Tekil Mesaj gösterimi
Alt 28. September 2008, 01:29 AM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

13, 14. Ayetler:

Bir topluluk (çoğu) evvelkilerdendir, çok azı da sonrakilerdendir.

“es Sabikun” hakkında bilgi veren bu ayetler üzerinde, “evvelkiler” ve “sonrakiler” ifadeleri ile kimlerin kastedilmiş olduğu hakkında biraz düşünmek gerekmektedir.
Eğer, “evvelkiler” ve “sonrakiler” ayrımının “zaman”a göre yapıldığı kabul edilir ve ayrımı belirleyen zaman olarak da bu ayetlerin indiği dönem benimsenirse; Naim cennetlerden yararlanacak olanların çoğunun, peygamberimizin elçilik görevi yaptığı dönemden evvel yaşayanlardan olduğu; çok azının da bu dönemden sonra yaşayacaklardan olacağı anlaşılır. Ama bu kabulleri benimsemelerine rağmen bazıları, Naim cennetlerden yararlanacak olanlarının çoğunun, “Muhammed ümmetinin ilklerinden”, çok azının da sonrakilerinden olduğunu iddia etmişlerdir. Ne var ki, ahirete, mahşere ait beyanların normal olarak ilk insandan son insana kadar herkesi kapsaması gerektiği hususu dikkate alınırsa, bazılarınca yapılan bu ayrımın gerçekçi olmadığı hemen görülebilir.
Eğer, “evvelkiler” ve “sonrakiler” ayrımının “zaman”a göre değil de “olay”a göre yapıldığı kabul edilir ve “olay” olarak da bir Allah elçisinin yaptığı davet benimsenirse; Naim cennetlerden yararlanacak olanların çoğunun, elçilerin davetlerinin ilk dönemlerinde onlara destek verenler olduğu; azının da bu dönemler dışında yaşayanlar olduğu anlaşılır. Bize göre, yukarıda mealleri verilen ayetlerden Hadid suresinin 10. ve Tövbe suresinin 100. ayetleri bu görüşü desteklemektedir.
Aslında yukarıdaki görüşlerden hangisi benimsenirse benimsensin, Rabbimizin bu ayetlerde bizlere vermiş olduğu şu iki mesaj hiç değişmeyecektir:
1- Sabikun ölçüsünde cennet hak edenlerin sayıları sürekli azalmaktadır.
2- Zor dönemlerde işlenen amel, normal dönemlere nazaran daha değerlidir.

15–26. Ayetler:

(Onlar) Yaptıklarına karşılık olarak; mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Yüz yüze onların üzerinde yaslanırlar. Üzerlerinde (çevrelerinde), kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler, kadehler -ki ondan ne başları ağrıtılır ne de akılları giderilir-, beğendiklerinden meyveler, canlarının çektiğinden kuş eti ile; süreklileştirilmiş (hep aynı bırakılmış) çocuklar, saklı inciler gibi iri gözlüler dolaşırlar. Orada lağv (boş söz, saçmalama) ve günaha sokan işitmezler. Sadece söz olarak: “Selâm!”, “Selâm!”

Bu ayet gurubu çarpıtılmış ve birçok meal ve tefsirde kadınlar âdeta erkeklere sunulan bir zevk objesi konumuna sokulmuştur. Bu sebeple de üzerinde biraz fazlaca durmayı gerektirmektedir.
Klâsik eserlere bakıldığında, Allah’ın resmen erkeklere iltimas yaptığı ve kadınları ikinci sınıf yaratık (!) olarak değerlendirdiği görülmektedir. Oysa Allah’ın böyle bir hükmü söz konusu olmayıp, Kur’an’da böyle bir ayrımın, iltimasın yapıldığını düşündürecek bir anlam bulmak mümkün değildir. Dolayısıyla bu durumda, İslâm’a aykırı görüşler ihtiva eden meal ve tefsirleri Kur’an saymak da mümkün değildir. Piyasada bu tip, ayetleri çarpıtılmış pek çok eserin bulunması ise, belki de tefsir ve meal yazan hocaların hep erkek oluşundan kaynaklanmaktadır (!).

Konumuzla ilgili tahlile, kesin olarak bilinmesi ve hiç akıldan çıkarılmaması gereken bazı noktaların vurgulanmasıyla başlamakta yarar vardır:
Fizikî ve biyolojik yapımız, üzerinde yaşadığımız dünya koşulları ile uyum hâlindedir. Meselâ, ışığı görebilmemiz için gözlere, yaşamımızı sürdürebilmemiz için akciğer, karaciğer, mide, böbrek gibi iç organlara, neslimizi devam ettirmek için üreme organlarına sahibiz ve bu yapımız tümüyle, mevcut düzendeki hayatımızı sürdürmeye hizmet eden bir tasarımı yansıtmaktadır. Oysa ahirette yaşam ve yaşam koşulları değişecektir (Hicr; 48). İster cennet, ister cehennem olsun ahiretteki koşulları, o yaşamın gerçeklerini, bu dünya yaşamına uygun olan aklımızla, iz’anımızla, sezgimizle kavrayabilmemiz mümkün değildir. Bu sebeple, ahiretle ilgili olan hususlar (meselâ cennetteki nimetler) bize hep sembolik olarak, örnekleri gösterilmek suretiyle ifade edilmiştir (Ra’d; 35, Muhammed; 15). Zaten ahireti tasvir eden ayetlerin tümüyle incelenmesinden; bizim oradaki yaşama uyumlu bir yapıda olacağımız, yani yeniden diriltildiğimizde bilmediğimiz başka bir şekilde inşa edilmiş olacağımız anlaşılmaktadır.
Kur’an’ın açık ifadelerine göre; ölüm, hastalık, yorgunluk, açlık, susuzluk gibi kavramların hiçbirinin varlığı cennette söz konusu olmayacak; orada nimetlerin yenmesi içilmesi ihtiyaçtan değil zevkten, sefadan olacak; Rabbimiz de oradakilere hiçbir kısıtlama getirmeyecek ve istedikleri her şeyi lütfedecektir (Fussılet; 31). Cennette hiçbir yasağın olmadığını, oraya girmeye hak kazanmış müminlere istedikleri her şeyin verileceğini bildiren ayetlere istinaden, cennette cinsel haz ve zevk isteyenlere de bu isteklerinin verileceğini düşünmek elbette ki mümkündür. Ama bu haz ve zevklerin tatmin aracı olarak, dünya hayatındaki eşler gibi, ahirette de erkekler için kadın cinsinden, kadınlar için erkek cinsinden eşler verileceğini düşünmek yanlıştır. Çünkü Nisa suresinin 57. ayetinde ahirette verileceği söylenen eşler, konumuz olan ayetlerde ve Tur suresinin 20. ayetinde bahsedildiği gibi, ahirete özgü ve orada yaratılacak olan eşler olup, o eşlerin dünya hayatındaki eşlerle karıştırılmaması gerekmektedir. Dünya hayatında birbirinden farklı inanç ve amelleri olan eşler, eğer hak etmişlerse, evlâtları, ana babalarıyla beraber cennete gireceklerdir (Ra’d; 23). Ama cennet kompozisyonu çizen pasajlar iyi tetkik edildiğinde anlaşılmaktadır ki cennetteki bu beraberlik, dünyadaki eş, ana, baba, evlât konumları ile değil, ahbap, arkadaş konumu ile gerçekleşecektir.
Ahiretle ilgili Kur’anî bilgilerin özet olarak tazelenmesinden sonra, konu ile tahlil çalışmalarındaki ikinci aşma; Arapça dilindeki teknik ayrıntıların incelenmesi olmalıdır. Türkçeden farklı olarak Arapça, diğer birçok dil gibi, sözcüklerinde müzekker (eril) ve müennes (dişil) ayrımı olan bir dildir. Meselâ Türkçede, ister kadın ister erkek olsun üçüncü kişiler “o” zamiri ile ifade edilirken, sözcüklerinde eril ve dişil ayrımı olan Arapçada üçüncü şahıs zamiri olarak erkekler için “hüve”, kadınlar için “hiye” sözcükleri kullanılır. Sözcüklerdeki eril dişil ayrımı, Arapçada sadece şahıs zamirlerine mahsus olmayıp, isim, fiil ve edat cinsinden tüm sözcüklerin yapısında kendini göstermektedir. Ayrıca Arapçada bir de, yine eril dişil ayrımlı sözcükler kapsamında ele alınabilecek bazı genel ilkeler mevcuttur:
- Tüm çoğul sözcükler dişil yapı ile ifade edilirler.
- Cansız nesneler genellikle mecazen dişil kalıpla ifade edilirler.
- Kanun, tüzük, yönetmelik gibi toplumu ilgilendiren resmî yazılar hep eril ifadelerle yazılırlar.

Arapçanın bu kuralları, Arapça inmiş olan Kur’an’da da aynen uygulanmış ve tüm çoğul sözcükler ve eşya isimleri dişil yapılarla ifade edilirken, topluma yönelik hükümlerde hep eril sözcükler kullanılmıştır. Ama Kur’an’da geçen bu ifadelerdeki eril veya dişil özellik, sadece sözcüklerin dil tekniği bakımından gerekli olan bir şekil şartını ifade etmekte olup, hiçbir zaman sözcüklerin anlamlarına müncer olmaz.
Meselâ, aşağıdaki ayette “korunup sakınanlar” olarak çevirdiğimiz “müttekin” sözcüğü, “cem’i müzekker (çoğul eril) bir sözcüktür:

Bakara; 2, 3: ... bir kılavuzdur o, müttekin (korunup sakınan erkekler) için. Ki onlar, gaybe inananlar ve namaz kılanlardır...

Eğer Arapçanın yukarda belirttiğimiz, topluma yönelik hükümlerin eril sözcüklerle ifade edilme kuralı bilinmez veya dikkate alınmazsa bu ayetten; “korunup sakınanların, gaybe inananların ve namaz kılanların hep erkekler olduğu” yolunda yanlış bir anlam çıkarılabilir. Aynı şekilde, yine bu kural bilinmeden veya dikkate alınmadan Müminun suresinin 1–11. ayetlerine bakıldığında;

Müminün; 1–11: Kesinlikle müminler kurtulmuşlardır;
onlar namazlarında huşu içinde olanlardır;
onlar boş şeylerden yüz çevirenlerdir;
onlar zekâta ilişkin görevlerini işleyenlerdir;
ve onlar ırzlarını koruyanlardır;
ancak eşleri ya da sahip oldukları cariyeler hariç; bu konuda onlar kınanmış değillerdir.
Fakat kim bundan ötesini ararsa, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir.
Onlar, emanetlerine ve ahitlerine riayet edenlerdir.
Onlar namazlarını da koruyanlardır.
İşte yeryüzünün hâkimiyetine ve ahiretin nimetlerine vâris olacak onlardır.
Ki onlar Firdevs cennetlerine vâris olacaklardır; içinde de ebedî olarak kalıcıdırlar.

1. ayette geçen “müminler” sözcüğünün eril ve çoğul bir yapıda olması sebebiyle ayetten lâfız olarak “müminlerin erkek olduğu” yolunda yine yanlış bir anlam çıkarmak mümkündür. Diğer taraftan, aynı kural gereği olarak 2–11. ayetlerde yer alan ve eril çoğul yapıdaki “müminler” sözcüğüne gönderilmiş olan bütün “onlar” sözcükleri ve “onlar” sözcüğüyle ifade edilen kişilerin nitelikleri de eril sözcüklerle ifade edilmiştir. Dolayısıyla, eril ifadelere bakarak, Müminun suresinin 1–11. ayetlerinden oluşan pasajda açıklananların, kadınlarla hiç ilgisi olmadığı kanaatine varılabilir.
Tabiî ki bu yaklaşım yanlıştır ve dinimiz açısından son derece vahim sonuçlara yol açabilir mahiyettedir. Çünkü yukarıdaki örnekler dışında, namaz, oruç, infak, sadaka, cihat, tövbe gibi Kur’an’daki bütün emirler ve yasaklar eril kalıplarla ifade edilmiştir. İşte, Arapçadaki bu kuralı bilmemekten kaynaklanan cehalet veya bu kuralı dikkate almayan bir mantık, Kur’an’daki emir ve yasaklarla ilgili olarak insanları; kadınların Allah’ın muhatabı olmadığı ve mükellef kılınmadığı gibi, hatta aşağıdaki ayetlere bakarak cennetin erkeklere mahsus olduğu gibi çarpık kanaatlere götürebilir.

Nebe’; 31–36: Kesinlikle müttekiler için, Rabbinden bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar / kurtuluş mekânları; sulak bağlar, bahçeler, üzümler; hepsi bir seviye tomurcuklar (çiçek bahçeleri); dolu dolu su kapları vardır. Orada boş bir söz ve yalan duymazlar.

Hâlbuki hem kadınların da Allah’ın emir ve yasaklarına muhatap ve mükellef oldukları konusu, hem de cennetin kadın ve erkek tüm hak edenler için olduğu konusu tartışmasızdır. Bu cehalet ve çarpık mantığın yol açabileceği en rezil sonuç ise, birilerinin çıkıp “Allah da erkektir” diyebilmesidir. Zira Yüce Rabbimizi niteleyen sözcükler de eril sözcüklerle ifade edilmiştir ve cehaletin karanlığında oluşmuş bir mantıkla insanların, Kur’an’daki eril sözcüklere bakarak böyle bir batağa saplanması çok uzak bir ihtimal değildir.
Konumuz olan ayetlerin manalarının saptırılması da, yine yukarıda belirttiğimiz kurallardan birinin bilinmemesinden, belki de art niyetle ihmal edilmesi veya saptırılmasından kaynaklanmaktadır. Sözünü ettiğimiz kural; çoğul sözcüklerin dişil yapıyla ifade edilmesi kuralı olup, saptırma ise; kural gereği dişil yapıda kullanılmış olan sözcüklerin, anlamlarının da dişileştirilmesi şeklinde yapılmıştır. Oysa sözcüklerin, Arapçanın bir kuralı gereği dişil yapıda olmaları dışında anlam olarak dişilikle alâkaları yoktur. Meselâ, Rahman suresinin aşağıdaki ayetlerinde sözü edilen eşler, Arapçanın kuralı gereği dişil yapıdaki sözcüklerle ifade edilmişlerdir ama dişil sözcükle ifade edilmiş olmaları, bunların gerçekte cinsiyeti kadın olan eşler olduğu anlamına gelmez:

Rahman; 56: Oralarda, daha önce ne bir insan ne de bir cinn tarafından dokunulmamış / elle, gözle değinilmemiş, bakışlarını eşine dikmiş eşler vardır.

Rahman; 70: Oralarda iyilikler, güzellikler vardır.

Rahman; 72: Çadırlara kapanmış parlak gözlü (eş) ler.

Rahman; 74: Onlardan önce onlara ins ve cinn dokunmamıştır.

Bu eşlerin, ne cinsiyetle ne de seksle alâkası vardır. Ayetlerde geçen “dokunulmamış” sıfatından, Rabbimizin ahirette, cennete girmeye hak kazananları, insanın bilmediği yeni yaratılmış eşlerle eşleştireceği anlaşılmaktadır. Bu eşlerin, insan tarafından bilinmeyen cinsten oldukları söylendiğine göre, bunların “dişi” olarak nitelenmesi yanlıştır saptırmadır.
Bu eşlerle ilgili olarak bir de, bilgisizlik veya art niyetlerle yapılan çarpıtmalar sonucu, din kültürüne yanlış geçmiş olan “huri” sözcüğü vardır. “Huri” sözcüğünün ne anlama geldiğinin iyi anlaşılması için, önce aşağıdaki ayetleri dikkate almakta yarar vardır:

Duhan; 54: İşte böyle: Onları parlak iri gözlülerle de eşleştirdik.

Bu ayetin daha iyi anlaşılması için 51–55. ayetlerden oluşan pasajın okunmasını öneriyoruz.

Tur; 20: Art arda dizilmiş koltuklar üzerine yaslanmış olarak. Ve Biz onları parlak iri gözlülerle eşleştirdik.

Bu ayetin daha iyi anlaşılması için 17–28. ayetlerden oluşan pasajın okunmasını öneriyoruz.

Saffat; 48, 49: Yanlarında gözlerini onlara dikmiş, iri gözlüler vardır. Korunmuş yumurtalar gibidir onlar.

Bu ayetin daha iyi anlaşılması için 40–49. ayetlerden oluşan pasajın okunmasını öneriyoruz.

Yukarıdaki ayetlerde “parlak iri gözlüler” olarak çevirdiğimiz sözcükler; “hur” ve “ıyn” sözcükleridir.
“Hur” sözcüğü; “parlak siyah göz” demek olup, akı çok ak, karası da çok kara (parlak, ferli) olan ceylan gözü, sığır gözü gibi gözler için kullanılır. Yapı itibarıyla cem’ (çoğul) olan bu sözcük, hem eril yapıdaki “haver” sözcüğünün, hem de dişil yapıdaki “havra” sözcüğünün çoğuludur. Yani, hem erkeklerin hem de kadınların gözlerini ifade eder.
“Iyn” sözcüğü ise, “büyük gözlüler” anlamında olup, bu sözcük de hem eril yapıdaki “a’yün” sözcüğünün, hem de dişil yapıdaki “ayna’” sözcüğünün çoğuludur. “Iyn” sözcüğü, Arapların iri gözlü kadınlar için kullandıkları “imreetün aynaün” ve iri gözlü erkekler için kullandıkları “racülün a’yünün” ifadelerinin her ikisini de anlam olarak tazammun eder.
Hem “hur” sözcüğüyle hem de “ıyn” sözcüğüyle ifade edilen gözler, Arapların çok beğendiği göz tipleridir ve hem kadının hem de erkeğin güzelliğini anlatmak için kullanılır.
“Hur” ve “ıyn” sözcükleri birlikte “Hurun ıynün” gibi kullanıldığında anlam; “iri parlak gözlüler” demek olur ki, bu özellik ayetlerde, cennette verilen eşleri nitelediğinden; “iri parlak gözlü eşler” anlamı kazanır. Bu sebeple, pek çok meal ve tefsirde geçen “iri parlak gözlü huriler” ifadesi yanlış bir çeviridir. Çünkü “parlak gözlüler” denince “hur” sözcüğünün lâfızdan yok edilmesi gerekmektedir. Bize göre “huri” sözcüğüyle ilgili bugünkü yanlış inanç da, sıfatların kişileştirildiği bu yanlış çeviriden kaynaklanmaktadır. Bu yanlış çevirinin dayandığı yanlış anlayış ise “hur” ve “ıyn” sözcüklerinin dişi olarak algılanmasıdır ki, eldeki bilgi ve belgelere göre bu algılama hatası ilk olarak Hasan Basrî ile başlamış ve arkadan da yüzlerce yalan ve tutarsız rivayetle desteklenmiştir.

Bu ayet grubunda kimileri tarafından ileri sürülmüş olan bir yanlış anlayış daha vardır ki, ahlâk dışı olan bu anlayış 17. ayette bizim; “süreklileştirilmiş (hep aynı bırakılmış) çocuklar” olarak çevirdiğimiz ifade ile ilgilidir. Maalesef bazıları bu ifadenin; “sapık erkeklere verilen livata oğlanları” anlamına geldiğini ileri sürmüşler ve böyle bir ahlâksızlığı cennetin ödülü imiş gibi göstermişlerdir. Oysa bize göre “süreklileştirilmiş çocuklar” ifadesi; “büyümeyen, yaşlanmayan, hastalanmayan, ölmeyen ve bir çocuğun en sevimli çağında, yani 3–5 yaşlarındaki hâlinde olan robotvarî çocuklar” anlamına gelmektedir.

25, 26. ayetlerden anlaşıldığına göre cennette, içindeki müminleri mutlu edecek her türlü nimetin bulunmasından başka, onları orada rahatsız edecek boş söz, yalan, gıybet, sövgü, gürültü, alay gibi olgun insanları rahatsız edecek şeyler de bulunmayacaktır.
26. ayetin sonundaki “selâm” ifadesinin anlamı “selâm” sözcüğü değil, bunun anlamı olan “sağlam, selim söz” demektir.

Ra’d; 21–24: Ve o kişiler, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi birleştirirler. Rabblerine haşyet duyarlar ve hesabın kötülüğünden korkarlar.
Ve o kişiler Rabblerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabretmişler, namazı ikame etmişler ve kendilerine verdiğimiz rızklardan gizli ve açıkça infak etmişlerdir. Ve onlar çirkinlikleri güzelliklerle ortadan kaldırırlar. İşte bu yurdun akıbeti; adn cennetleri kendilerinin olanlardır. Onlar, atalarından, eşlerinden ve soylarından salih olanlar oraya (adn cennetlerine) gireceklerdir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık size selâm olsun! Bu yurdun sonu ne güzeldir!”

Ğaşiye; 11: Orada boş bir söz işitmez.

Nebe’; 31–36: Kesinlikle müttekiler için, Rabbinden bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar / kurtuluş mekânları; sulak bağlar, bahçeler, üzümler; hepsi bir seviye tomurcuklar (çiçek bahçeleri); dolu dolu su kapları vardır. Onlar orada boş bir söz ve yalan duymazlar.

İbrahim; 23: Ve iman edip salihat işleyenler, Rabblerinin izniyle içinde sürekli kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere girdirilirler. Oradaki selâmlamaları “selâm”dır.

27–34. Ayetler:

Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! (Onlar) Dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen (tükenmeyen) ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.

Yukarıda, 8. ayette “ashab-ı meymene” şeklinde ifade edilen grup, burada “ashab-ı yemin” olarak ifade edilmiş olup, her iki ifade de “sağın ashabı” demektir. Burada aynı mana, iki farklı sözcükle ifade edilmek suretiyle Çeşitleme sanatı yapılmıştır.
Bu ayet gurubunda, sağın ashabına cennette verilecek nimetler açıklanmış ama bu açıklama dünya hayatındaki nimetlerin adları ile yapılmıştır. Buradan da, ahiretteki nimetlerin, insanın tanımadığı, bilmediği, aklının ermediği, idrakinin ötesinde olan şeyler olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Rabbimiz, cennet tanımlarının bir “örnek” olduğunu bildirmiştir:

Muhammed; 15: Takvalı davranmışlara vaat edilen cennetin örneği: Orada bozulmayan temiz sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için cennette her çeşit meyve ve Rablerinden bir bağışlanma vardır. Bunlar, ateşte ebedî olarak kalacak olan ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar su içirilen kimse gibi olur mu?

35–38. Ayetler:

Şüphesiz Biz onları (kiraz, muz, gölgeler, fışkıran su, ...) öyle bir inşa ile inşa ettik (yarattık). Ki onları, sağın ashabı için albenili ve hepsi bir ayarda bakireler (dokunulmamışlar) kıldık (yaptık).

Bu ayetlerdeki ifadeler gelenekçiler tarafından, ayetlerde geçen niteliklerin “Müslüman hanımlar” veya “huriler” gibi ayetlerde bulunmayan öznelere gönderilmesi suretiyle çarpıtılmıştır. Çarpıtılmaya konu olan “urub”, “etrab” ve “ebkar” nitelemeleri, 35. ayetteki “hünne (onlar)” zamirini belirtmekte olup, “hünne (onlar)” zamiri ile kastedilenler de, bir önceki ayet grubunda sayılmış olan cennet nimetleridir. “Hünne (onlar)” zamirinin gönderilebileceği bir “kadınlar” ifadesi ise, gerek bu ayet grubunda gerekse bir önceki ayet grubunda mevcut değildir. Burada “onlar” zamirinin, “hünne” kalıbında, yani dişil yapıda olması, Arapçanın yukarıda açıkladığımız “Tüm çoğul sözcükler dişil yapı ile ifade edilirler” kuralı gereğidir. Bunun başka türlü olamayacağı, çarpıtılmaya konu olan nitelemeler tek tek irdelendiğinde daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır:

Urub

“Urub” sözcüğü, klâsik metinlerde hep kadınlara izafe edilmiş ve aşağıdaki ifadelerle anlamlandırılmıştır:
- “Eşlerine düşkün, kocalarına âşık olan kadınlar”
- “Sevgisini güzel sözlerle ifade eden, çok seven kadın”
- “Nazlı, naz yapan kadın”
- “Sözleri güzel kadın”
- “Eşlerine sevgilerini izhar eden kadınlar”
- “Kocasına olan sevgisini güzel sözlerle, nazlı edalarla açığa vuran kadın”
- “Kocasının kendisinden daha fazla zevk ve lezzet alması için, kocasına sevgi ile itaat eden güzel kadın”
- “Eşlerine düşkünler”
- “Konuşmaları Arapça olan kadın”
İşin aslına göre; “urub” sözcüğü, “arube” ve “aribe” sözcüklerin çoğulu olup, sözcüğün kökünün anlamı; “ibane, izhar (dışa vurma, açığa çıkarma)” demektir. Bir lisanın güzel konuşulması da “arube” sözcüğüyle ifade edilir ve bununla meramın açık açık ortaya konuşu, açıklanışı kastedilir. (Lisan ül Arab; c:6, s:155)
Demek oluyor ki “urub” sözcüğünün anlamı kısaca; “açığa çıkaranlar, dışa vuranlar” demektir. Bu nitelik kadına izafe edilirse, yukarıdaki klâsik kaynaklarda yer alan yakıştırmalar arasından, “sevgisini güzel sözlerle ifade eden, eşlerine sevgilerini izhar eden kadınlar” mealine yakın olan tanımların, sözcüğün anlamına uyan tanımlar olduğu söylenebilir. Fakat ne yazık ki bu “açığa vurma” niteliği, ayetlerde, kadınların değil, kiraz, muz, gölgeler, fışkıran su gibi nimetlerin sıfatı olarak verilmiştir. Böyle olunca da “urub” sözcüğünün anlamı; “tadını, kokusunu, nefasetini, lezzetini dışa vuran, gösteren ortaya koyan” demek olmakta, buradan da cennet nimetlerinin çekici, beğeni uyandıran, albenili olduğu anlaşılmaktadır.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla