Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:26 PM   #5
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

20.Derken İblis, onların kendilerinden gizli kalan çirkinliklerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi. Ve “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/iradesiz güç olmanız ya da sonsuz olarak kalıcılardan/gelişmeyen, değişmeyen birer varlık olmanız için sizi girift, çekişmenin kaynağı olan şu şeyden; maldan-mülkten, paradan-puldan men etti/ bunları size yasakladı” dedi.

Bu âyette İblis’in derhâl harekete geçtiği görülmektedir. Onu harekete geçiren husus, Âdem’e “şu ağaca yaklaşma” emrinin verilmesidir. Âdem’e konulan yasak ânında tepki getirmiş, İblis vesvese üretimine geçerek bu yasak hakkında bahaneler, gerekçeler aramaya ve ileri geri fikir yürütmeye başlamıştır: Rabbiniz başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikinizin de birer melek/melik olmanız ya da ebedî kalıcılardan olmanız için sizi şu ağaçtan men etti.

Âyetteki ملكين[melekeyni=iki melek] sözcüğünün, melikeyni [iki kral] olarak okunması da mümkündür. Nitekim İbn-i Abbâs, Dahhâk ve Yahyâ b. Ebî Kesîr sözcüğü melikeyni [iki kral] olarak okumuşlardır. Bu kıraatı, yukarıda verdiğimiz Tâ-Hâ/120′deki, eskimez/çökmez mülk/saltanat ifadesi de desteklemektedir. Bu kıraate ve bu anlama göre Âdem ve eşi, İblis’in etkisiyle özgürlüğü krallığa tercih etmiş olmaktadırlar.

VESVESE: Ayrıntılarını Nâs sûresi’nin tahlilinde verdiğimiz[13] ve bu âyetten başka Nâs/5, Kaf/16 ve Tâ-Hâ/120′de de geçen وسوسة[vesvese] sözcüğü, Nas suresinde açıkladığımız üzere, “alçak bir sesle, fısıltıyla gizli bir düşünce aşılamak, bir işe, eyleme yöneltmek” demektir.

SEV’ETE: سوأة[sev’ete] sözcüğü, “çirkinlikler” demektir ve سؤ[sue] sözcüğünden türemiştir. “Her türlü kötü, çirkin şeyi yapmak” anlamındaki sue sözcüğünün, bu anlam ekseninde daha birçok türevi vardır. Meselâ, سيّئة[seyyie=kötülük, çirkinlik] sözcüğü, حسنة [hasene=iyilik, güzellik] sözcüğünün karşıt anlamı olarak kullanılır. Dolayısıyla bu kökten türemiş olansev’ete sözcüğü de her türlü çirkin iş, söz ve durumu ifade eder. Arapların bu sözcüğü cinsel organlar için kullanmaları, yaşadıkları toplumda çoklukla bu organların kötülüğe sebep olması sebebiyledir. Sev’ete sözcüğü ayrıca “ceset” için de kullanılır. Zira ruh bedenden çıkınca, beden çürüyüp kokmakta, yani çirkinleşmektedir.[14]

Nitekim Mâide sûresi’nde geçen sev’ete sözcüğü, “ceset” için kullanılmıştır:

31.Sonra Allah, hemen ona kardeşinin cesedini nasıl gömmekte olduğunu göstermek için toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. O, “Yazıklar olsun bana, ben, şu karga gibi olmaklığımla âciz mi oldum da kardeşimin cesedini gömüyorum.” dedi. Sonra da pişman olanlardan oldu.

(Mâide/31)

Konumuz olan âyette sev’ete sözcüğü “çirkinlikler” anlamında olup “cinsel organlar” olarak çevrilmesi yanlıştır. Çünkü Allah, insanı en güzel bir biçimde yaratmış olduğundan, cinsel organlar için “çirkin” nitelemesi yapılamaz.

Buradaki sev’ete sözcüğüyle, insana ilham edilmiş olup çeşitli etkilerle dışa vuran kötü huylar [fücûr] kastedilmiştir:

1-10.Kur’ân’ı ve onun yaydığı sosyal aydınlığı, Kur’ân’ı izleyen Elçi ve mü’minleri, Kur’ân ışığı ile aydınlanan toplumları, Kur’ân ışığından yoksun kalan toplumları, bilginleri ve bilginleri yücelten bilgileri, kara cahilleri ve kara cahilleri bu hâle getiren ilke ve anlayışları, benliğini bulmuş kimseleri ve benlik bulduran etmenleri –ki O, ona taşkınlık yapma ve kendini koruma içgüdülerini/günah işleme ve “Allah’ın koruması altında olma yeteneklerini ilham etti– kanıt gösteririm ki, benliğini arındıran gerçekten kurtulmuştur. Onu bilerek reddedende kesinlikle zarara uğramıştır.

(Şems/8)

ÇİRKİNLİKLERİN KENDİLERİNDEN GİZLİ KALIŞI: Çirkinlikler sözcüğü “insana ilham edilmiş fücûr”u; çirkinliklerin kendilerinden gizli kalması ifadesiise bu fücûrun durağan bir özellikte olduğunu ve bir etkiye tepki olarak dışa vuruluncaya kadar insanın kendisinden bile gizli kaldığını ifade etmektedir. Nitekim 22. âyette görüleceği gibi, Âdem de, yasağı dinlemeyerek verdiği tepkiden sonra, içinde saklı olan fücûrun dışa vurması sonucu bencil, haris birisi olup çıkacaktır.

21.Ve “Elbette ben, size öğüt verenlerdenim” diye onlara yemin etti/ kanıtlar ileri sürdü.

Burada İblis’in Âdem ve eşine karşı hangi kanıtları kullanıldığı açıklanmamıştır. Ancak kıssanın başlangıcında İblis’in Âdem’den üstün olduğu yönündeki iddiasından hareketle, İblis’in kendisinin enerjiden Âdem’in ise maddeden yaratıldığı hususunu kullandığı ve “Olanı biteni ben sizden daha iyi bilirim, çünkü ben sizden üstünüm!” demiş olabileceği düşünülebilir.

22.Böylece onları aldatarak aşağılığa düşürdü. Onlar girift, çekişmenin kaynağı olan şeyin; malın-mülkün, paranın-pulun tadına varınca, hırsları, doyumsuzlukları devreye girdi ve mal-mülk, para-pul istifçiliğine başladılar. Rableri onlara seslendi: “Ben, size mal-mülk, para-pul tutkunu olmayı yasaklamadım mı ve size, ‘Bu şeytân, kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?”

Âyetin bildirdiğine göre Âdem ve eşi, İblis’in vesvesesini, iğvasını, ölçüp biçmeden [tefekkür etmeden] uygulamış ve içlerinde gizli olan çirkinlikleri, yani istenmeyen, sevilmeyen huyları ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan ilk çirkinlik ise “istifçilik”tir.

CENNET YAPRAKLARI (AĞAÇ YAPRAKLARI DEĞİL): “Ağaç yaprağı” ve/veya “kitap yaprağı” olarak meşhurlaşmış olan الورق[varak] sözcüğü; Arap dilbilimcilerinden Cevherî’ye göre, “gümüşlerden yapılma ve develerden meydana gelme mal varlığı”; İbn-i Sîde’ye göre, “koyun ve develerden meydana gelen mal varlığı”;[15] Râgıb’a göre, “kitap ve ağaç yaprağından başka, ağaçtaki yaprağın çokluğuna benzetilerek ‘çok mal’ için de varak tabiri kullanılır.[16] Ebû Ubeyde’ye göre, “gümüş ve her türlü canlı hayvan”; Ebû Sa‘îd’e göre, “basılmış gümüş” [gümüş para] anlamlarına gelmektedir.[17]

Bu açıklamalara göre, âyetteki ورق الجنّة[varaku'l-cennet=cennet yaprağı] ifadesi, “insana haz veren para, mal, mülk ve çeşitli nimetler” anlamına gelmektedir ki Rabbimiz bunların neler olduğunu başka bir âyette bildirmiştir:

14.Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, etinden ve sütünden yararlanılan hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu aşırı istek, insanlara süslü/çekici kılındı. Bunlar, basit dünya hayatının kazanımıdır. Ve Allah, varılacak güzel yer Kendi katında olandır.

(Âl-i İmrân/14)

Âdem ve eşi, Kur’ân’da varaku’l-cennet olarak adlandırılmış olan “iğreti yaşamın faydalarını sağlayan şeyler”e dadanmışlar ve bu tarz süsleri üst üste koyarak [bütün süsleri bir araya toplayarak] üzerlerine almışlardır [yaşamlarının ayrılmaz parçası hâline getirmişlerdir].

ZEVK: الذّوق[zevk], “lezzet alma, hoşa gitme; bir şeyin tadını almak, tadına varmak, bir şeyin müptelâsı olmak” demektir. Bu şey, iyi bir şey olabileceği gibi, çirkin bir şey de olabilir. Bir şeyin tadını almak ağız yoluyla olabileceği gibi başka yollarla da olabilir. Nitekim Kur’ân’ın birçok âyetinde azabın-belanın tam içerisine düşme de zevk sözcüğüyle ifade edilir.[18]

Esas anlamı bu olmasına rağmen sözcük genellikle “dil ucuyla tatma” anlamında anlaşılmaktadır. Hâlbuki esas anlamı “iliklere işleyecek ölçüde hissetmek” demektir. Bu sözcük, türevleriyle birlikte Kur’ân’da 60 kez yer almış ve “nimetlerin veya cezanın azıcık dokunup geçivermesi” olarak değil de “gerçekten, iyice yaşanması” anlamında kullanılmıştır.

Burada da Âdem ve eşinin konu edilen ağaçtan [altından, gümüşten, deveden, arpadan, buğdaydan ve hurmadan] basitçe tatmayıp onun iyice tadına vardıkları, müptelâsı [tutkunu] oldukları anlaşılmaktadır. Zaten Tâ-Hâ/121′de bu durum, zâka [tadına vardılar] sözcüğü yerine, ekele [yediler] sözcüğü ile dile getirilmiştir.

Görüldüğü gibi, âyetteki ifadeler tam anlamıyla hayatın gerçeklerini yansıtmaktadır. Âdem ve eşinin, nimetlerin tadına varınca onların esiri olmaları ve tutkuyla bağlandıkları bu nimetlerden ayrılmamak için onlara sımsıkı sarılmaları, bugün de karşılaşılabilecek manzaralardır. İğreti dünya hayatının süslerinden bir tanesini bile dışarıda bırakmadan hepsine sahip olan veya olmak isteyen, faydalandığı süsleri âdeta üzerine yapıştırıp tam anlamıyla bir süs istifçisi hâline gelen insanlar hiç de az değildir. O hâlde, Rabbimizin sözleri kesinlikle bir masal gibi algılanmamalı ve bilinmelidir ki, “kendisine ilham edilmiş fücûrun İblis’in etkisiyle dışa vurması” şeklinde ortaya çıkan çirkin insan davranışları, Âdem ve eşine kadar dayanmaktadır.

Tekâsür sûresi’nde bu hastalığın dünyayı cehenneme çevirdiğini bildiren Rabbimiz, Âdem ve eşinin davranışlarıyla dünyanın cehenneme dönüşmeye başlaması karşısında, âyetin son cümlesi ile duruma müdahale etmiştir: Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve size ‘bu şeytân kesinlikle sizin için apaçık düşmandır’ demedim mi?

Klâsik eserlerde ileri sürülen “yasak ağaçtan yedi de avret yerleri açığa çıktı, avret yerleri açığa çıkınca da incir yapraklarıyla onları örtmeye çalıştı” anlayışı, Kur’ân’ın ifadelerine aykırıdır. Çünkü âyetin teknik yapısı buna izin vermez. Âyete göre, Âdem ve eşi ağaçtan/maldan tadınca iki olay meydana gelmiştir: Önce çirkinlikleri [kötülükleri] ortaya çıkmış, sonra da tekasür hastalığına yakalanarak biriktirmeye başlamışlar, tadını aldıkları bütün süslerin kendilerinin olmasını istemişlerdir.

İşinin ehli uzmanların burada dikkat etmeleri gereken önemli bir nokta daha vardır: Âyetteki وطفقا [ve tafikâ] diye başlayan cümlenin önündeki bağlaç, ف[fe] değil, و[vav]dır vevav bağlacı بدت [bedet=belli oldu] fillinin üzerine atfedilmiştir. Dolayısıyla Arap dilini bilen kişilerin âyetin bu yapısına itibar ederek safsata anlamlara kulak asmamaları gerekir.

23.Onlar/her ikisi, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize haksızlık ettik ve eğer bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle işlem yapmazsan kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz!” dediler.

Bu âyette, Rabbimizin müdahalesi üzerine Âdem ve eşinin, yapmış oldukları yanlış hareketi kabullenip hemen dönüş yaptıkları görülmektedir. Kur’ân’ın anlatımlarına göre, İblis’in dürtüsü Âdem’le eşini birlikte etkilemiştir. İblis’in önce Âdem’in eşini etkilediği ve onun da Âdem’i etkilediği şeklindeki görüşler Kur’ân’a uymamaktadır. Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın “ilk günah” anlayışına temel teşkil eden İsrailiyat anlatımı kısmen Müslümanlar arasında da etkili olmuş ve Âdem’in eşi tarafından kandırıldığı ve onun etkisiyle cennetten çıkarıldığı şeklindeki kadını aşağılayan bir mantığın halk kültüründe yerleşmesine neden olmuştur.

Âyetteki eğer Sen bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz ifadesinden, takip edilecek yolun mutlaka Allah’ın gösterdiği yol olması lâzım geldiği anlaşılmaktadır. Yani, insanların içinde İblis kanalıyla oluşan düşüncelerin de, insanlara başkaları tarafından önerilen davranışların da önce vahiyle uyumluluğu test edilmeli, ancak ondan sonra uygulamaya geçilmelidir.

24.Allah, “Birbirinize düşman olarak alçalın, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar kalmak ve yararlanmak vardır” dedi.

Bu âyette Yüce Allah, Âdem ve eşi için nihaî kararını açıklamıştır. Rabbimizin bu kararını bildiren diğer âyetleri de göz önünde bulundurmak tahlilimize yardımcı olacaktır:

36.Bunun üzerine şeytân; İblis/düşünce yetisi onları oradan kaydırdı, içinde bulundukları ortamdan çıkardı. Ve Biz, “Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir yararlanma vardır” dedik.

37-39.Sonra da Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı/kendine vahyedildi; Biz dedik ki: “Hepiniz oradan inin. Artık size Benim tarafımdan bir kılavuz geldiğinde, kim kılavuzuma uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmayacaklardır. Ve küfretmiş; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmişve âyetlerimizi yalanlamış kimseler; işte onlar, ateşin ashâbıdır. Onlar, orada temelli kalıcıdırlar.” Sonra da Allah, onun tevbesini kabul etti. Kesinlikle O, tevbeleri çokça kabul eden, çok tevbe fırsatı verenin, çok merhametli olanın ta kendisidir.

(Bakara/36-38)

123.Allah, o ikisine: “Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan alçalın. Artık Benden size bir kılavuz geldiği zaman, kim Benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz” dedi.

(Tâ-Hâ/123)

Gerek konumuz olan âyetteki ve gerekse Bakara sûresi’ndeki اهبطوا[ihbitû=alçalın] sözcüğü, Tâ-Hâ sûresi’ndekinden farklı olarak çoğuldur. Dolayısıyla A’raf ve Bakara sûrelerindeki bu çoğul ifade, Âdem’i, eşini ve başkasını/başkalarını da kapsamaktadır. Bu konudaki genel kabul, bu hitabın Âdem, eşi ve İblis’e yönelik olduğu yolundadır. Ancak biz bu hitabın daha da geniş kapsamda “Âdemoğulları” [tüm insanlar] olarak anlaşılmasından yanayız. Çünkü hem bu âyetin mesajı birkaç kişiye özgü olmayıp tüm insanlara yönelik bir mesajdır, hem de Rabbimiz 26. âyette Ey Âdemoğulları! diyerek tüm insanlara seslenmiştir.

“İHBİTÛ”NUN ANLAMI: Âyette geçen ihbitû sözcüğü meal ve tefsirlerde “ininiz” diye çevrildiği için, doğal olarak akla hemen “nereden” ve “nereye” inileceği soruları gelmektedir. Her ne kadar Yüce Allah, Sizi yeryüzünde yarattık, Sizi topraktan yarattık dese de, Rabbimizin verdiği bu bilgileri değerlendirmede yeterli dikkati göstermeyen müfessirler, Âdem’in cennette yaratıldığı ve yeryüzüne de oradan indirildiği yorumunu benimsemişlerdir.

Rabbimizin bildirdiklerine ters olan bu yorumları aşabilmek için ihbitû sözcüğünün gerçek anlamının ortaya çıkarılması gerekmektedir:

İhbitû sözcüğü, هبط[hbt] kökünden türemiş çoğul emir kipidir. Hbt sözcüğü “alçalış, eksiliş, züll, zillete düşüş, sefillik” [gözden düşme, çaptan düşme, değer kaybetme, rütbede eksiliş] demektir. Bu anlam ekseninde صعود[su‘ûd] ve ارتفاء[irtifâ] sözcüklerinin karşıtı olarak kullanılan sözcük, şerr içinde olan kişinin durumunu ifade etmek için kullanıldığı gibi, sağlığını yitirmiş hasta için de kullanılır.[19]

Bize göre burada sözcüğün asıl manasına bağlı kalınmalı ve ihbitû sözcüğü “alçalın/alçalınız” olarak çevrilmelidir.

Sözcüğün bu asıl anlamına göre âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “Bu dünya süslerinin esiri olur ve istifçilik yapan bir tekasür hastası gibi [Âdem gibi] yaşarsanız, şu geçici dünyada birbirinize düşmanlar hâlinde ve alçalmışlar olarak yaşarsınız!”

BİRBİRİNİZE DÜŞMAN OLARAK: Birbirinize düşman olarak ifadesi, kıssanın anlatıldığı diğer âyetlerin hepsinde de yer almıştır. Bize göre bu ifade, Âdem soyunun çoğaltma yarışına kapılma, istifçilik sevdasına düşme gibi çirkinlikleri işlemesi hâlinde birbirine düşmanca davranışlar içine gireceğini bildiren bir uyarıdır. Yoksa bazı kişiler tarafından ileri sürüldüğü gibi, hataları sebebiyle Âdem ve eşine verilmiş bir ceza değildir.

25.Allah, “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız” dedi.

Yani, hem geçicisiniz, hem de başka gideceğiniz yeriniz yok, orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz. Çirkinleşmenize, mal-mülk hırsıyla birbirinize düşman olmanıza gerek yok.

Bu âyetteki uyarının farklı bir ifadesi Tâ-Hâ sûresi’nde de yer almaktadır:

55.Biz sizi yeryüzünden oluşturduk, sizi ona döndüreceğiz ve sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.–

(Tâ-Hâ/55)

26.Ey Âdemoğulları! Size çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Ve “Allah’ın koruması altına girme” elbisesi; o, daha hayırlıdır. İşte bu, düşünüp öğüt alırlar diye Allah’ın âyetlerindendir.

Hatırlanacak olursa, 23. âyette Âdem ve eşi, Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik ve eğer Sen bizi bağışlamazsan ve bize rahmetinle muamele etmezsen biz, kesinlikle zarara uğrayacaklardan oluruz diyerek Allah’tan bağışlanma ve rahmet dilemişlerdi. Bu âyet, Rabbimizin insanoğluna rahmetini tecelli ettirdiğini bildirmektedir. Herkesin bildiği gibi, O’nun rahmeti, elçiler göndermek ve bu elçilere vahyetmek [kitap indirmek] sûretiyle insanlığa kılavuzluk etmesidir.

ÇİRKİNLİKLERİ ÖRTECEK, SÜSLEYECEK ELBİSE ve BUNLARIN İNDİRİLMESİ:

Rabbimizin bu âyetteki çirkinliklerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik sözleri, klâsik anlayış tarafından “Biz size çirkin yerlerinizi [cinsel organlarınızı] örtecek pamuk, yün, keten ve deri elbise indirdik” diye algılanmış ve avret yerlerinin örtülmesinin gereği ve önemine dair açıklamalar yapılmıştır. Bu anlayış sahipleri ayrıca âyette geçen indirdik sözcüğünü “yarattık” anlamına hamletmiş, Zümer/6 ile Hadîd/25′deki انزلنا [indirdik] sözcüğünün خلقنا [yarattık] anlamında kullanıldığını bu anlama örnek olarak göstermişlerdir.

Biz, eski çağlarda yapılmış bu tür anlam zorlamalarını gayet olağan karşılıyor, onları Kur’ân’ı anlama yolunda sarf edilmiş iyi niyetli çabalar olarak görüyoruz. Ne var ki, aynı anlayışın günümüzde de devam ettirilmesini doğru bulmuyoruz. Çünkü bilimde meydana gelen gelişmeler, Hadîd sûresi’ndeki demiri indirdik ifadesinin artık “demiri yarattık” olarak anlaşılmasına engeldir. Bugün bilim çevrelerinde demir elementinin başka bir yerde yaratıldığı ve oradan dünyaya geldiği [indirildiği] kanaati oluşmuş, bundan da Kur’ân’ın eşsiz mucizelerinden birisinin daha açığa çıktığı kabul edilmiştir:

Kur’ân’da demirin kimyasal özelliklerinden birçoğuna işaretler vardır. İlk önce demirin öneminden ve özelliğinden söz eden biricik âyeti inceleyelim:

25.Andolsun ki Biz, elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların hakkaniyeti ayakta tutmaları ve Allah’ın, dinine ve elçilerine, kimse kendilerini görmediği ve tanımadığı yerlerde yardım edenleri belirlemesi için beraberlerinde kitabı ve ölçüyü indirdik. Biz, kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar için yararlar bulunan demiri de indirdik. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, mutlak üstündür.

(Hadîd/25)

Kur’ân’da geçen inzal fiili genellikle dünya dışından yapılan indirme ve gelişleri ifade eder. İnzal fiili dünyadaki bir yaratılışın dünya dışındaki oluşumlar sayesinde meydana geldiğini bize anlatır. Dünyamızın ilk sıcaklığı demirin oluşumuna uygun değildir. Hattagüneşimiz tipi orta büyüklükte yıldızlar bile demirin üretimi için yeterli ısıya sahip değildir. Bu yüzden demir, sırf dünyamıza değil, güneş sistemimize bile indirilmiştir [inzal edilmiştir]. Şu anda dünyamızda var olan demir, güneş sistemimize yüksek ısılı yıldızlardan gelmiştir. Kur’ân’ın demirin oluşumunu anlatırken inzal fiiliyle indirilme olayına dikkat çekmesi mucizevî niteliktedir.

Konumuz olan âyette de indirme sözcüğü “yaratma” anlamına çekilmemeli ve âyettenelbisenin indirildiği anlaşılmalıdır. Ancak indirilen bu elbise‘nin, bildiğimiz elbise olmadığı da dikkatlerden kaçırılmamalıdır. Zira yukarıda açıkladığımız gibi, bu elbisenin örteceğisev’ete “avret yerleri” demek olmayıp “çirkinler”dir. Bu çirkinlikler ise bildiğimiz elbiselerle örtülemez. Bunları örtecek ve beğenilecek duruma getirecek tek şey vahiy’dir. İnsanın şirki, günahı, kini, düşmanlığı, bildiğimiz elbise ile değil, ancak vahiyle ortadan kalkar. Nitekim Rabbimiz, açıklamanın devamında takvâ elbisesi‘ni ön plâna çıkarıp herkesin takvâlanmasını ve takvâ elbisesini giymesini istemiştir. Bu demektir ki, insanın çirkinliklerini örtecek elbise ancak “takvâ elbisesi”dir ve o da ancak Allah’ın indirdiği vahiylerle hazırlanabilir. Kısaca söylemek gerekirse, çirkinlikleri örtmek üzere indirilen elbise vahiy’den başka bir şey değildir. Gerçekten de, birçok yerde vurguladığımız gibi, Rabbimizin bizlere vermiş olduğu görevlerin hepsi de bize takvâ elbisesi giydirmeye ve bu sayede bizi çirkinliklerden uzak tutmaya yöneliktir.

TAKVÂ: Daha önce Mürselât sûresindeki muttakîn sözcüğünü açıklarken “takvâ”ya kısaca değinmiş ve bu sözcüğün Kur’ân’da ilk önce “şirkten uzak olmak” ve “âhirete inanmak” anlamıyla ortaya konduğunu belirtmiştik. Yeri geldiği için sözcüğü burada ayrıntılı olarak tahlil ediyoruz:

Takvâ sözcüğü, وقاية [vikâye], توقية [tevkiye], وقاءة [vikâe] köklerinin mastarı olan وقي [vekâ] sözcüğünden türemiştir. Vekâ “bir şeyi korumak, himaye etmek, ona zarar verecek şeylerden çekinmek, bir şeyi başka bir şeyle bir tehlikeye karşı korumaya almak, zararlı şey ile korunacak şey arasına bir engel koymak” anlamına gelir.[20]

Sözcük Kur’ân’da da bu anlamda kullanılmıştır:

5-22.Şüphesiz, “iyi adamlar”, kâfur katılmış bir tastan içerler, fışkırtıldıkça fışkırtılacak bir pınardan ki ondan, verdikleri sözleri yerine getiren, kötülüğü yayılan bir günden korkan ve “Biz sizi, ancak Allah rızası için doyuruyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz; evet, biz asık suratlı ve çatık kaşlı bir günde Rabbimizden korkarız” diyerek Allah sevgisi için/sevmesine rağmen yiyeceği, yoksula ve öksüze ve tutsağa veren Allah’ın kulları içerler.

Allah da, bu yüzden onları, o günün kötülüğünden korur; onlara aydınlık ve sevinç rastlayacak, sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri verecek; orada tahtlara kurulmuş olarak kalacaklar; orada bir güneş de, dondurucu bir soğuk da görmeyecekler ve bahçenin gölgeleri onların üzerlerine sarkacak ve alçaltıldıkça alçaltılacak. Ve aralarında gümüş bir kap ve billûr kâseler dolaştırılacak, -kendilerinin ayarladığı billûrları gümüştendir-. Ve orada onlar, karışımı zencefil olan bir tastan sulanırlar, orada Selsebil denilen bir pınardan… Ve aralarında büyümez, yaşlanmaz çocuklar dolaşır; onları gördüğünde, saçılmış birer inci sanacaksın! Orayı gördüğünde, mutluluk ve büyük bir mülk ve yönetim göreceksin; üzerlerinde ince, yeşil ipekli, parlak atlastan giysiler olacak; gümüş bileziklerle süslenmiş olacaklar; Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecek. Şüphesiz ki bu, sizin için karşılıktır. Çalışmalarınız da karşılık ödenecek niteliktedir.

(İnsan/10-11)

6,7.Ey iman etmiş kimseler! Kendinizi ve yakınlarınızı, yakıtı insanlar ve taşlar olacak bir Ateş’ten koruyun. Ateşin üzerinde, Allah’a karşı gelmeyen, kendilerine emredilenleri yapan çetin ve kaba görevli güçler vardır. Ey kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmişkimseler! Bugün özür dilemeyin. Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz!

(Tahrîm/6)

16.O nedenle gücünüz yettiğince Allah’ın koruması altına girin, dinleyin ve itaat edin. Ve mallarınızdan, kendinizin iyiliğine olarak bağışlayın. Kim de benliğinin açgözlülüğünden korunursa işte onlar, başarıya ulaşanların ta kendileridir.

(Teğâbün/16)

Vekâ fiilinin mezidatından [harfleri artırılmış kalıplarından] olan اتّقاء [ittikâ] sözcüğü ise, “korumayı kabul etmek, acı ve zarar verecek şeyden sakınıp kendini korumaya almak, sakınmak; Allah’ın koruması altına girmek” demektir.

Bu sözcük de Kur’ân’da sözlük anlamıyla kullanılmıştır:

18,19.Ey inanmış olan kişiler! Allah’ın koruması altına girin; her kişi yarın için ne hazırladığına bir baksın. Ve Allah’ın koruması altına girin. Şüphesiz Allah, işlediklerinize haberdardır. Ve Allah’ı umursamayan kimseler gibi olmayın: Böylece Allah, onlara kendilerini umursatmaz. İşte onlar, yoldan çıkmış kimselerin ta kendileridir.

(Haşr/18-19)

131.Kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseler için hazırlanmış olan ateşten de sakının. 132Merhamet olunmanız için Allah’a ve Elçi’ye itaat edin.

(Âl-i İmrân/131)

24.Sonra, eğer bunu yapmadıysanız ve asla yapamayacaksınız; öyleyse kâfirler; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenkimseler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten korunun.

(Bakara/24)

Takvâ sözcüğü de ittikâ sözcüğünün ismidir ve sözlük anlamı olarak “kuvvetli himayeye girmek, korunmak, kendisini koruma altına almak” demektir.

Takvâ ve ittikâ sözcüklerinin ikisi de sözlük anlamları ekseninde kavramlaşmış ve Kur’ân’da hep sözlük anlamlarına yakın manalarda kullanılmıştır. Bu sözcüklerin türediğivekâ fiili ve türevleri Kur’ân’da tam 258 yerde geçmektedir.

Kur’ân’ın en önemli kavramlarından olan takvâ ve ittikâ, kulun Rabbi karşısındaki durumunu en iyi anlatan sözcüktür. Kur’ân’da birçok âyette insanlara Allah’tan ittikâ etmeleri söylenmiş, birçok peygamberin de kavimlerini İslâm’a davet ederlerken onları “Allah’tan ittikâ etmez misiniz?” sözleriyle uyardıkları anlatılmıştır. Çünkü insan için en önemli şey, bir yaratıcının varlığı, yaratılışın sebebi ve kendisinin Yaratıcı karşısındaki durumudur. İnsan, öncelikle kendini var edeni tanımakla ve O’nun razı olacağı bir yaşam sürmekle yükümlüdür. İnsan, her şeyin sahibi olan Allah tarafından başıboş, kendi haline bırakılmamıştır; hayatının hesabını vermek üzere kendisine döndürülecektir. Bu sebeple Kur’ân, Allah fikrini ve O’na ait ulûhiyeti ısrarla gündeme getirerek âlemlerin Rabbi olan Allah’ı bütün sıfatları ve O’na ait en üstün yücelik makamları ile tanıtmakta ve insana bu yücelik karşısında kendisine çeki düzen vermesini, kendisini iyi amellerle koruma altına almasını tavsiye etmektedir. Amaç, insanın O’nun her yerde kendisini gördüğünün ve yaptığı her şeyin kayıt altına alındığının bilincinde olan bir varlık olmasını; Allah’ın yüce makamı karşısında çekinmesini; O’na kuvvetli bir imanla bağlanmasını ve yaptığı hatalardan dolayı O’na sığınmasını sağlamaktır. Özetle, insanı muttakî /ittikâ eden/ takvâ sahibi bir varlık yapmaktır.

Bugüne kadar takvâ’nın birçok tanımı yapılmıştır. Bu tanımların hepsinde de değişik kelime ve ifadelerle aynı anlamlar gözetilmiştir. Bu nedenle tanımlar arasında herhangi bir çelişki yoktur. Meselâ takvâ‘yı “Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasaklarından kaçmak” diye tarif edenler olduğu gibi, “Yapılması günah olanı yapmaktan, terk edilmesi günah olanı terk etmemekten çekinmektir” ya da “Allah’ın cezalandırmasından korkarak O’nun verdiği bir nur ile O’na itaat etmektir” veya “Allah’ın dışındakileri Allah’a tercih etmemektir” şeklinde tanımlayanlar da olmuştur.

Biz de şöyle bir tanım yapabiliriz: Takvâ, “insanın kendisini Allah’ın koruması altına koyarak âhirette kendisine zarar ve acı verecek şeylerden sakınması, ya da günahlardan uzak durması ve iyiliklere sarılması”dır.

Ancak konu ile ilgili diğer Kur’ân âyetleri de göz önüne alınarak daha geniş bir tarif de yapılabilir:

Takvâ; iman etmek, şirkten uzak durmak, Allah’ı unutmamak, Allah ve elçilerine boyun eğmek, inkârcılarla mücâdele etmek, bollukta ve darlıkta sahip olunan mallardan bağışta bulunmak, namaz kılmak, salat etmek, salatı ikame etmek, zekât vermek, verilmiş sözlerde durmak, sıkıntılara sabretmek, açgözlü olmamak, ana-babaya iyi davranmak, hiçbir zaman kendini temize çıkarmaya çalışmamak, tevbe etmek, yanlışlarda ısrar etmemek, yaptıklarının affını dilemek, öfkeye sahip olmamak, başkalarını bağışlamak, adaletli olmak ve adaleti ayakta tutmaya gayret etmektir.

Bütün bu tariflere dayanarak özlü bir ifade ile takvâ‘nın “iman ve onun yansıması” olduğunu söylemek de mümkündür.

Bu noktada takvâ ile ibâdet arasındaki bağlantının belirtilmesinde yarar görüyoruz. Bize göre, “ilâhî emir ve yasakları yerine getirmek” demek olan ibâdet, “zarar verecek davranışlardan sakınmak” demek olan takvâ‘nın kendisi değildir, ama kişiyi takvâya ileten davranışlardır.

Takvâ sözcüğünün anlamında “korku” ve “korkmak” unsurları bulunmasına rağmen,takvâ‘nın sadece “korku” olarak anlaşılması doğru değildir. Fakat ne yazık ki, birçok meal ve tefsir, takvâ ve ittikâ sözcüklerini sadece “korkmak” anlamıyla açıklamıştır. Takvâ veittikâ sözcüklerinin ifade ettiği korunma ve sakınmanın Arapça’da havf, mehâfet, rehbet gibi sözcüklerle ifade edilen “basit korku” sebebiyle korunmak ve sakınmak ile aynı anlama gelmediği yukarıda görülen İnsan/10, 11. ayetlerden de açıkça anlaşılmaktadır.

Takvâ, içerdiği “korku” unsuru da belirtilerek “Kişinin korktuğu şeylerden kendini korumasıdır” şeklinde de tanımlanabilir. Ancak bu önemli kavramın basitçe “Allah korkusu” olarak ifade edilip geçiştirilmesi bize göre son derece yanlıştır.

Çünkü Rabbimiz, “Allah korkusu” anlamına gelen haşyet sözcüğü ile ittikâ [takvâlı davranış] sözcüğünü aynı âyet içinde zikretmek sûretiyle, bu sözcüklerin farklı anlamlara geldiğini bizlere göstermiştir:

52.Ve kim Allah’a ve Elçisi’ne itaat eder, Allah’a saygı, sevgi ve bilgiyle ürperti duyar ve O’nun koruması altına girerse, işte onlar başarıya ulaşanların ta kendileridir.

(Nûr/52)

Kur’ân’daki bu açık belirlemeye rağmen takvâ sözcüğü ve tüm türevleri “korkmak” anlamında anlaşılarak Müslümanlar arasında tam bir korku furyası oluşturulmuştur. Bunun sonucu olarak da, Allah ile kul arasındaki ilişkiler sevgi, saygı ve rahmetten çok korku üzerine kurulmuş, ortaya birçok yanlış ve olumsuz anlayış ve davranışlar çıkmıştır. Oysa ne takvâ ve ittikâ “haşyet” [Allah korkusu] demektir, ne de haşyet “havf”, “mehâfet”, “rehbet” gibi sözcüklerle ifade edilen basit “korku” anlamındadır.

Konunun önemine binaen bu bahsi ayrı bir başlık altında ayrıntılı olarak tahlil etmeyi uygun buluyoruz.

KORKU ve ALLAH KORKUSU: “Korku” insanın fıtratında olan bir duygudur. Bu nedenledir ki insan, karşısında aciz kaldığı her şeyden korkma eğilimindedir. Buna karşılık “ümit” de fıtrattandır ve korkuyu dengeleyen bir duygudur. İnsanın “korku” ve “ümit” duyguları arasında bir denge kurabilmesi, insanı hayata bağlayan, ona huzur ve güven veren bir durumdur. Eğer insan bu fıtrî duygularını iyi yönlendirmez de korkularını giderecek ümitten ya da ümidin vereceği gevşekliği önleyecek korkulardan uzak kalırsa, hayatı gereği gibi denge içinde götürebilecek ruhsal donanımdan mahrum kalmış olur. Ancak bu duyguların birbiriyle dengelenmesi kadar, nelerden korkulup nelerin ümit edilmesi gerektiğini doğru bilmek de önemlidir. Çünkü yanlış ve batıl korkular da, temelsiz ve boş ümitler de insanı hüsrana götürür. İnsan asıl korkulması gerekli olandan gerektiği gibi korkmaz ve asıl sığınılması gerekli olana gerektiği gibi yönelmezse, hayatındaki dengeler alt üst olur ve bir sürü sahte otoritenin önünde boyun eğer hâle gelir. Nitekim insan, tarih boyunca lüzumsuz korkular yüzünden sayısız tanrı edinmiştir: Doğa güçlerinden korkmuş; ateşi, gökleri, karanlıkları ilâh edinmiştir. Firavunlardan, diktatörlerden korkmuş; onları ilâh edinmiştir. Açlıktan korkmuş; ekmek ve maaş verenleri ilâh edinmiştir. Yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş; putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. Kısacası insanoğlu boş ve temelsiz korkuları yüzünden sığınacak güvenli kucaklar aramış, umutla sarıldığı kucaklar çoğu zaman onu daha da tehlikeli ve acınası durumlara düşürmüştür.

İnsanın bariz şekilde zararına yol açan korkular, aslında ona dayatılan korkulardır. Bu dayatma, insan hayatında çok önemli olan iki konuda yapılmaktadır: Eğitim ve din.

EĞİTİMDE KORKU: Eğitim uzmanları tarafından kabul edilen evrensel gerçek şudur ki, baskı ve korku ile ne verimli bir eğitim yapılabilir, ne de yararlı bir disiplin sağlanabilir. Çünkü baskı ve korku sonucu ancak ikiyüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, âsi ve anarşist bireyler meydana gelebilir. Baskıcı ve korkutucu ana-babanın çocukları, baskıcı ve korkutucu öğretmenin öğrencileri, baskıcı ve korkutucu işverenin işçileri, baskıcı ve korkutucu devletin yurttaşları hep ikiyüzlü, samimiyetsiz, tutarsız, çıkarcı, âsi ve anarşist yapıdadırlar. Böyle bir insan tipi amaçlanamayacağına göre, salt baskı ve ceza korkusu altında yapılan bir eğitimin verimsiz neticeler elde etmekle sonuçlanacağı iyi bilinmelidir. Baskı ve korku ile hiçbir yere varılmadığı gibi, disiplin de sağlanamaz. Baskı ve korku ile sağlanmış gibi gözüken bir disiplin asla kalıcı değildir. Bireyler üzerindeki baskı ve korkunun biraz gevşediği ya da bireyler tarafından kanıksandığı an, ortaya telâfi edilmesi mümkün olmayan zararlı sonuçların çıkması kaçınılmazdır.

Bilimsel gerçek bu olmasına rağmen ne yazık ki toplumumuz korku ile disiplin sağlama yolunu seçmiş ve bu seçiminin en bariz göstergesi olarak “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Öğretmenin vurduğu yerde gül biter”, “Dayak cennetten çıkmadır” gibi baskıyı ve şiddeti olumlayan birçok ifadeyi “atasözü” hâline getirmiştir.

DİNDE KORKU: İnsan fıtratında var olan “korku” ve “ümit” dengesi, diğer konularda olduğu gibi “inanç” konusunda da insan davranışlarını yönlendirmektedir. Bu konuda da insanlara sadece korku aşılamak, yani ümitlerin bağlanması gereken yegâne varlık olan Allah’a karşı sevgi yerine korku beslemeye yol açacak telkinlerde bulunmak çok yanlış bir tutumdur. Hele hele aklı gelişmemiş, reşit olup mümeyyiz duruma gelmemiş, henüz sabî çağındaki çocukların eğitmenleri [ister ana-babaları, ister öğretmenleri] tarafından “Allah seni taş yapar”, “Allah senin gözünü kör eder”, “Allah seni cehennemde yakar”, “Allah seni çarpar” şeklindeki ifadelerle terbiye edilmeye çalışılması son derece zararlı bir davranıştır. Çünkü din ve iman sorumluluğunu üstlenmek erişkin ve yetişkin kimselerin işidir. Yüce Allah çocukları hiçbir konuda mükellef tutmamaktadır. Eğer çocuklara Allah tanıtılmak isteniyorsa, doğru olan tanıtma O’nu celâl [kâfirleri kahreden, cezalandıran] sıfatları ile değil, cemal [kullarını seven, koruyan, affeden] sıfatları ile tanıtmaktır.

Rabbimiz, evrendeki her şey gibi insanın da programlayıcısıdır. Yaratılış özelliklerini çok iyi bildiğinden dolayı insanı en uygun yaşayış tarzına yönlendirmiş, indirdiği hidâyet rehberi Kur’ân’da da ona en uygun bir kulluk programı hazırlamıştır. Gerçekten de Kur’ân’da insandaki korku ve ümit duyguları fıtrata en uygun biçimde değerlendirilerek lüzumsuz korkuları ayıklanmış, insanın kimden ve niçin korkması gerektiği ile kimden ve neyi ümit etmesi gerektiği açıkça ortaya konmuştur.

İnanç eğitimini Kur’ân’dan alan müminler, tabiatlarından gelen sıradan korku ve ümit duygularının çerçevesini Kur’ân’ın verdiği bilgilerle doğru olarak belirlemeli, belirledikleri bu duyguları Kur’ân’ın önerdiği şekilde geliştirip derinleştirmeli, bu fıtrî duyguları yerli yerinde kullanmayı öğrenerek onları manevî yücelmenin yolunu açan birer anahtar hâline dönüştürmelidirler. Bunu başarmak, bazılarının bilgisizce “korku” diye tanımladığıtakvâ denen manevî donanımı kazanmak demektir. Takvâ sıradan bir korku değil, korku duygusunu da içine alan bir saygı, çekinme ve korunma güdüsünü bir ahlâk olarak yaşanan hayata aktarma özenidir. Korku duygusu, takvâ sahibi bir insanda başka nitelikler kazanmış, yaratılıştaki ham halini kaybederek bir korunma ahlâkı, bir sorumluluk bilinci hâline gelmiştir. Doğru yönlendirilmiş ümit duygusu ise takvâ sahibi insanın sadece Allah’a yönelen ve sadece O’na sığınan bir insan olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, insanın yaratılışında en basit şekliyle var olan bu duygular, takvâ sahibi insanda övülen sıfatlar hâline dönüşmüş, bu da o insana yücelme faaliyetinin kapılarını açmıştır.

İslâm dininde خوف/havf veمخافة /mehâfet sözcükleriyle ifade edilen basit korku anlamında bir “Allah korkusu” kavramı yoktur. Kur’ân’da bu sözcüklerle ifade edilen korkuların hiçbiri kesinlikle “Allah korkusu” ile ilgili değildir. Böyle olmasına rağmen, sözcüklerin anlam farklılıkları göz ardı edilmek sûretiyle havf veya mehâfet denilen basit anlamdaki korku, “Allah korkusu” olarak Müslümanların dinî terminolojisine de girmiştir. Hatta bu konuda رأس الحكمة مخافة الله [re’sü'l-hikmeti mehâfetullâh=Hikmetin başı Allah korkusudur] diye Peygamberimizin ağzından bir de hadis uydurulmuştur. Bu rivayet öylesine meşhur olmuştur ki, hat sanatlarının icra edildiği değişik tablolar hâlinde resmedilerek camilerin iç duvarlarına asılmış, dindar evlerinin salonlarına kadar girmiştir. Oysa bu ifade, araştırmak isteyenlerin kolayca bulabilecekleri gibi, Kitab-ı Mukaddes’in Süleymân’ın Meselleri’ndeki 1:7 cümlesidir.

Elbette ki en geniş ve kapsamlı koruma, rahmet sıfatına sahip olan ve bütün yaratılmışları koruyan Allah’ın korumasıdır. Bu nedenle inanan insan, kendisine zarar verecek şeylerden korunmak için Allah’a yönelir ve işlediği kötü fiillerden dolayı da sadece kendisini koruyabileceğine inandığı Allah’tan korkar. Ancak buradaki korunma isteği, işlenen kötü fiillerin sonuçlarından dolayı duyulan korkudan kaynaklanır. Bu korku “ceza korkusu”dur. Nitekim Kur’ân’a bakıldığında, birçok yerde havf sözcüğü kullanılarak insanlara korkmaları ihtar edilmiştir. Ancak bu ifadelerin hepsi de Allah’ın kendisinden değil, “suç işlendiği takdirde Allah’ın azabından, Allah’ın vaîdinden korkulması gerektiği” yönündedir.

27-29.Onlara iki Âdemoğlunun haberini de hakkıyla oku. Hani her ikisi birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. O: “Seni kesinlikle öldüreceğim” dedi. Diğeri: “Allah, yalnız Kendisinin koruması altına girmiş kişilerden kabul eder. Sen, beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben, elimi, seni öldürmek için uzatacak değilim [ben, elimi seni etkisiz kılmak için uzatırım]. Şüphesiz ben, âlemlerin Rabb’i Allah’tan korkarım. Şüphesiz ben, isterim ki sen, beni öldürmen nedeniyle oluşacak günahı ve kendi günahını yüklenip de Ateş’in ashâbından olasın! Şirk koşarak, küfrederek yanlış; kendi zararlarına iş yapanların da cezası budur!” dedi.

(Mâide/28)

15.De ki: “Ben kesinlikle, eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”

(En‘âm/15)

13,14.Ve kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenkimseler, elçilerine: “Ya sizi kesinlikle yurdumuzdan çıkaracağız, ya da kesinlikle bizim dinimize/ yaşam tarzımıza döneceksiniz!” dediler. Rableri de elçilerine: “Biz şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanları kesinlikle değişime/ yıkıma uğratacağız ve onlardan sonra sizi kesinlikle o yere yerleştireceğiz. Bu, makamımdan ve tehdidimden korkan içindir” diye vahyetti.

(İbrâhîm/14)

175.Şüphesiz ki o şeytan/kötü niyetli insan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun.

(Âl-i İmrân/175)

Bu konu için ayrıca; Hûd/3, 26, 84, 103; Rahmân/46; Nâziât/40; Mâide/64, 69, 94; En‘âm/48; A‘râf/35, 54; Enfâl/48; Yûnus/15, 62; Meryem/45; Zümer/13; Ahkâf/13, 21; Haşr/16; Âl-i İmrân/170; Kâf/45; Müddessir/53; İnsan/7,10; Nahl/49-50; İsrâ/57; Nûr/37; Zâriyât/37;Bakara/37, 62, 112, 262, 274, 277; Zuhruf/68′e de bakılabilir.

Görüldüğü gibi, Kur’ân’da havf sözcüğü ile dile getirilmiş olan “korku”, “Allah korkusu” değil, Allah’ın adaleti gereği âhirette suçlulara vereceği “ceza korkusu”dur. Allah’ın adaletinden, yani suça karşı vereceği cezadan korkma konusu, birçok âyette de yine mutlak basit korku anlamını ifade eden rehb sözcüğü ile dile getirilmiştir. Rehbsözcüğünün Kur’ân’da bu anlamda kullanıldığını görmek isteyenler A‘râf/116, 154; Bakara/40; Nahl/51; Enfâl/60; Kasas/32; Haşr/13; Enbiyâ/90′a bakabilirler.

Havf sözcüğü ile “ceza korkusu”nu ifade eden Rabbimiz, iman eden, sâlihâtı işleyen ve Allah’ı Rabb edinip istikâmetini düzenleyenlerin, yani Allah’ın yakını ve yardımcısı olanların Allah’tan korkmalarına hiç gerek olmadığını da yine havf sözcüğü ile ifade etmiştir:

262.Allah yolunda mallarını bağışlayan, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve incitmeyen şu kimselerin mükâfâtları Rablerinin yanındadır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

(Bakara/262)

277.Şüphesiz iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan, salâtı ikame eden [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarını oluşturan-ayakta tutan] ve zekâtı/vergiyi veren kişilerin Rableri katında mükâfâtları vardır. Ve onlar üzerine hiçbir korku yoktur, onlar üzülmezler de.

(Bakara/277)

62,63.Açın gözünüzü! Allah’ın yakınlarına, yardımcılarına –ki onlar inanan ve Allah’ın koruması altına girmiş kimselerdir– kesinlikle kaygı yoktur. Onlar üzülmeyecekler de.

(Yûnus/62)

13.Şüphesiz işte şu: “Rabbimiz Allah’tır” deyip, sonra da dosdoğru olan kişiler üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

(Ahkâf/13)

Bu konudaki diğer âyetler şunlardır: Bakara/62, 112, 274; Mâide/69; En‘âm/48; A‘râf/35; Fussılet/30.

İslâm dininde, خشية [haşyet] vardır, خشية الله [haşyetullâh] vardır. Haşyet; bilgi, idrak neticesinde oluşan hayranlık ve saygının doğurduğu hasret kalma, uzak düşme korkusudur.[21] Bu sözcüğü, yukarıda açıkladığımız basit “korku” anlamındaki havf sözcüğü ile eş anlamlı olarak Türkçeye çevirenler büyük bir yanlış içindedirler.

Çünkü haşyet ile havf sözcüklerinin farklı anlamlara geldiği, bizzat Rabbimiz tarafından aynı âyet içinde kullanılmak sûretiyle bildirilmiştir:

19-24.Peki, şüphesiz Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, kör olan kimse gibi midir? Şüphesiz ancak kavrama yetenekleri olan kişiler;

Allah’a verdiği sözleri yerine getiren ve antlaşmayı bozmayan,

Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi; iman ve ameli birleştiren,

Rablerine saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve hesabın kötülüğünden korkan kişiler,

Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmiş,

salâtı ikame etmiş [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluşturmuş, ayakta tutmuş],

kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık Allah yolunda harcamış

ve çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldıran kişiler öğüt alıp düşünürler. İşte onlar, bu yurdun âkıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından sâlih olanlar Adn cennetlerine gireceklerdir. Görevli güçler/ haberci âyetler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabretmiş olduğunuz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”

(Ra‘d/21)

Âyetin ifadesinden kolayca anlaşıldığı gibi, havf ile haşyet sözcükleri aynı anlama gelmez, birbirlerinden farklıdırlar. İnsanlar her zaman ve zeminde, suç işlediklerinde veya suçsuzken de Allah’a haşyet duyarlar ve ittikâ ederler. Allah’ın adaletinden [suçlulara vereceği cezadan] ise sadece suçlular havf ederler; zaten etmelidirler de…

Basit korku [havf] duygusu yaratılıştan herkeste var olmasına rağmen, haşyet herkeste olmaz. “Havf” denen basit korkuya [kapılan kişi, korktuğundan uzak durmaya çalışır. Meselâ, ateşten korkan ateşin yanına yaklaşmaz, hastalıktan korkan hasta olmamak için gerekli tedbiri alır, cehennemden korkan isyan etmez, düşmanından veya vahşî hayvanlardan korkan kimse de onlarla karşılaşmamaya çalışır. Korku duygusu insanı kesinlikle korktuklarından kaçınmaya iter. Ancak haşyet hissi basit korkuya benzer bir his olmadığı gibi, haşyet sahibi de korktuğundan kaçınan ve uzaklaşan biri değildir. Tam tersine, haşyet sahibi kimse haşyet duyduğuyla hep beraber olmayı arzular. Onun asıl korktuğu, haşyet duyduğundan uzak kalmaktır; çünkü ona derin bir sevgi ve saygı duyar, onun darılmaması, gücenmemesi için gayret eder, kendisini ona sevdirmeye, beğendirmeye çalışır.

Kısaca ifade etmek gerekirse, haşyet hissi “havf” gibi fıtrî bir duygu değildir. İnsanda sonradan oluşur, bilgi ve idrake dayanır, bilgi ve idrakle doğru orantılıdır:

28.İnsanlardan, diğer canlı varlıklardan ve davarlardan da böyle türlü türlü renkte olanlar vardır. Kulları arasında Allah'tan ancak bilginler saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperirler. Hiç şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.

(Fâtır/28)

Âyette de vurgulandığı gibi, bilginler, bilgileri sayesinde Allah'ı bilgisizlerden daha iyi tanırlar ve O'na sonsuz bir saygı ve hayranlık duyarlar. Gerçekten de sıradan bir kimse ile atomun içini bilen bir fizik bilgininin veya hücrenin yapısındaki DNA ve RNA yapılarını gören bir tıp bilgininin Allah hakkındaki saygı ve hayranlık hisleri aynı değildir. Bu bilginler, Allah'ın sonsuz gücünü ve evreni programlama [Rabb olma] özelliğini gözleriyle görürler ve bunları bilmeyenlere nazaran Allah’ı daha iyi tanırlar. Bu tanımanın sonucu olarak hem Allah’a karşı çok daha fazla saygı ve hayranlık duyarlar, hem de Allah’a uzak kalmaktan ve O’na saygısızlık etmekten korkarlar [haşyet duyarlar]. Haşyet konusu ile ilgili olarak şu âyetlere bakılabilir: Yâ-Sîn/11; Nâziât/45; Tâ-Hâ/3, 44; A‘lâ/10; Enbiyâ/49; Fâtır/18; Kâf/33; Mâide/44, 52; Tevbe/18; Nûr/52; Beyyine/8; Zümer/23; Ahzâb/37; Bakara/74 ve Haşr/21.

Allah’a duyulan saygı ve hayranlıkta en önde olanlar resuller ve meleklerdir. Zira onların Allah’ı tanıma ve idrakleri herkesten daha ileri düzeydedir:

38,39.Allah’ın kendisine farz kıldığı şeyde Peygamber üzerine, daha önce gelip geçen kimselerde; Allah’ın verdiği elçilik görevini tebliğ eden, O’na saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duyan ve Allah’tan başka kimseye saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperti duymayan kimselerle ilgili Allah’ın uygulaması olarak bir güçlük yoktur. Allah’ın emri, ayarlanmış, belirlenmiş bir kaderdir. Hesap görücü olarak Allah yeter.

(Ahzâb/39)

57-61.Şüphesiz Rablerine duydukları derin hayranlık ve saygı sonucu O’ndan uzaklaşma korkusundan tir tir titreyen şu kimseler, Rablerinin âyetlerine inanan kimseler, Rablerine ortak tanımayan kimseler, şüphesiz kendileri, Rablerine dönecekler diye verdiklerini kalpleri ürpererek veren kimseler; işte onlar, iyiliklerde yarışanlardır ve iyilikler için önde gidenlerdir.

(Müminûn/57)

26-28.Ve onlar: “Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], çocuk edindi” dediler. Rahmân, bundan arınıktır. Aksine onlar armağanlar verilmiş kullardır. Onlar, O’nun sözünün önüne geçemezler; onlar, yalnız O’nun emriyle iş yaparlar. O, Rahmân’ın çocukları saydıkları şeylerin önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve onlar, O’nun hoşnut olduğu kimselerden başkasına yardımda/destekte bulunmazlar. Bununla birlikte onlar O’na duydukları derin saygı ve sevgiden dolayı ondan uzaklaşma korkusundan tir tir titrerler.

(Enbiyâ/28)

İşte, İslâm’daki Allah korkusu bu haşyet duygusudur, sıradan bir korku değildir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla