Tekil Mesaj gösterimi
Alt 8. August 2010, 09:21 PM   #14
Taner
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Jan 2009
Bulunduğu yer: Istanbul
Mesajlar: 234
Tesekkür: 60
55 Mesajina 155 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
Taner will become famous soon enoughTaner will become famous soon enough
Standart

122. âyette, O zaman sizden iki grup, Allah, kendilerinin velîsi olmasına rağmen bozulmaya yüz tutmuştu ifadesinde zikredilen iki grup, târih kayıtlarından anlaşıldığına göre Hazrec'ten Benû Seleme ve Evs'ten Benû Hârise'dir. Abdullah ibn Ubey münâfığı ordudan ayrılınca, bu iki grup da İbn Ubey'e tâbi olmayı gönüllerinden geçirmişlerdi. Ama Cenâb-ı Hakk onları korudu da, böylece onlar Rasûlullah'ın yanında kaldılar.

130. Ey iman etmiş kimseler! Kat kat artırılmış olarak ribayı yemeyin. Felâh bulmanız için Allah'a takvâlı davranın.

131. Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten de sakının.

132. Merhamet olunmanız için Allah'a ve Elçi'ye itaat edin.

133-135. Ve Rabbinizden bağışlanmaya, eni göklerle yer kadar olan, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan, insanları affeden, çirkin bir hayâsızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyen, –Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir?– yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyen muttakiler için hazırlanmış olan cennete koşuşun. Ve Allah, muhsinleri [iyilik-güzellik üretenleri] sever.

136. İşte bunların karşılığı, Rabb'lerinden bağışlanma ve içinde ebedî kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. Yapıp edenlerin karşılığı/ödülü ne güzeldir!

137. Kesinlikle sizden önce sünnetler gelip geçti. Hadi, yeryüzünde gezin de yalanlayıcıların âkıbetinin nasıl olduğunu bir görün.

138. Bu (emirler), insanlar için bir açıklama ve muttakiler için için bir yol gösterme ve bir öğüttür.

139. Ve gevşemeyin, üzülmeyin! Ve eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz.

Bu âyetlerde, Uhud savaşı ortamında mü’minler, birtakım ilâhî ilkelerle yönlendirilmekte, sonra da kendilerine birtakım müjdeler verilmektedir:

• Kat kat artırılmış olarak ribayı yemeyin.

• Felâh bulmanız için Allah'a takvâlı davranın.

• Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.

• Merhamet olunmanız için Allah'a ve Elçi'ye itaat edin.

• Rabbinizden bağışlanmaya, eni göklerle yer kadar olan, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan, insanları affeden, çirkin bir hayâsızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyen, –Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir?– yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyen muttakiler için hazırlanmış olan cennete koşuşun.

• Gevşemeyin, üzülmeyin! Eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz.

Âyette ilk olarak faizin yer alması, insanları çıkarcılıktan uzak tutmak içindir. Zira Uhud'daki yenilginin en önemli nedeni, Müslümanların servet gailesine ve çapul peşine düşmeleri olmuştu. Kazandıkları zafer, çıkarcılık düşüncesi sonucu kaybedilmişti. Bir başka neden de faizin toplumda; açgözlülük, hırs, cimrilik, bencillik, nefret, kızgınlık, düşmanlık ve kıskançlık duyguları oluşturması nedeniyle birliğin sağlanmasına engel olmasıdır.

Faizin, kişileri köleleştirdiği, ülkeleri sömürgeleştirdiği Bakara/275-281'de detaylıca işlenmişti.[99]

Âyette cennet, “eni göklerle yer kadar” olarak nitelenmiştir. Bu ifade, cennetin sınırını değil, insan aklının alamayacağı kadar geniş olduğunu ifade için kullanılmıştır. Nitekim birçok mübalağada, insanlar için de “deniz gibi, dağ gibi” tabirleri kullanılır.

Âyette muttakiler, bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan, insanları affeden, çirkin bir hayâsızlık işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyen, yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyen kimseler olarak tanıtılmıştır. Muttakilerin burada zikredilen özellikleri, bundan evvelki âyetlerde de defalarca zikredilmişti.

139. âyetteki, Ve eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz ifadesiyle mü’minlere cesaret verilmektedir. Bu ilâhî vaad birçok yerde (örneğin; Saffat/171-173, Mücâdele/21, Fetih/7, Mü’min/51, Enbiyâ/105) konu edilmiş, biz de ilgili yerlerde detaylı olarak açıklamıştık.

140-141. Eğer size bir yara değmişse, o kavme de benzeri bir yara dokunmuştu. Ve işte o günler; Biz onları, Allah'ın sizden iman eden kimseleri bilmesi ve sizden şâhitler edinmesi, Allah'ın iman eden kimseleri arındırması, kâfirleri de mahvetmesi için insanlar arasında döndürür dururuz. Ve Allah zâlimleri sevmez.

142. Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden ve sabredenleri de bildirmeden cennet'e gireceğinizi mi sandınız.

143. Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. İşte bakıp duruyorken onu gerçekten gördünüz.

144. Ve Muhammed, ancak bir elçidir. Kesinlikle o'ndan önce elçiler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim ki de geri dönerse, bilsin ki Allah'a hiç bir şekilde zarar veremez. Ve Allah, şükredenleri karşılıklandıracaktır.

145. Ve herkes sadece Allah'ın bilgisiyle vakitlendirilmiş bir yazgı olarak ölür. Ve kim dünya karşılığını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret karşılığını isterse ona da ondan veririz. Ve Biz, şükredenleri karşılıklandıracağız.

146. Nice peygamberler de vardı ki, kendileriyle beraber birçok Allah erleri savaştılar; Allah yolunda kendilerine isâbet eden şeylerden gevşemediler, zaafa düşmediler ve boyun eğmediler. Ve Allah, sabredenleri sever.

147. Onların sözleri de sadece, “Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki aşırılıklarımızı bağışla ve ayaklarımızı sabitle, kâfirler toplumuna karşı bize yardım et!” idi.

148. Bu yüzden Allah, onlara dünya karşılığını ve âhiret karşılığının güzelliğini verdi. Ve Allah, muhsinleri [güzelleştirenleri-iyileştirenleri] sever.

Bu âyet grubunda da Allah, Uhud günü öldürülen ve yaralananlar dolayısıyla Müslümanlara tâziyede bulunmakta, onları teselli etmekte; düşmanlarıyla savaşa teşvik etmekte, acze düşüp güç ve kuvvetlerini yitirmemelerini, morallerini bozmamalarını istemektedir. Adeta, “Bedir yenilgisi müşrikleri yıldırmadı, bakın hâlâ mücâdele ediyorlar, siz de yılmayın” diyerek mü’minleri, askerî, siyasî ve idarî konularda yönlendirmekte ve emirler vermektedir.

144. âyetteki, Ve Muhammed, ancak bir elçidir. Kesinlikle o'ndan önce elçiler gelip geçmiştir ifadesiyle, peygamberlerin kavimleri arasında ebediyyen kalmayacaklarını, bununla birlikte eğer Peygamber ölür veya öldürülecek olursa, peygamberlerin getirdiklerine sımsıkı yapışma gerektiğini anlatmaktadır.

142. âyetteki, Yoksa Allah, içinizden çaba harcayanları bildirmeden ve sabredenleri de bildirmeden cennet'e gireceğinizi mi sandınız ifadesiyle de, cennetin ucuz olmadığı vurgulanmıştır; ki bu husus daha evvel birçok âyette yer almıştı:

İnsanlar, fitnelendirilmeden, “İman ettik” demeleriyle, bırakılıvereceklerini mi sandılar? Ve andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de fitnelendirmiştik. Artık elbette Allah, doğru kimseleri bildirecektir ve elbette yalancıları da mutlaka bildirecektir. (Ankebût/2-3)

Sizden çaba harcayanları, Allah'ın Elçisi'nden ve inananların astlarından sırdaş [can dostu] edinmeyenleri Allah bilmeden [ortaya çıkarmadan] bırakılacağınızı mı sandınız? Ve Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberi olandır. (Tevbe/16)

Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta Elçi ve beraberinde iman edenler, “Allah'ın yardımı ne zaman?” derlerdi. –Dikkat edin! Gerçekten Allah'ın yardımı pek yakındır.– (Bakara/214)

Ve gevşemeyin, üzülmeyin! Ve eğer inananlar iseniz, en üstün olan sizsiniz. (Âl-i İmrân/139)

Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırt edinceye kadar mü’minleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde bırakacak değildir. Allah sizleri ğayb üzerine muttali kılacak da değildir. Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse Allah'a ve Elçisi'ne iman edin. Ve eğer iman eder ve takvâlı davranırsanız, işte o zaman sizin için çok büyük bir karşılık vardır. (Âl-i İmrân/179)

Ve kesinlikle Biz, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilinmemiz/ortaya çıkarmamız için sizi belâlandıracağız [denemeye tâbi tutacağız]. Haberlerinizi de belâlandıracağız [denemeye tâbi tutacağız]. (Muhammed/31)

149. Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz şu küfretmiş kimselere uyarsanız, onlar, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz.

150. Aslında, Allah, sizin mevlânızdır. Ve O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.

Bu âyetlerde de mü’minler uyarılmaktadır: Ey iman etmiş kimseler! Eğer siz şu küfretmiş kimselere uyarsanız, onlar, sizi topuklarınız üstünde gerisin geriye çevirirler de siz kaybedenlerden oluverirsiniz. Aslında, Allah, sizin mevlânızdır. Ve O, yardım edenlerin en hayırlısıdır.

Klâsik kaynaklarda bu âyetin iniş sebebiyle ilgili şu bilgiler verilmektedir:

Bu ifadedeki kâfirler/inkâr edenler ibaresiyle, “Ebû Süfyân”ın kastedildiği söylenmiştir. Çünkü Ebû Süfyân (r.a), o gün kâfirlerin büyüğü ve reisi idi. Süddî de, bu ifadeden maksadın, Ebû Süfyân olduğunu, çünkü onun, o zamanda fitne ağacı olduğunu söylemiştir. Başka âlimler ise, buradaki “kâfirler/inkâr edenler” tabirinden maksadın, Abdullah ibn Ubey ve onun münâfık arkadaşları olduğunu, bunların zayıf inançlı kimselerin kalplerine şüphe sokan ve “Şâyet Muhammed, Allah'ın Peygamberi olsaydı, başına böyle bir şey gelmezdi. O, diğer insanlar gibi bir insandır. Bazı günler lehine, bazı günler aleyhine olur. Binâenaleyh daha önceki dininize dönün” diyenler olduğunu söylemişlerdir. Âlimlerin bir kısmı da bundan muradın, Yahûdiler olduğunu, çünkü Medîne'de bir grup Yahûdinin mevcut olduğunu ve bunların, özellikle Uhud hâdisesi'nden sonra Müslümanların kalplerine şüphe attıklarını söylemişlerdir. Doğruya en yakın olan, bu ifadenin bütün kâfirlere şamil olmasıdır. Çünkü âyetin lafzı umûmîdir, sebebin [sebeb-i nüzûlün] hususî olması, âyetin umûmî manaya gelmesine mâni değildir.[100]

150. âyetteki, Aslında, Allah, sizin mevlânızdır. Ve O, yardım edenlerin en hayırlısıdır ifadesiyle, mü’minlere kullardan hayrın olmadığı, her türlü yardımın Allah'tan olduğu vurgusu yapılmaktadır.

151. Biz, Allah'ın, hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı, şu inkâr etmiş kimselerin kalplerine korku salacağız. Onların varacakları yer ateş'tir. Zâlimlerin barınağı da ne kötüdür!

152. Ve siz, Allah'ın bilgisi ile düşmanlarınızı doğrarken O [Allah], size olan vaadini doğru olarak gerçekleştirdi. Allah size sevdiğiniz şeyleri gösterdikten sonra zaafa düştünüz, o iş hakkında çekiştiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de âhireti istiyordu. Sonra O [Allah] sizi, belâlandırmak [denemek] için onlardan geri çevirdi ve kesinlikle sizi bağışladı. Ve Allah mü’minlere karşı çok lütuf sahibidir.

153. Ve hani siz yukarı kaçıyordunuz, hiç kimseye bakmıyordunuz. Elçi de ötenizden sizi çağırıyordu. Bundan dolayı Allah, elinizden gidene ve kendinize isâbet edene üzülmeyesiniz diye size keder üstüne keder ile karşılık verdi. Allah, yaptıklarınıza haberdardır.

154. Sonra O [Allah], o kederin ardından üzerinize bir güven, sizden bir grubu örtüp bürüyen bir uyku indirdi. Bir grup da; kendilerini nefisleri önemsetti; Allah'a karşı gerçek dışı câhiliyet zannı olarak, zann üretiyorlardı. Onlar, “Bu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. –De ki: “Bütün iş Allah'a aittir.”– Onlar, sana açıklamayacakları şeyleri içlerinde saklıyorlardı. Onlar, “Bize bu işten bir şey olsaydı burada öldürülmezdik” diyorlardı. De ki: “Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülme yazılmış olanlar kesinlikle yatacakları [öldürülecekleri] yerlere çıkıp gidecekti.” Ve o, Allah'ın göğüslerinizdekini sınaması ve kalplerinizdekini temizlemesi içindir. Ve Allah, göğüslerinizdekini çok iyi bilendir.

155. Şüphesiz iki toplumun karşılaştığı gün, sizden yüz çevirip giden kimseler; şeytan onların kazandıkları şeylerin acısıyla ayaklarını kaydırmak istedi. Yine de Allah onları kesinlikle affetti. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, halîm'dir [çok yumuşak davranandır].

Bu âyetlerde, önce müşrikleri bekleyen âkıbet bildirilmekte, sonra da Uhud'da olan olayların nakliyle mü’minlere uyarıya devam edilmektedir. Rabbimiz önce, Biz, Allah'ın, hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı, şu inkâr etmiş kimselerin kalplerine korku salacağız buyurarak, mü’minlerin her zaman kâfirlere karşı muzaffer olacakları müjdesini vermiştir, ki Uhud savaşı ve Uluslararası ilişkilerde bu vaad-i ilâhî gerçekleşmiş ve gerçekleşmektedir.

Uhud'da Ebû Süfyân, kendisi muzaffer bir konumda, Rasûlullah ve yakın arkadaşları da saklanmış iken, “İbn Ebî Kebşe [Peygamber] nerede! İbn Ebî Kuhâfe [Ebû Bekr] nerede? İbnu'l-Hattâb nerede?” diye bağırmıştı. Ömer de ona karşılık vermiş ve aralarında sözler geçmişti. Ebû Süfyân, Rasûlullah'ın yerini öğrenmesine rağmen dağdan inip onların yanına gitmeye cesaret edememişti.

Yine kâfirler, Mekke'ye dönerlerken, yolun yarısında, “Biz, hiç bir şey yapmadık. Onların pek çoğunu öldürdük ve sonra tam galipken onları bıraktık. Haydi dönüp şunların kökünü tamamen kazıyalım” dediler. Onlar tam bunu kararlaştırırlarken, Allah kalplerine bir korku attı. Bu durumu başka sûrelerde de göreceğiz:

Hem de O [Allah], Kitap Ehlinden onlarla [kâfirlerle] yardımlaşanları kalelerinden indirdi. Ve kalplerine korku saldı: siz onların bir kısmını katlediyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz. Ve O [Allah], onların arazilerine, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız bir yere sizi vâris [son sahip] yaptı. Ve Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. (Ahzâb/26-27)

O, Ehl-i Kitaptan inkâr eden kimseleri, toplanmanın ilki için yurtlarından çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da, şüphesiz kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağına kesinkes inanıyorlardı. Ama Allah'ın azabı, onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine, evlerini, kendi elleriyle ve mü’minlerin elleriyle harap edileceği korkusunu düşürdü. Ey basiret sahipleri! İbret alın. (Haşr/2)

152-155. âyetlerde ise Uhud'da yaşanan hezimet ve hezimetin gerekçesi anlatılıyor; görev yerini terk edenlere sitem ediliyor. Bu paragrafta hezimetin nedeni, zaafa düşmek, emre aykırı davranmak ve dünya malı peşinde koşmak olarak tesbit ediliyor.

Bu âyetlerin iniş nedeniyle ilgili şu bilgiler verilmiştir:

Muhammed b. el-Ka‘b el-Kurazî der ki: Müslümanlar Uhud'da musibete uğramışlar olarak Rasûlullah (s.a) ile beraber Medîne'ye döndüğünde, birbirlerine şöyle dediler: “Allah bize zaferi vaad etmişken bu bize nereden geldi?” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi. Çünkü onlar, müşriklerin yedi sancaktarını öldürmüşlerdi. Önceleri zafer Müslümanlardaydı. Ancak daha sonra ganimet toplamakla meşgul oldular ve bazı okçular da ganimet elde etmek isteği ile yerlerini terk ettiler. İşte bu husus, bozguna sebep teşkil etmişti.

Buhârî, el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediğini rivâyet eder: Uhud günü'nde müşriklerle karşılaştığımız sırada, Rasûlullah (s.a) okçulardan bazılarını (tepeye) oturttu ve onlara Abdullah b. Cübeyr'i kumandan tayin ederek şöyle dedi: “Asla yerinizden ayrılmayın; bizim onlara karşı muzaffer olduğumuzu görseniz bile ayrılmayın, onların bize karşı muzaffer olduklarını görseniz bile, bize yardım etmek için yerinizi terketmeyin”. İki taraf birbirleriyle karşılaşıp Müslümanlar onları bozguna uğrattılar. O kadar ki, kadınların dağa doğru süratle koştuklarını gördük. Koşmaları esnasında elbiselerini yukarı doğru toplamış ve ayak bileklerindeki halhalları dahi görülüyordu.

Bu sefer (Abdullah b. Cübeyr'in beraberindeki okçular), “Ganimete koşalım, ganimete koşalım!” demeye koyuldular. Ancak Abdullah onlara, “Durun. Rasûlullah (s.a) size yerinizden ayrılmamanızı emretmedi mi?” dedi. Ancak onlar yerlerinden ayrıldılar. Okçular, (yerlerini terk edip) onların yanlarına gidince, Allah da onları şaşırttı (ne yapacaklarını bilemez hâle geldiler) ve Müslümanlardan 70 kişi öldürüldü. Daha sonra Ebû Süfyân b. Harb, yüksekçe bir yerden bize doğru görünerek şöyle dedi: “Hayatta kalanlar arasında Muhammed var mı?” Rasûlullah (s.a), “Ona cevap vermeyin” buyurdu. Nihâyet Ebû Süfyân aynı şeyi üç defa tekrarladı, sonra, “Hayatta kalanlar arasında Ebû Kuhâfe'nin oğlu [Ebû Bekr] var mı?” diye üç defa sordu. Yine Peygamber (s.a), “Ona cevap vermeyin” buyurdu. Bu sefer, “Peki hayatta kalanlar arasında Ömer b. el-Hattâb var mı?” diye üç defa sordu, yine Peygamber (s.a), “Ona cevap vermeyin” buyurdu. Daha sonra arkadaşlarına dönerek, “Bunlar öldürüldü demektir” deyince, Ömer (r.a), “Ey Allah'ın düşmanı! Yalan söyledin, Allah seni rezil edecek kimseleri senin için saklamış bulunuyor” demekten kendisini alamadı.

Bu sefer (Ebû Süfyân), “Yücel ey Hubel!” diye iki defa seslendi. Peygamber (s.a), “Ona cevap verin” buyurunca, ashâb, “Ne diyelim Ey Allah'ın Rasûlü?” diye sordular. Hz. Peygamber, “Allah daha üstün, daha yücedir deyin” buyurdu. Ebû Süfyân dedi ki: “Bizim Uzzamız var, sizin ise Uzza'nız yok.” Rasûlullah (s.a), “Ona cevap verin” buyurunca, “Ne diyelim Ey Allah'ın Rasûlü?” diye sordular. Hz. Peygamber, “Allah bizim mevlâmızdır, sizin ise mevlânız yok deyin” buyurdu. Bu sefer Ebû Süfyân şöyle dedi: “Bugün Bedir'e karşılık olsun. Savaş(ta zafer) nöbetleşedir. Diğer taraftan siz, öldürülenler arasında müsle [öldürülenlerin bazı organlarının kesilmiş olduğunu] göreceksiniz. Ben böyle yapılmasını emretmedim.”[101]

Hz. Peygamber ve ashâbı, Uhud'da başlarına gelen musibetle Medîne'ye dönünce, ashâbdan bazıları, “Bu, bizim başımıza nereden geldi? Hâlbuki Allah bize yardım edeceğini vaad etmişti...” dediler. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzâl etti.[102]

153. âyette mü’minlere, “keder üstüne keder” tattırıldığı ifade edilmiştir. Âyetlerin genel ifadesi ile târih kayıtları dikkate alındığında, bununla şunların kastedildiği anlaşılabilir:

• Önce malların elden gitmesi, ganimetten olmaları, sonra da birçok şehid vermeleri, canlarından olmaları sûretiyle yaşadıkları keder.

• Kendi sıkıntılarının üzerine, Rasûlullah'ın öldürüldüğü dedikodusunun eklendiği keder.

• Önce gevşemelerinden, sonra da hezimetten doğan keder ve üzüntü.

• Kendi yenilgilerinin üzerine, bir de kentteki ailelerine gelecek zararın kederi.

156. Ey iman etmiş kişiler! İnkâr etmiş ve yeryüzünde dolaşan yahut gazaya çıkan kardeşleri için, “Yanımızda olsaydılar ölmezlerdi, öldürülmezlerdi” diyen kişiler gibi olmayın. Kesinlikle Allah, bunu, onların kalplerinde bir yara kılacaktır. Ve Allah hayat verir ve öldürür. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir.”

157. Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz de, Allah'tan bir bağışlanma ve rahmet, kesinlikle onların topladıklarından daha hayırlıdır.

158. Andolsun, ölseniz veya öldürülseniz de kesinlikle Allah'a toplanacaksınız.

Bu âyetlerde de uyarı devam ediyor: Ey iman etmiş kişiler! İnkâr etmiş ve yeryüzünde dolaşan yahut gazaya çıkan kardeşleri için, “Yanımızda olsaydılar ölmezlerdi, öldürülmezlerdi” diyen kişiler gibi olmayın.. Kesinlikle Allah, bunu, onların kalplerinde bir yara kılacaktır. Ve Allah hayat verir ve öldürür. Ve Allah yaptıklarınızı en iyi görendir. Eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz de, Allah'tan bir bağışlanma ve rahmet, kesinlikle onların topladıklarından daha hayırlıdır. Andolsun, ölseniz veya öldürülseniz de kesinlikle Allah'a toplanacaksınız.

Klâsik eserlerde bunların, Rasûlullah'ın “Bi’r-i Maûne”ye gönderdiği grubun neseb itibariyle kardeşleri veya münâfıklıkta kardeşleri olanlar olduğu nakledilmiştir. Bunlar kim olursa olsun, hangi zamanda olursa olsun her zaman var olabilirler. Bunlara, “ecelin mukadder olduğu, öldüren ve diriltenin Allah olduğu vurgulanarak savaştan kaçmanın anlamsızlığı ve mantıksızlığı ihtar edilmektedir. Yani, madem ki öldüren de dirilten de Allah'tır; o zaman hayatta kalmasını takdir ettiği kimseler, savaşta da ölmez; ölümünü takdir ettiği kimseler ise savaşa gitmeseler de ölür. Nitekim yukarıda 154. âyette, Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülme yazılmış olanlar kesinlikle yatacakları [öldürülecekleri] yerlere çıkıp gidecekti buyurulmuştur.

Hiç kuşkusuz, güldüren de O'dur, ağlatan da… Hiç kuşkusuz, öldüren de O'dur, dirilten de… (Necm/43-44)

159. İşte, sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık onları bağışla, onlar için mağfiret dile. İşlerde onlara da danış, bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.

160. Allah size yardım ederse, sizi yenecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, artık ondan sonra size kim yardım edebilir? Öyleyse mü’minler sadece Allah'a tevekkül etsinler.

161. Ve hiç bir peygamber için hıyânet olur şey değildir. Ve kim ihânette bulunursa kıyâmet günü hâinlik ettiği şey ile gelir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir. Onlar, zulme de uğramazlar.

162. Peki, Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın hışmına uğrayan ve varacağı yer cehennem olan kimse gibi midir? O, ne kötü dönüş yeridir!

163. Onlar, Allah nezdinde derece derecedirler. Allah, onların yaptıklarını en iyi görendir.

Bu âyetlerde önce Rasûlullah'ın, savaşta itaatsizlik edenlere karşı davranışına değinilmiş ve Rasûlullah'a mü’minlerle istişarede bulunması, kesin karar aldığında da onu uygulamaya koyması emredilmiş, sonra da mü’minler arasında oluşmuş bazı tereddütler giderilmiş, ileriye dönük motivasyon yapılmış ve inkârcılar tehdit edilmiştir.

Âyette, Sen, sırf Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara karşı yumuşak davrandın buyurularak, Rasûlullah'ın suçlulara karşı davranışı ilâhî rahmet ve terbiyeye bağlanmıştır. Rasûlullah'ın davranışlarını şekillendiren âyetlerden birkaçı:

Ve en yakın aşiretini [oymağını] uyar. Ve mü’minlerden sana uyan kimselere kanadını indir. (Şu‘arâ/214-215)

Sen afvı/malın fazlasını al, urf [örf, Kur’ân âyetleri öbeği] ile emret ve câhillerden de yüz çevir. (A‘râf/199)

Hiç kuşkusuz, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, sadece inananlara çok sevecen ve çok merhametli bir elçi gelmiştir. (Tevbe/128)

Ehl-i Kitaptan bir çoğu, gerçek kendileri için ortaya konduğu hâlde, benliklerindeki kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir etsinler isterler. Buna rağmen siz, Allah'ın emri gelinceye kadar af ile, hoşgörüyle davranın. Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir. (Bakara/109)

O [Yûsuf] dedi ki: “Siz câhiller iken Yûsuf'a ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?” Onlar [Yûsuf'un kardeşleri], “Yoksa sen, sahiden Yûsuf musun?” dediler. O [Yûsuf], “Ben Yûsuf'um, bu da kardeşim. Kesinlikle, Allah bizi nimetlendirdi. Şüphesiz kim takvâlı davranır ve sabrederse, artık hiç şüphesiz Allah, iyi, güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmez” dedi. Onlar dediler ki: “Allah'a yemin olsun, Allah seni gerçekten bize üstün kıldı. Ve biz gerçekten hatalılar idik.” O [Yûsuf] dedi ki: “Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah sizi mağfiretiyle bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir. Şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun, basîr [ayıplanan, dalga geçilen hastalıktan kurtulmuş] hâle gelir [derbederlikten kurtulur]. Ve bütün ailenizi bana getirin.” (Yûsuf/89-93)

Ve Allah'a çağırıp/yakarıp sâlihi işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? Ve güzellikle çirkinlik/iyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel şeyle sav. O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sımsıcak bir yakın'dır. (Fussilet/33-34)

Ve o kimseler [Rahmân'ın kulları], yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygınca geçerler. (Furkân/72)

Âyetteki, Rasûlullah'a yönelik olan, İşlerde onlara da danış ifadesi, tabiî ki hakkında ilâhî emir ve açıklama olmayan konulara aittir. İstişare mü’minlerin vazgeçilmez bir davranışıdır:

İşte, verilen herhangi bir şey basit hayatın kazanımıdır. Sadece dünya hayatının geçici bir menfaatidir. Allah katında bulunanlar ise; iman etmiş ve sadece Rabb'lerine tevekkül eden kimseler, günahın büyüklerinden ve hayâsızlıktan kaçınan ve öfkelendikleri zaman bağışlayan kimseler, Rabb'lerinin çağrısına cevap veren, salâtı ikâme eden, işleri de kendi aralarında şûrâ [görüşme, danışma] olan, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eden kimseler ve kendilerine bağy [bir zulüm ve saldırı] isâbet ettiği zaman birbirleriyle yardımlaşan/intikam alan kimseler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (Şûrâ/36-39)

Bu âyetlerde, başta yöneticiler olmak üzere herkese, bilmedikleri hususlarda ve içinden çıkamadıkları konularda; ister dinî, ister siyasî, ister iktisadî, ister askerî olsun uzmanlarla istişare edilmesi emri verilmektedir. Ayrıca bu ifadeyle, müşaverenin önemi ortaya konulmuş, mü’minlerin bu ilkeden vazgeçmemeleri istenmiştir.

Daha sonra, Bir kere de azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et buyurularak, aldığı kararı tereddütsüz uygulaması, sonucu Allah'a bırakması istenmiştir.

Azmetmek, –düşünmeksizin önüne gelen görüşü uygulamaya koymak, sonuçlara aldırmaksızın canının istediğini yapmak, sonucu ne olursa olsun bir işi yapmak değil– “bir şey üzerinde uzun uzun araştırma yapmak ve kesin, vazgeçilmez bir sonuca varmak”tır:

Ey Peygamber! İnkârcılar ve münâfıklar ile cihad et. Ve onlara karşı sert ol. Onların barınma yerleri de cehennemdir. Ve o ne kötü bir oluş yeridir! (Tevbe/73)

Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz celde vurun; Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah dininde sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Ve mü’minlerden bir grup onların cezalandırılmasına tanık olsun. (Nûr/2)

Ey iman etmiş olan kimseler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki O [Allah], onları sever, onlar da O'nu [Allah'ı] severler; mü’minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; onlar Allah yolunda çaba harcarlar ve hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bir lütfudur. Allah vâsi'dir, çok iyi bilendir. (Mâide/54)

161. âyetteki, Ve hiç bir peygamber için hıyânet olur şey değildir. Ve kim ihânette bulunursa kıyâmet günü hâinlik ettiği şey ile gelir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir. Onlar, zulme de uğramazlar ifadesi, mü’minleri terbiyeye yöneliktir.

Bu âyetin inişi ile ilgili kaynaklarda şu bilgiler nakledilir:

Hz. Peygamber (s.a) savaşların birinde birtakım ganimetler elde etmiş, sonra da elde ettiği bu ganimetleri bir araya toplamış, ama bazı sebeplerden dolayı ganimetlerin taksimi gecikmişti. Bunun üzerine bir topluluk o'na gelerek, “Ganimetlerimizi taksim etmiyor musun?” deyince, Hz. Peygamber (s.a), “Şâyet sizin Uhud dağı kadar altınınız olsa, ondan tek bir dirhemini bile alıkoymam. Siz, ganimetlerinize hıyânet ettiğimi mi sanıyorsunuz?” buyurmuş ve bunun üzerine Hakk Teâlâ bu âyeti indirmiştir.

İkrime ve Sa‘îd ibn Cübeyr şunu rivâyet etmişlerdir: “Âyet, Bedir günü (ganimet içinden) kaybolan kırmızı bir kadife hakkında nâzil olmuştur. Bu kadifeden dolayı bazı câhiller, “Belki de onu Peygamber aldı” demişlerdir. Bu âyet, işte bundan dolayı nâzil olmuştur.”

İbn Abbâs'tan (r.a), bir başka yolla şu rivâyet edilmiştir: “Ashâbın ileri gelenleri, Hz. Peygamber'e (s.a) ganimet mallarından ilâve bir şey vermeyi arzu etmişlerdi de, bundan dolayı bu âyet nâzil olmuştur.”

Rivâyet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a), öncü birlikler göndermiş ve onlar bazı ganimetler elde etmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a) bu ganimetleri dağıtmış, fakat öncülere pay ayırmamıştı. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.

Kelbî ve Mukâtil şöyle demişlerdir: “Bu âyet-i kerîme, Uhud günü o okçular, ganimet elde etme arzusu ile mevzîlerini terkedip de, “Biz Allah Rasûlü'nün, “Kim bir şey alırsa o, onundur” demesinden ve Bedir günü'nde yaptığı gibi, burada da ganimetleri taksim etmemesinden korkuyoruz” dedikleri, bunun üzerine de Hz. Peygamber'in (s.a), “Siz, bizim hâinlik edip size ganimetten pay vermeyeceğimizi mi zannettiniz” demesi üzerine nâzil olmuştur.[103]

Burada, Elçi ile ilgili ihâneti, Kendisine verilen vahyi saklaması, tebliğ etmemesi olarak da anlamak mümkündür. Zira Mekke'de ve Medîne'de Allah'ın mesajlarını iletmemesi için Rasûlullah'a birçok baskı kurulmaktaydı. Buna göre hiç bir elçi, kendisine tevdi edilen mesajı saklayamaz, Allah'a ihânet edemez:

Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun verdiği elçilik görevini iletmemiş [yerine getirmemiş] olursun. Allah da seni insanlardan koruyacaktır. Allah kesinlikle, küfre batmış topluluğa doğru yolu göstermez. (Mâide/67)

O ğayb hakkında cimri de değildir. (Tekvîr/24)

Eğer o [Elçi/Muhammed], bazı sözleri Bizim sözlerimiz olarak ortaya sürseydi, kesinlikle o'ndan sağ elini [tüm gücünü] alırdık. Sonra o'ndan can damarını mutlaka keserdik. Artık sizden hiç biriniz o'na siper de olamazdınız. (Hakka/44-47)

Bu âyetlerde tüm insanlığa açık bir beyânat vardır: “Eğer Muhammed Kur’ân'a ekleme ve çıkarma yapmaya veya onu değiştirmeye veya gizlemeye kalkarsa, Allah adına söz uydurursa, feci şekilde cezalandırılır.

Bu tehdit, Rasûlullah'a olduğu kadar, her zamandaki insanlara da yöneliktir. Hiç kimse Allah adına söz üretmemeli, din adına verilecek hükümler mutlaka Kur’ân'dan alınmalıdır:

Ve âyetlerimiz onlara açıkça okunduğunda, Bize kavuşmayı ummayanlar, “Bundan başka bir Kur’ân getir yahut bunu değiştir!” dediler. De ki: “Onu nefsimin [kendimin] öngörmesiyle değiştirmem benim için söz konusu olamaz. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum. Rabbime isyan edersem, kesinlikle büyük bir günün azabından korkarım.” (Yûnus/15)

Az kalsın onlar seni, sana vahyettiğimizden uzaklaştırarak ondan başkasını Bize isnat edesin diye fitneye düşüreceklerdi [sana yanlış yaptırıp seni ateşte yakacaklardı]. İşte o takdirde seni halîl [izdaş, yoldaş, dost] edinirlerdi. Ve eğer Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, gerçekten onlara birazcık meylediverecektin. O durumda sana hayatın iki katını ve ölümün iki katını tattırırdık. Sonra Bize karşı kendine hiç bir yardımcı da bulamazdın. (İsrâ/73-75)

İşte bunun için sen davet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol. Onların hevâlarına uyma ve de ki: “Ben Allah'ın kitaptan indirdiğine inandım ve ben aranızda adaleti gerçekleştirmemle emrolundum. Allah, bizim Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız yalnızca bize, sizin yaptıklarınız da yalnızca size aittir. Sizinle bizim aramızda hiç bir delile yer yoktur. Allah, bizim aramızı toplayacaktır. Dönüş de yalnız O'nadır. Ve hakkında ihtilâfa düştüğünüz herhangi bir şey; artık onun hükmü Allah'a aittir. İşte bu, benim Rabbim Allah'tır. Ben yalnız O'na tevekkül ettim ve ben yalnız O'na yöneliyorum” de. (Şûrâ/15-10)

Sonra da seni emir'den apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Artık sen ona uy, bilmeyen kimselerin hevâlarına uyma. (Câsiye/18)

O hâlde o yalanlayıcılara itaat etme! Arzu ettiler ki, sen onlara yağ çeksen/yaltaklanıversen onlar da sana yağ çekeceklerdi/yaltaklanacaklardı. (Kalem/8-9)

164. Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.

Mü’minleri onure etmek için bu âyette, Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden, onlara Kendi âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitap ve hikmeti [zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri] öğreten bir Peygamber göndermekle büyük bir iyilikte bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler buyuruluyor, ki bunda iki husus söz konusudur: A) Elçi'nin içlerinden biri olması, B) Onların dünya ve âhirette mutluluklarını sağlayacak ilkelerin gönderilmiş olması.

Allah, Rasûlullah'ı sadece mü’minler için değil, tüm insanlığın iyiliği için göndermiştir:

Ve Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; velâkin insanların çoğu bilmiyorlar. (Sebe/28)

De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülkü Kendisinin olan, Kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, hem dirilten hem öldüren Allah'ın, size, hepinize gönderdiği elçiyim. O hâlde doğru yolu bulmanız için Allah'a ve O'nun sözlerine iman eden Ümmî Peygamber olan Elçisi'ne iman edin ve o'na uyun.” (A‘râf/158)

De ki: “Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?” De ki: “Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Ve sizi ve ulaşan herkesi kendisiyle uyarayım diye bana bu Kur’ân vahyolundu. Allah'la beraber gerçekten başka ilâhlar olduğuna siz gerçekten tanıklık eder misiniz?” De ki: “Ben etmem.” De ki: “O, ancak ve ancak bir tek ilâhtır ve kesinlikle ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım.” (En‘âm/19)

Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna furkân'ı [ayırıcı'yı] indiren ne cömerttir [ne bol nimet verendir]! (Furkân/1)

İşte böylece Biz kentlerin anasını ve onun kıyısındaki kişileri uyarasın ve kendisinde hiç şüphe olmayan Toplanma Günü ile uyarasın diye sana Arapça bir Kur’ân vahyettik. Bir grup cennettedir, bir grup da cehennemdedir. (Şûrâ/7)

O, Ümmîler [Anakentliler] içinde, kendilerinden olan ve onlara ve henüz onlara katılmamış olan onlardan başkalarına Allah'ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. –Onlar, önceden apaçık bir sapıklık içinde olsalar da.– Ve O, azîz'dir hakîm'dir. (Cuma/2-3)

Burada, mü’minlere… denilmesi, ondan istifade edenin mü’minler olması sebebiyledir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır:

Sen ancak ona [Sâ‘at'e/kıyâmetin kopuşuna] haşyet duyan kişilerin uyarıcısısın. (Nâzi‘ât/45)

Aynı ifade, Kur’ân için de kullanılmıştır; yani, Kur’ân da tüm insanların rehberi olmasına rağmen, Kur’ân'dan muttakilerin istifade etmeleri nedeniyle, Muttakiler için rehberdir (Bakara/185) denilmiştir.

165. İki katını isâbet ettirdiğiniz bir musibet, kendinize isâbet edince mi, “Bu [hezimet], nereden!” dediniz? De ki: “Bu [başınıza gelen hezimet], kendi nezdinizdendir.” Şüphesiz Allah, her şeye en iyi güç yetirendir.

166-168. İki topluluğun karşılaştığı günde size dokunan şeyler de Allah'ın izniyledir. Ve mü’minleri bilsin ve münâfıklık yapan kimseleri –kendileri oturup dururken kardeşleri için, “Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” diyen kimseleri– bilsin içindir. Ve onlara, “Geliniz, Allah yolunda savaşınız veya savunma yapınız” denilmişti. Onlar, “Biz savaşı bilseydik kesinlikle size uyardık.” dediler. Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Onlar, kalplerinde olmayan şeyleri ağızlarıyla söylüyorlar. Allah, gizledikleri şeyleri daha iyi bilendir. De ki: “Eğer doğru kimseler iseniz, haydiyin kendinizden ölümü uzaklaştırınız.”

165. âyette işaret edildiği üzere Müslümanlar kâfirleri Bedir günü'nde hezimete uğratmışlardı; Uhud savaşı'nın başında da hezimete uğratmışlardı. Ama sonra, isyan edip emre riâyet etmeyince, hezimete uğramışlar; Uhud savaşı'nda 70 şehid vermişlerdi. Oysa Bedir savaşı'nda müşriklerden 70'i öldürülmüş, 70'i de esir alınmıştı. Böylece Müslümanlar müşrikleri iki kere, müşrikler de Müslümanları bir kere hezimete uğratmış oldu. Âyetteki, Bu [başınıza gelen hezimet], kendi nezdinizdendir ifadesinden de anlaşılacağı üzere Uhud hezimeti, savaşçıların kendilerinden; yani, itaatsizliklerinden ve mal düşkünlüklerinden kaynaklanmıştır.

166-168. âyetlerde, Abdullah b. Ubey ile onunla birlikte geri dönerek Rasûlullah'ı yardımsız bırakan arkadaşlarına işaret edilmektedir. Bu olay şöyle nakledilir:

300 kişi idiler. Câbir b. Abdullah'ın babası, Abdullah b. Amr b. Haram el-Ensârî, arkalarından giderek; “Allah'tan korkun, Peygamberinizi bırakmayın, Allah yolunda çarpışın yahut savunma yapın” dedi ve buna benzer sözler söyledi. İbn Ubey kendisine, “Savaş olacağı görüşünde değilim. Eğer biz, savaş olacağını bilsek, elbette sizinle birlikte oluruz” dedi. Abdullah onlardan ümit kesince, “Haydi gidin Allah'ın düşmanları! Allah, Rasûlü'nü size muhtaç bırakmayacaktır” dedi. Bu sözleri söyledikten sonra Peygamber (s.a) ile birlikte yola devam etti ve şehid düştü. Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun.[104]

Paragrafın devamında da münâfıkların ölüme bakışları ortaya konmuştur. Onlara göre, savaşta öldürülen kişi, savaşa gitmemiş olsaydı ölmez ya da öldürülmezdi. Bunlara, Eğer doğru kimseler iseniz, haydiyin kendinizden ölümü uzaklaştırınız denilerek, onların kanaat ve iddialarının yanlışlığı dile getirilmektedir.

169-171. Allah yolunda öldürülenleri de sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Allah'ın lütfundan verdiği şeylerle sevinçli olarak Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Arkalarından kendilerine henüz ulaşmayan kimselere, kendileri için hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allah'tan bir nimeti, lütfu ve Allah'ın şüphesiz, mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelemek isterler.

Bu âyetlerde, konunun, savaş [ölme, öldürme ve ölüm korkusu ile savaştan kaçma] olması nedeniyle, Rasûlullah'ın şahsında insanlara çok önemli bilgiler veriliyor: Allah yolunda öldürülenleri de sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Allah'ın lütfundan verdiği şeylerle sevinçli olarak Rabb'leri katında rızıklanmaktadırlar. Arkalarından kendilerine henüz ulaşmayan kimselere, kendileri için hiç bir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allah'tan bir nimeti, lütfu ve Allah'ın şüphesiz, mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelemek isterler.

Bu âyetin, önce Bedir ve Uhud'da Allah yolunda ölenlerle ilişkilendirilmesi, sonra da genellenmesi gerekir. Zira, eski ümmetlerdeki şehidleri saymazsak, bu âyetler indiğinde Bedir ve Uhud dışında Allah yolunda ölen henüz yoktu.

Bu âyetin iyi anlaşılması için, Bakara ve Nisâ sûrelerinde yer alan şu âyetlerin göz önünde bulundurulması gerekir:

Ve Allah yolunda öldürülenlere, “Ölüler” demeyin. Aslında onlar, diridirler. Fakat siz bilincine ermiyorsunuz. (Bakara/154)

Kim güzel bir şefaatle [hayır ve iyiliklere aracı, vasıta olmakla] şefaat ederse, bundan kendisine bir sevap [hisse] vardır. Kim de kötü bir şefaatle [kötülüğe delil olmak ve yardım etmekle veya kötülük çığırını açmakla] şefaatte bulunursa, ondan kendisine bir günah payı vardır. Allah her şeye kadirdir. (Nisâ/85)

Bu âyetlerden yola çıkarsak, şehidlerin ölmeyip rızıklandığı, örneklikleriyle başkalarını da Allah yolunda ölmeye teşvik etmeleri nedeniyle unutulmayıp şan ve şerefle anılmaları ve amel defterlerinin kapanmaması, onları örnek alan kimselerin ecri kadar onlara da ecir yazılıp durması olarak anlaşılabilir.

172-173. Kendilerine yara dokunduktan sonra Allah ve Elçi'nin davetine katılan kimseler; insanlar, kendilerine, “Şüphesiz insanlar size karşı birlik oldular, onlardan ürperin” dediklerinde, bunun, kendilerini inançça ziyâdeleştirdiği ve, “Allah bize yeter. O, ne güzel vekîldir!” diyen kimseler; onlardan iyileştiren-güzelleştiren ve takvâlı davranan kimselere büyük bir mükâfât vardır.

174. Sonra da onlar, kendilerine hiç bir kötülük dokunmadan Allah'ın nimeti ve lütfuyla geri döndüler ve Allah'ın rızasına uydular. Ve Allah, çok büyük lütfun sahibidir.

Burada savaşın zorlu şartlarında metânetli davranan, Allah'a tevekkül eden mü’minler övülmektedir.

Tevekkül, “kişinin azimden [her türlü tedbiri aldıktan] sonra, işin sonucunu Vekîl'e [varlığı ayakta tutan, sürdüren, koruyan ve rızık veren Allah'a] bırakması” demektir.

Bu âyetlerin iniş sebebiyle ilgili kaynaklarda şu bilgiler yer almıştır:

Bu âyet, Uhud günü'nde nâzil olmuştur. Ashâb, bozguna uğradıktan sonra, Hz. Peygamber'in yanına dönünce, Hz. Peygamber, müşrikleri takib konusunda Müslümanları teşvik etti, Zaten Hz. Hamza'nın (r.a) mübârek nâşına müsle [işkence] yapılmış olduğunu gördükten sonra onlar da müsle yapmaya niyetliydiler, ama Hz. Peygamber onları bundan men etmişti. Derken Allah Teâlâ müşriklerin kalbine korku salmış, böylece dağılıp gitmişlerdi. Hz. Peygamber, Uhud'da şehid olanların cenaze namazını kılmış ve onları, kanlarıyla defnetmişti. Âlimlerin rivâyet ettiğine göre Safiyye, kardeşi Hamza'nın durumunu görmek için geldiğinde, Hz. Peygamber (s.a) Zübeyr'e, “Onu bırakma da, kardeşine yapılmış olan müsle'den dolayı feryâd ü figan etmesin” demiş, bunun üzerine Safiyye, “Ona ne yapıldığına dair haber bana geldi. Bu, Allah'a itaat etmenin yanında önemsiz bir şeydir” deyince, Hz. Peygamber Zübeyr'e, “Ona müsaade et de kardeşine baksın” demiştir. Safiyye de, “Hayır!” demiş ve Hz. Hamza için Allah'tan mağfiret talebinde bulunmuştur. Yine kocası, babası, kardeşi ve oğlu öldürülmüş bir kadın gelip de, Hz. Peygamber'in hayatta olduğunu görünce, “Artık bundan sonra hiç bir musibetin önemi yoktur!” dedi. Âyetin sebeb-i nüzûlü hakkında söylenenler, işte bunlardır.[105]

En doğru olan bu rivâyete göre, Ebû Süfyân ve arkadaşları, Uhud'dan dönüp Revhâ denilen yere vardıkları zaman pişman olarak şöyle demişlerdir: “Biz onların pek çoğunu öldürdük. Onlardan geriye pek az kimse kaldı. O hâlde ne diye biz onların yakasını bıraktık? Aksine, bizim yapmamız gereken, geriye dönüp onların kökünü kazımaktır.” Böylece onlar, geri dönmeye niyetlendiler. Bu haber Hz. Peygamber'e (s.a) ulaşınca, kâfirleri korkutmak ve onlara, gerek kendisinin gerekse ashâbının son derece güçlü olduğunu göstermek istedi. Bunun üzerine o, ashâbını Ebû Süfyân'ı takibe çıkmaya teşvik etti. Ve şöyle dedi: “Ben şu anda, ancak savaşta benimle beraber olanlarla takibe çıkmayı istiyorum...” Böylece Hz. Rasûl (s.a) ashâbından bir toplulukla, Kureyş'i takibe çıktı. Rivâyete göre bu topluluğun sayısı 70 kadardı. Müslümanlar, Medîne'ye üç mil mesafede olan Hamrâu'l-Esed mevkiine varınca, Allah Teâlâ müşriklerin kalbine bir korku saldı da, böylece müşrikler dağıldılar. Rivâyet edildiğine göre, ashâbın içinde, birbirlerini birer saat süreyle omuzlarında taşıyan kimseler vardı; bütün bunlar, yaralarının çok ve ağır olmasındandı. Yine onların içinde, birer saat süreyle birbirlerine dayanarak yürüyen kimseler de vardı.[106]

Müşrikler, Uhud'dan ayrılıp Peygamber (s.a) ve ashâbına isâbet edenler isâbet ettikten sonra, (müşriklerin) geri döneceklerinden korktular. Bunun üzerine Peygamber şöyle buyurdu: “Bizim gücümüzün yerinde olduğunu bilmeleri için onların arkasından gitmeye kim gelir?” Ebû Bekr ve ez-Zübeyr, 70 kişi ile birlikte gidenler arasında idiler. Ve (Kureyşlilerin) arkasından yola çıktılar. Onlar geldiklerini haber alınca da Allah'tan bir nimet ve bir lütuf ile geri döndüler.

Âişe (r.anhâ) Hamrâu'l-Esed gazvesi'nde meydana gelen olaylara işaret etmektedir. Hamrâu'l-Esed Medîne'den yaklaşık 8 millik uzaklıktadır. Şöyle olmuştu: Uhud'un ertesi günü olan Pazar günü, Rasûlullah (s.a) müşriklerin arkasından gitmek üzere insanlar arasında ilanda bulunup şöyle dedi: “Bizimle birlikte ancak dün orada bulunan kimseler çıksın. Onunla beraber 200 mü’min yola çıktı. Buhârî'de de şöyle denilmektedir: (Peygamber) buyurdu ki: “Onların arkasından kim gider?” Onlardan 70 kişi ortaya çıktı, Aralarında –önceden de geçtiği üzere– Ebû Bekr ve ez-Zübeyr de vardı. Hamrâu'l-Esed'e varıncaya kadar yollarına devam etliler. Böylelikle düşmanı korkutmuş oluyordu. Aralarında ağır yaralı olup yürüyemeyecek olan ve bineği de bulunmayan kimseler vardı. Hatta başkalarının boyunları üzerinde taşınanlar dahi vardı. Bütün bunlar ise Rasûlullah'ın (s.a) emrini yerine getirmek ve cihada rağbet için yapılmıştı.

Âyet-i kerîmenin oldukça ağır yaralı, biri diğerine yaslanan, bununla birlikte Peygamber (s.a) ile beraber yola koyulan Abduleşhel oğulları'ndan iki kişi hakkında indiği de söylenmiştir, (Hz. Peygamber ve beraberindekiler) Hamrâu'l-Esed'e ulaştıklarında Nuaym b. Mes‘ûd ile karşılaştılar. O onlara, Ebû Süfyân b. Harb'in ve beraberindeki Kureyşlilerin toparlanıp bir araya geldiklerini ve Medîne'ye gidip oranın halkını toptan imha etmeyi kararlaştırdıklarını söyledi. Bunun üzerine onlar –yüce Allah'ın söylediklerini haber verdiği– Allah bize kâfidir, O ne güzel vekîldir dediler.[107]

Bu âyetlerde, Uhud sonrası Rasûlullah'ın çağrısına icâbet eden mü’minler övülür. Târih, her şey bitti sanıldığında, sabır ve metanetin zafer getirdiğine şâhittir.

175. Şüphesiz ki o şeytan, kendi yakınlarını korkutur. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz Benden korkun.

176. Şu, küfürde yarışan kişiler de seni üzmesin. Onlar, Allah'a hiç bir şeyce asla zarar vermezler. Allah onlara âhirette bir pay kılmamak istiyor. Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.

177. Şüphesiz iman karşılığında inkârı satın alan kimseler, Allah'a hiç bir şeyce asla zarar vermezler. Ve onlar için çok acıklı bir azap vardır.

178. Şu küfretmiş kimseler, şüphesiz Bizim kendilerine mühlet verişimizin, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Şüphesiz Biz, onlara günahça artsınlar diye mühlet veriyoruz. Ve onlar için alçaltıcı bir azap vardır.

179. Allah, murdar olanı, temiz olandan ayırt edinceye kadar mü’minleri, sizin kendisi üzerinde bulunduğunuz şey üzerinde bırakacak değildir. Allah sizleri ğayb üzerine muttali kılacak da değildir. Velâkin Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Öyleyse Allah'a ve Elçisi'ne iman edin. Ve eğer iman eder ve takvâlı davranırsanız, işte o zaman sizin için çok büyük bir karşılık vardır.

180. Ve Allah'ın, kendilerine fazlından verdiği nimetlere karşı cimrilik edenler, bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bilakis o, kendileri için şerrdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası yalnızca Allah'a aittir. Ve Allah yaptıklarınıza bilgi sahibidir.
Taner isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla