Tekil Mesaj gösterimi
Alt 15. August 2009, 02:23 PM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Beyhaki, yukarıdaki olayı anlattıktan sonra şunları ekler: "Peygamber (s.a) "Bu durumda eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: Ben sizi Ad ve Semud kavimlerine isabet eden yıldırıma benzer bir yıldırımla uyarıp korkuttum" ayetini okuduğunda Utbe elini Peygamber'in (s.a) ağzına kapayarak: "Allah aşkına, kavmine merhamet et!" dedi.
Aynı bağlamda İbn İshak başka bir olay anlatır. Bir keresinde Eraş kabilesinden bir adam develeriyle Mekke'ye geldi ve Ebu Cehil onun develerini satın aldı. Adam parasını isteyince, Ebu Cehil onu saçma bir takım özürlerle başından savdı. Sonunda adam Kâbe’ye geldi ve açıkça Ebu Cehil'in şerefsizliğini halka ilan etmeye başladı. O sırada Peygamber (s.a) de Kâbe’nin bir köşesinde oturuyordu. Kureyşin ileri gelenleri adama: "Bu meselede sana hiçbir şekilde yardımcı olamayız, bak şurada bir adam oturuyor, ona git, o sana paranı verir" dediler. Bunun üzerine Eraşî Peygamber'e (s.a) doğru gitti. O sırada Kureyş'in ileri gelenleri: "Bugün büyük bir eğlence olacak" diye aralarında gülüşüyorlardı. Adam Peygamber'e (s.a) durumu haber verdiğinde o hemen kalktı ve adamla birlikte Ebu Cehil'in evinin yolunu tuttu. Arkalarından bir adam da Kureyşliler adına gözcü olarak onları takip ediyordu. Peygamber (s.a) Ebu Cehil'in kapısını çaldı 'kim o' sesine "Muhammed" cevabını verdi. Bunu duyan Ebu Cehil hemen dışarı çıktı. Hz. Peygamber (s.a) ona: "Bu adamın parasını öde" dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil hiçbir şey söylemeden develerin parasını getirdi ve adama ödedi. Bunu gören Kureyşli gözcü arkadaşlarının yanına döndü, bütün olayı anlattı ve: "Tanrıya andolsun, bugün şimdiye dek hiç görmediğim bir şey gördüm. Ebu Cehil çıktığında Muhammed (s.a) ona adamın parasını ödemesini söyledi, o da sanki büyülenmiş gibi onun dediğini yaptı" dedi. (İbn Hişam cild. II, s. 29-30) (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
4 – De ki: “Benim Rabbim gökte ve yerde her sözü bilir. Ve O, en iyi işiten, en iyi bilendir.”
Bu ayette Rabbimiz, peygamberimize, Mekkeli müşriklerin kendi aralarında gizli gizli“Bu, sizin gibi bir insandan başka bir şey midir? Artık görüp dururken büyüye mi gidiyorsunuz” deyişlerinin işe yaramayacağını, Allahın hepsini bildiğini ve kendisine haber verdiğini söylemesini emretmektedir. Böylece müşriklerin gizli planlarının işe yaramayacağı ortaya konarak peygamberimize ve müminlere moral ve güven verilmekte, müşrikler ise paniğe uğratılmaktadır.
Ayetin başındaki “ قالkale” sözcüğü “ قلkul” diye de okunmuştur. “ قال kale” şeklindeki kıraat, Hamza, Kisâi ve Âsim’in râvisi Hafs'ın kıraatidir. Diğer kıraat imamları ise aynı fiili Kâf’ın zammesi, Elif’in hazfı ve Lam’ın sükûnu ile “ قلkul [De ki]” şeklinde okumuşlardır. (Razi; el Mefatihu’l Gayb) Aynı fiil Medine, Mekke, Basra, Topkapı, Türk İslam Eserleri Müzesi ve Kahire nüshalarında da “kul” şeklinde yazılıdır. Biz de fiilin “kul” şeklini itibara alarak meali “de ki” diye sunduk. Aynı mesele 112. ayet için de söz konusudur.
De ki: “Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandır, merhamet edendir.” (Furkan/6)
Şüphesiz Allah'ın, onların sırlarını ve fısıltılarını bilip durduğunu ve şüphesiz Allah'ın bütün bilinmeyenlerin çok iyi bilicisi olduğunu bilmediler mi? (Tevbe/78)

5 – Aksine onlar: “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok, o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir ayet [mucize] getirsin” dediler
6 - Onlardan önce yok ettiğimiz hiçbir karye [memleket] iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?
7 - Ve Biz, senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz olgun kimseleri gönderdik [elçi yaptık]. Haydiyin, siz bilmiyorsanız zikir ehli olanlara [Tevrat’ı bilenlere] soruverin.
8 – Ve Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık. Onlar sürekli kalıcılar da [ölümsüz] değillerdi.
9 - Sonra Biz, onlara, o vaadi [verdiğimiz sözü] yerine getirdik. Böylece onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık. Aşırı gidenleri de helak ettik.
10- Hiç kuşkusuz Biz, size, öğüdünüz/ şan şerefiniz içinde olan bir kitap indirdik. Buna rağmen hala akıllanmayacak mısınız?
Bu ayetlerde Rabbimiz, Mekkeli müşriklerin zihnine yerleşmiş olan “beşerden elçi olmaz ve olmamalı” şeklindeki saplantıyı açıkladıktan sonra, elçilik görevi ile ilgili olarak hem onlara hem de tüm zamanların insanlarına açıklamalarda bulunmuş ve sonra da doğrudan müşriklere hitap ederek onlara “hala akıllanmayacak mısınız?” sorusunu yöneltmiştir. Bu soru açık bir uyarı ve kınama ifadesidir.
5. ayette nakledildiğine göre, Mekkeli müşrikler “Bunlar karmakarışık düşlerdir; yok yok, onu kendisi uydurdu; yok yok, o bir şairdir. Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir ayet [mucize] getirsin” demektedirler. Bu onların gizli planlarının bir parçasıdır. Yine merhum Mevdudi tarihi belgelerden şunları nakletmektedir:
İbn İshak, Tufeyl b. Amr ed-Devsî'nin başından geçenleri kendi ağzından şöyle anlattığını nakletmiştir: "Ben Devs kabilesinden bir şairdim. Mekke'ye gittiğimde çevremi Peygamber (s.a) hakkında birçok şeyler söyleyen bir yığın Kureyşli sardı. Bunun üzerine şüphelendim ve mümkün olduğu kadar ondan kaçmaya çalıştım. Ertesi gün Kâbe’ye gittiğimde onu namaz kılarken gördüm. Şans eseri, birkaç cümle duydum ve okuduklarının olağanüstü mükemmellikte sözler olduğunu hissettim. Kendi kendime: "Ben bir şairim, aklı başında genç bir adamım ve doğru ile yanlışı ayırt edemeyecek bir çocuk değilim. O halde neden yanına gidip de okuduğu şey hakkında sorular sormayayım?” dedim. Hemen sonra onu evine kadar takip ettim ve "İnsanlar senin aleyhinde o kadar çok şeyler söylediler ki, senin sesini duymamak için kulaklarıma pamuk tıkadım. Fakat bugün şans eseri senden duyduğum şeyler o denli etkileyiciydi ki mesajını daha ayrıntılı bir şekilde öğrenmeye kendimde cesaret buldum" dedim. Bunun üzerine Peygamber (s.a) Kur'an'dan bir bölüm okudu, ben de hemen orada o anda müslüman oldum. Eve döndüğümde karımı ve babamı İslâm'a davet ettim, onlar da kabul ettiler. Daha sonra kabilemi İslâm'a davet ettim. Hendek Savaşı'na dek kabilemden 80 kadar aile müslüman olmuştu." (İbn Hişam, c. II, s. 22-24)
İbn İshak'ın naklettiği diğer bir rivayete göre, Kureyş'in ileri gelenleri, yaptıkları bir toplantıda Peygamber'e (s.a) yöneltilen bütün suçlamaların asılsız olduğunu ikrar etmişlerdi. İbn İshak'a göre, bir gün Nadr b. Haris, topluluğa hitaben: "Siz bu metotlarla Muhammed'i (s.a) alt edemezsiniz. O genç bir adamken onu aranızda en iyi huylu kimse olarak kabul ediyor ve onu en doğru ve şerefliniz diye saygı duyuyordunuz. Şimdi ise o olgunluk yaşına ulaştı ve siz ona: 'Büyücü, kâhin, şair, büyülenmiş mecnun' diyorsunuz. Tanrıya andolsun, o bir büyücü değil, çünkü biz sihirbazların ne tür insanlar olduklarını ve ne tür hilelere başvurduklarını biliriz. Tanrıya andolsun, o bir kahin de değil, çünkü biz kahinlerin tahmine dayalı bilgilerinden de haberdarız. Tanrıya andolsun, o bir şair de değil, çünkü şiir sanatı onun sözlerinin şiir sınıfına dahil edilemeyeceğini takdir etmektedir. Tanrıya andolsun, o bir mecnun da değil. Çünkü biz mecnunların ne kadar saçma ve anlamsız şeyler söylediklerini biliyoruz. O halde ey Kureyş uluları, onu alt etmek için başka bir plan bulalım" dedi. Bundan sonra insanların dikkatini Kur'an'dan çevirmek için Rüstem ve İsfendiyar gibi İran kültürüne ait hikâyeleri toplumda yayma önerisinde bulundu. Bunun üzerine bu planı uygulamaya koydular ve Nadr bu hikâyeleri insanların toplu bulundukları yerlerde anlatmaya başladı. (İbn Hişam c. I, s.320-321) (Mevdudi; Tefhimü’l Kur’an)
Müşriklerin “Hadi öyleyse öncekilerin gönderildiği gibi bize bir ayet [mucize] getirsin” benzeri taleplerine bir başka surede de şöyle cevap verilmiştir:
Ve “Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” dediler. De ki: “Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ve ben yalnızca apaçık bir uyarıcıyım.
‘Kendilerine okunan Kitap’ı Bizim kesinlikle sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır.’ (Ankebut/50, 51)
Ne var ki, talep ettikleri türde mucizeler gönderilse bile, muannit müşriklerin yine de iman etmeyecekleri Kur’an’da birçok kez dile getirilmiştir. Üstelik kör inatlarından kaynaklanan bu inkârları sebebiyle Allah’ın kahrına, helakine duçar olacakları da yine O’nun Kur’an’da bildirilen bir ilkesidir. Rabbimizin Mekkeli müşriklerin istedikleri türden bir mucize göndermemiş olması, bir anlamda onların lehine bir durumdur. Çünkü mucizeleri gördükleri hâlde inanmayanlar, Allah’ın kanunu gereği, tıpkı eski kavimler gibi yerle bir olacaklardır. Allah Mekkeli kâfirlerin mucizeleri gördükleri hâlde inanmayacak olduklarını bilmektedir. İlahî azabın onların üzerine hemen gelmemesi ise Allah’ın bir rahmeti olarak değerlendirilmelidir.
Ve eğer Allah, onlarda hayır olduğunu bilseydi kesinlikle onlara işittirirdi. Ve eğer işittirseydi yine de onlar, geri duranların ta kendisi olarak sırt dönerlerdi. (Enfâl/23)
Ve Bizi, ayetleri [mucizeleri] göndermekten ancak öncekilerin onları yalanlamış olmaları alıkoydu. Ve Semud’a, açık, gözle görülebilir biçimde o dişi deveyi vermiştik de onun sebep olmasıyla zulmetmişlerdi. Ve Biz, o mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. (İsra/59)
96, 97 – Şüphesiz, şu, aleyhlerinde Rabbinin Kelime’si hakk olmuş olan kimseler, kendilerine bütün mucizeler hep birden gelse, yine de o acıklı azabı görünceye kadar iman etmezler. (Yunus/96, 97)
Ve Biz senden önce de yalnızca, kentlerin ehlinden [kendi halkından], kendilerine vahyettiğimiz birtakım olgun kişileri elçi olarak gönderdik. Şimdi o yerlerde şöyle bir gezip dolaşmadılar mı? Ki kendilerinden önce gelip geçenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bir baksalar! Elbette ahiret yurdu takvalı davranan kişiler için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız? (Yusuf/109)

Bu, kendilerine elçileri açık deliller ile geldiğinde: “Bir beşer mi bize yol gösterecek?" deyip de kafirleşmeleri ve sırt çevirmeleri nedeniyledir. Allah muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, övülmeye lâyıktır. (Teğâbün/6)
Sonra nice kentler de vardı ki, zulüm yaparlarken biz onları helak ettik. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır. (Geride) nice terk edilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar (bırakılmıştır).
Yeryüzünde dolaşmadılar mı ki onların, kendisiyle akledecekleri kalpleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur. (Hacc/45, 46)

“Ehl-i Zikr”

Ayette müşriklere cavap verilirken Rabbimiz “Haydiyin, siz bilmiyorsanız ‘Zikir Ehli’ olanlara [Tevrat’ı bilenlere] soruverin” denilmiştir. “Ehl-i Zikr” ifadesi ile Yahudilerden ve Hıristiyanlardan Tevrat ile ilgili bilgisi olanlar kastedilmiştir. Zira onlar geçmişte de elçilerin beşer olduğunu, hatta beşere ancak beşer elçinin gelmesi gerektiğini bilirlerdi. Ayrıca kitaplarında bir peygamberin geleceği de yazılı idi. Bu konu ile ilgili olarak A’raf suresindeki açıklamalarımızın tekrar okunmasını öneriyoruz. (Tebyinü’l Kur’an; c.3, s. 54-65)
11 – Biz, zalim olan nice kentleri de kırıp geçirdik. Onlardan sonra da başka toplumları var ettik.
12 – Öyle ki onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman ondan topukluyorlardı [hızla uzaklaşıp kaçıyorlardı].
13 – - Topuklamayın! [Hızla uzaklaşıp kaçmayın]; sorgulanmanız için, içinde şımarıp azdığınız şeylere ve evlerinize dönün.-
14 – Onlar: “Yazıklar olsun bizlere! Şüphesiz biz gerçekten zalimler imişiz” dediler.
15 – İşte onların bu çağrıları, onları biçilmiş bir ekin ve sönmüş ocak [kül] haline getirinceye kadar son bulmadı.
Bu ayetlerde zulmün sonuçları açıklanmaktadır. Zulüm [şirk koşmak ve şirkin yaygınlaştırmak için çaba harcamak], toplumların felaketine neden olan en büyük manevi suçtur. Konumuz olan ayetlerde nakledilen sahne de bu suçu işleyen nankör inkârcıların dünyadaki son anlarıyla ilgilidir. Zalimler mutlaka kötü sonla karşı karşıya gelecekler, “Yazıklar olsun bizlere, Şüphesiz biz gerçekten zalimler imişiz” diye itirafta bulunacaklardır. Ne var ki, bu itiraflarının hiçbir yararı olmayacaktır, çünkü son pişmanlık fayda vermeyecektir.
Daha evvelki surelerin tahlilinde “Zoraki İman” (Tebyinü’l-Kur’an; c. 1, s: 616-619) ile ilgili detaylı açıklama yapmıştık. Bu nedenle burada sadece Mü’min suresinin son üç ayetini vermekle yetiniyoruz:
Ne zaman ki elçileri onlara, açık delillerle geldi, kendilerinde bulunan bilgiden dolayı şımarıklık etmişlerdi. Hâlbuki o, alay ettikleri şey onları kuşatmıştı.
Sonra da ne zaman hışmımızı gördüler: “Allah’ın birliğine inandık ve O’na şirk koştuğumuz şeyleri inkâr ettik” dediler.
Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. -Allah’ın, kulları hakkındaki sürüp giden tutumu [kanunu]…- İşte o kâfirler burada hüsrana düştüler [kaybettiler, zarara uğradılar].” (Mü’min/83-85)
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, bu pasajda konu edilen zulüm, şirk ve şirke çalışmaktır; toplumda her zaman var olan ufak tefek haksızlıklar değildir. Kur’an’da “zulüm”, farklı nitelikleriyle yüzlerce ayette yer almıştır. Bu nitelikler şunlardır:
Kadınlara haksızlık yapmak, Allah'ın sınırlarını aşmak, haram lokma yemek, Allah'ın söylediklerini başka sözlerle değiştirmek, Allah'ın de­mediğini dedi diyerek O'na iftira etmek ve buna göre fetva vermek, kendilerine yapılan ilâhî uyarıları unutmak, verilen nimetlerden dolayı şımarmak, faiz yemek, haksız yere insanları inançları nedeniyle memleketlerinden çıkarmak, bozgunculuk yapmak, fitne çıkarmak ve fitne çıkaranlara kulak vermek, Allah'ı görmek istemek, peygamberlerin mucizelerini yalanlamak ve onlara inanmamakta ısrar etmek, Allah'ın davetine uymamak, peygamberine tâbi olmamak, günah işlemek, iftira etmek, şeytana kulak vermek, yalan söylemek, sapıklara uymak, yapmadığı şeyi yaptım diye söylemek, başkalarının hakkına tecavüz etmek, peygamberleri öldürmek için tuzak kurmak ve bu konuda and içmek, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek, küfrü imana tercih etmek, tövbe etmemek, Allah'ın âyetlerine hakaret etmek, toplumu ikiye bölüp birini tutup diğer grubu ezmek, sömürmek ve köleleştirmek.
Bu niteliklerin konu edildiği ayetlere bakıldığında, bu eylemlerin imansızlıktan kaynaklandığının konu edildiği açıkça anlaşılmaktadır.
16 – Ve Biz göğü, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri, oyun oynayanlar olarak yaratmadık.
17 - Eğer Biz, bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik; eğer Biz, yapanlar olsaydık.
18 – Bilakis Biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [batıl], yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun!
Bu ayet grubunda Rabbimiz aklı başında olanlara evrendeki hakikatleri açıklayarak insanları tefekküre yöneltmektedir. Müşrik olanlara ise işin ciddiyetini şu mesajıyla bildirmektedir: “Ve Biz göğü, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri, oyun oynayanlar olarak yaratmadık. Eğer Biz, bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik; eğer Biz, yapanlar olsaydık. Bilakis Biz hakkı batılın başına çarparız da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın o [batıl], yok olup gitmiştir. Ve Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı size yazıklar olsun!
Bu açık mesajla müşriklerin Allah’ın eş ve çocuk edindiği şeklindeki batıl inançları tümden reddedilmektedir. Allah’ın evreni yaratmada oyun veya eğlence peşinde olmadığı, eğer eğlence edinmek isteseydi bunun için herhangi bir varlık yaratmaya gerek duymadan bunu kendi katında sağlayacak kudrette olduğu bildirilmektedir.
Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, kesinlikle yaratacağından, dileyeceğini seçecekti. O, bundan münezzehtir. O, bir tek, kahredici Allah'tır. (Zümer/4)
Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyuncular olarak yaratmadık.
Biz o ikisini sadece hak/gerçek ile yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. (Duhan/38, 39)
Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna yaratmadık. Bu, şu küfretmiş olan kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı vay şu küfretmiş olan kişilerin hâline! (Sad/27)
Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklıselim sahipleri için ibret verici deliller vardır.
O kişiler ki ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler: “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen noksanlıklardan münezzehsin. Artık bizi ateşin azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Zalimler için yardımcılardan hiç kimse de yoktur". Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi Ebrar [İyiler/yardımseverler] ile birlikte vefat ettir. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyamet günü bizi rezil etme! Şüphesiz Sen verdiğin sözden dönmezsin." (Al-i Imran/190-194)
19, 20 - Göklerde ve yeryüzünde olan kimseler de yalnızca O'nundur. O’nun katında olan kimseler de O'nun kulluğundan büyüklenmezler ve usanmazlar, gece gündüz ara vermeyerek tesbih ederler.
Tevhid öğretisinin vaz’edildiği bu ayetlerde, yeryüzünde ve göklerde olan her şeyin yalnızca Allah’a ait olduğu, hiç kimsenin ne başıboş ne de bir başkasına ait olmadığı vurgulanarak O’nun katında olan kimseler övülmektedir. “O’nun katında olanlar” ifadesiyle nitelenen kimseler, O’nu iyi tanıyanlar, elçiler ve bilginlerdir. Rabbimiz bu kimselerin Allah’a kulluk etmekten büyüklenmediklerini [kibre kapılmayıp kulluktan kaçınmadıklarını]; O’na olan kulluk görevini usanmadan, şevkle, büyük bir hazla yaptıklarını, Allah’ın noksanlıklardan münezzeh olduğunu sürekli olarak haykırdıklarını bildirmektedir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla