Konu: Ra'd Suresi
Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 11:35 PM   #4
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

Ve onlar, “Ona Rabbinden âyetler [mucizeler] indirilmeli değil miydi?” dediler. De ki: “Âyetler [mucizeler] ancak Allah'ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Kendilerine okunan Kitab'ı şüphesiz Bizim sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Bunda, inanan bir toplum için elbette ki bir rahmet ve bir öğüt vardır. De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olan şeyleri bilir. Bâtıla inanan ve Allah'ı inkâr eden kimseler; işte onlar, hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” Ve senden azabı çarçabuk istiyorlar. Eğer belirlenmiş/adı konmuş bir ecel [vâde] olmasaydı, azap onlara elbette gelmişti. Ve o, hiç farkında olmadıkları bir sırada kendilerine ansızın elbette gelecektir. Senden azabı çarçabuk istiyorlar. Şüphesiz cehennem de kesinlikle, kendilerini üstlerinden ve ayaklarının altından bürüdüğü günde kâfirleri kuşatıcıdır. Ve O, “Yapmış olduklarınızı tadın!” der. (Ankebût/50-55)

Kâfirlerin konumu detaylıca açıklandıktan sonra mü’minlere, İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, kesinlikle insanların tümüne hidâyet ederdi. İnkâr eden kimseler, Allah'ın vaadi gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir belâ çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah verdiği sözden dönmez/miadını şaşırmaz ifadesiyle, kendilerinin nimetlere mazhar olmuş kimseler oldukları müjdesi verilirken, kâfirlerin de mutlaka cezalarını çekecekleri beyân ediliyor:

Oysa Rabbin dileseydi elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inananlar olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın? (Yûnus/99)

Bu âyet grubunda, Gözünüzü açın! Kalpler yalnız ve yalnız Allah'ı anmakla yatışır/tatmin olur buyurularak, Allah'ın zikrinin önemine dikkat çekilmiştir.

Allah'ı zikretmek, kısaca “Allah'ın kulları üzerindeki hakklarını ve bahşettiği nimetleri düşünmek, O'na karşı sorumlulukların yerine getirilip getirilmediğini daima kontrol etmek, verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmek, nimetlerine karşı şükredip nankörlük etmemek ve sürekli bu bilinç içerisinde olmak” demektir. Zikir hakkında A‘râf sûresi'nin sonunda yaptığımız açıklamaya bakılabilir.[6]

Burada zikrin önemine vurgu yapılırken, başka âyetlerde Allah'ın zikrine engel olacak şeylere dikkat çekilmiştir:

Ey iman etmiş kimseler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Böyle bir şeyi kim yaparsa, artık işte onlar, hüsrana uğramışların ta kendileridir. (Münâfıkûn/9)

Ve sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, mallarınız ve evlâtlarınız değildir. Ancak kim iman eder ve sâlihâtı işlerse, işte onlar; kendileri için yaptıklarına karşı kat kat karşılık olanlardır. Ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler. (Sebe/37)

Allah'ın, yükseltilmesine, içerisinde Kendi isminin zikredilmesine izin verdiği evlerde, sabah-akşam [sürekli] Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış-veriş Allah'ı anmaktan, salâtı ikâme etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızıklandırır. (Nûr/36-38)

30. İşte böyle, seni, onlar Rahmân'ı inkâr edip duruyorlarken, onlara sana vahyettiklerimizi okuyasın diye kendilerinden önce nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmet içinde elçi yaptık. De ki: “O [Rahmân], benim Rabbimdir, O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Ben yalnızca O'na tevekkül ettim, dönüşüm de yalnızca O'nadır.

32. Ve andolsun ki, senden önceki elçilerle alay edildi. Ben de o inkâr etmiş kişilere süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim; haydin bakalım Benim azabım nasılmış!

38. Andolsun ki, Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve zürriyet [nesil/oğlan-kız çocuklar] verdik. Hiç bir peygamber için Allah'ın izni olmadan herhangi bir âyet getirmek de yoktur. Her ecel için bir yazı vardır.

39. Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Kitabın anası da yalnızca O'nun katındadır.

38-39. âyetler de anlam olarak bu paragrafa bağlı olduklarından beraber tertip ettik.

Bu âyetlerde Rasûlullah teselli edilmiş, Rahmân'ı inkâr edip dururlarken, kendisine vahyedileni onlara okuması kendilerinden önce nice ümmetler gelip geçmiş bir ümmet içinde elçi olarak seçilmiştir. Bu nedenle onlara, O [Rahmân], benim Rabbimdir, O'ndan başka ilâh diye bir şey yoktur. Ben yalnızca O'na tevekkül ettim dönüşüm de yalnızca O'nadır diye haykırmalıdır.

Rasûlullah'a bu görev verildikten sonra, Ve andolsun ki, senden önceki elçilerle alay edildi. Ben de o inkâr etmiş kişilere süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim; haydin bakalım Benim azabım nasılmış! Andolsun ki, Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve zürriyet [nesil/oğlan-kız çocuklar] verdik. Hiç bir peygamber için Allah'ın izni olmadan herhangi bir âyet getirmek de yoktur. Her ecel için bir yazı vardır. Allah dilediğini imha eder, dilediğini de yerinde bırakır. Kitabın anası da yalnızca O'nun katındadır buyurularak elçilik misyonuna dair açıklamalar yapılmıştır.

Bu pasajın iyi anlaşılabilmesi için esbâb-ı nüzûlüne göz atılması gerekir:

Mukâtil ve İbn Cüreyc der ki: Bu buyruk, Hudeybiye barışı esnasında barış şartlarını yazmak istedikleri sırada inmiştir. Bu sırada Peygamber (s.a), Ali'ye, (r.a) “Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm yaz” diye emretmişti. Süheyl b. Amr ile müşrikler ise, “Biz Rahmân olarak ancak Yemame'nin sahibini (–bununla Müseylime el-Kezzâb'ı kastetmişlerdi–) biliyoruz. O bakımdan Bismikellahumme [Senin adınla ey Allahım] yaz” dediler. İşte câhiliye dönemi insanları böyle yazıyorlardı.

Peygamber (s.a) de bunun üzerine Hz. Ali'ye, “Yaz, bu Allah'ın Rasûlü Muhammed'in (s.a) üzerinde barış yaptığı şartlardır” dedi. Ancak Kureyş müşrikleri, “Sen gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğun hâlde biz seninle savaşsak ve seni engellemiş olsak, elbette sana zulmetmiş oluruz. Ama bunun yerine sen, ‘Bu Abdullah'ın oğlu Muhammed'in üzerinde barış yaptığı şartlardır’ diye yaz” dediler.

Peygamber'in (s.a) ashâbı, “Bize izin ver de bunlarla çarpışalım” dedilerse de Hz. Peygamber, “Hayır, bunun yerine istedikleri gibi yaz” dedi ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu.

İbn Abbâs da der ki: Bu buyruk, Kureyş kâfirleri hakkında, Peygamber (s.a) kendilerine, “Rahmân'a secde edin” dediğinde, onların “Rahmân da kimmiş?” demeleri üzerine inmiştir.[7]

Rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a) Kureyşlilerle Hudeybiye'de antlaşma yaptığı zaman, antlaşma metnine, “Bu Allah'ın Rasûlü Muhammed'in” ifâdesini yazdırınca, müşrikler, “Eğer sen, Allah'ın Rasûlü idiysen, biz seninle savaştık, böylece de zulmetmiş olduk. (Oysa biz bunu kabul etmiyoruz). Fakat sen, ‘Bu, Muhammed ibn Abdullah'ın (...) yaptığı antlaşma metnidir’ diye yazdır” dediler. Bunun üzerine de, aynen öyle yazıldı. Antlaşma metnine Bismillâhi'r-rahmâni'r-rahîm yazıldığında, müşrikler, “Rahmân da kim, biz onu tanımıyoruz?” dediler. Çünkü onlar, mektuplarının başına, “Ey Allahım! Senin isminle...” diye yazarlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara, “Siz nasıl istiyorsanız, öyle yazın!” dedi.[8]

Müşriklerin, Allah'ın Rahmân sıfatına karşı olan tavırları İsrâ sûresi'nde de zikredilmişti:

De ki: “Allah diye çağırın veyahut Rahmân diye çağırın. Hangi şeyle çağırırsanız çağırın en güzel isimler O'nundur. Salâtını açıkça yapma, gizli de yapma. Ve bu ikisi arasında bir yol ara.” (İsrâ/110)

Bu pasajda, başına gelenlerin yeni bir şey olmadığı, geçmişte de yaşandığı bildirilerek Rasûlullah teselli edilmiştir. Bu tarz teselliler birçok kez yapılmıştır:

Ve eğer onlar seni yalanlıyorlarsa bil ki onlardan önce Nûh'un kavmi, Âd, Semûd, İbrâhîm'in kavmi, Lût'un kavmi, Medyen ashâbı da yalanlamışlardı. Mûsâ da yalanlandı da Ben, o kâfirlere bir süre verdim. Sonra da onları yakalayıverdim. Peki, Beni tanımamak nasılmış! Sonra nice kentler de vardı ki, zulüm yaparlarken biz onları helâk ettik. Artık damları çökmüş, duvarları üzerine yıkılmıştır; nice terk edilmiş kuyularla bomboş kalmış yüksek saraylar! Peki, onlar, yeryüzünde dolaşmadılar mı ki kendilerinin, kendisiyle akledecekleri kalpleri ve kendisiyle işitecekleri kulakları olsun. İşte, şüphe yok ki, gözler kör olmaz, fakat göğüslerin içindeki kalpler kör olur. Ve senden azabı çabuklaştırmanı istiyorlar. Hâlbuki Allah sözünden asla caymayacaktır. Ve şüphesiz Rabbinin katında bir gün, sizin sayacaklarınızdan bin sene gibidir. Ve zulmedip duran nice kentler; Ben kendilerine mühlet verdim, sonunda onları yakalayıverdim. Dönüş, sadece Banadır. (Hacc/42-48)

Sen onların hidâyete ermeleri üzerine hırs göstersen de, artık Allah, saptırdığı kimseyi hidâyete erdirmez. Onlar için yardımcılardan da kimse yoktur. (Nahl/37)

Ey Elçi! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla “İnandık” diyen kimseler ve Yahûdileşmişlerden, durmadan yalana kulak veren ve sana gelmeyen kimseler için dinleyen [casusluk eden] küfür içinde koşuşan şu kimseler seni üzmesin. Onlar, kelimeyi yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi fitneye düşürmek isterse, sen Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve âhirette onlara çok büyük bir azap vardır. (Mâide/41)

Ve bilmeyen kimseler, “Allah bizimle konuşmalı yahut bize de bir âyet [mucize] gelmeli değil miydi!” dediler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişlerdi. Onların kalpleri benzeşmiş. Biz kesinlikle, kesin bilgi ile bilgilenmek isteyen toplum için âyetleri apaçık ortaya koyduk. (Bakara/118)

Ve hiç kuşkusuz senden önce de elçiler ile alay edildi. Sonra da onlardan alay eden kişileri alay ettikleri şey kuşatıverdi. (En‘âm/10)

Ve onlara herhangi bir elçi gelmeye görsün, mutlaka onunla alay ederlerdi. (Hicr/11)

İşte, inkâr etmeleri, Benim âyetlerimi ve elçilerimi alaya almaları sebebiyle, onların cezaları cehennemdir. (Kehf/106)

Ve hiç kuşkusuz senden önce birçok elçiyle alay edildi de içlerinden alay edenleri, o alay ettikleri şey kuşatıverdi. (Enbiyâ/41)

Ve Biz öncekilere de nice peygamberler göndermiştik. Onlar kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alıyorlardı da Biz, kuvvetçe onlardan daha güçlü olanları helâk ediverdik. Öncekilerin örneği de geçti. (Zuhruf/6-8)

38. âyetteki, Andolsun ki, Biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve zürriyet [nesil/oğlan-kız çocuklar] verdik ifadesinin bir benzeri de Furkân sûresi'nde de geçmişti:

Ve onlar [inkâr etmiş olanlar], “Bu ne biçim elçi ki, yemek yiyor, sokaklarda yürüyor? Ona, bir melek indirilseydi ya! Böylece o'nunla beraber bir uyarıcı olur! Yahut kendisine bir hazine bırakılsaydı veya kendisinden yiyeceği bir bahçe olsaydı ya!” dediler. Bu zâlimler, “Siz, yalnızca büyülenmiş bir kişiye uyuyorsunuz” da dediler. (Furkân/7-8)

Biz senden evvel de sadece, kesinlikle yemek yiyen, çarşılarda yürüyen elçilerden gönderdik. Ve Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınız için fitne kıldık. –Sabrediyor musunuz!– Ve senin Rabbin çok iyi görendir. (Furkân/20)

33. Peki, O, kazandığı şeyler ile birlikte her bir nefsin [kişinin] üzerinde dikilen [görüp gözeten] kimdir? Onlar ise Allah'a ortaklar kıldılar. De ki: “Onları isimlendirin! Yoksa siz O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi ya da sözden açık olanı mı haber vereceksiniz?” Aslında şu, küfre sapmış olan kişilere plânları güzel gösterildi de yol'dan saptırıldılar. Allah kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur.

34. Onlar için şu basit hayatta [dünya hayatında] bir azap vardır. Âhiret azabı ise kesinlikle daha ezicidir. Onları Allah'tan koruyacak biri de yoktur.

35. Muttakilere söz verilen cennetin misali şöyledir: Onun altından ırmaklar akar, nasiplikleri [meyveleri, renkleri, tatları] ve gölgeleri süreklidir. İşte bu, takvâlı davrananların âkıbetidir. Kâfirlerin âkıbeti de ateş'tir.

Bu âyetlerde ilk önce müşriklerin kafalarına bir balyoz indirilmektedir: Peki, O, kazandığı şeyler ile birlikte her bir nefsin [kişinin] üzerinde dikilen [görüp gözeten] kimdir?

Onlar bu soruya ister istemez, “Allah'tır!” diye cevap vereceklerdir. Evet, onlar, Allah'ı kabul ediyorlar, ama Allah'a ortaklar koşuyorlar. O nedenle yeni bir soru daha geliyor: Onları isimlendirin! Yoksa siz O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi ya da sözden açık olanı mı haber vereceksiniz?

Bunların akılsızlıkları birçok kez yüzlerine vurulmuştur:

Ve sen hangi işi yaparsan yap, Kur’ân'dan onun hakkında ne okursan oku ve siz ne işte çalışırsanız çalışın, unutmayın ki, siz ona dalıp gitmişken, Biz sizin üzerinizde şâhitiz. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinizden uzak kalmaz. Ve bundan küçüğü ve daha büyüğü ancak apaçık bir kitaptadır. (Yûnus/61)

Ğaybın anahtarları da yalnızca O'nun katındadır. O'ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. (En‘âm/59)

Ve yeryüzünde hiçbir dâbbeh/canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın. O [Allah], onun yerleşik yerini de geçici bulunduğu yeri de bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır. (Hûd/6)

Sen sesini yükseltirsen, O [Rahmân] şüphesiz gizliyi ve gizlinin gizlisini bilir. (Tâ-Hâ/7)

O, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra arş üzerine istivâ eden, yerküreye gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilendir. Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. (Hadîd/4)

Âyetteki, Onları isimlendirin! ifadesiyle, değersiz putlara isim verilmesi kınanıyor. Ki putlara isim vermek [onları değerli kılmak], geçmişteki müşriklerin bir ilkesiydi.

(Onlar da) dediler ki: “Demek sen Allah'a; tek olarak [başkasını karıştırmadan] kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettiklerini bırakalım diye mi bize geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!” (Hûd) dedi ki: “Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Hakklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim!” (A‘râf/70-71)

O [Yûsuf], “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben Allah'a inanmayan bir kavmin –ki onlar âhireti inkâr edenlerin ta kendileridir– milletini terk ettim. Ve atalarım İbrâhîm, İshâk ve Ya‘kûb'un milletine uydum. Bizim, Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara bir lütfudur. Velâkin insanların çoğu şükretmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve gâlip olan bir tek Allah mı? Sizin, O'nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Ona [bunlara tapmanız konusuna] Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah'a aittir: O, size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti” dedi. (Yûsuf/37-41)

Bunlar, Allah hakklarında bir kanıt indirmediği hâlde sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka şeyler değildir. Andolsun, onlara Rabb'lerinden hidâyet geldiği hâlde onlar sadece zanna [sanıya], bir de nefislerinin hoşlandığı şeylere uyuyorlar. (Necm/23)

Bu soruların ardından da dikkatli olmaları ve kurtuluşa özenmeleri amaçlanarak şu açıklamalar yapılmaktadır: Aslında şu küfre sapmış olan kişilere plânları güzel gösterildi de yol'dan saptırıldılar. Allah kimi saptırırsa, artık onun için yol gösteren kimse yoktur. Onlar için şu basit hayatta [dünya hayatında] bir azap vardır. Âhiret azabı ise kesinlikle daha ezicidir. Onları Allah'tan koruyacak biri de yoktur. Muttakilere söz verilen cennetin misali şöyledir: Onun altından ırmaklar akar, nasiplikleri [meyveleri, renkleri, tatları] ve gölgeleri süreklidir. İşte bu, takvâlı davrananların âkıbetidir. Kâfirlerin âkıbeti de ateş'tir.

Ve Biz onlara birtakım karînleri [yakınları, İblislerini] kabuk gibi üzerlerine kaplattık, onlar da, önlerinde ve arkalarında [tüm çevrelerinde] olanları kendilerine süslü gösterdiler. Cinn ve insten [herkesten], kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetlerde yürürlükte olan “söz” onların üzerine hakk oldu. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlar idiler. (Fussilet/25)

35. âyette özendirmek amacıyla cennet, Onun altından ırmaklar akar, nasiplikleri [meyveleri, renkleri, tatları] ve gölgeleri süreklidir diye nitelenerek örneklenmiştir. Malumdur ki cennet, herkesin arzu duyacağı nimetler olarak nitelenmektedir:

Ey âyetlerimize iman etmiş ve Müslümanlar olmuş olan kullarım! Bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz. Siz ve eşleriniz ağırlanmış olanlar olarak girin cennete! –Onların [muttakilerin] çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır.– Ve siz orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler sebebiyle, kendisine vâris edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz. (Zuhruf/68-73)

Başka bir örnekleme de Muhammed sûresi'nde zikredilmektedir:

Peki, Rabbi tarafından apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, işinin kötülüğü kendisine süslü gösterilen ve hevâlarına uyan kimseler gibi; ateş'te ebedî olarak kalacak olan ve kaynar su içirilip de bağırsaklarını paramparça olan kimseler gibi midir? Takvâlı davranmışlara vaat edilen cennetin örneği: “Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rabb'lerinden bir bağışlanma vardır. (Muhammed/14-15)

36. Ve kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilen ile sevinirler. Hizipleşenlerden, onların bir kısmını inkâr eden kişiler de vardır. De ki: “Ben ancak Allah'a kulluk etmekle ve O'na şirk koşmamakla emrolundum. Ben yalnızca O'na davet ediyorum, dönüşüm de yalnız O'nadır.”

37. Ve Biz böylece onu [Kur’ân'ı] Arapça bir hüküm [mükemmel bir yasa] olarak indirdik. Ve eğer sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına uyarsan, Allah'tan sana bir yakın kimse ve bir koruyucu yoktur.

40. Ve onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir.

41. Ve onlar, şüphesiz Bizim yeryüzüne geldiğimizi, onu etrafından noksanlaştırdığımızı görmediler mi? Allah hükmeder. O'nun hükmünü engelleyecek hiçbir kimse yoktur. Ve O, hesabı çok hızlı görendir.

42. Onlardan önceki kimseler de hileler yapmışlardı. Fakat bütün hileler [hileleri bozup cezalandırmak] Allah'a aittir. O, her nefsin ne kazandığını bilir. Bu yurdun âkıbetinin kim için olduğunu kâfirler de yakında bilecekler.

43. Ve şu küfretmiş olan kişiler, “Sen gönderilmiş [elçi] değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda en iyi tanık olarak Allah ve yanında Kitap'ın bilgisi bulunan kişi yeter.”

Bu âyetlerde Rasûlullah'ın çevresindeki bir grup övülerek konuya girilmekte ve Rasûlullah'ın elçilik misyonu ile ilgili detay verilmektedir.

Kendilerine Kitap verilen kimseler, Rasûlullah'a indirilen ile sevinirler. Ama hizipleşenlerden, onların bir kısmını inkâr eden kişiler de vardır. Burada insaflı Yahûdilerin Kur’ân'a bağlandıkları, yeni bir elçi ve kitabın gelişine sevindikleri, hizipleşenlerin de kısmi inkâr ettikleri bildiriliyor. Ehl-i Kitabın insaflı olanları hakkında bazı âyetlerde bilgi verilmişti:

Kendilerine kitabı verdiğimiz kimseler onu, tilâvetinin hakkını vererek okurlar/izlerler. İşte onlar, ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir. (Bakara/121)

De ki: “Siz ona [Kur’ân'a] ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o [Kur’ân] onlara okunduğunda onlar, secde ederek [teslimiyet göstererek] çeneleri üstü kapanırlar. Ve ‘Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir’ derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu [Kur’ân] onların huşûunu [saygılarını, alçak gönüllüğünü] artırır.” (İsrâ/107-109)

Şüphesiz ki Kitap Ehlinden, Allah'a inananlar, size indirilene ve kendilerine indirilene –Allah'a huşû [saygı] duyanlar olarak– inananlar da vardır. Onlar Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onlar, ücretleri Rabb'leri katında olanlardır. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. (Âl-i İmrân/199)

Ayrıca Âl-i İmrân/114'de Ehl-i Kitabın hepsinin aynı olmadığı bildirilmişti. Bunlardan başka birçok âyette [Bakara/62, Mâide/82-83, Ahkâf/10, En‘âm/114, Kasas/52-53] bu durum beyân edilmiştir.

Bu bildiriden sonra Rasûlullah'a tüm insanlara kendi konumunu, Ben ancak Allah'a kulluk etmekle ve O'na şirk koşmamakla emrolundum. Ben yalnızca O'na davet ediyorum, dönüşüm de yalnız O'nadır diyerek ilan etmesi emrediliyor.

Daha sonra yine Rasûlullah'a birtakım bilgiler, öğütler veriliyor ve öneriler yapılıyor:

• Biz Kur’ân'ı Arapça bir hüküm [mükemmel bir yasa] olarak indirdik. Eğer sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına uyarsan, Allah'tan sana bir yakın kimse ve bir koruyucu yoktur.

• Onlara vaat ettiğimizin bir kısmını sana göstersek yahut seni vefat ettirsek, şüphesiz yine de sana düşen sadece tebliğ etmektir. Bize düşen de hesap görmektir.

• Onlar Bizim yeryüzüne geldiğimizi, onu etrafından noksanlaştırdığımızı görmediler mi? Allah hükmeder. O'nun hükmünü engelleyecek hiçbir kimse yoktur. O, hesabı çok hızlı görendir.

• Onlardan önceki kimseler de hileler yapmışlardı. Fakat bütün hileler [hileleri bozup cezalandırmak] Allah'a aittir. O, her nefsin ne kazandığını bilir. Bu yurdun âkıbetinin kim için olduğunu kâfirler de yakında bilecekler.

• Şu küfretmiş olan kişiler, “Sen gönderilmiş [elçi] değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda en iyi tanık olarak Allah ve yanında Kitab'ın bilgisi bulunan kişi yeter.”

Burada Rasûlullah'a yönelik zikredilen görevler birçok kez beyân edilmişti:

Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar, “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.” (Yûnus/15)

De ki: “Ben kesinlikle dini yalnızca Kendisine özgü kılarak Allah'a kulluk etmekle emrolundum. Ve bana Müslümanların ilki olmam için emir verildi.” De ki: “Şüphesiz Rabbime karşı gelirsem büyük günün azabından korkarım.” De ki: “Dinimi yalnız Kendisine arındırarak Allah'a kulluk ediyorum. Buna rağmen siz, O'nun astlarından dilediğinize kulluk yapınız.” De ki: “Şüphesiz asıl kaybedenler, kıyâmet gününde kendilerini ve ehillerini [ailelerini ve yakınlarını] kayba uğratanlardır.” –Dikkatli olun! İşte bu, apaçık bir kaybın ta kendisidir. Onların üstlerinden ateşten tabakalar, altlarından da tabakalar vardır. İşte Allah, kullarını bununla korkutuyor: Ey kullarım! Bana takvâlı davranın.– (Zümer/11-16)

De ki: “Şüphesiz ki ben; sizin, Allah'ın astlarından yalvardıklarınıza ibâdet etmekten yasaklandım.” De ki: “Ben sizin hevâlarınıza uymam. O zaman [eğer uyarsam] sapıtmış olurum ve ben, doğru yola erenlerden olmamış olurum.” De ki: “Ben Rabbimden apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. O çabuk gelmesini istediğiniz şey benim yanımda değildir, hüküm ancak Allah'a aittir, gerçeği O anlatır/gerçekleştirir ve O, ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” (En‘âm/56-57)

De ki: “Bana Rabbimden apaçık deliller geldiği zaman, şüphesiz ben, o, sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınıza ibâdet etmekten kesinlikle men edildim ve ben âlemlerin Rabbine teslim olmamla emrolundum.” (Mü’min/66)

De ki: “Ben ancak sizin gibi bir beşerim. Bana ilâhınızın ancak bir ilâh olduğu vahyolunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa sâlih ameli işlesin ve Rabbine kullukta, hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf/110)

37. âyette, Ve Biz böylece onu [Kur’ân'ı] Arapça bir hüküm [mükemmel bir yasa] olarak indirdik. Ve eğer sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına uyarsan, Allah'tan sana bir yakın kimse ve bir koruyucu yoktur buyurularak Rasûlullah; müşriklerin, münâfıkların ve Ehl-i Kitabın hevâlarına uymaktan, onlara taviz vermekten menedilmiştir. Bu husus birçok kez vurgulanmıştı:

Sana da Kitap'tan [Tevrât'ın bir bölümünden] kendisinin iki eli arasındakileri [sadece içinde konu edilenleri] doğrulayan ve onları kollayıp koruyan olarak hakk ile Kitab'ı [Kur’ân'ı] indirdik. Öyleyse onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakktan saparak onların arzu ve heveslerine uyma. Ve Biz, sizden hepiniz için bir şeriat ve yol kıldık. Ve eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi belâlandırmak [denemek] için (böyle yapmadı). Öyleyse iyiliklere yarışın. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah'adır. Sonra O, kendisi hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. Sen yine aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların hevâlarına uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni fitnelendirmelerinden [vaz geçirmelerinden] sakın. Artık sırt çevirirlerse, artık bil ki şüphesiz Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Ve şüphesiz insanlardan pek çoğu kesinlikle fâsık kimselerdir. (Mâide/48-49)

Allah'a ortak koşan kimseler diyecekler ki: “Allah dileseydi biz ortak koşmazdık, atalarımız da ortak koşmazlardı, hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan önce yalanlayanlar da azabımızı tadıncaya kadar işte böyleydi. De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.” De ki: “İşte, en kesin ve üstün delil Allah'ındır. O nedenle eğer O [Allah] dileseydi, elbette hepinize kılavuz olurdu.” De ki: “Haydi, Allah bunu kesinlikle haram etti diye tanıklık edecek şâhitlerinizi getirin.” Buna rağmen eğer onlar şâhitlik ederlerse de sen onlarla beraber şâhitlik etme. Âyetlerimi yalanlayan ve âhirete inanmayan kimselerin hevâlarına da uyma. Ve onlar Rabb'lerine denk tutmaktadırlar. (En‘âm/148-150)

Ve onlar, ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından “adı konmuş bir süreye kadar” sözü geçmemiş olsaydı, aralarında kesinlikle gerçekleştirilirdi. Ve şüphesiz kendilerinden sonra Kitab'a vâris kılınan kişiler ondan [Kur’ân'dan] kesinlikle kararsızlığa götüren bir kuşku içindedirler. İşte bunun için sen davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına uyma ve de ki: “Ben Allah'ın kitaptan indirdiğine inandım ve ben aranızda adaleti gerçekleştirmemle emrolundum. Allah, bizim Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız yalnızca bize, sizin yaptıklarınız da yalnızca size aittir. Sizinle bizim aramızda hiçbir delile yer yoktur. Allah, bizim aramızı toplayacaktır. Dönüş de yalnız O'nadır. Ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey; artık onun hükmü Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabbim Allah'tır. Ben yalnız O'na tevekkül ettim ve ben yalnız O'na yöneliyorum” de. (Şûrâ/14-15, 10)

Ve onlara emir'den apaçık deliller verdik. Sonra onlar, yalnızca, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde kıyâmet günü aralarında gerçekleştirecektir. Sonra da seni emir'den apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Artık sen ona uy, bilmeyen kimselerin hevâlarına uyma. Şüphesiz onlar, Allah karşısında sana hiçbir şeyce yarar sağlayamazlar. Ve şüphesiz zâlimlerin bazısı bazısının yakınlarıdırlar, Allah ise takvâlı davrananların velîsidir/yakınıdır.” (Câsiye/17-19)

41. âyetteki, Ve onlar, şüphesiz Bizim yeryüzüne geldiğimizi, onu etrafından noksanlaştırdığımızı görmediler mi? Allah hükmeder. O'nun hükmünü engelleyecek hiçbir kimse yoktur. Ve O, hesabı çok hızlı görendir ifadesiyle ilgili değerli bir açıklamayı naklediyoruz:

DÖNDÜKÇE KUTUPLARDAN BASIKLAŞMA

Onlar görmüyorlar mı ki, gerçekten yeryüzüne yönelip onu uçlarından eksiltiyoruz. Allah hüküm verir. O'nun hükmünü iptal edebilecek olan yoktur. O hesabı çok çabuk görendir. (Ra‘d/41)

Bu âyettekine benzer bir ifadeyle Enbiyâ/44'de de yeryüzünün uçlarından eksildiğinden bahsedilmektedir. Kur’ân hakkında yazılar yazan birçok kişinin bu âyetleri tam anlamıyla kavrayamadıklarına tanık oluyoruz. Örneğin İkrime (ö. 733 m.), bu âyetten doğrudan anlaşıldığı gibi yeryüzünün uçlarından maddi bir eksilme olsaydı, sonunda yaşanacak bir yer kalmayacağını söyler. Kısacası İkrime, âyetin açık anlamından yeryüzünün uçlarından eksildiğini anlamaktadır; fakat böyle bir şeyi mümkün görmediği için âyetin başka türlü anlaşılması gerektiğini söylemektedir. Benzer düşüncelerle Kur’ân yorumcuları, bu âyetlerle Müslümanların kâfir toprakları fethetmelerine ve bu toprakları işgal etmelerine işaret edildiğini düşündüler. Oysa âyetin çevirisinde gördüğünüz gibi âyette ne kâfirlerin toprakları, ne de fetih diye bir ifade geçmektedir. Âyet Mekke'den, Arap Yarımadası'ndan veya herhangi bir yerden de bahsetmemekte, bütün dünyadan bahsetmektedir (Arapça dünya kelimesi arz olarak ifade edilir ve “dünya” veya “yeryüzü” olarak çevrilir).

Asırlarca bu âyetin işaretinin anlaşılmamasına şaşırmamalıyız. Çünkü kendi ekseni etrafında dönen bir küremsinin zamanla uçlarından [kutuplardan] basıklaşacağı, son asırda öğrenilmiş bir bilgidir. Dünyamızın küremsi şeklinde olduğunun da (dünya genelinde, insanların çoğunluğu tarafından) ancak son asırlarda genel kabul gördüğü unutulmamalıdır. Bu yüzden devam eden bir süreçle dünyanın uçlarından eksildiği, yani kutuplarından basıklaştığının asırlarca anlaşılmamasını normal karşılamalıyız. (Âyette “eksilttik” yerine “eksiltiyoruz” ifadesiyle, devam eden bir süreç içinde dünyanın uçlarından eksiltildiği anlaşılmaktadır. Âyette eğer “eksilttik” denseydi, dünyanın ilk günden itibaren bugünkü şeklinde yaratıldığını anlayabilirdik. “Eksiltiyoruz” ifadesi, bize bir süreç sonunda oluşumu anlatmaktadır.) Kur’ân'ın bu âyetinden çıkan şu iki nokta, dünyanın yaratılışıyla ilgili bulgularla tam uyumludur:

1) Dünyanın uçlarından eksilme olmuştur. (Gerçekten de dünya kutuplardan basık, ekvatorda şişkindir.)

2) Dünya ilk oluşum anında şu andan farklıydı. Zamanla, bir süreç sonunda, uçlarından eksilme olmuştur. (Bu, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesiyle olmuştur. Kur’ân'ın incelediğimiz âyetinden çıkan bu sonuç da bilimsel bulgularla tam uyumludur.)

Peygamberimizin yaşadığı dönemdeki insanlar bu âyetin anlamındaki inceliği anlayacak bilimsel seviyeden yoksundular. Hatta günümüzde fizikle ciddi bir şekilde ilgilenmeyen kişilere bile kendi ekseni etrafında dönen bir cismin kutuplardan basıklaşıp basıklaşmayacağını veya dünyamızın kendi ekseni etrafında dönüşüyle kutuplardan bir basıklaşmanın oluşup oluşmadığını sorun, cevap alamadığınızı göreceksiniz. Bu bilgi günümüzde bile fiziğe veya dünyanın oluşumuna özel ilgisi olanlarca ancak bilinmektedir. Dünyanın kendi ekseni etrafındaki dönüşündeki merkezkaç kuvveti ve bu kuvvete bağlı olarak oluşan fizikî oluşumlar, dünyanın kutuplardan basıklaşmasının sebebidir (âyetin bu noktanın dışında, dünyanın dönüşü ile beraber dünyanın etrafından sürekli (az da olsa) madde kaybı oluştuğuna da işaret ettiği düşünülmüştür. Âyetin anlaşılan anlamlarından biri asıl işaretken, diğer bir yan işaretin olması veya âyetin bir kaç önemli hususa birden dikkat çekmesi mümkündür).

Kur’ân'ın, uzay ve dünyamızın oluşumuyla ilgili âyetleri 21. yüzyılda daha iyi anlaşılmaktadır. Allah'ın, son asırlarda dine karşı saldırıların yoğunlaşmasına karşın, Kur’ân'ın mucizelerini bu asırlarda ortaya çıkartması; Allah'ın bu saldırılara karşı, inananlara bir yardımı ve desteğidir. Günümüzde uzayın ve dünyanın sırları gittikçe daha çok anlaşılmakta, böylece hem Allah'ın sanatı, hem de Kur’ân'ın mucizevî yapısı kendilerini daha da çok göstermektedir. Günümüzün bilgi birikimi sayesinde evrenin yapısı ile Kur’ân âyetleri arasındaki uyumu daha iyi kavrayabildiğimiz için mutlu olmalıyız.

De ki “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/9)[9]

42. âyette, Onlardan önceki kimseler de hileler yapmışlardı. Fakat bütün hileler [hileleri bozup cezalandırmak] Allah'a aittir. O, her nefsin ne kazandığını bilir. Bu yurdun âkıbetinin kim için olduğunu kâfirler de yakında bilecekler ifadesiyle inkârcılar tehdit edilmişlerdir. Zira Allah'a karşı hiçbir plân ve tuzak işlemez:

Ve onlar böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir tuzak kurduk [bir ceza ile cezalandırdık]. İşte bak! Onların tuzaklarının âkıbeti nice oldu; şüphesiz Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik. İşte, onların, işledikleri zulümler yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir kavim için bir âyet [gösterge] vardır. (Neml/50-52)

43. âyette müşrikler, Sen gönderilmiş [elçi] değilsin demişlerdir, ki kâfirlerin elçileri yalanlaması yeni bir şey değildir:

Buna karşılık, kavminin küfretmiş olanlarının ileri gelenleri, “Biz seni sadece bizim gibi bir beşer [sıradan bir insan] olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan [ayak takımımızdan] başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Bilakis biz sizi yalancılar sanıyoruz” dediler. (Hûd/27)

Müşriklerin bu iddiasına karşı Allah da Elçisi'ne, Benimle sizin aranızda en iyi tanık olarak Allah ve yanında Kitab'ın bilgisi bulunan kişi yeter demesini emretmektedir, ki bunun detayı, Rahmân ve İnsan sûrelerindedir. O nedenle bağlantıya dikkat edilmelidir.

Allah doğrusunu en iyi bilendir.





[1] Suyûtî, el-İtqân; Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[2] Kur’ân Araştırmaları Grubu, Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize.

[3] Kur’ân Araştırmaları Grubu, Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize.

[4] Seyyid Kutub, fî Zılâli'l-Kur’ân (Kamer ve Furkân sûreleri).

[5] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[6] Tebyînu'l-Kur’ân; c. 3, s. 137-145.

[7] Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur’ân.

[8] Râzî, Mefâtihu'l-Ğayb.

[9] Kur’ân Araştırmaları Grubu, Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla