıran temel özelliklerinden biridir.

Gerçekten de evrendeki olağanüstü düzen, Yüce Yaratıcı’nın gücünü anlatmaktadır. Doğada renk renk açan çiçekler, ormanlarda cıvıl cıvıl öten kuşlar, su kaynaklarından buharlaşıp göğe çıktıktan sonra yağmur, kar veya dolu olarak yeryüzüne dönen sular, gökte dolaşan sayısız yıldızlar, … düşünenlere Allah’ı tanıtan birer âyettir.

Meselâ, maddelerin en küçük parçası olarak kabul edilen atom ele alınacak olursa, her atomun, içinde pozitif elektrik yüklü proton ve elektrik yükü olmayan nötronlar bulunan bir çekirdekten ve bu çekirdek etrafında büyük hızlarla dönen negatif elektrik yüklü elektronlardan oluştuğu görülür. Yani, cansız olarak kabul edilen nesnelerde bile, bizim duyularımızla algılayamadığımız bir hareket söz konusudur:

Bu parçacıkların birbirlerine uyguladığı ve atom çekirdeğini bir arada tutan kuvvetler öylesine güçlü ki, bu parçacıkların çekirdek içindeki ve dışındaki hızları yaklaşık 300.000 km./saniye olan ışık hızına yaklaşır.[18]

Gezegenler uzayda kolayca bulunabilen konumlarda bulunurlar; belirli bir andaki konum ve hızlarını biliyorsak, zaman içinde bu konum ve hızların nasıl değişeceğini kesin olarak belirleyebiliriz. Ancak elektronlar için durum tamamen farklı… Öyle görünüyor ki elektronlar aynı anda değişik yerlerde bulunabiliyorlar.[19]

Görüldüğü gibi, cansız kabul edilen eşyaların atomlarındaki hareket, canlı kabul edilen varlıklarınkine göre kıyaslanamaz bir derecededir. Zaten bazı bilim adamları da bu fiziksel gerçeğe dayanarak her varlığın canlı olduğunu söylemişlerdir. Maddenin en küçük parçası denilen atomdaki bu hareketler, Yaratıcı’nın yüceliğinin bir delilidir. Atomun içindeki her zerrecik kendi yapısının özelliğini ortaya koyarak Allah’ın yüceliğini, noksanlıklardan uzak olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü her “şey”, Allah’ın kendisine yüklediği görevi yapmakta, her canlı Allah’ın içine koyduğu ilham ile hareket etmekte, yani Allah’ı tesbîh etmektedir. Aynı gerçek, çevremizde yaşayan arıların ve karıncaların yaşamları içinde de geçerlidir. Bu küçük canlıların yaşamları incelendiğinde, ustaca yaptıkları işlerin Allah’ın kudret ve büyüklüğünün kanıtları olduğu açıkça görülür. Onlar da kendi hâl dilleriyle Allah’ı tesbîh etmektedirler. İşte, dağların tesbîhi ifadesi de bu perspektif içinde anlaşılmalıdır.

18. ayetteki akşam-sabah ifadesi, işlenen fiillere “daima, her zaman” gibi süreklilik anlamı kazandıran bir anlatım aracıdır. Yoksa sadece bir sabah, bir de akşam demek değildir. Bu konudaki daha ayrıntılı bilgi Nâs sûresi’nin tahlilinde verilmiştir.

Kuşları da toplu olarak (o’na boyun eğdirmiştik

Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilişi de, aynı dağların tesbîhi meselesine benzer şekilde dejenere edilmiş, tabiri caizse kuşlardan bir koro oluşturularak, bu koroya Dâvûd peygamberin şefliğinde gece-gündüz “sübhânallâh…” ilâhîleri söylettirilmiştir.

Kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilmesinin ne anlama geldiğini doğru anlayabilmek için Dâvûd peygamberin yaşamı ile ilgili bir takım bilgilere sahip olmak gerekir. Ancak her şeyden önce Kur’ân’daki kıssalara özel bir dikkat göstermek ve içlerinde tarihsel gerçeklere yönelik değini ve işaretler olabileceğini göz önünde bulundurmak şarttır. İbrânî tarihinden alınan bilgilere göre, Dâvûd peygamber hayatının bir kısmını dağlarda gerilla olarak geçirmiştir. Yani, dağlar o’nun yaşamının bir parçasıdır. Dâvûd peygamber ile dağlar arasındaki ilişkinin Kur’ân’da, Dağları da Dâvûd’a musahhar kıldık şeklinde ortaya konması da bu sebeple olsa gerektir.

Kuşların Dâvûd peygambere boyun eğdirilişini iyi anlamak için de Kur’ân’daki Süleymân peygamber ile kuşların ilişkisini anlatan ve Süleymân peygamberin Dâvûd peygambere mirasçı olduğunu bildiren âyetlerin dikkate alınması gerekir. Aşağıda görüleceği gibi, sûrenin 30. âyetinde, Ve Dâvûd’a Süleymân’ı bağışladık ifadesi yer almakta, Neml/16′da da kendisine kuşların mantığının öğretildiği ve daha bir çok şeyin verildiği bildirilmektedir. Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Süleymân peygamber kuşlardan yararlanmayı, babası Dâvûd peygamberden öğrenmiştir. Yani, kuşlardan yararlanma bilgisi önce Dâvûd peygambere verilmiş ve bu bilgi Süleymân peygambere babasından miras kalmıştır.

Âyetlere dayanarak çıkardığımız bu sonuca göre, kuşların Dâvûd peygamberin emrine verilmesi, o’na kuşlardan yararlanma bilgisinin verilmesi anlamındadır.

Neml sûresi’ndeki hüdhüd isminden yola çıkarak ve hüthüd kuşunun su kaynaklarını, su yataklarını fark etme özelliği olduğunu (benzer şekilde doğan ve şahin kuşlarının avcılığını, güvercin kuşunun uzun süre uçabildiğini ve yön bulma yeteneğini) göz önüne alarak, Dâvûd peygamberin kuşların çeşitli özelliklerinden yararlanmayı dağ hayatında Allah’ın yardımıyla keşfedip uyguladığını rahatlıkla söylemek mümkündür.

DÂVÛD’A (a.s) VERİLEN DİĞER NİMETLER:

HİKMET: Kur’ân’da ilk kez Kamer sûresi’nde geçmiş olan الحكمة[hikmet] sözcüğü, burada ikinci kez geçmektedir. Ayrıntılarını Kamer sûresi’nde verdiğimiz hikmet, kısaca “toplumda zulüm ve kargaşayı önleyip adaleti sağlayan düstur, ilke, yasa” demektir. Buradan anlaşılıyor ki, Kur’ân’da olduğu gibi, Dâvûd peygambere verilen kitapta da aynı türden ilkeler, hükümler, yasalar mevcuttur. Bunu kendisine halîfelik [hükümet başkanlığı] görevi verilmesi de doğrulamaktadır. Zira yasasız bir devletin, hükümetin, dolayısıyla da hükümet başkanının düşünülmesi mümkün değildir.

Hikmet [hükümler, yasalar] ve hilâfet [hükümet başkanlığı] verilmiş bir elçi olan Dâvûd’un (a.s) Peygamberimize örnek gösterilmesi, ileride Peygamberimize de devlet başkanlığı yolunun açılacağının önceden verilmiş bir işareti gibidir.

FASL-I HITÂB: Bilindiği gibi, insanların düşüncelerini ifade etme yetenekleri birbirlerinden farklıdır. Kimilerinin hitâbeti iyidir ve bu yetenekleriyle mesajlarını dinleyenlerin zevk alacağı etkileyici anlatımlarla insanlara daha rahat iletirler, çevreyle iletişimlerini daha iyi kurarlar. Kimilerinin de hitâbetleri zayıftır, ne dedikleri anlaşılmaz, konuşmaları muhataplarını sıkar. Bunlar mesajlarını gereği kadar iyi iletemezler ve çevreleriyle sağlıklı iletişim kuramazlar.

Âyetteki فصل الحطاب[fasl-ı hıtâb] ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Dâvûd peygamber çok fasih ve beliğ konuşan, hükümlerini açık bir şekilde dile getiren ve muhataplarına ne demek istediğini gâyet net olarak anlatan bir kişidir.

Fasl-ı hıtâb deyimi ayrıca, hükümlerdeki tereddütsüzlüğü; kesin kararlılığı ve kararlardaki isabeti de ifade etmektedir.

NOT: 18. âyetteki اشراق[işrâk] sözcüğünden yola çıkılarak “kuşluk namazı” adıyla bir namaz icat edilmiştir. Taberanî’de, Müslim’de, Müsned ve Tirmizî’de yer alan ve İbn-i Abbâs, Ka‘bü’l-Ahbar ve Ebû Hüreyre’ye nisbet edilen rivâyetlerde; “kuşluk namazı kılanların, cennette altın köşk kazanacağı, kuşluk namazının her türlü sadakadan üstün olduğu, kuşluk namazının emr-i bi’l-ma‘rûf ve her türlü sâlihâtı işlemenin yerini tuttuğu, iki rekat kuşluk namazı kılanların, günahları denizlerin köpükleri kadar dahi olsa bağışlanacağı” ileri sürülmüştür.

21.Ve sana şu davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba/Dâvûd’un özel evine çıkıp varmışlardı.

22,23.Dâvûd’un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. Ona, “Korkma! Biz, iki davacıyız. Kimimiz, kimimize haksızlık etti. Şimdi sen aramızda hak ile hüküm ver, haksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. Birisi de dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, ‘Onu da bana ver’ dedi ve konuşmada bana üstün geldi/tartışmada beni yendi.”

24.Dâvûd dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana haksızlık etmiştir. Gerçekten de ortakların, bir toplulukta yaşayanların çoğu kesinlikle birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimseler haksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini birtakım sıkıntılarla imtihan ederek arı-duru hâle getirdiğimize/olgunlaştırdığımıza kesin kanaat getirdi ve anladı. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi, ortak koşmaktan uzak olarak yere kapandı ve döndü.

25.Biz de o’nun için bunu bağışladık/Biz de o’nu bağışladık. İşte böyle! Şüphesiz yanımızda o’nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

26.Ey Dâvûd! Gerçekten Biz/biz seni bu yerde eski yöneticinin yerine yönetici yaptık. O hâlde insanlar arasında hak aracılığıyla, haksızlık ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla. Keyfe, arzuya uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Kesinlikle Allah yolundan sapanlar; hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.

Bu sûrede adı geçen peygamberlerden özellikle üçü hakkında iyice bilgi edinmek gerekmektedir. Zira bu peygamberler [Nûh, Lût ve Dâvûd] ile ilgili olarak çok sayıda hikâye uydurulmuştur. Bu yakışıksız hikâyelerin tümü İsrâîliyât kaynaklıdır. İsrâîliyâtın kaynağı ise Kitab-ı Mukaddes adıyla ortada dolaşan kitaptır. Nitekim Kitab-ı Mukaddes’te, en rezil insana bile yakıştırılamayacak olayların bu seçkin, saygın ve örnek peygamberlere revâ görüldüğü anlatımlar yer almaktadır. Meselâ, Tekvin 9:20-29′da, Nûh’un küçük oğlu Hâm’ın, tufan sonrasında babasına tasallut ettiği; Tekvin 19:30-38′da, Lût peygamberin kızlarının gebe kalabilmek amacıyla babalarını sarhoş ederek o’nunla cinsel ilişkide bulundukları yazmaktadır. Dâvûd peygamber ile ilgili olan iğrenç, utanç verici hikâyeler ise Kitab-ı Mukaddes’in II. Samuel 11-12. bölümlerindedir. Bu bölümlerde anlatılanlara göre Dâvûd peygamber, Hititli Urya’nın karısıyla zina yapmış ve daha sonra da Urya’yı kasten savaşa göndererek âdeta onun ölmesini sağlamıştır. Böylece dul kalan kadını kendisi nikâhlamış ve Süleymân peygamber de bu kadından olmuştur.

Kur’ân’ın inişinden asırlar önce Kitab-ı Mukaddes’te kayıtlı olan bu olaylara dünyadaki tüm Yahudi ve Hıristiyanların inanıp inanmadıkları bilinmemekle birlikte, bu çirkin iftiraların hâlâ okunmakta olduğu bir gerçektir. Hatta Batı ülkelerinde yayınlanmış olan İsrâîloğulları’na ait dinî eserler içinde, bu ithamların geçmediği bir kitap bulmak neredeyse imkânsızdır.

Yahudi dinî kültürünün, Sâd sûresi’nin bu pasajındaki olaylarla ilgili anlatımları maalesef Müslümanların tefsir geleneğine de bulaşmıştır. Tefsircilerin bir kısmı bu efsaneleri benimseyerek İsrâîloğulları’nın rivâyetlerini aynen kabul etmiş, bir kısmı da söz konusu rivâyetleri yumuşatarak nakletmeyi tercih etmiştir. Meselâ Dâvûd peygamberin zina yaptığı ve kadının da hamile kaldığı yönündeki bölümler bu ikinci grup tefsirciler tarafından eserlerine alınmamıştır.

Kitab-ı Mukaddes’teki iğren hikayeler, bazı tefsirciler tarafından yumuşatılmaya çalışılmış, zorlama yorumlarla makul ve makbul gösterilmek istenmiştir:

Ayrıca bu olayın hiç de Ehl-i Kitab’ın anlattığı gibi olmadığı da zikredilmiştir. Asıl olay, Kur’ân’da açıkça anlaşılacağı üzere Hz. Dâvûd’un Urya’dan (ya da ismi ne ise), karısıyla evlenme isteğinde bulunmuş olmasıdır. Bu istek, sıradan bir insan tarafından değil, güçlü bir hükümdar ve önemli bir şahsiyet tarafından yapılmıştır. Kadının kocası ise sıradan bir vatandaştı. Hz. Dâvûd böyle bir teklifte bulunmuş olmasına rağmen, teklifinin ardında bir cebr unsuru bulunmuyordu, ama yine de sıradan bir vatandaşın böyle bir teklifin altında ezilmemiş olması mümkün değildir. Urya Hz. Dâvûd’a belki de olumlu bir cevap verecek iken, halktan iki sâlih insan âniden Dâvûd’un huzuruna girmiş ve güya o’ndan aralarındaki hâdise ile ilgili karar vermesini istemiş olabilirler. Hz. Dâvûd önce aralarındaki davayı, gerçek bir hâdise sanmış ve davacıyı dinledikten sonra hükmünü vermiştir. Ancak bu hükmü verirken vicdanında muhasebe yaparak, “İşte senin Urya’ya yaptığın teklif ile, bu güçlü adamın yaptığı teklif arasında bir fark yoktur. Ben onun bu teklifini zulüm diye niteleyip, karar verdikten sonra, aynı zulmü neredeyse irtikap edeceğim” diye düşünmüş olacak ki, bu gerçeği hemen anladığında secdeye gitmiş ve Allah’a tevbe ederek bu teklifinden vazgeçmiştir.[20]

Biraz düşünecek olursak olayın şöyle cereyan ettiğini anlayabiliriz. Hz. Dâvûd, o kadının sıradan birinin yerine, bir hükümdarın karısı olmasının daha münasip düşeceğini düşünmüş olabilir. Ve böyle bir düşünceden hareketle kadının [Urya'nın karısının] üstün özelliklerini duymuş ve –muhtemelen– böyle bir kadının kocasına söz konusu teklifi iletmiştir. O dönemde bu tür şeyler, toplumda normal karşılanıyordu. Çünkü başka birinin karısını beğenen şahıs hiç çekinmeden kadının kocasına, “Karını boşa onunla ben evleneyim” diyebiliyordu. Böyle bir teklifle karşılaşan kimse, hiçbir şekilde gocunmaz, hatta dost hatırı için sırf arkadaşı evlenebilsin diye karısını boşardı. Ancak Hz. Dâvûd böyle bir teklifte bulunacağı zaman karşısındaki kimsenin sıradan bir insan olduğunu hesap etmemiştir. Zira, Hz. Dâvûd sıradan bir insan olmadığı gibi, ayrıca bir hükümdardır.

Yaptığı teklifte bir cebr söz konusu olmasa dahi, sırf sahip oldukları nitelikler bakımından, karşısındaki kişi o’nun bu teklifini emir olarak telakki edebilirdi. Temsilî bir davaysa, Hz. Dâvûd’un bu olayı vicdanen muhasebe etmesine ve hatasını farkeder etmez teklifinden vazgeçmesine neden oldu. Böylece bu iş de kapandı. Fakat bir süre sonra kadının kocası bir savaş esnasında şehit düştü. Adamın şehit düşmesi üzerine karısı dul kaldığı için, Hz. Dâvûd onu kendisine nikâhladı.

Ancak Yahudilerin habis zihniyeti bu olayı efsane hâline sokmuştur. Ayrıca böylesine çirkin bir olayın ortaya atılma nedenlerinden biri de bir grup Yahudinin Hz. Süleymân’a cephe alıpdüşman kesilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla bu kimseler olayı abartarak Hz. Süleymân’ı karalamaya çalışmışlardı (bkz. Neml, an: 56). Yahudiler bu yüzden –maazallah– Hz. Dâvûd’un Urya’nın hanımını kendi sarayının çatısı üzerinde çırılçıplak yıkanırken gördüğü ve kadını sarayına getirterek onunla zina ettiği ve kadının hamile kalması üzerine de kocasını Benu Amum’lularla yapılan bir savaşa gönderdiği şeklinde bir hikâye düzmüşlerdir. Güya komutan Yuab’a, “Urya’yı, öldürülebileceği bir yere tayin etmesini” emretmiştir. Urya öldürülünce de Hz. Dâvûd onun karısını kendisine nikahlamış ve bu kadından Hz. Süleymân doğmuştur. İşte tüm bu yalan iftira ve zulmü Yahudiler Kitab-ı Mukaddes’e kaydetmişlerdir. Ve ne yazık ki hâlâ okunup durmaktadır. Binaenaleyh Hz. Mûsâ’dan sonra İsrâîloğulları’na ihsan edilen bu iki büyük insanı bu şekilde zelîl etmeye çalışmışlardır.[21]

Mesruk ve Sa‘îd b. Cübeyr’in İbn-i Abbâs’dan rivâyet ettiklerine göre, Hz. Dâvûd bir adama, “Karını boşa da onunla ben evleneyim” şeklinde bir teklifte bulunmuştur, o kadar.

Zemahşerî, “Allah’ın Hz. Dâvûd kıssasını anlatımından, Hz. Dâvûd’un bir kimseden karısını boşaması için ricada bulunması anlaşılmaktadır”demiştir.

Cessas, “Hz. Dâvûd’un evlenmek istediği kadın o adamın karısı değil nişanlısı idi. Hz. Dâvûd kadına kendisiyle evlenmesi teklifinde bulunmuştur. Bunun üzerine de Allah, kendisini “Bir mü’min kardeşinin nişanlısına evlenme teklifinde bulunuyorsun. Oysa senin birçok hanımın var” diye uyardı” demiştir.

Bazı müfessirler bu görüşün Kur’ân ile uyuşmadığını söylemişlerdir. Çünkü Kur’ân’da olay,Benim bir tek koyunum var, onu da bana ver dedi şeklinde ifade edilmektedir. Ve Hz. Dâvûd,O, senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir şeklinde bir hüküm vermiştir. Dolayısıyla bu örnek, bu kadının Urya’nın karısı olduğu takdirde bir anlam ifade eder. Eğer onun nişanlısı olsaydı, âyetteki ifadenin şöyle olması gerekirdi: “Ben bir koyun almak istiyorum, ama o ‘Bırak o koyunu da ben alayım’ diyor.”

Kadı İbnü’l-Arabî, bu olayı oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almıştır:

Olayın aslı Hz. Dâvûd’un bir şahsa, “Hanımını boşa da onu ben alayım” şeklinde ciddî bir teklifinden ibarettir. Kur’ân’da o şahsın Hz. Dâvûd’un teklifini kabul edip etmediği belirtilmemiştir. Ayrıca, Hz. Dâvûd’un o kadınla evlendiği ve ondan Hz. Süleymân’ın doğduğu da açıklanmamıştır. Hz. Dâvûd’un uyarıldığı mesele, o kadının kocasına, boşanması için yaptığı tekliften başka bir şey değildi. Çünkü böyle bir davranış her ne kadar caiz ise de, bir peygambere bu şekilde davranması yakışmazdı. Bu yüzden Allah o’nu uyardı ve nasihatte bulundu.

Bu yorum, âyetlerin siyak ve sibakına uygun düşmektedir. Nitekim bu kıssa üzerinde düşündüğümüzde, Allah’ın bu olayı iki nedenden ötürü beyan ettiği sonucuna varırız: Birincisi, Hz. Muhammed’e, kâfirlerin “sihirbaz ve yalancı” şeklindeki ithamlarına sabretmesi ve zâlimlerin zina ve cinâyet suçuyla itham ettikleri Hz. Dâvûd’u hatırlaması öğütlenerek, o’ndan, kâfirlerin söylediklerine göğüs germesi istenmektedir. İkincisi, kâfirler şu şekilde korkutulmaktadır: “Sizler bu dünyada hiç çekinmeden zulüm yapmakta, yalan ve iftira düzmektesiniz. Ama Allah’ın yanında bu yaptıklarınızdan hesaba çekilmeden bırakılmayacaksınız. Çünkü Allah en makbul ve sevgili kullarını bile, yaptıklarından hesaba çekmeden bırakmayacaktır.” Sonuç olarak Hz. Peygamber’e, (s.a) sanki şöyle demesi emredilmiştir: “Dâvûd’un kıssasını anlat ki, ne kadar seçkin özelliklere sahip olursa olsun yine de o’nu yaptıklarından hesaba çektiğimiz bilinsin.”

Bu noktada yanlış bir anlayışı düzeltmekte yarar görüyoruz. Davacı kimse, din kardeşinin 99 koyunu olduğunu ve onun kendisinde bulunan bir koyunu da istediğini söylemektedir. Bundan Hz. Dâvûd’un 99 hanımı olduğu ve o’nun bir hanım daha alarak eşlerinin sayısını 100′e tamamlamak istediği anlaşılmaktadır. Fakat bu örnekle, Hz. Dâvûd ile Hititli Urya arasındaki olayın kelimesi kelimesine mutabakat arzettiğini düşünmek zorunda değiliz. Çünkü bizler de, günlük hayatımızda 40-50-60 gibi tabirleri çokluk ifade etmek için bir deyim şeklinde kullanırız. Ünlü müfessir Nisâburî, Hasan Basrî’den, “Hz. Dâvûd’un hanımlarının sayısının 99 olmadığını, bu ifadenin sadece temsîlen kullanıldığını” rivâyet eder.[22]

Bu iğrenç, düzmece rivâyetler o boyutlara ulaşmıştır ki, Ali’nin, Dâvûd peygamber hakkında ileri sürülen uydurmalara tahammül edemediği ve “Her kim Dâvûd hâdisesini hikâyecilerin rivâyet ettiği gibi anlatırsa ona 160 değnek vururum” dediği nakledilmiştir.

Oysa “ filanca demiş ki, falanca da ondan duymuş ki” şeklinde sürüp giden rivâyetlerin anlattıklarına karşılık, Peygamberimize örnek gösterilen Dâvûd peygamberin Kur’ân’daki nitelikleri bambaşkadır:

Dâvûd peygamber, Allah’ın, “çok sabırlı, kulumuz” diye onurlandırdığı, çok güçlü, evvâb [sürekli Allah'a yönelen], dağlarda bile Allah’ı kötü niteliklerden arındırmış, yaratıklar üzerinde iyi gözlemler yaparak Rabbinin yüceliğini kavramış, mülkü güçlendirilmiş, kendisine hikmet [yasalar] ve fasl-ı hıtâb verilmiş bir kişidir. Ayrıca iman ve sâlihâtı işlemede bilinçli, Allah’a secde eden [boyun eğen], Allah’ın koruması altında bulunan, Allah katında yakınlığı ve güzel bir yeri olan, bu nitelikleri nedeniyle halîfeliğe lâyık olup halîfe seçilen, demiri yumuşatma ve zırh yapma sanatı öğretilen, Kur’ân’da Ne güzel kuldu o! diye övülen Süleymân gibi bir evlat bağışlanan çok güzel bir kul.

İşte Kur’ân’daki Dâvûd (a.s) böyle bir kişidir!

Şimdi düşünelim: Eğer Dâvûd peygamber, hikâyelerde anlatıldığı gibi, şehvetinin esiri, zina yapabilen, cinâyet işleyebilen bir kimse ise, böyle birisinin “sabır” timsali olarak Peygamberimize örnek gösterilmesi mümkün müdür? Ya da Rabbimizin, “kulum” diyerek şereflendirdiği ve Peygamberimize örnek gösterdiği birisinin, hikâyelerdeki gibi, cani, zani ve zalim biri olması akla mantığa sığar mı? Kur’ân’da “evvâb” [Allah'a çokça dönen] olarak nitelenen bir kimsenin kalbinin fısk u fücurla dolu olduğu, cinâyet işleyebildiği nasıl düşünülebilir?

Rabbimizin, Onun mülkünü de kuvvetlendirdik demesi, Dâvûd peygamberin hem dinî hem de dünyevî konularda kuvvetli bir yönetim sergilediği anlamına gelir. Bu durumda Yüce Allah, evli bir kadına duyduğu şehevî arzularını gerçekleştirmek için adam öldürtebilen birisini mi ödüllendirerek mülkünü kuvvetlendirmiştir?

Dâvûd peygamber için Kur’ân’da, “kuvvetler sahibi” denilmiştir. Bu ifadeyle Dâvûd’un (a.s) dinî yönden kuvvetli biri olduğunun kasdedildiğinde şüphe yoktur. Çünkü dinin dışında kalan alanlardaki kuvvet, kâfir krallarda da vardır. Din yönünden kuvvetli olmanın manası ise, yapılması istenen şeyleri yapma ve yapılmaması istenen şeylerden de sakınma hususunda gösterilen irade kuvvetidir. Bu durumda, kendisini adam öldürmekten ve bir din kardeşinin karısına göz dikmekten alamayan bir kimse mi “kuvvetler sahibi” olarak tanımlanmış ve örnek gösterilmiştir?

Rabbimiz tarafından kendisine “hıkmet” ve “fasl-ı hıtâb” verilen birisinin, yani Yüce Allah’ın toplumu çirkinliklerden, hakksızlıklardan kurtarmak üzere kendisine yasalar ve bu yasaları uygulamak için özel yetenekler verdiği bir kişinin bu yasaları çiğnemesi düşünülebilir mi?

Rabbimizin, Katımızda bir yakınlığı ve güzel bir yeri vardır ifadesi ile övdüğü kişinin, hikâyelerdeki Dâvûd olma imkânı var mıdır?

Kur’ân’dan öğrendiğimize göre Dâvûd peygamber mahkeme duruşmasında, Gerçekten de katanların [ortakların, bir cemiyette yaşayanların] çoğu mutlaka birbirlerine hakksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve sâlihâtı işleyenler hakksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır! diyerek iman edenlerin hakksızlık etmeyeceklerini vurgulamıştır. Eğer Dâvûd peygamber, hikâyelerdeki gibi hakksızlıklar yaparsa kendisinin de imansız biri olduğunu davranışlarıyla itiraf etmiş olmaz mı?

Bütün bunlara rağmen hâlâ Dâvûd peygamberin hikâyelerdeki davranışlarda bulunduğuna inanmak, Rabbimizin zani, cani ve zalim bir kişiyi yönetici kıldığını kabul etmek gibi hatalı bir davranışı –hâşâ–Yüce Allah’a atfetmek olmaz mı?

Yukarıda sıraladığımız sorulara verilecek akıl ve mantığa uygun cevaplar bizi şu sonuca ulaştırmaktadır: Kur’ân’da bahsedilen mahkeme duruşması ile Kitab-ı Mukaddes’te bahsedilen olayın hiçbir alâkası yoktur. Esas olay, normal toplumlarda cereyan eden ticarî bir uyuşmazlıktır. Bu âyetlerin Kitab-ı Mukaddes’teki utanç verici olayla özdeşleştirilmesinin bir sebebi, âyetlerdeki “zann, istiğfar, ğufran, enab” gibi sözcüklerin müellifler tarafından gerçek anlamları dışında yorumlanması veya çarpıtılmasıdır. Bu durum aşağıdaki tahlillerde açıkça gösterilecektir.

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki, insanların en haysiyetsizine, en şerefsizine nisbet edilse, onun bile kabul etmeyeceği ölçüde çirkin olan bu davranışların Dâvûd peygamberle hiçbir alâkası yoktur.

Bu tesbitten sonra, Dâvûd peygamber kıssasının anlatıldığı 21-26. âyetlerden oluşan pasajın yukarıdaki bilgiler ışığında yeniden okunmasını öneriyor, pasajdaki âyetlerin tahliline geçiyoruz.

21.Ve sana şu hasımların [davacıların] haberi geldi mi? Hani onlar mihraba çıkıp varmışlardı.

Âyetin, Ve sana şu hasımların [davacıların] haberi geldi mi? denilmek sûretiyle soru cümlesiyle başlaması ve “haber” kavramının, önemli haberler için kullanılan نباء[nebe] sözcüğüyle ifade edilmesi, verilecek bilginin, anlatılacak kıssanın önemine dikkat çekmek içindir.

GELENLERİN “MELEK” VEYA “İNSAN” OLDUĞU: Âyette geçen “iki hasım”ın, aslında iki melek oldukları ve Dâvûd peygamberin yaptığı ağır hatayı yüzüne vurmak ve o’nu uyarmak için böyle bir mizansen hazırladıkları gibi zorlama açıklamalar yapılmıştır. “Melek” kavramının Kur’ân bağlamında ne anlamlara geldiği yönünde daha önce verdiğimiz bilgilerden dolayı, bu tarz yaklaşımları tartışmaya bile değer görmüyor ve ayrıntılara girmiyoruz. (“Melek” kavramına, Tekvîr ve Necm sûrelerinin tahlillerinde özetler hâlinde değinilmiştir. Bkz. Tebyînu’l-Kur’ân/İşte Kur’ân, c. 1.)

TESEVVERU: السّور [tesevveru=sûr], “yüksek duvar”, تسوّر [tesevvür] de, “yüksek yere çıkmak” demektir. Âyette, çıkılan yer olarak bildirilen mihrâb ise; “köşk, balkon, özel çalışma yeri [karargâh]” anlamlarına gelmektedir.[23]

HASIMLAR [DÂVÛD'UN YANINA GİRİP DAVALAŞANLAR], İKİ KİŞİ DEĞİL, ÇOĞULDUR:Âyette geçen اذ تسوّروا[iz tesevverû], اذ دخلوا [iz dehalû], منهم [minhum] ve قالوا [kâlû] sözcüklerinin hepsi çoğul olarak ifade edilmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, Dâvûd’un makamına çıkanlar iki kişi değil, daha kalabalıktırlar. Ancak, Dâvûd (a.s) karşısında halkın sıkıntılarını dile getirenler, aralarından bir tanesidir.

İlerideki âyetlerden anlaşıldığına göre halkın talebi, ölen Tâlût’un yerine Dâvûd’un (a.s) yönetici olmasıdır. Bu amaçla Dâvûd’un (a.s) makamına çıkan halk, kamusal işleri halletmesi için o’na vekâlet ve yetki verip biat etmiştir. Böylece de Dâvûd, Tâlût’un halîfesi olmuştur.

Bu konu, aşağıda 26. âyetin tahlilinde verdiğimiz, Kitab-ı Mukaddes’in II. Samuel 5:1-4 ve I. Tarihler 11:1-4′de de aynı şekilde geçmektedir.

22-23. Dâvûd’un yanına girdiklerinde o, onlardan korkuvermişti. (Ona,) “Korkma! (Biz) iki hasımız [davacıyız]. Bazımız, bazımıza hakksızlık etti. Şimdi sen aramızda hakk ile hüküm ver, hakksızlık etme ve bizi doğru yolun ortasına yönelt” dediler. (Birisi de) dedi ki: “İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken, “Onu da bana ver” dedi ve, “konuşmada bana üstün geldi” [tartışmada beni yendi].

Âyette Dâvûd’un (a.s) korktuğu söylenmektedir ki, bu doğaldır. Çünkü Kitab-ı Mukaddes’in I. Samuel bölümündeki anlatıma göre, o sırada Dâvûd (as), kayınpederinin kendisini öldürtmesinden korkarak dağlarda yaşamaktadır. Böyle bir ortamdayken Dâvûd’un (as) halktan bir kısım topluluğun dağlarda kendi makamına girerek etrafında sur oluşturmalarını normal karşılaması beklenemez. Nitekim Dâvûd’un (as) makamına girenler de bu durumun farkında oldukları için konuşmalarına Dâvûd’a (as) korkmamasını söyleyerek başlamışlar ve ona sorunlarının çözümü için geldiklerini; haksızlık yapmaması, güçlüden yana olmaması, doğruya karar vermesi yönünde kendisinden beklenti içinde olduklarını ifade etmişlerdir. Onların bu beklentileri zımnen Dâvûd’dan (a.s) iyi bir yönetici olmasını istedikleri şeklinde anlaşılmalıdır.

Âyette geçen نعجة[na‘ce] sözcüğü, “dişi koyun”a ve “dişi sülün”e denildiği gibi, “kadın”a da istiare edilir.[24] Leys, na‘ce sözcüğünün, koyunun, keçinin ve vahşî sığırın dişilerinin çoğulu için kullanıldığını ve Arap örfünde ise, “dişi hayvan” ve “ceylân” kelimelerinin kadından kinâye olarak konuşulup algılandığını söylemiştir.[25] Na‘ce sözcüğünün zihinlere “kadın” olarak yerleşmiş olması, İsrâîliyâta da uygun düşmektedir, ama âyettekina‘ce sözcüğü ile o günkü tarım toplumunun en gözde ticaret emtiası olan “koyun”un kasdedilmiş olması daha mantıklıdır.

İşte bu benim kardeşim

Âyetteki kardeşim sözcüğü ile ilgili olarak, Keşşaf sahibi şunları söylemiştir:

Bu âyetteki kardeşim/birâderim kelimesi, ya hâzâ kelimesinden bedeldir, ya da inne edatının haberidir ki bununla, ya “din kardeşliği” veya “dostluk ve samimiyetten kaynaklanan kardeşlik” veyahut da, Ortak iş yapanların çoğu mutlaka birbirine hakksızlık eder âyetinin delâletiyle, “ortaklık ve iştirak kardeşliği” kasdedilmiştir. Ki, bu kardeşliklerden her biri, zulümden ve hakksızlıklardan kaçınmayı gerektirir.[26]

Dikkat edilecek olursa, Dâvûd’un (a.s) karşısında konuşma yapan şahıs, davacı olduğu kimse için, “Benim koyunumu zorla aldı” dememiştir. Buradaki, Kardeşimin doksan dokuz koyunu var, benimse bir tek koyunum ifadesi, “Kardeşim büyük güce sahip bir zengin, bense fakir bir kimseyim. Bu yüzden de, onun isteklerine karşı çıkma cesaretini kendimde bulamıyorum. Bu konuda bana ve güçsüzlere sen yardımcı ol!” anlamına gelmekte ve böylece o toplumda yaşanan hakksızlıklar dile getirilmiş olmaktadır.

24. O [Dâvûd] dedi ki: “Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana zulmetmiştir. Gerçekten de katanların [ortakların, bir cemiyette yaşayanların] çoğu mutlaka birbirlerine hakksızlık ediyorlar. Ancak iman edenler ve sâlihâtı işleyenler hakksızlık etmezler. Ama onlar da ne kadar azdır!” Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi, anladı. Hemen Rabbinden (zulmeden kişi için) bağışlama diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü.

DÂVÛD’UN KARARI: Kendisine yapılan talep üzerine, Dâvûd kararını, Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle o sana zulmetmiştir demek sûretiyle bildirmiş ve güçlüden yana olmadığını, hakk yoldan sapmadığını göstermiştir. Hemen arkasından da toplumdaki genel hastalığı dile getirerek, çözümün “iman”da ve “sâlihâtı işlemek”te olduğunu açıklamıştır.

الخلطاء [HULATÂ]: Bu sözcüğün yalnızca “ortaklar” diye anlamlandırılması durumunda sözcüğe eksik bir açıklama getirilmiş olmaktadır. Âyetteki “kardeş” tabirinden de anlaşıldığına göre, huletâ sözcüğü, “karışık hâlde bulunan”, yani “bir toplumda iç içe yaşayan insanlar, kardeşler, dostlar, arkadaşlar, yoldaşlar” demektir.[27] Bu anlama göre âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “Toplumda içiçe yaşayanlardan bir çoğu mutlaka birbirlerine hakksızlık ediyorlar. Hassasiyetle ortaklık ilişkisini sürdürmek çok zordur. Ancak iman edip, sâlihâtı işleyenler başkadır, onlar hakksızlık etmezler. Onlar da pek azdır.”

Verilen bu genel hükümden, “iman edip sâlihâtı işleyenler”in istisnâ edilmeleri, iman edip sâlihâtı işleyenlerin ortaklıklarında münâkaşa, çekişme ve hasımlaşma olmayacağı, bu özellikteki ortakların birbirlerinin hakk ve hukukuna riâyetkâr davranacakları anlamına gelmektedir.

İYİLERİN AZLIĞI: Hakksızlık etmeyenlerin iman edip sâlihâtı işleyenler olduğunu bildiren sözlerinden sonra Dâvûd peygamberin, Ama onlar da ne kadar azdır! diye eklemesi, insanların ekserisinin inanmadığı anlamına gelmektedir. Nitekim Kur’ân’da insanların çoğunun inanmayacaklarından, yalancılıklarından, fâsıklıklarından, şükretmeyeceklerinden, akletmeyeceklerinden ve bilgilerini doğru alanlarda kullanmayacaklarından bahseden yetmiş civarında âyet vardır. İnsanların çokça dikkatleri çekilerek uyarıldığı bu önemli husus, insanın içindeki varoluşsal çatışmayı dramatize eden Âdem-İblis kıssasında (A‘râf/17, Sebe/13, Hûd/17, Mümin/59, Ra‘d/1, Yûsuf/103’te de yer almaktadır:

Bu gerçeği bilen Rabbimiz, hem Peygamberimizi hem de insanlığı aşağıdaki mesajla uyarmıştır:

116.Ve eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece “zann”a uyuyorlar ve sadece saçmalıyorlar.

(En‘âm/116)

İnsanlar arasında kötülerin sayıca fazla olmasının sebebi, (bize göre), insanı basit dünya hayatına davet eden faktörlerin çok olmasıdır. İnsan, yapısal özellikleri gereği bu dünya ile uyum içindedir. Çünkü dünya nimetleri ile insanın beğenileri birbirlerine göre yaratılmıştır. Dolayısıyla bu dünyadaki bütün “şey”ler ve insanın yaradılışından gelen bütün dürtüler, beğeni ve zevkler insanı bu dünyaya bağlayan birer faktördür. Buna karşılık, insanı Allah’ın gösterdiği yola davet eden bir tek şey vardır: Akıl. İnsanları bu dünya hayatına çeken ve maddî zevklerin esiri olmasına sebep olabilecek “pek çok” sebep varken, onları bu esaretten kurtaracak ve sadece Allah’ın kölesi yapacak bu “tek” şey, insanın çoğu zaman kullanmadığı bir donanımdır. İşte, insanların çoğunun basit dünya zevklerinin kölesi olmalarının ve pek azının da iman edip sâlihâtı işleyenlerden olmalarının sebebi budur.

…Ve Dâvûd, Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi. Hemen Rabbinden (zulmeden kişi için) bağışlama diledi, rükû ederek yere kapandı ve döndü.

24. âyetin bu bölümü, zann, fitnelendirme ve istiğfar sözcükleri üzerinde yeterli tahlil yapılmaması sebebiyle yanlış anlaşılmıştır. Bizim kendisini arı-duru [has] hâle getirdiğimize kesin kanaat getirdi şeklinde çevirdiğimiz cümlenin, Yahudi efsaneleri etkisi altında nasıl anlamlandırıldığını gösteren iki örnek şunlardır:

A) “Girdikleri zaman veya bu bağy [tecavüz] sözünü söylerken sanmıştı ki, Biz kendisini sırf bir fitneye düşürdük.”

B) “Sezmişti ki, kendisine sadece bir imtihan yaptık. Hemen Rabbinden bağışlanma diledi. Mağfiretini niyaz etti. Ve rükû ederek secdeye kapandı ve tevbe ile Allah’a sığındı.”

Âyet böyle anlamlandırıldıktan sonra İsrâîliyâtın önü açılmış ve Dâvûd peygamberin nasıl sınandığı üzerine ayrıntılı destanlar düzülmüştür. Verdiğimiz bu iki meal örneği, âyetlere İsrâîliyât kaynaklarından bakanların düştükleri en hafifletilmiş yanlışları içermektedir.

Peygamberlik gerçeği ile asla bağdaşmayan bu düzmecelerden Dâvûd peygamberi, tüm peygamberleri, hatta tüm insanları tenzih ediyor ve âyetin bu bölümünün doğru anlaşılabilmesi için yukarıda saydığımız sözcüklerin tahliline geçiyoruz:

FİTNE, FİTNELENDİRMEK: الفتنة [fitne], “ateşe atmak; belli aşamalardan, sıkıntılardan geçirmek sûretiyle eğitmek, olgunlaştırmak, arı-duru hâle getirmek” demektir. Bu sözcüğün ayrıntılı açıklaması, sûrenin sonundadır.

ZANN: الظّنّ [zann] sözcüğü, hem “yakîn” [kesin bilgi], hem de “kuşku, sanı” anlamlarında kullanılabilen bir sözcüktür. Sözcüğün Kur’ân’da da her iki anlamda kullanıldığına dair örnekler, sûrenin sonunda bulunan “Zann” yazımızda mevcuttur.

Sözcük 24. âyette, “yakîn” [kesin bilgi] anlamında kullanılmıştır. Çünkü Dâvûd peygamber bu olayla kendisinin; olgunlaşmış, eğitimini tamamlamış, hizmete hazır bir hâle getirilmiş olduğunu kesinlikle anlamıştır.

RÜKÛ: Mürselât sûresi’nin tahlilinde değindiğimiz gibi rükû, zihinlerimize kazınan “namazdaki rükû” anlamından daha başka anlamlara da gelmektedir:

1) Rükû, “hudû” [eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar tatlı söylemek] demektir.[28]

2) Rükû, “inhina” [iki büklüm olmak] demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara, rakea’ş-şeyhu [ihtiyar iki büklüm oldu] denir.[29]

3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir.[30] (“Beli kırılmak” deyimine eş bir anlam.)

4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah’a boyun eğmek” [hanîflik etmek] demektir. Câhiliye Arapları aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah’a tapanlara, raki [rükû eden], rakea ilellâh [Allah'a rükû etti] derlerdi.[31]

Âyetteki rakian ifadesi, bize göre Dâvûd peygamberin, Rabbinin hükümlerini can-ı gönülden uygulayacağını, hep hanîf olarak Allah’a teslim olacağını anlatmaktadır.

İSTİĞFAR: Âyette istiğfarın [bağışlanmanın] kim için yapıldığı bildirilmemiştir. O kişiye bundan sonraki âyette işaret edilecektir. Ancak İsrâîliyât etkisi altındaki yazarlar, kendisine yamanan onca günah sebebiyle Dâvûd peygamberin kendi nefsi için bağışlanma talebinde bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.

Konuyla ilgili olarak Râzî’nin yorumu şöyledir:

1) Onlar Dâvûd’u (a.s) öldürmek maksadıyla, işte bu yolla, o’nun yanına girip, Dâvûd (a.s) da onların maksatlarını anlayınca, öfkesi, Dâvûd’u (a.s), onlardan intikam alma düşüncesine sevketti. Ancak ne var ki, Allah’ın rızasını elde etmek maksadıyla onları affetmeye yöneldi ve, “Bu hâdise, işte o fitnedir. Çünkü bu, bir deneme ve bir mübtelâ kılma gibidir” dedi, sonra da, Rabbinden, onlardan intikam almayı aklından geçirdiği için, bağışlanmasını istedi, bu düşüncesinden vazgeçti, Allah’a döndü ve Cenâb-ı Hakk da, o’ndan kaynaklanan bu kadarcık azîm ve niyyeti bağışladı.

2) Dâvûd (a.s) her ne kadar onların kendisini öldürmek için yanına girdiklerine zann-ı galipte bulunmuş ise de, bu zann-ı galibinden dolayı pişman olmuş ve durumun böyle olduğuna bir delâlet ve emare olmadığı halde, hakklarında kötü bir zanda bulunduğu için, “Onlar hakkında ne kötü davrandım!” demiştir, ki işte bu, Dâvûd sandı ki, Biz kendisine mutlaka bir azab hazırladık. Bunun üzerine o, Rabbinden bağışlanmasını diledi, rükû ile yere kapanıp, bu zannından döndü âyetinden kasdedilendir. Böylece de Allah bunu, Dâvûd’dan (a.s) bağışladı.

3) Onların Dâvûd’un (a.s) yanına girmesi, Dâvûd (a.s) için bir fitne olmuştur. Ancak ne var ki Dâvûd (a.s), bu giren ve kendisini öldürmeye kasdeden kimselerin bağışlanmasını Allah’tan istemiştir, ki bu tıpkı Hz. Muhammed (s.a.v) hakkında Cenâb-ı Hakk’ın, Hem kendinin, hem erkek mü’minlerle kadın mü’minlerin günahının bağışlanmasını iste… (Muhammed/19) buyurmasına benzer. Binâenaleyh Dâvûd (a.s) onların bağışlanmasını istemiş, kendisini öldürmeyi kafalarına koyan ve içeri giren bu kimselerin bağışlanmasını isteme hususunda Allah’a yönelmiştir. Bu izaha göre âyetteki, Biz de bunu o’nun için affettik cümlesinin manası da, “Dâvûd’un hatırı için Biz, onun [bu girenin] günahını bağışladık” demek olur.

4) Farz edelim ki, Dâvûd (a.s) kendisinden sudûr eden bir zelleden dolayı tevbe etmiştir. Ancak ne var ki biz, bu zellenin, o kadın sebebiyle meydana geldiğini kabul etmiyoruz. Bu zellenin, davalı olan iki şahıstan diğerinin ifadesini almadan önce, birisinin lehine olarak hükmetmiş olmasından dolayı meydana gelmiş olduğunun söylenmesi niçin mümkün olmasın? Çünkü Dâvûd (a.s), Andolsun ki o, senin koyununu kendi koyunlarına (katmak) istemesiyle sana zulmetmiştir deyince, verdiği bu hüküm doğru olana uymadığı için, bir delil ve şâhit bulunmadan, karşı tarafın mücerred iddiasıyla, berikinin zâlim olduğuna hükmetmiş oldu. İşte bu esnada, jstiğfar ve tevbe ile meşgul oldu. Ancak ne var ki, Dâvûd’un (a.s) bu hareket tarzı terk-i evlâ [daha efdal ve uygun olanı terk etmek] babındandır.

Yaptığımız bu izahlarla, âyetleri bu manaya hamlettiğimizde, Dâvûd’a (a.s) herhangi bir günahın isnad edilmesi şöyle dursun, tam aksine bu, taatlerin en büyüğünün o’na isnad edilmesini gerektirir.[32]

İsrâîliyât etkisindeki yazarların bazıları ise, Dâvûd peygamberin, Urya’nın karısına göz diktiğinden ve Urya’yı öldürttüğünden dolayı affını istemiş olduğunu ileri sürmüşlerdir.

GÜNAHA GÖRE İSTİĞFAR: Ne yazık ki, bazı müfessirler Dâvûd peygambere asla yakıştırılamayacak suç ve günahlar isnad eden İsrâîliyâtın etkisinde kalmışlar, o’nu bu çirkin iftiralardan temizleyeceklerine, ettiği tevbe ve istiğfarın niteliğini yorumlamakla yetinmişlerdir. Üstelik bu tevbe ve istiğfarın Dâvûd’un (a.s) şanına uygun türden olması gerektiğini düşünerek akla ve mantığa uymayan gerçek dışı açıklamalar yapmışlardır:

Atâ el-Horasanî ve başkaları dedi ki: ‘Dâvûd yüzünün etrafında ot bitip başını örtünceye kadar kırk gün süreyle secdede kaldı. Sonra o’na şöyle seslenildi’: “Aç mısın, sana yemek verilsin; çıplak mısın, giydirilesin? Bunun üzerine öyle bir hıçkırarak ağladı ki, içinden gelen hararetle o mera coşup büyüdü. Böylelikle o’na mağfiret olundu ve bu sebeple günahı örtüldü.” Bu sefer dedi ki: “Rabbim! Bu benimle Senin arandaki günahım. Onu bağışlamış bulunuyorsun, peki İsrâîloğullar’ından olan şu adamların durumu ne olacak? Ben onların çocuklarını yetim, hanımlarını dul bıraktım.” Buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Kıyâmet gününde senin tarafından gelmiş her bir zulmü cennetin sevabı karşılığında o kişiden sana bağışlamasını isteyeceğim.” Dâvûd dedi ki: “Rabbim! Kolay mağfiret işte böyle olur.” Sonra da, “Ey Dâvûd! Başını kaldır” denildi. Başını kaldırmak istedi, ancak yere batmış olduğunu gördü. Cebrâîl gelip ağaçtan zamkın koparıldığı gibi, o’nu yerin üzerinden söküp çıkardı.[33]

Velîd dedi ki: Ayrıca Münir b. ez-Zübeyr bana haber verdi, dedi ki: “Dâvûd’un secde yerleri yere yapıştı. Yüzünden de Allah’ın dilediği miktar yapışmıştı.” el-Velîd dedi ki: İbn-i Lehia dedi ki: “Secdesi sırasında, ‘Seni tenzih ederim, işte benim içeceğim olan göz yaşlarım ve işte benim yiyeceğim önümdeki bir külün içerisinde’ diyordu.” Bir rivâyette belirtildiğine göre o kırk gün secde de kaldı. Farz namaz dışında başını kaldırmadı. Göz yaşlarından ot bitinceye kadar ağlayıp durdu.[34]

Ebû Hüreyre’den nakledildiğine göre, Peygamber buyurdu ki: “Dâvûd kırk gün süreyle secdede kaldı. O kadar ki göz yaşlarından biten otlar başını örttü. Yer o’nun alnını aşındırdı. Secdesinde de, ‘Rabbim! Dâvûd bir defa yanıldı ve bu yanılması sebebiyle doğu ile batı arasındaki mesafe kadar uzaklaştı. Rabbim! Eğer Dâvûd’un zayıflığına merhamet buyurmaz, günahını bağışlamazsan, Sen o’ndan sonra insanlar arasında günahını konuşulacak biz söz kılarsın.’ Kırk sene sonra Cebrâîl o’na dedi ki: ‘Ey Dâvûd! Şüphesiz Allah senin içinden işlemeyi geçirdiğin günahı sana bağışlamış bulunuyor.’”[35]

Vehb dedi ki: ‘Dâvûd’a şöyle seslenildi’: “Şüphesiz Ben sana mağfiret buyurdum.” Ancak Cebrâîl gelip kendisine, “Rabbin sana mağfiret buyurmuşken, ne diye başını kaldırmıyorsun?” deyinceye kadar başını kaldırmadı.[36]

Bunlardan başka, rivâyet tefsirlerinde, Dâvûd peygamberin affedilmesine rağmen başını yerden kaldırmadığına, her içtiği suya mutlaka gözyaşı karıştırdığına, arpa ekmeğini göz yaşıyla ıslatıp yediğine, günah işlemeden evvel gecenin yarısında namaz kılıp senenin yarısında oruç tuttuğuna, günah işledikten sonra gecelerin tamamında namaz kılıp senenin de tamamında oruç tuttuğuna, günahının bir işareti olarak avucuna dövme yaptırıp yerken içerken sürekli günahını hatırlayıp ağladığına, içerisi kül ile doldurulmuş yedi tane lif yatak üzerinde oturduğuna ve sürekli ağlamaktan göz yaşlarının yedi kat döşekten yere kadar geçtiğine dair birçok saçma rivâyet yer almıştır. Biz, bu saygın peygamberi ve adına bunun gibi birçok rivâyet uydurulan Peygamberimizi bütün bu saçmalıklardan tenzih ediyoruz.

Yukarıda da söylediğimiz gibi, bu âyette Dâvûd peygamberin kim için bağışlanma talebinde bulunduğu bildirilmemiştir. Örnekleri âyetlerde de görüldüğü üzere, kişinin kendisi dışında bir başkası için de istiğfar etmesi mümkündür. Öyleyse, edildiği bildirilen istiğfarın kime yönelik olduğu hususuna cevap aranmalıdır.

Söz konusu istiğfarın suç işlemiş birisi için yapıldığı noktasından hareket edilecek olursa, ilgili âyetlerde hatalı bir kişiden bahsediliyor olması gerekir. Nitekim pasajda suçlu olan bir şahıstan bahsedilmekte ve söz akışı içinde suç işleyen bu şahsın işlediği suç da açıkça belirtilmektedir. Bu kişi, mal varlığını daha da arttırmak isteyen zengin kişidir. Hâl böyle iken, İsrâîliyât uydurmalarına dayanarak bizzat Rabbimiz tarafından üstün nitelikleriyle övülmüş olan Dâvûd peygamberi suçlu ilan etmek, kelimenin tam anlamıyla insafsızlıktır. Dâvûd peygamber suçu işleyen değil, sahip olduğu “hikmet” ve “fasl-ı hıtâb” sayesinde bu suçluyu saptayan kişidir. O, mal varlığını daha da arttırmak için ortağının malına göz diken bu zengin kişinin affedilmesi için Allah’tan talepte bulunmuştur.

Burada, Dâvûd peygamberin kendi yaptığı veya yapması muhtemel kusurları için istiğfar ettiği, Allah’tan koruma talebinde bulunduğu da söylenebilir. Ancak o’na uygunsuz suçlar yüklemek bize göre büyük hatadır, insafsızlıktır.

Âyetin ilk bölümündeki فغفرنا له ذالك[feğafernâ lehü zâlik] bölümünü فغفرنا له [feğafernâ lehü] ve ذالك[zâlik] olarak iki kısma ayırarak anlamlandırmak mümkün olup, el-Kuşeyrî de bu şekilde anlamlandırılmasının uygunluğunu ifade etmiştir. Bunun bir diğer örneği de, 55. âyette karşımıza gelecektir.

Dâvûd peygamberin bir önceki âyette, hakkında istiğfar ettiği kişiye bu âyette, bu zamiri ile işaret edilmiştir, ki bu kişi, ortaklardan hatalı olanıdır.

Aslında sûredeki bu kıssa, Dâvûd peygambere sürülmeye çalışılan lekeleri tümüyle ortadan kaldırmaktadır. 25. âyetin ikinci bölümü ise, Dâvûd peygamberin üzerine sıçratılmak istenen İsrâîliyât pisliklerinin hepsinin yıkanıp atıldığını, o’nu herkesin gıpta edeceği şekilde onurlandıran Yüce Allah’ın sözleriyle en kesin şekilde doğrulanmaktadır:Şüphesiz yanımızda o’nun için bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla