Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 10:06 PM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

2 - 4. Ayetler:

2arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.


Mekkeliler arasında yıllarca onlardan birisi olarak saygın bir hayat süren Muhammed (as), Allah tarafından peygamberlikle görevlendirildikten sonra farklı davranmaya başlamıştır. Bir müddet içine kapanan [Müzzemmil] Muhammed (as), o dönemde gelen vahiylerle eğitilip yetiştirilmiş, daha sonra da hazır olduğu bildirilerek toplumun karşısına geçip onları açıkça uyarmakla emrolunmuştur [Müddessir]. Fatiha suresiyle toplumu uyarmaya, onları hakka yönlendirmeye başlayan Muhammed (as), aynı zamanda toplumsal faaliyetlere de girişmiştir. Muhammed'in bu davranışlarına tanık olan Mekke ileri gelenleri ise bir taraftan onun bu sosyal girişimlerine engel olmaya çalışmışlar, diğer taraftan da onun hakkında “Muhammed sapıttı, azdı, delirdi” şeklinde, hatta daha da ileri giderek “Muhammed kendi hevasına uyuyor, bizden çıkar sağlamak için peygamberlik rollerine bürünüyor, söylediklerini aslında kendisi uyduruyor” şeklinde çirkin ve asılsız söylentiler çıkarmışlardır.
Yukarıdaki ayetlerde Muhammed (as) hakkında çıkarılan bu iddiaları reddedilmekte, onun deli olmadığı, sapıtmadığı, çıkarı için konuşmadığı, o ana kadar inen ayetlerde onun çıkarına, kuruntularına yönelik hiçbir ayet bulunmadığı ve söylediklerinin Allah tarafından vahyedilmiş olduğu vurgulamaktadır.
Kâfirler bu tür iddialarına ondan sonraki dönemlerde de devam etmişler, Rabbimiz de Kur'an boyunca meydan okuyarak onlara bütün ediplerini bir araya getirmelerini ve Muhammed (as)’in uydurduğunu iddia ettiklerinin bir benzerini meydana getirmelerini teklif etmiştir.

33,34Yahut vahyedilenleri, “Kendi uydurup söyledi” mi diyorlar? Aslında onlar inanmıyorlar. Peki, onun gibi bir sözü onlar getirsinler, eğer doğru kimseler iseler. (Tur/ 33, 34)


13Aslında onlar, “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse, eğer doğrulardan iseniz, uydurma olarak da olsa, benzeri on sûre getirin, Allah'ın astlarından gücünüzün yettiği kişileri de çağırın.” (Hud/ 13)


38Yahut “Onu kendisi uydurdu” diyorlar. De ki: “Öyleyse siz benzeri bir sûre meydana getirin, Allah'ın astlarından çağırabileceklerinizi de çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz.” (Yunus/ 38)


88De ki: “Andolsun ki bugünün, yarının tüm insanları, bu Kur’ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, onun benzerini kesinlikle getiremezler.” (İsra/ 88)


23Ve eğer kulumuza indirdiğimizden kuşku içinde iseniz, haydi onun mislinden bir sûre siz getirin, Allah'ın astlarından tüm tanıklarınızı da çağırın. Eğer doğru kimseler iseniz. (Bakara/ 23)


Rabbimizin bu konudaki meydan okuyuşu elbette Kur'an'ın indiği dönem ile sınırlı değildir. Müddessir suresinin tahlilinde verdiğimiz açıklamalar muvacehesinde, bugüne kadar Kur'an'ın bir benzerini oluşturamayan insanlığın bundan sonra da buna muvaffak olamayacağı ortadadır.
Peygamberimizin tebliğ ettiği ayetlerin kendi hevasının ürünü olmayıp vahiy olduğunun bir diğer kanıtı da, kâfirlerin en gizli plânlarının, hatta kalplerinden, akıllarından geçenlerin bile inen ayetlerde deşifre edilmesidir. Böylesine gizli plânların ve sinsi düşüncelerin peygamberimiz tarafından bilinmesi mümkün değildir. Keza, Cinn suresinde konu edilen olaylar da gayb haberleri olup ancak Allah'ın bildirmesi ile öğrenilebilecek olaylardır.

5. Ayetler:

5Arkadaşınıza o konuştuklarını müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi, egemenlik kurmuş olan öğretti.


Peygamberimizi göğe, Allah'ın yanına çıkarmayı marifet bilen zihniyet bu ayetleri de çarpıtmış ve Allah'a ait olan nitelikleri maalesef Cebrail'e yakıştırmıştır. Görüldüğü gibi, surenin 5 ve 6. ayetlerinde Kur'an'ı kimin öğrettiği herhangi bir isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Ne var ki, rivayetçiler bu sıfatları Cebrail'e vermişler fakat böyle yapınca da 10. ayette Muhammed'in Cebrail'e kul olması anlamı ortaya çıkmıştır. Bu kez de sırf bunu izale etmek için yığınlarca safsata uydurmuşlar, yorum yapacağız derken işin içinden çıkamayarak daha da batmışlardır.
Peygamberimize Kur'an'ı öğretenin kim olduğu konusunda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Kur'an'ı ona öğreten Cebrail değil, kesin olarak Rahman [Allah]'dır:

1-4Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], Kur’ân'ı/ öğrenip öğretmeyi öğretti, insanı oluşturdu, ona hayır ve şerri, iyiyi, kötüyü ayırmayı öğretti. (Rahman/ 1, 2)


Bu ayet de açıklıkla ifade etmektedir ki, Kur'an'ı öğreten Allah’tır. Dolayısıyla onu öğretenin Cebrail olduğu anlayışı Kur'an'a tamamen terstir.


Yukarıdaki ayetlerde geçen sıfatları açıklamakta yarar vardır:
- Ayette geçen “ شديد القوى şedidü’l-quvâ [kuvvetleri çok güçlü olan]” ifadesi, “قدير qadir” sözcüğünün başka türlü ifadesidir; yani “çok güçlü olan” anlamındadır. Bu anlamı “Kuvvet” kökünden gelen bir sözcükle ifade etmek gerekirse, mübalağa ism-i fail kalıbıyla “قوىّ Kaviyyün” sözcüğünü kullanmak gerekir. Zaten “Kaviyyün” sözcüğü de Allah'ın sıfatlarından birisidir. Kur'an'da dokuz kez yer alır:

52Tıpkı Firavun'un yakınları ve onlardan öncekilerin gidişi gibi onlar da Allah'ın âyetlerini/ alâmetlerini/ göstergelerini tanımadılar da Allah, kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Şüphesiz ki Allah, çok güçlüdür, cezası/ sonuçlandırması çok şiddetli olandır. (Enfal/ 52)


Diğer ayetler ise şunlardır: Hud 66, Hacc 40, 74, Mümin 22, Şûra 19, Hadid 25, Mücadele 21, Ahzab 25.

6,7Ve müthiş kuvvetleri olan, üstün akıl sahibi olan ve egemenlik kurmuş olan, en yüksek ufukta idi. 8,9Sonra yaklaştı ve hemen sarktı. Birinde iki yay uzunluğu kadar, diğerinde de daha yakın olmuştu. 10Hemen de kuluna, 14son kiraz ağacının yanında 15–ki yanında oturmaya değer konaklama yeri vardır– vahyettiğini vahyetti. 16O zaman kiraz ağacını kaplayan kaplıyordu. 11Gönlü, gördüğünü yalanlamadı. 12Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz?/Onun gördüğü şey hakkında o'nunla mücâdele mi ediyorsunuz?
13Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü. 17Göz şaşmadı ve azmadı. 18Andolsun, Rabbinin alâmetlerinin/göstergelerinin en büyüğünü gördü.



- 6. ayetteki “ذو مرّة zû mirra [üstün akıl sahibi]” ifadesi de Allah'ın Rabb ve mukaddir [her şeyin en inceden inceye hesabını yapan] olduğunu beyan eder. Bu sözcük başka hiç bir ayette yer almaz.
- Yine 6. ayetteki “ استوى istiva eden” ifadesi ile kastedilen de Allah'tır. Çünkü “İstiva” Allah'ın sıfatlarındandır, meleğin veya kulların sıfatı değildir. “İstiva” mecazen “egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı” demektir. Müteşabih olan bu kavram ayette mecaz olarak kullanılmıştır. “İstiva” sözcüğü, aşağıdaki ayetlerden başka, Yunus suresinin 3., Ra'd suresinin 2., Furkan suresinin 59. ve Secde suresinin de 4. ayetinde bu şekilde geçmektedir.

5Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], en büyük taht üzerine egemenlik kurmuştur. (Ta Ha/ 5)


54Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı evrede oluşturan, sonra en büyük taht üzerinde egemenlik kuran, gündüzü, durmadan kovalayan gece ile bürüyen ve güneş, ay ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah'tır. İyi biliniz ki oluşturma ve sistemler kurup yürütme sadece O'na özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah, ne cömerttir! (A'râf/ 54)


29O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için oluşturandır. Sonra da O, semaya egemenlik kurdu; onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi en iyi bilendir. (Bakara/ 29)


Görüldüğü gibi, ayetlerdeki “ استوى istiva” sözcüğü, müteşabih bir anlatımla Allah'ın gücünü ve kuvvetini ifade etmektedir. “İstiva etti” ifadesinden başka, “Gökte olan”, “Tahtta oturan”, gibi ifadeler mecazi anlamlı olup Kur'an'da Allah'ın gücünü ve kuvvetini anlatmak için kullanılmıştır. Bu müteşabih ifadelerin çoğu o günkü Araplar arasında dolanımda olan ifade kalıplarıdır. Bu nedenle Yüce Allah da kendi muradını Arapların o günkü konuşma ve anlamalarına uygun olan bu deyim ve kalıplarla ifade etmiştir.
Kur'an'da müteşabih ayetlerin varlığını bildiren Âl-i Imran suresinin 7. ve Zümer suresinin 23. ayetleri göz ardı edilip müteşabih ayetlerdeki her ifade zahirî, lâfzî ve hakikat anlamlarıyla dikkate alınırsa, bu, Kur'an'ın ruhuna aykırı bir davranış olur. Meselâ Allah'ın gelmesi, inmesi, yaklaşması, Arş üzerine istiva etmesi, gökte olması, eli olması, yüksek-açık ufukta olması, Âdem ve İblis ile bire bir diyalog kurması, görmesi, işitmesi müteşabih ifadeler olup bunlar ehil kişilerce tevil edilirler.
Müteşabih ifadelerin anlaşılmasını zamana ve ehline bırakmak daha doğru bir davranıştır. Zaman içinde mutlaka her ilimde rasih olanlar çıkar ve bu donanımlı uzmanlar o ayetleri gereği gibi tevil ederler.

7-10. ayetlerde Allah'ın Muhammed'e ilk kez nasıl vahyettiği [Alak suresinin inişi] tasvir edilerek heyecanlı bir sahne sergilenmiştir. Müteşabih ayetleri ve mecazları anlamayan zihniyet, bu ayetlerdeki müteşabih ifadeleri çarpıtarak fiillerin öznelerini Cebrail olarak yorumlamıştır. Bu zihniyet sahiplerine göre, peygamberimiz orada Cebrail ile karşılaşmış, birbirlerine yaklaşmışlar, peygamberimiz Cebrail'e [hâşâ] kul olmuş, Cebrail de ona vahyedeceğini vahyetmiştir.
Meselenin iyi kavranabilmesi için vahiy ile ilgili kısa bir açıklama yapmakta yarar vardır:

Vahiy

Sözlük anlamı olarak “ وحى vahy” sözcüğünün “vaz'ı [ilk konuş, türetiliş]” anlamı “gizlice bilgilendirmek” demektir. Zamanla bu anlam çerçevesine uygun olarak “Gizli konuşma, işaret etme, emretme, ilham etme, ima etme, fısıldama, mektup yazma, elçi gönderme” anlamlarında da kullanılır olmuştur.
Vahyin terim anlamı ise “Yüce Allah'ın vasıtasız olarak veya değişik vasıtalarla emirlerini, hükümlerini gizlice ve süratlice peygamberlerine bildirmesi” demektir. Vahiy sözcüğü “القاء ilka” sözcüğü ile anlamdaş olarak kullanılır. (Bakara 37, Neml 6 ve Mümin 15'e bakılabilir.)
“Vahiy” kelimesinin Kur'an'da sözcük anlamıyla kullanıldığı ayetler “Allah ile ilgili olan” ve “Allah ile ilgili olmayan” olmak üzere iki grupta toplanabilir.

1- Allah ile ilgili olarak kullanıldığı ayetlerde “vahy” sözcüğü, öz anlamı ekseninde şu anlamları ifade etmiştir:

a- “Emir ve bir iş yaptırma”; Fusılet 12, Zilzal 4 – 5, Nahl 68, Enfal 12.

b- “İma etme, ilham”; Maide 111.

c- “İlham ve rüya”; Kasas 7.

2 - Allah ile ilgili olmadan kullanıldığı ayetlerde de “vahy” sözcüğü yine öz anlamı ekseninde şu anlamları ifade eder:

a- “İma etmek, işaret etmek”; Meryem 11.

b- “Fısıldama, gizli konuşma”; En'âm 112.

c- “Teşvik etme, telkin etme, söyleme”; En'âm 121.


“Vahy” sözcüğü terim anlamıyla Kur'an'da 68 yerde geçmekte olup bu ayetlerin hepsinde de sadece Allah'a özgülenmiştir. Bunun anlamı, terim anlamındaki vahyin sadece Allah'ın işi olduğu, ne melek, ne peygamber ve ne de herhangi bir insanın bu anlamda vahyetmesinin mümkün olmadığıdır.
Sonuç olarak 10. ayette geçen “vahiy” sözcüğü de terim anlamında kullanıldığına göre, burada kuluna vahyeden Allah'tır, Cebrail'in vahyi getirmesi söz konusu olamaz.

9. Ayette geçen “yay boyu”, o zamanlarda kullanılan ve o günkü insanların bildiği bir uzunluk ölçüsüdür. O dönemlerde “metre” gibi kabul görmüş uluslararası ölçüler henüz icat edilmediği için yöresel ölçüler kullanılmaktaydı. “Yay boyu” da, o zamanlarda kullanılan rumh [mızrak], sevt [deynek], arşın, kulaç, boy, isbi' [parmak], hatve [adım], şibr [karış], zira’ [kol], ok atımı gibi bir ölçü birimiydi. Bu ölçü anlayışı o günkü Batı ülkelerinde de geçerliydi. Mesela insan ayağının uzunluğunu temel alan “feet”, insan elinin başparmağının tırnak dibindeki genişliğini temel alan “inch” gibi ölçüler Batı’nın o eski dönemlerdeki ölçü birimleriydi. Dolayısıyla Yüce Allah mesajında muhatap aldığı toplumun anlayabileceği bir ölçü kullanmıştır.
Ayetteki “birinde iki yay uzunluğu kadar, diğerinde de daha yakın olmuştu” ifadesindeki “ “ev” (ya da)” edatı, olayı çeşitlendirmektedir; onüçüncü ayette “13Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü” buyrulmaktadır. Bu demektir ki ilk vahy, de olay iki kerre yaşanmış, birinde iki yay boyu, diğerinde dahada fazla yaklaşılmıştır. Bunun örneklerini Bakara/74, 135, Yunus/24 ve Saffat/147’de de görebiliriz.
Allah'ın peygamberimize nasıl vahyettiğinin anlatıldığı sahneye geri dönecek olursak, bu kompozisyonun çizildiği 7-10. ayetlerle beraber Tekvir suresinin 19-25. ayetlerindeki açıklamaları da hatırlamak ve yapılacak değerlendirmelerde gerek Musa (as)’ya ve gerekse Muhammed (as)’e gelen ilk vahiyleri anlatan ayetlerdeki “ağaç” ögesini dikkate almak gerektiğini düşünüyoruz.

15-21Kur’ân'ı dinlememek için saklananların, kaçanların durumunu, gerçeği örtbas etmenin-cehaletin gidişini, aydınlığın- reşitliğin gelişini kanıt gösteririm ki kuşkusuz bu, güçlü, Arş'ın/en büyük tahtın sahibi'nin yanında çok değer verilen, itaat edilen, güvenilen değerli bir elçi sözüdür. 22Arkadaşınız delirmiş/ gizli güçler tarafından desteklenen biri değildir. 23Andolsun O, O'nu açık ufukta gördü. 24O kimsenin görmediği, duymadığı, sezmediği, kendisine verilen vahiyler hakkında cimri de değildir. 25Bu, kendi düşünce yetisinin ürünü olan söz de değildir. (Tekvir/ 15-25)


7-10. ayetlerde, vahiy anında neler olduğu hakkında bize açık bir bilgi verilmemiştir. Ama sanki bir cismin [helikopter gibi] gökten aşağıya doğru inişini çağrıştıran bir ifade kullanılmıştır. Bu konuyu araştıranlar, Allah izin verdiği takdirde, o gün olanların izahını tartışma şeklinde yapacaklar ve en büyük mucizelerden birini veya bir kaçını daha açıklayarak insanlığa büyük bir hizmet yapmış olacaklardır.



Bu ayetler, ilk vahiy anında olanların bir zann [sanı], bir rüya, bir hayal, bir halüsinasyon olmadığını, sağduyunun kesinlikle yanılmadığını vurgulamakta ve bu sahnenin iki kere yaşandığını açıklamaktadır. İlk vahiy olan Alak suresinin akışından anladığımıza göre bu inişlerin birincisi “ اقرأ ikra” ile başlayan 1. ve 2. ayetlerin gelişinde, ikincisi de yine “ikra” ile başlayan 3. ve 5. ayetlerin gelişinde olmuştur.


Bu ayetlerde vahiy mahalli açıklanarak âdeta adres belirtilmektedir. Bu ayetlere göre, 7-10. ayetlerde anlatılan kompozisyon [Allah'ın sarkması, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi], yanında oturmaya değer bir bahçe olan son sidre ağacının yanında vuku bulmuştur.
Eski tefsirciler Kur’an’a kendi anlayışlarına göre noktalama işaretleri [keyfiyyeti secavent] koyarak pasajın anlamını bozmuşlardır. Bilindiği gibi, Kur'an'daki duraklara konulmuş olan “ ج cim, م mim, ط tı ve lâmelif” gibi işaretler Kur'an'dan değildir. Bu gibi işaretleri sonradan Kur'an'a koyan kurralar [uzman okuyucular] ve tefsirciler, 13. ayetin sonuna “lâmelif” koymak suretiyle ayetin anlamının burada bitmediğini, ayetin 14. ayette tamamlandığını kabul etmişler ve 14. ayetin başındaki “ عند ınde” mekân zarfını da 13. ayetteki “başka bir inişte daha gördü” ifadesine bağlamışlardır. Hâlbuki “ عند ınde” mekân zarfının pasajdaki tüm olaylara bağlanması, en doğru olanıdır. Buna gramer açısından hiçbir sakınca yoktur.
Sidretü’l-münteha, cennetü’l-me'va [Vadide bir mesire]: Ayette bahsedilen sidre ağacı o vadide yetişen bir ağaç türü olup “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınır aralarında sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayan çobanlar, çiftçiler, dağcılar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi noktası olarak kabul edilirdi.
Ayette geçen “cennet”in nerede olduğuna gelince; bununla ilgili olarak da birçok rivayet ileri sürülmüştür. Öyle ki, bu rivayetleri esas alan tefsirciler, sözü edilen “me’va cenneti”nin yedi kat gökten birinde olduğuna kail olmuşlar, duruma göre onu farklı farklı katlara yerleştirmişlerdir. Bu olay nedeniyle peygamberimizin Allah'ın katına çıktığını ileri süren bazıları ise Kur'an'ın bütününü dikkate almadan onun ahiretteki cennet olduğunu söylemişlerdir.
“Cennet” sözcüğü, “cinn” sözcüğü gibi “cenn” kökünden türemiş bir isim olup esas anlamı “gizlenmek, karanlıkta kaybolmak” demektir. Bitkilerin dal ve yapraklarıyla örttükleri toprak parçalarına cennet/bostan denir ve çoğul hâli olan “cennât” ve “cinân” şekilleriyle kullanılır.
Dinî terim olarak cennet ise peygamberlerin davetine uyarak Allah'tan gelen Hakk Din'e inanan, salih ameller işleyen, Allah'tan sakınan kullar için ahirette hazırlanmış olan mutluluk ve mükâfat yurdunu ifade eder. Bu anlamdaki cennet, içinden nehirlerin aktığı, bal ve sütten ırmakların bulunduğu, içinde gönlün hoşlandığı hoş kokulu pek çok yiyeceğin olduğu, kişiye özel hizmetçilerin emre amade beklediği, atlas ipekten giysilerin giyileceği, altın ve gümüşten kapların kullanılacağı, tam bir huzur ve mutluluk ortamı olarak Kur’an’da uzun uzadıya tasvir edilir. Bu nitelikleriyle böyle muhteşem bir mükâfatı kimlerin hak ettiği Kur'an'ın en çok üzerinde durduğu temalardan biridir. Ancak yukarıda sayılan niteliklerin birer sembol, örnek olduğu vurgulanır ve asıllarının daha muhteşem olduğu ima edilir [Ra'd/ 35, Muhammed/ 15, İnsan/ 12-22]. Ahiretteki mutluluk yurduna “cennet” adı verilmesi, ağaçlarının ve gölgelerinin çokluğundan ötürü olsa gerektir.
“Cennet” kavramı Arapçanın dışındaki dillerde de mevcut olduğu gibi, “Cennet inancı” da İslâm’ın dışındaki diğer dinlerde de yeri olan bir inançtır. Ne var ki, biz konuyu Kur'an'dan öğrenerek açıklığa kavuşturmak durumundayız.
“Cennet” sözcüğü Kur'an'da sadece dinî terim olarak değil, sözcük anlamıyla da kullanılmıştır. Meselâ Âdem peygamberin kıssasındaki cennet, sözcük anlamındaki cennettir. Yani Âdem peygamber bu dünyadaki yeşili, bitkisi, ağacı bol bir yerde yaratılmış, orada iken Allah'ın emrine aykırı davranmış ve oradan çıkartılarak çöle indirilmiştir. Çünkü Kur'an'dan öğrendiğimize göre ahiretteki cennet bir ikram ve lütuf yurdudur, orada yasak olan ve günaha sokacak bir şey yoktur, o cennet süreklidir, ebedîdir:

25Orada boş söz, saçmalama ve günaha sokan şeyleri işitmezler.
(Vakıa/ 25)

27-34Ve sağın yaranı, nedir o sağın yaranı! Onlar, dikensiz kirazlar, meyve dizili muzlar/akasyalar, uzamış gölgeler, fışkıran su, kesilmeyen; tükenmeyen ve yasaklanmayan birçok meyveler ve yükseltilmiş döşekler içindedirler.
35Şüphesiz Biz, kirazı, muzu, gölgeleri, fışkıran suyu öyle bir yaratışla yarattık. 36-38Ki onları, sağın ashâbı için albenili ve hepsi bir ayarda hiç dokunulmamışlar yaptık. (Vakıa/ 27, 38)


71-73 -Allah'ın koruması altına girmiş kişilerin çevrelerinde altın tepsiler, kadehler dolaştırılır. Orada nefislerin arzu duyacağı, gözlerin zevkleneceği her şey vardır.– Ve siz, orada sürekli kalacaksınız. Ve işte bu, yapagelmiş olduğunuz şeyler sebebiyle, kendisine son sahip edildiğiniz cennettir. Orada sizin için birçok meyveler vardır. Onlardan yiyeceksiniz.”
(Zühruf/ 71- 73)

51-57Şüphesiz ki Allah'ın koruması altına girmiş kişiler, Rabbinden bir armağan olarak güvenli bir makamdadırlar; bahçelerde ve pınarlardadırlar. Onlar, karşılıklı oturarak ince ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyerler. İşte böyle! Biz, onları iri siyah gözlülerle/ en ideal tiplerle eşleştirdik. Onlar, orada güven içinde her çeşit meyveyi isteyebilirler. Onlar orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir. (Duhan/ 51- 57)


Hâlbuki Âdem peygamber ve eşinin yaşadığı cennette hem yasak ağaç, hem de kötülük eden ve vesvese veren şeytan [İblis] vardır. Üstelik bu cennet ebedî de değildir. Nitekim İblis, yasak ağaca yaklaşma konusundaki vesveseyi ölümsüzlük vaadiyle vermiştir.
Kur'an'da cennet sözcük anlamıyla sadece Âdem peygamber ile ilgili ayetlerde değil, başka ayetlerde de kullanılmıştır.

265Allah'ın rızasını kazanmak ve kendilerini sağlamlaştırmak için harcamada bulunanların durumu da kendisine bol yağmur isâbet edip de ürününü iki kat veren, verimli topraklardaki bir bahçenin durumuna benzer. Böyle bir bahçeye bol yağmur düşmese de bir çisinti… Allah, yapmakta olduklarınızı en iyi görendir. (Bakara/ 265)


17-24Şüphesiz Biz, o çiftlik sahiplerine belâ verdiğimiz gibi onlara belâ vereceğiz: Hani onlar, sabah olunca kesinlikle çiftliğin ürünlerini devşireceklerine yemin etmişlerdi. Bir istisna da yapmıyorlardı. Ama onlar uyurken Rabbin tarafından bir tayfun çiftliğin üzerinden dolaşıverdi. Sabaha, çiftlik, biçilmiş/devşirilmiş gibi oluverdi. Sabahladıkları vakit birbirlerine seslendiler: “Haydi, devşirecekseniz sabahleyin erkence gidin!” dediler. Hemen yola koyuldular, aralarında fısıldaşıyorlardı: Sakın bugün aranıza bir yoksul sokulmasın! (Kalem/ 17)


Konumuz olan “Me’vâ Cenneti”ne dönecek olursak: Ayetin siyak ve sibakından “bahçe konak” anlamındaki “ جنّة المأوى cennetü’l-me'vâ”nın ahirette vaat edilen cennet olmadığı, yeryüzündeki belli bir coğrafî nokta olduğu anlaşılmaktadır. Cennet sözcüğü burada dinî terim anlamıyla değil, sözcük anlamıyla kullanılmıştır. Rivayetçilerin etkisinde kalmış olan eski bilginler cesaret gösterip de işin gerçeğini haykıramamışlar, bu ayetteki cenneti ahirete, göğün katlarına, hatta Allah'ın yanına yerleştiren bu rivayetlerin karanlık gölgesinde kalmışlardır. Meselenin şöyle özetlenmesi mümkündür: Necm 7 ila 10. ayetlerde anlatılan olaylar [Allah'ın yeryüzüne inmesi, yaklaşması ve kuluna vahyetmesi], yanında bahçe konağın [cennetü’l-me'vanın] bulunduğu son sidre ağacının yanında gerçekleşmiştir. 14 ve 15. ayetlerde bu ilk vahyin vuku bulduğu mahallin adresi verilmektedir.
O günün Mekkelileri gerek oradaki sidre ağaçlarını, gerekse en sondaki sidre ağacını ve onun yanındaki bahçe konağı biliyor olmalılar ki, içlerinden hiçbiri bu yerin neresi olduğuna dair herhangi bir soru sormamış ve bu olayın peygamberimizin göğe çıkıp Allah veya Cebrail ile sohbet ettiğini anlatan bir olay olduğuna dair hiçbir iddia ileri sürmemişlerdir. Peygamberimizin göğe çıktığı yolundaki çarpık anlayış, peygamberimizden 90-100 yıl sonra yaşayan rivayetçilerin o günkü iktidara yaranmak için gösterdikleri art niyetli yaklaşımlardan kaynaklanmıştır.


O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.

Mevcut meal ve tefsirlerin büyük çoğunluğunda, ayetin başındaki “iz” zaman edatı ihmal edilmiş, ekleme ve parantezlerle yazarların kendi inanç ve kabulleri doğrultusunda çeviriler yapılmıştır. Oysa bu edat, ayette çok önemli bir işlev görerek vahiy anını belirtmektedir: “O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.” Yani, 14 ve 15. ayetlerde ilk vahyin indiği yeri belirten Yüce Allah, 16. ayette de, vahyin “sidreyi kaplayanın kapladığı zaman” indirildiğini bildirmektedir.
Sidre ağacında nelerin olduğu bize ayrıntılı olarak aktarılmamıştır. Belki de havsalamızın almayacağı, dilimizle ifade edemeyeceğimiz tecelliler gerçekleşmiştir. Bu gibi durumlarda bizlere düşen, hakkında bilgi verilmeyen şeylerin arkasına düşmemek ve “Allah'ım, senin verdiğin bilginin dışında bir bilgimiz yoktur” demektir. Rivayet kitaplarında yer alan ve sidreyi [kiraz ağacını] ateş, nur, altın-gümüş-mücevher, kelebek, arı, melek gibi şeylerin kapladığı ve ağacın yapraklarının fil kulağı, meyvelerinin küp gibi olduğu, ağacın da Arş-ı A'lâ'da, cennette bulunduğu yolundaki iddialar, Kur'an dışı, hayalî, ciddiyetten uzak ve art niyetli söylentilerdir. Bu konuda bizim göz önünde bulunduracağımız tek husus, Allah'ın kulları ile nasıl konuşacağını bildiren Kur'an ayetidir:

51Ve bir beşer için, bir vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle/ bilgisiyle dilediğini vahyetmesi dışında Allah'ın kendisine söz söylemesi olmaz. Şüphesiz O, çok yüce ve yücelticidir, en iyi yasa koyan, bozulmayı iyi engelleyen/ sağlam yapandır. (Şûra/ 51)


Bu ayetin ışığında, “sidre ağacını kaplayan kaplıyordu” ifadesinden, bir perde oluştuğunu ve Allah'ın o perdenin arkasından konuştuğunu/vahyettiğini anlamak mümkündür. Ancak Musa peygamberin ilk vahyinde “ağaç” ve “ateş” olarak belirtilen bu perdenin mahiyeti Muhammed peygamberin vahyinde açıkça belirtilmemiş, “şey” anlamını veren ism-i mevsul “ma”sı ile yetinilmiştir.
Peygamberimize ilk vahyin gelişini anlatan Necm suresindeki ayetler ile Musa peygambere ilk vahyin nasıl geldiğini anlatan ayetler birlikte incelendiğinde, iki peygambere gelen ilk vahiylerin geliş şekillerinin de birbirine benzediği görülür:

30-32Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vâdinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: “Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah'ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Birikimini sanki görünmeyen bir varlık gibi, hareket ettirir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusursuz, mükemmelce çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir toplum olmuşlardır.” (Kasas/ 30 -32)


9Mûsâ ile ilgili bilgiler kesinlikle sana ulaştı.
10Hani o bir ateş görmüştü de ehline [ailesine, yakınlarına]: “Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!” demişti.
11Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: “Mûsâ! 12Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadide, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vadidesin. 13Ve Ben seni seçtim; O hâlde vahyedilecek olan şeye; “14Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikame et [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumları oluştur-ayakta tut]. 15Şüphesiz ki o saat/kıyâmet gelecektir. Onu Ben herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. 16O nedenle kıyâmete inanmayan ve kendi boş iğreti arzusuna uyan kimse seni, kıyâmete iman etmekten alıkoymasın; sonra değişime/yıkıma uğrarsın” 14uyarısına kulak ver.
(Ta Ha/ 9-15)

Bu sahneler Kitab-ı Mukaddes'te şöyle yer alır:

“Ve Musa, kaynatası Midyan kâhini Yetro'nun sürüsünü güdüyordu ve Allah'ın dağına, Horeb’e geldi. Ve Rabbin meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü ve gördü ve işte çalı ateşle yanıyor ve çalı tükenmiyordu. Ve Musa dedi: Şimdi döneyim, ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor. Ve görmek için döndüğünü Rab görünce, Allah ona çalının ortasından çağırıp dedi: Musa, Musa! Ve O: İşte ben, dedi. Ve dedi: Buraya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. Ve dedi: Ben babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshak'ın Allah'ı ve Yakup'un Allah'ıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allah'a bakmaya korkuyordu.”


Göz şaşmadı ve azmadı.

“Göz şaşmadı ve azmadı” ifadesiyle, fiziksel ve psikolojik olarak bir yanılgı olmadığı, peygamberimizin her şeyi sağlıklı bir biçimde algıladığı anlatılmaktadır.
.

ayetlerinin en büyüğü

Ayetin ifadesine göre, İsra suresinin 1. ayetinde “gece yürüyüşü” olarak adlandırılan yolculuk, peygamberimize ayet gösterilmek için yaptırılmış ve amaçlanan gerçekleştirilmiştir.
Bu ayet, pek çok meal ve tefsirde, “ الكبرى el-Kübrâ” ismi tafdilinin anlamını doğru bir şekilde vermeyen bir çeviri ile “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü” veya “Ant olsun Rabbinin en büyük ayetlerinden gördü” şeklinde yer almaktadır. Oysa bizim yaptığımız çeviri, Allah'ın izniyle ayetin cümle yapısını tamı tamına ifade etmektedir. Ancak ayetlerin en büyüğünün ne olduğu hakkında bize bilgi verilmemiştir Biz bunu peygamberimizin şahsına münhasır [kişiliğine özel] bir gösteri olduğunu düşünüyoruz ve ne olduğu ile ilgilenmiyoruz. Ama rivayet kitapları, ne yazık ki bu konuda da itibar edilmemesi gereken ve tamamen uydurulmuş hikâyelerle doldurulmuştur.

19, 20. Ayetler:

19,20Buna rağmen, hiç düşündünüz mü Lât ve Uzzâ'yı, diğer üçüncü Menât'ı?

İhlâs suresinde Rabbimiz bir ilâhta bulunması gereken özellikleri bildirerek bize kendini tanıtmış ve tevhit konusunda ilk dersini vermiş idi. Necm suresinin ilk on sekiz ayetinde [yeni bir necmde] ise tevhit konusuna bir parantez açılmış ve müşriklerin “Kur'an'ı Muhammed uyduruyor, hevasından konuşuyor, o saptı, şaştı” şeklindeki iddiaları, inmiş ve inmekte olan Kur'an ayetleri kanıt gösterilerek reddedilmiştir.
19. ayetten itibaren ise İhlas suresinde belirtilmiş olan nitelikler kapsamında, Allah'ı tanıma [tevhit] konusuna devam edilmiş, Mekke müşriklerinin inançları masaya yatırılmış, ilâh ve melek anlayışları tahlil edilmiş ve sahip olunması gereken doğru inanç şekli belirlenmiştir.
19 ve 20. ayetlerde zımnen denmektedir ki; “Gerçek Rabb; Ehad, Samed, doğurmamış ve doğurulmamış, kendisine hiçbir şeyin denk olmadığı Allah iken, şu sizin ilâhlarınız Lât, Uzza ve diğer üçüncüsü olan Menat'ı gördünüz mü? Hiç onları düşündünüz mü? Bir düşünün, onlardan ilâh olur mu? Siz bu basit şeyleri nasıl olur da Ehad, Samed, doğurmamış ve doğurulmamış, kendisine hiçbir şeyin benzemediği Allah'a ortak tutarsınız?”
Lât, Uzza ve Menat isimlerinin yapıları ve anlamlarıyla ilgili geniş açıklamalar yapılabilecekken biz üçü de dişil birer sözcük olan bu isimler hakkında ansiklopedik düzeyde bilgi verip detaya girmeyeceğiz. Bu isimlerin dişil olmalarının nedeni, Arapların bunları birer melek, melekleri de Allah'ın kızları olarak kabul etmelerinden ileri gelmektedir.

Lât

Taif'te, kapısında nöbetçi ve bakıcıları bulunan bir bina içindeki beyaz, işlenmiş, üstü örtülü bir kaya idi. Taif halkı [Sakif kabilesi], Kâbe'den sonra en üstün tapınağın Lât olduğuna inanır ve onunla Kureyş dışındaki kabilelere karşı övünürdü.
“el-Lât” sözcüğü dişildir. Sözcüğün sonundaki “ت T” harfi müenneslik [dişillik] işaretidir. Cümle içindeki vakıf [duruş] hâllerinde müennes takı olan “ ة t” harfi, kural olarak “ ه h” harfine dönüştüğünden, “el Lât” sözcüğünün duruş hâllerinde “Allah” olarak okunmaması için “ ة t” harfi, büyük harf olarak “ ت T” şeklinde yazılmaktadır.

Uzza

Mekke ile Taif arasındaki Nahle denilen yerde, bir bina içinde bulunan bir ağaç idi. Taş olduğu da söylenmektedir. Kureyş kabilesinin saygı gösterdiği bu nesnenin üzeri örtülü idi. Günümüzde Kâbe'nin üzerine örtü örtülmesi, bize bu cahilî geleneğin devam ettiğini düşündürmektedir.

Menat

Mekke ile Medine arasında Müşellel denen bir yerde bulunuyordu. Bu bir kaya [heykel] idi. Huzaa, Evs ve Hazreç kabileleri bu kaya-heykele saygı gösterir, hacca buradan başlarlar ve önünde yağmur dilerlerdi.

Müşrikler kutsal saydıkları bu putlar adına yemin ederler, çocuklarına Abdullât [Lât'ın kulu], Abduluzza [Uzza'nın kulu] ve Abdümenat [Menat'ın kulu] gibi isimler takarlardı.
Bunlardan başka çeşitli kabilelerin kendilerine özgü, kapıcıları ve bakıcıları olan birçok putları ve tapınakları vardı. Kâbe'ye yaptıkları gibi bunlara da kurban keserlerdi. Ayette özellikle bu üç putun adının anılması, Hicaz yöresinde çok kimse tarafından ortak tapınılan birer tanrı olmalarındandır.

Konu dost1 tarafından (10. January 2014 Saat 01:56 PM ) değiştirilmiştir. Sebep: Düzeltmeler yapmak.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla