Tekil Mesaj gösterimi
Alt 26. December 2009, 08:45 PM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

Mide bu karışımın arasındaki yararlı maddeleri seçip almaktadır. Yemeğin her çeşidini ezmekte ve onları kimyasal bölümlerine ayırmaktadır. Geri kalanını yeni proteinlere dönüştürmektedir. Bunlar değişik hücrelerde gıdalar haline gelmektedir. Sindirim sistemi bu sırada kalsiyum, kükürt, iyot, demir ve diğer bütün zaruri maddeleri seçmektedir. Ve bu sırada öz maddelerin zayi olmamasına özen göstermekte, hormonların üretilmesine imkân sağlamakta ve hayat için gerekli olan tüm ihtiyaçların düzenli ölçüler içinde ve her zaruri ihtiyacın hazır hale gelmesine dikkat etmektedir. Açlık gibi herhangi bir geçici durumu karşılamak amacı ile yağ ve diğer ihtiyati maddeleri depo etmektedir. Bütün bunları insan düşüncesinden ve onun yorumundan habersiz yapar. Biz sayılamayacak derecede çok olan bu maddeleri bu kimyasal lâboratuara döküyoruz ve yaklaşık olarak bütünü ile yaptığımız işlerden sarfınazar ediyor, gerisine karışmıyoruz. Böylece hayatımızın devamı için gereken otomatik bir işlem saydığımız bu faaliyete sırtımızı dayamış oluyoruz. Bu yiyecekler sindirilip ve yeniden hazırlanıp sürekli olarak milyonlarca hücreye dağıtılır. Bu hücrelerin sayısı yeryüzündeki bütün insanların sayısından fazladır. Her hücreye ulaştırılması gereken bu kesin maddelerin sürekli ve tek tek her hücreye ulaştırılması gerekmektedir. Ve bu belli düzenin ihtiyaç duyduğu maddelerin dışında başka şeylerin ona götürülmemesi gerekir. Bu kesin maddelerinde kemik, tırnak, et, saç, göz ve diş yapacak olan her hücreye kendisine has besinlerin ulaştırılması gerekir.
Demek ki burada insan zekâsının icat ettiği en mükemmel laboratuarda daha çok maddelerin elde edildiği bir kimya lâboratuarı bulunmaktadır. Yine burada şu ana kadar dünyanın tanıdığı nakil ve dağıtım düzenlerinin çok ilerisinde bir dağıtım düzeni vardır. Burada her şey son derece düzenli bir şekilde gerçekleşmektedir."
İnsanın diğer bütün cihazları hakkında da çok şey söylenebilir. Fakat bu cihazlar açık seçik olmalarına rağmen herhangi bir şekilde hayvanların da sahip olduğu cihazlardır. İnsanın kendisine has özellikleri ise eşsiz olan akli ve ruhi özellikleridir. İşte bu surede özellikle üzerinde durulan konu budur. Şöyle ki "Ey insan!"çağrısından sonra, "O, seni yaratan, belini doğrultan ve seni dengeli kılan"demektedir.
İşte bu mahiyetini bilmediğimiz, kavramadığımız özel akli kavrayış. Çünkü akıl anladığımız şeyleri anlamamızı sağlayan araçtır. Fakat akıl kendisini kavrayamaz. Nasıl kavradığını da idrak edemez.
Bütün bu algılanan imajların ince ve dakik bir şekilde dizilmiş olan sinir sistemi yolu ile beyne ulaştığını varsayıyoruz. Fakat bunlar nereye saklanmaktadır? Eğer bu beyin doğru bir bant şeridine benzetilse insan ortalama ömrü olan altmış senede onca tabloları, kelimeleri, olguları, duyguları yığınlarca malumatı kaydetmek için milyarlarca metre şeride ihtiyaç duyacaktı. Ancak bu durumda onları bir süre sonra hatırlayabilirdi. Nitekim insan bu olayları onlarca sene sonra, niye yıllar geçtikten sonra rahatlıkla hatırlayabilmektedir! Sonra akıl tek tek kelimelerden, tek tek olgulardan, tek tek olaylardan ve tek tek tablolardan bütün bir kültürü oluşturmak için nasıl onları bir bütünlük içine sokuyor? Sonra onları malumat yığınından sistemli bilgiye nasıl dönüştürüyor? Anlaşılabilecek şeylerden anlayışa, deneyimlerden kesin bilgiye nasıl ulaşıyor?
Bu, insanın en belirgin özelliklerinden biridir. Fakat bununla beraber bu özellik insanın en büyük özelliği değildir. En üstün ayırıcı vasfı olmadığı gibi. İnsanda Allah'ın ruhundan gelen, hayret verici bir ateş parçası da vardır. Bu insanın kendine has olan ruhudur. Bu ruh insanı varlığın güzelliğine ve varlığı yaratanın güzelliğine götürür. Ve ona hiçbir sınırı olmayan mutlak varlık ile temasa geçişinden kaynaklanan güzel ve mutlu anlar bağışlar. Tabi ki bu, evrendeki güzelliğin kaynakları ile temasa geçtikten sonra gerçekleşebilir.
Bu, insanın mahiyetini anlayamadığı ruhtur. İnsan kavrayabileceği somut gerçekleri daha yeterince kavrayamadığı halde bunu nasıl kavrayabilir, nasıl tanıyabilir? İnsan bu ruh sayesinde yeryüzünde yaşadığı halde sevincin ve üstün saadetin kaynağına erişebilir. Bu ruh onu yüceler âlemi ile temasa geçirir. Onu cennetlerdeki sonsuz hayata kendisi için belirlenen güzel hayata hazırlar. Bu mutlu dünyada ilahi güzelliğe bakmaya hazırlar.
İşte, bu ruh... Yüce Allah'ın insana en büyük hediyesidir, bağışıdır. İnsanı insan yapan da budur. Allah'ın adı ile kendisine hitap ettiği de budur. "Ey insan!"Utandırıcı şekilde kendisini kınaması da bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. "Engin kerem sahibi Rabbine karşı seni aldatan nedir?"İşte bu Yüce Allah'tan insana doğrudan yöneltilmiş bir sitemdir. Çünkü Yüce Allah ona seslenmekte, o ise kendisinin önünde günahkâr, kusurlu ve gururlu bir şekilde durmaktadır. Allah'ın yüceliğini takdir etmemekte ve O'nun huzurunda edebini takınmamaktadır. Sonra Allah ona büyük nimetini hatırlatmakta, sonra da bu konudaki eksiklerini, edepsizliğini ve gururunu dile getirmektedir.
Bu gerçekten karşısında ezilinmesi gereken bir sitemdir. İnsan kendi gerçeğini, gerçek bilgi kaynağını ve Rabbinin huzurundaki gerçek konumunu düşündüğünde bu sitemin dehşetini kavrayacaktır. Rabbi ona bu şekilde seslenmekte ardından ona bu şekilde serzenişte bulunmaktadır:
"Ey insan! Seni engin kerem sahibi Rabbine karşı aldatan nedir? O, seni yaratan, belini doğrultan ve seni dengeli kılan, dilediği biçimde sana şekil veren Rabbine…
Ardından bu gururun ve kusurların sebebi ortaya konuyor. Bu ise hesap gününü yalanlamaktır. Yüce Allah hesabın gerçek mahiyetini bildirmekte ve her işin karşılığının farklı olacağını, pekiştirici ve kesin bir biçimde ortaya koymaktadır. (Seyyid Kutup; Fizılali’l Kur’ân)
9- 12- Hayır… Hayır… Aslında siz, şüphesiz üzerinizde, yaptığınız şeyleri ezberleyen, saygın yazıcılar olmasına rağmen, Din’i yalanlıyorsunuz.
Bu ayetlerde önce müşriklerin kör kabullerden oluşan inançları reddedilmekte, sonra da “Aslında siz, şüphesiz üzerinizde, yaptığınız şeyleri ezberleyen, saygın yazıcılar olmasına rağmen, Din’i yalanlıyorsunuz” denilerek yaptıklarının bir bir kayıt altına alındığı, bunun idrakinde olmadıkları için de Din’i düşünmeden yalanladıkları uyarısı yapılmaktadır. İnsanın yapısında sayısız yazıcı [hafıza, bellek] hücresi bulunmasına ve işlediği her davranışın kaydedilmesine rağmen “din”i yalanlaması insanın yaratılış üzerinde yeterince düşünmemesinden kaynaklanmaktadır. Allah insanı yaratıp da başıboş deve gibi salıvermemiştir. Bunun tersini düşünmek yaratılış üzerinde akıl yormamak demektir. Konumuz olan ayetlerde bir bakıma inkârcılara “İster kabul edin, ister etmeyin, gerçek böyledir. Her insan üzerinde kayıt yapan hücreler vardır; onlar iyi ya da kötü ne yapıyorsanız her şeyi kaydetmektedirler. Onlardan asla kaçamaz ve gizlenemezsiniz. Gizli, aşikâr hepsi önünüze konacaktır” mesajı verilmektedir.
Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır?
O, ayarlanmış meniden bir nutfe değil miydi?
Sonra bir alak [embriyon] idi de sonra onu yaratmış sonra da düzene koymuştur; ki, ondan da iki eşi; erkek ve dişiyi var etmiştir.
Peki, bu [bütün bunları yapan] ölüleri diriltmeye kadir [güç yetiren] değil midir? (Kıyamet/36- 40)
Hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde bir takım koruyucular bulunmasın [mutlaka her insanın üzerinde bir takım koruyucular vardır].
Onun için insan neden yaratılmış olduğuna bir baksın. (Tarık/4, 5)
Ve and olsun insanı Biz yarattık. Nefsinin kendisine neler fısıldadığını da biliriz. Ve Biz ona şah damarından daha yakınız.
Onun sağından ve solundan oturmuş [yerleşik] iki tesbitçi tesbit edip dururken, o [insan] hiçbir söz söylemez ki yanında hazır gözetleyen bulunmasın. (Kaf/16- 18)
Ayette geçen “Din”, Maun suresinde konu edilen “Din” olup Fatiha suresinde de geçen “Yevmi’d-Din [Din günü, hesaplaşma günü]” kast edilmiştir.
“Din’i yalanlamak” konusu Maun suresinin tahlilinde (Tebyinü’l-Kur’an; c: 1, s:304, 305 ) açıklandığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.
Daha önce de değindiğimiz gibi, ayetteki “… şüphesiz üzerinizde, yaptığınız şeyleri ezberleyen, saygın yazıcılar …” ifadesiyle insanın yaratılıştan kendi bünyesinde hafıza hücrelerinin var olduğu ve her şeyi kayıt altına aldığı bildirilmektedir.
Ve kitabı solundan verilen kimseye gelince; işte o: “Keşke kitabım bana verilmeseydi, hesabımın ne olduğunu da bilmeseydim. Ne olurdu o iş bitmiş olsaydı. Malım bana hiç fayda vermedi. Gücüm [otoritem] de benden yok olup gitti” der. (Hakka/25)
Kitabı kendisine arkasından verilen kişiye gelince de o, ölümü çağıracak ve alevli ateşe girecektir. Şüphesiz o, yakınları içinde sevinçli idi. Şüphesiz o, asla dönmeyeceğine kani idi. (İnşikak/10)
Ve her insanın kendi kuşunu ayrılmayacak şekilde boynuna doladık. Ve biz kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı onun için çıkarırız. -“Oku kendi kitabını! Bugün nefsin [kendi zatın], kendine karşı hesap sorucu olarak sana o yeter!”- (İsra/13, 14)
Ve onlar, saf halinde Rabbine yayılmışlardır: “Şüphesiz sizi ilk önce yarattığımız gibi Bize geldiniz. Aslında siz, sizin için buluşma zamanı kılmayacağımıza batılca inanıyordunuz.”
Ve Kitap [amel defteri] konulmuştur. Suçluların ondan korktuğunu göreceksin. Ve “Eyvah bize! Bu nasıl kitapmış ki, büyük küçük hiçbir şey bırakmadan hepsini saymış” derler. Ve onlar, yaptıklarını hazır bulurlar. Ve senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez. (Kehf/48, 49)
Gaybın anahtarları da yalnızca O’nun katındadır. O’ndan başka hiç kimse onları bilmez. Karada ve denizde olanları da bilir O. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın.
Ve O, sizi geceleyin vefat ettiren, gündüzün elde ettiğiniz şeyleri bilen, sonra adı konmuş ecelin [vadenin] gerçekleşmesi için sizi kaldırandır. Sonra dönüşünüz yalnızca O’nadır. Sonra O, yaptıklarınızı size haber verecektir.
Ve O [Allah], kulları üzerinde Kahir’dir [hükümranlığı sürdürür] ve O, sizin üzerinize koruyucular gönderir. Sonra da sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksik-fazla yapmadan, onu vefat ettirirler. (En'âm/61)
13- Şüphesiz ki “Ebrar”, elbette naîmin [mutluluk cennetinin] içindedirler,
14 – 16- “Facirler” de kesinlikle Cahim’dedirler [cehennemdedirler]. Din Günü ondan kaybolmamak üzere oraya yaslanacaklardır.
17- 19- Din Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Sonra bir kere daha, Din Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? O gün [Din günü], kimse kimseye malik olmaz [efendilik yapamaz]. Ve o gün buyruk Allah’a aittir.
Amellerin kayıt altına alınmasının sonuçları bu ayetlerde de yine karşıtlık metodu ile açıklanmaktadır. “Ebrar”dan olanlar “Naim” cennetlerine; “Füccar”dan olanlar ise cehenneme gidecektir.
Ebrar ve Füccar terimleri ile ilgili Abese suresinde yaptığımız açıklamaları burada da naklediyoruz:
BİRR VE EBRAR KAVRAMLARI
“Takva” sözcüğünün anlamdaşı durumunda olan Birr” sözcüğü, “her türlü hayır ve iyilik işlerinde genişlik, ihsan, itaat, doğruluk, bol bol iyilik” demektir. Sözcük, bu geniş anlam alanıyla her türlü iyiliği, ihsanı ve hayırlı davranışı kapsamaktadır.
“Birr”, Kur'an'da şöyle tanımlanmıştır:
Yüzlerinizi doğuya ya da batıya çevirmeniz “birr” değildir. Ama “birr”, Allah'a, ahir [son] güne, meleklere, Kitap'a, peygamberlere inanmak; sahip olduklarından akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolcuya, dilenenlere ve boyundurukları çözmeye [hürriyeti olmayanların hürriyetlerine kavuşmaları için], Allah sevgisi için vermek, namazı kılmak, zekâtı vermektir. Ve sözleştiklerinde, sözlerini tastamam yerine getirenler, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte içtenlikli olanlar bunlardır. İşte bunlar takvalıların ta kendisidir. (Bakara/177)
“Birr” sözcüğü isim olarak kullanıldığı gibi, ism-i fail olarak da kullanılır ve bu takdirde “çok çok iyilik yapan” anlamına gelir. Meselâ müminler çok çok iyilik yaparak “birr”in bizzat kendisi hâline gelirler. Kur'an böyle kimseleri “berr” sözcüğünün çoğulu olan “ebrar” sözcüğü ile tanımlamış ve bu sözcüğü “müttekîn [iyiler, Allah'a saygılı insanlar]” anlamında kullanarak “muttekin”e sunulan nimetlerin “ebrar”a da sunulacağını bildirmiştir:
Ama Rabblerinden sakınanlara gelince, onlar için, Allah katından bir konak olarak, altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetler [bahçeler] vardır. Ve Allah katındaki, ebrar için daha iyidir. (Âl-i Imran/198)
Hayır… Hayır… Ebrar’ın [iyilerin, yardımseverlerin] kitabı [yazgısı] kesinlikle ılliyyinde [yüksekte, cennette]’dir.
Kim bildirdi sana, ılliyyinin ne olduğunu? O, rakamlanmış [yazılmış] bir kitaptır [yazgıdır]! Yaklaştırılmışlar, ona tanıklık ederler.
Evet, ebrar [iyiler, yardımseverler], elbette, nimetler [mutluluk] içindedirler, tahtlar üzerinde, seyrederler. Yüzlerinde mutluluğun aydınlığını tanırsın. Mühürlü, saf bir içkiden içirilirler, Mührü misktir; yarışanlar, ancak bunda yarışa girmeliler! Ve onun karışımı Tesnim'dendir; yakınlaştırılmışların içeceği bir kaynak [pınar]. (Mutaffifin/18- 28)
Sosyal hayatın kurulması ve sağlıklı işlemesi açısından çok önemli olan ve âdeta insanlar arasındaki kaynaşmanın harcı olan “birr”, takva sahibi müminlerin olmazsa olmaz bir özelliğidir. Bu özelliğe bizzat “takva” denmese de, “takvalı olma hâli” denebilir. Zaten Rabbimiz de bize bu özelliğe sahip kişiler ile, yani “ebrar [iyiler, yardımseverler]” ile beraber ölmeyi istememizi tavsiye etmektedir:
“Rabbimiz! Evet, 'Rabbinize inanın!' diye imana çağıran bir sesleniciyi duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi sil ve canımızı ebrar [iyiler, yardımseverler] ile birlikte al.” (Âl-i Imran/193)

FÜCUR VE FÜCCAR KAVRAMLARI
“Fücur” sözcüğü sözlükte “yarmak, bir şeyi genişçe yarıp açmak” olarak tarif edilmiştir. Kur'an, bu eylemin olumlusu için “fecr”, olumsuzu için “fücur” sözcüklerini kullanmıştır.
Kur'an'ın olumsuz anlamda kullandığı “fücur” sözcüğü, gerek dil bilimciler ve gerekse din bilginleri tarafından “Şakku setri’d-diyanet [diyanet örtüsünün yırtılması, çatlaması]” olarak ifade edilmiştir. Bu şekilde din-iman örtüsünü yırtıp atanlara “facir” denir. Bu sözcüğün çoğulu da “füccar” veya “fecere” şeklinde ifade edilir:
Ama insan, önünde [yaşadığı sürece] kötülük yapmak ister de, “Diriliş Günü ne zamanmış?” diye sorar. (Kıyamet/5, 6)
Sen onları bırakırsan, kuşkusuz onlar, kullarını saptıracaklar; yalnızca ahlâksız ve çok inkârcıdan başkasını doğurmayacaklar. (Nuh/27)
İmanın dışa yansıması nasıl ki “takva” ya da “amel-i salih” ise, küfrün dışa yansıması da “fücur”dur. Yani fücur işlemek, gerçek imana sahip olmayanların bir karakteridir. Çünkü Allah inancı, insanın haram-helal, hayır-şer, cennet-cehennem gibi kategorilerin bilincinde olmasını sağlar. Dolayısıyla bu bilinç insanın fücur işlemesine engel olur. Zaman zaman hataya düşen insan için daima “tövbe etme” imkânı vardır. Ancak insan aynı hatayı tekrarlamamak şartı ile Allah'ın affediciliğine sığınmalıdır. Tövbeden sonra sözünde durmamak, yalan söylemek tam anlamıyla fücur işlemektir.
Sınırları dinle belirlenmiş davranışlara karşı çıkmak, din adına kural tanımamak, dinle getirilen kısıtlamaları kabul etmemek, dolayısıyla her türlü irili ufaklı günahı işlemek facirlerin en belirgin özelliklerindendir. Bu insanlar dünyada yaptıklarının hesabını vereceklerine inanmadıklarından ya da Allah'a döneceklerini düşünmediklerinden, her türlü fücuru işlemekten çekinmezler.
Kur'an, fücuru işleyenlerin kâfir ve cehennemlik olduklarını bildirmiştir:
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla