Tekil Mesaj gösterimi
Alt 14. December 2012, 09:18 AM   #26
gavs
Katılımcı Üye
 
gavs - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Nov 2012
Mesajlar: 52
Tesekkür: 5
15 Mesajina 23 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 22
gavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud ofgavs has much to be proud of
Standart

RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ




1



İbn Arabî ve Celâleddin er-Rumî’de olduğu gibi ahlaksızlıkların kendisinde olmadığı, üstelik ömrünün büyük bir bölümü tâğût’un hapishanelerinde geçen, ancak Kur’ân ve Sünnet’e muhalif belli (sufizm) görüş ve düşünceleriyle İbn Arabî ve Celâleddin-i Rumî’den geri kalmayanlardan birisi de Said Nursi (1873-1960)’dır.

Said Nursi, kitaplarının birçok yerinde, İbn Arabî ve Celâleddin er-Rumî sapıklarına ve onların görüşlerine övgüler yağdırır. "Risale-i Nur" diye isimlendirdiği kitaplarının, kendisinin eserleri olmadığını söyler. Risalelerin kendisine iradesi dışında yazdırıldıklarını uzun uzun anlatır. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s 30,93,192;Şualar/234; Asâyı Musa s.7;… Bu konu hemen tüm eserlerinde sıkça vurgulanır)

Aslının vahiy olduğunu söylediği, "Celcelûtiye" adlı kitapta; "Risale-i Nur'ların, "Nur talebeleri" diye adlandırdığı öğrencilerinin ve "Bediüzzaman" lakabıyla kendisinin zikredildiklerini anlatır.(Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.103,108,109; Şualar. S.587,590,591,592;..) Kitaplarına, Kur'an'ın kuvvetli işaretle iltifat ettiğini, İmam Ali (r.a.) v.b. tarafından ehemmiyet verildiğini, kitaplarının hatta içindeki birçok konunun bile isminin iradesi dışında bildirildiğini şu ifadelerle izah eder:

"Çok defa kalbime geliyordu; Neden İmam Ali (r.a.), "Risaletü'n-Nur'a" ve bilhassa "Âyetü'l-Kübrâ Risalesi"ne ehemmiyet vermiş, diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd, o sır ihtar edildi... "Âyetü'l-Kübrâ Risalesi"ni İmam Ali (r.a.) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.30; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları.s.787)

"Ben Celcelûtiye'yi okuduğum vakit, sair münacaatlara muhalif olarak kendim bizzat hissiyatımla münacaat ediyorum diye hissederdim. Ve başkasının lisanıyle taktirkarane olmuyordu. Benim için gayet fıtrî ve dertlerime alakadar ve tefekkürât-ı ruhiyeme hoş bir zemin oluyordu. Birkaç sene sonra kerametini ve "Risale-i Nur" ile münasebetini gördüm ve anladım ki; o halet bu münasebetten ileri gelmiş.

Hz. İmam Ali (r.a.), Tugadusiracunnuri fırkasiyle "Risale-i Nur"u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslariyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra, Süryanice isimleri tâdâd (birer birer söyleyip sıralayarak (Yeni Lügat. “Tâdât” mad) ederek münacaat eder." (Şualar. s.592; Asâyı Musa s.7; Sikkei Tasdiki Gaybi. Sekizinci şua.; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.790,792).
Yine Hz. Ali (r.a.) ahir zamanda "Risale-i Nur"u dua ile ALLAH'tan niyaz ediyor, "Risale-i Nur'u medhü sena ediyormuş.(Sikke-i Tasdik-i Gaybi. sekizinci şua)

Oysa İslâm inancında "ALLAH'tan bilgi almanın yolu vahiydir. Gayb, hakkında bilgi sahibi olmanın yolu da budur." (İslâm İnancında Gayb Problemi. s.103)

Şimdi bir an için düşünelim: Aişe (r.a.) annemizin, Peygamberin bile, yarın ne olacağını bildiğini söyleyenin ALLAH'a iftira ettiğini söylediğini hatırlatması karşısında, acaba Hz. Ali'nin, "Risale-i Nur'u, tarihiyle, ismiyle, mahiyetiyle, esasları ve vazifesiyle birer birer sıralayarak bildirdiğini, ahir zamanda "Risale-i Nur"u ALLAH'tan niyaz ettiğini ve onları övdüğünü söyleyen kişi, ALLAH ile birlikte İmam Ali (r.a.)'a da iftira etmiş olmaz mı?

Şia'nın sapmasının en önemli sebebi; Kur'an ve Sünnet'te bildirilmediği halde Rasûlullah (s.a.v.)'in, İmam Ali (r.a.)'a bir takım özel sırlar verdiği inancıdır. (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.95)

Said Nursi, Şia'nın yanlış görüşünün burasında da kalmaz. Bu sırların vahiy olduğu hezeyanına kadar gider. Risalelerinin hemen her paragrafında batınî manalar yüklenilmiş ütopik çıkartımlara rastlanılır. Aslının vahiy olduğunu söylediği meçhul kitabın*, vahiy nazil olduğu vakit, Rasûlullah (s.a.v.) tarafından İmam Ali (r.a.)'a yazdırıldığını söylüyor. (Şualar. s.588,590; Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.101 (sekizinci şua); Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. s.749)

Celcelûtiye” veya “Cevşenü’l Kebir” diye bilinen kitap ve duanın ilmi kaynağı hakkında şimdiye kadar hiçbir sağlam (!) bilgi yoktur. Konuşmuş olduğum, “Ağabeyler”in (!) söyledikleri en ciddi söz; “Valla üstad demişse doğrudur.” İfadeleri olmuştur.
Vahyin ALLAH (c.c)’ye nisbet olduğu bilindiğine göre, ALLAH’a rağmen bir zümre üstadın sözünü esas alıyorsa, hesap gününü hatırlatırız. Üstad’a toz kondurmamak için ALLAH’a iftiraya mı razı olacağız?
Önceleri bir zikir olarak kullanılan Cevşen, şimdilerde ise mabet bekçilerinin çıkar kaynağı olarak muska şeklinde de yapılıp satılmaktadır. Nur şakirtlerinin yaşantılarında Üstad’ın öğretileri o denli “din” halini almış ki, “Üstadın sünneti” yanında “Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnet ve hadisleri” ne akla gelir ne de yaşantıda gözetilir olmuştur. Somut bir örnek olması açısından “Vakıf adamlar” olan Said Nursi’nin öz talebeleri ve sonrakilerden bir kısmı (Hoca efendiler v.s.) Üstad’ları evlenmemişler diye Muhammedî sünneti göz ardı ederek onlar da evlenmemişlerdir. Kuşkusuz evlenmemek fiili, insanı kafir, hatta günahkar dahi etmez. Ancak evlenmemelerinin gerekçesi üstadlarının evlenmemiş olması ise, bunun adı, Rasûlün sünnetine değil de Üstad’ın sünnetine ittiba etmektir.
Bu konuda Peygamber (s.a.v.)’in şu hadisi oldukça ibret vericidir. Ebu Zerr (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.)’in huzuruna Akkaf bin Bişr et-Temimi adında bir zat girmişti. Rasûlullah (s.a.v.)’le Akkaf arasında şu konuşma geçti:

-Evli misin ya Akkaf?
-Hayır Ya Rasûlullah; cariyem bile yoktur.
-Cariyen bile mi yok? Halin vaktin yerinde değil midir?
-Halim vaktim iyidir zenginim ya Rasûlullah!
-O halde sen şeytanların kardeşisin. Eğer Hıristiyanlar arasında bulunsaydın onlara rahip olurdun. Nikah bizim sünnetimizdir. Sizin en şerlileriniz bekar olanlarınızdır…
(Ahmed b. Hanbel, Ebu Ya’la, İbnu Mende-Taberani’den nakille; Modern Çağda İslâmi Meseleler. Mevdudi.s.158, 159)

Bununla da yetinmeyen Said Nursi, kullanmış olduğu "Bediüzzaman" lakabının da vahiy ile nazil olan "Celcelûtiye"nin Süryanice karşılığı olmasından ötürü iradesinin dışında kendisine verildiğini şu ifadeler ile söyler;

"Hem madem Celcelûtiye'nin aslı vahiy'dir. Ve esrarlıdır. Ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umûr-u istikbâliyeden haber veriyor. Ve madem Kur'an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur'an hesabiyle "Risale-i Nur" bu karanlık asırda ehemmiyetli hâdisedir. Ve sarahat (açıklıkla, şüpheye sebebiyet vermeyecek tarzda) derecesinde çok karine ve emarelerle "Risale-i Nur" "Celcelûtiye"nin içine girmiş, en mühim yerinde yerleşmiş...

"Celcelûtiye," Süryanîce bedî demektir. Ve bedî manasındadır. İbareleri bedî olan "Risale-i Nur" "Celcelûtiye"de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı görüldüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki; eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde, bana verilen "Bediüzzaman" lakabı benim değildi. Belki "Risale-i Nur"un manevi bir ismi idi. Zahir bir tercümanına ariyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim hakiki sahibine iade edilmiş..." (Şualar. s.588,590; Sikke-i Tasdik-i Gaybi. S.108,109; Risale-i Nûr’un
Kudsi Kaynakları s.788;…)

İbn Arabî ve Celâleddin er-Rumî'deki "Vahdetü'l-Vücûd" inancı, birtakım övgü ve yergiler ile tevil edilerek, Said Nursi tarafından da savunulur (Mektubat. S.424,425; Lem’alar. S.38-45,299,300(9. ve 28. Lem’alar) Bkz. Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm s.259,261) ve "Fenafillah" hakkında şunları söyler;

" Ehl-i tarikat ve hakikatca müttefikûn aleyh bir esas var ki: Tarik-i hakda sülûk eden bir insan, nefs-i emmâresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lazım gelir ki: Nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fenafişşeyh hükmüne gelir. "Ben" dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur ve hâkeza... tâ fenafirresul, fenafillaha kadar gider.." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi. s.122)
"Said Nursi, "Vahdet-i Vücûd"un çok yüce bir meşreb olduğunu söylemekte, ancak halka anlatılmasının birtakım fitnelere sebep olacağını belirtmektedir.

Said Nursi bazı tezahürleriyle "Vahdet-i Vücûd"u tasvip etmez görünürken temelde islâm'ın ve ALLAH sevgisinin en üst zirvesi olduğunu ve İbn Arabi'nin, velilerüstü (Hatemu'l-Evliyâ) bir velayete sahip, islâm ilimlerinin mucizesi olduğunu söylemektedir... Biraz dikkatle bakılırsa, Vahdet-i Vücûd ile Vahdet-i Şuhûd'un netice itibariyle aynı şey olduğu görülür."(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm s.260,261,155 (Lem’alar.s.38-45,299,300-9.ve 28. Lem’a; Mektubat.s. 424,…))
Said Nursi ise yüksek ve kuvvetli iman sahibi Muhyiddin-i Arabî gibi zatlara zevkli, nurani, makbul bir mertebe olduğunu ancak dikkatli olunması gerektiğini söyler. Vahdet-i Şuhûd'un ise zararsız ve yüksek bir meşreb olduğuna inanır. (Lem’alar.s.45)

Said Nursi, Kur'an-ı Kerim'in bir çok âyetinin kendi Risalelerin'e işaret ettiğinden bahseder:

"Sözler adedince otuz üç âyet, hem manasıyla, hem cifirle, "Risale-i Nur"a işaretleri, uzaktan uzağa icmalen görüldü. Ayrı ayrı tarzlarda otuz üç âyet müttefİkan "Risale-i Nur"u remizleriyle gösterdiği, hayal meyal görüldü..." (Sikke-i Tasdik-i Gaybi s.61; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. s.790; Hakkın Müdafaası Sabahaddin Aksakal Yeni Asya yay.s.214 – 227; Bkz. Diyanet vakfı.ısl. Ans.C:7 Cefr Mad. S.215;C:10 Ebced Mad. S.68; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. s. 790-792…)

Kendisine alenen bir kitap inmeyince, bu kez inmiş olan Kitab-ı Kerim'de kendisini görmeye çalışır, bunun yollarını arar durur.
Bu insanlar eserlerinin aslının vahiy olduğunu niçin söylüyorlar? Böyle bir şeyle neyi hedefliyorlar? Niçin ifsada kalkışır, tahrife yeltenirler?
Kuşkusuz hiçbir müfsid muharrif; "ben ifsad ediciyim, ben tahrif ediciyim" demez! Oysa söyledikleri ayan beyan ortadadır.

Geçmiş kavimlerdeki din tahrifcilerine baktığımız zaman şunu görürüz: insanlara kabul ettirmek istedikleri görüş ve düşüncelerini kendi yanlarından ve indî kanaatleri olduğunu söyledikleri takdirde, bunun kabul görmeyeceğini düşünmüşler. Onlar da kabul ettirmek istedikleri söz ve fiillerinin sahibinin gerçekte ALLAH olduğu yalanına başvurmuşlar ve görüşlerini ALLAH'a nisbet etmişlerdir. Artık insanlar o görüş ve düşünceleri reddedemez ve kendilerini kabule mecbur hissederlerdi. Neticesi(!)... Evet neticesi de geçmiş kavimlerin helak sebeplerinden olan tahrif...

Ancak böylelerinin bu suçu işlemelerine rağmen artık başarıya ulaşmaları mümkün değildir. Çünkü ALLAH (c.c.);
"Doğrusu Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz." (Hicr/9) buyuruyor.

Peki bu halleri ile, onların ALLAH (c.c.) yanındaki konumları nedir? Bütün bunların cevaplarını Cenab-ı Hakk (c.c.) âyetlerinde bildiriyor;

"Daha doğrusu onlardan herbiri, kendisine (önünde) açılmış sahifeler (ilahi vahiy) verilmesini istiyor. "(Müddessir/52)

"ALLAH'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken "Bana da vahyolundu" diyenden ve "Ben de ALLAH'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır? O zalimler, ölümün boğucu dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canlarınızı kurtarın! ALLAH'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız." derken onların halini bir görsen!"(En'âm/93)

"...Bilgisizce insanları saptırmak için ALLAH'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Şüphesiz ALLAH o zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. "(En'âm/144)

"Kim ALLAH'a ("ALLAH böyle buyurdu" diye) karşı yalan uydurandan daha zalim olabilir? Onlar (kıyamet gününde) Rab'lerine arz edilecekler, şahitler de; "işte bunlar Rab'lerine karşı yalan söyleyenlerdir," diyecekler. Bilin ki, ALLAH'ın lâneti zalimlerin üzerinedir!"(Hûd/18)

"...Okuduklarını kitaptan sunasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları, Kitaptan değildir. Söyledikleri ALLAH katından olmadığı halde: "Bu ALLAH katındandır" derler. Onlar bile bile ALLAH'a iftira ediyorlar."(Âl-i İmrân/78) "

...ALLAH'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?" (A'râf/28)

"...Yoksa ALLAH'a iftira mı ediyorsunuz” (Yûnus/59)

"...Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. ALLAH hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? De ki: "ALLAH hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler. "(Yûnus/68,69)

"...Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz."(En'âm/148)

"...ALLAH'a andolsun ki, iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz!"'(Nisâ/50, En'âm/11, Yûnus/17, Nahl/56, Ankebut/68

RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ




Said Nursi "Şeriat"ın neden ibaret olduğu hakkında da şunları söylüyor;

"Şeriat ta; yüzde doksan dokuzu ahlak, ibadet ve fazilete aiddir. Yüzde bir nisbetinde siyasete müteallıktır, onu da Ulü'l-Emirlerimiz düşünsünler!.." (Tarihçe-i Hayat, Said Nursi, s.65; İthamları Reddediyorum. S.206 Av. Bekir Berk. Yeni Asya yay. Türkiye’de Nurculuk Davası Bekir Berk. S.263; İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. Av. Bekir Berk s.263. (1911/İst. Divan-ı Harbi Örfi’den nak.)) "Şeriat-ı garrânın bin kısmından bir kısmıdır ki siyasete taalluk eder. O kısmın ihmaliyle şeriat ihmal olunmaz..." (İthamları Reddediyorum. s.206 (1913/İst.Münazarat’tan nak.))

"Otuz üç âyât-ı Kur'aniye'nin işaretiyle ve İmam Ali (r.a.)'ın üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Azam'ın kat'i itibariyle tahakkuk etmiş olan "Risale-i Nur"un, siyasetle alakası yoktur. "Risale-i Nur"a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilemez. Daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar... Hem, Kur'an bizi siyasetten şiddetle menetmiştir."(Tarihçe-i Hayat,.467,530)

Şeriatın neden ibaret olduğunu bile kavrayamamış böylece, ALLAH'ın; "Kendi hükümleriyle hükmetmeyenleri, kafirlerin ta kendileri..."(Mâide/44) diye bildirdiği despotlara bir manada meşruiyet kazandırmıştır.

Onun bu inanışının, başka zaman şeriatı savunur olduğu görüşleri tarafından düzeltildiğini söyleyenler, acaba Said Nursi'nin, Fenafillah, cifr, gayb v.s konulardaki inançlarının da islâm'a aykırı olmadığını söyleyebilecekler mi? Kaldı ki biz, O'nun bu ifadeleriyle şeriata karşı olduğunu değil, şeriatı neden ibaret sandığı yanlışını anlatıyoruz. Ve yine Said Nursi'ye yönelik "Siyasetle uğraşıyor" suçlamalarına(!) yönelik taraftarlarının bu ithamları red bağlamında konuyu ele aldıkları ve Said Nursi'nin siyasetle uğraşmadığı ve siyaseti böyle anladığı şeklindeki kanaatlerinin ısrarlı savunucuları olduklarını da görüyoruz. (İthamları Reddediyorum. s.205-207; Türkiye’de Nurculuk Davası. S.263; İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. s.263.)

"Bu öylesine tehlikeli bir görüştür ki düzeltilmediği takdirde iler de,tıpkı Aziz Paul'ün ( Tarih Boyunca Tevhid Müc. ve Hz.Peyg. Hayatı, Mevdudi, Pınar Yay. C.2 s.86 ) geliştirip Hz. İsa'nın ümmetini yozlaştırdığı şeriatsiz din kavramı gibi din ile şeriatın birbirinden ayrılmasına kadar varabilir. Çünkü ALLAH'ın emrinin sadece "din"i kurmak, ama şeriatı reddetmekle ilgili olduğu düşünüldüğü takdirde müslümanlar da hıristiyanlar gibi şeriatı önemsiz, kurulmasını gereksiz bulabilirler. Ellerinde kalacak olanlar sadece bir takım akide ve inanç ile bazı ahlak kuralları olabilir.” (Bkz. Tarih Boyunca Tevhid Müc. ve Hz.Peyg. Hayatı, Mevdudi, Pınar Yay. C.1 s.306)


Bugün, ALLAH'ın dini İslâm, Kendi korumasındadır. Kendilerini ciddi manada İslâm'a nisbet ettiklerini iddia edenlerin(!) bir çoğu, İslâm'ı ahlak kurallarından ibaret bir din kabul etme zulmünü göstermişler böylece ALLAH'ın dinini tahrife yeltenmişlerdir. Kur'an'ı az çok okumuş, tevhid mücadelesi tarihine şöyle bir bakan insan bile, şeriatın yüzde doksan dokuzunun ahlak, ibadet, fazilet ve yüzde birinin ise, siyaset (Bkz: Tarihçe-i Hayat, s.65; İthamları Reddediyorum. s.206) olduğunu söylemenin, mutlak manada şeriatın yüzde doksan dokuzunu inkar olduğunu anlar. Böyle bir ihaneti, ALLAH adına reddetmekten geri duramaz. Bu ihanete göz yumarak, karşı çıkmamak, ALLAH'ı yalanlamaktır. Evet! Bu eleştiriler sert ve katı görülebilir. Hatta insafsız diyenler de çıkabilir. Ama ALLAH (c.c.)'ye karşı insafsız ve iftiracı olmaktansa varsın insanlar, kendilerinin yüceleştirdiklerini, kutsallaştırdıklarını eleştirenlere; "saygısız, iftiracı" desinler.

Şâtıbî, şeriatı tanımlarken şunları söylüyor: " Şeriat, kulun, dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Hiçbir yeni olay yoktur ki, şeriatte ona dair bir hüküm mahalli bulunmasın; bu mümkün değildir. Dolayısıyla da "meskutun anh" yani hakkında sükut geçilmiş bir şey yoktur." (El – Muvâfakât C:1 s.42, 165)

ALLAH (c.c.) nihaî olarak şöyle buyuruyor ;
"Biz sana her hususa cevap veren bir şeriat gösterdik, ona uy! Bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma!"(Câsiye/18)

Divân-ı Harbi Örfi'de; askere, ulülemre; yani subaylara itaatin farz olduğunu hatırlatan, amirlerine itaatsizlikle şeriate muhalefet edildiğini söyleyen (Tarihçe-i Hayat s.67-68; İthamları Reddediyorum. s.291-293; Türkiye’de Nurculuk Davası. s.249,257,273; İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası. s.249,257,273) Said Nursi, Şeyhülislamlık tarafından Kuva-yı Milliye aleyhine verilen fetvaya karşi çıkanlardan biri olur(1920). Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya davet edilen, bu daveti kabul ederek Ankara'ya giden, mecliste kendisine "hoş geldin" (Hoşamedi) merasimi yapılan, Mustafa Kemal hareketini tebrik ile zaferi için dua eden (1922) Said Nursi; yönetim, laik, demokratik ilke ve inkılâplardan ibaret olduğu halde T.B.M.M'de 19 Ocak 1923 tarihinde milletvekillerine hitaben şu beyannameyi neşreder: (Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi. C:2.s.314)

"Ey mücahidin-i İslâm! Ey ehl-i hail ü akd!..
Şu muzafferiyetteki harikulâde ni'met-i ilâhiye bir şükür ister ki devam etsin ve ziyade olsun. Yoksa nimet şükrü görmezse gider. Madem ki Kur'an'ı, ALLAH'ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız; Kur'an'ın en sarih ve en kat'i emri olan "Salat" gibi feraizi imtisal etmeniz lazımdır. Ta ki onun feyzi böyle harika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin. Alem-i İslâmı mesrûr ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız... Bu alemde evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedâya kumandanlık ettiniz.... Sizin bu muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven cumhûr-u mü'minindir. Ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümandırlar. Ve sizi cidden sever ve sizi tutar ve size minnettardır ve fedakarlığınızı takdir ederler...
Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek... (Tarihçe-i Hayat s.138-140; Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi. İsmail Kara. Risale yay. 2.cilt s.397-399; Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. Necmettin Şahiner. s.392,393)

1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelişi sebebiyle, Reisicumhur Celal Bayar'a tebrik telgrafı çeker. Ve Celâl Bayar'dan cevabi teşekkür telgrafı alır. (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. s.363 (Emirdağ Lahikası C:2 s.16’dan))

"1950 seçimlerini Demokrat Parti'nin kazanmasıyla Said Nursi'nin hayatında yeni bir dönem başlar. 1957 seçimlerinde açıkça, önceki iki seçimde de zımnen Demokrat Parti'yi destekler... Latin harfleriyle kitaplarının yaygın baskısı Menderes'in özel yardımlarıyla 1957-59 yılları arasında gerçekleşmiştir."(Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi.C:2 s.314,315; Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi. s.392,393) Menderes'e yazmış olduğu mektup ile görüş ve kanaatlerini bildirir. Menderes'i ve ekibini "Hakiki dindar" olarak tanımlar, kendisi ve umum nur talebeleri olarak onlara dua edeceklerini açıklayarak sisteme meşruluk(!) kazandırır. Ancak, diğer taraftan da "Küfre rıza küfür olduğu gibi, dalâlete, fıska, zulme rıza da, fısktır, zulümdür, dalâlettir." diyerek (Tarihçe-i Hayat s.590-593 (Said Nursi’nin Menderes’e yazdığı mektup)) kendisinin de dikkat etmesi gerektiği doğru bir prensibi söylemekten de geri durmamıştır.

Kendisi ve en halis talebeleri tarafından bile, ALLAH'ın hükümlerinin dışında hükmeden mahkemeler, "Adaletli ve mübarek" olarak vasıflandırılır. (Tarihçe-i Hayat.s.221; İşarâtü’l İcaz. s.331,332) "Hükümete isyan etmeyiniz. fitneden sakınınız!"(Risale-i Nûr Müellifi Said Nursi. Eşref Edip.s.47) diye telkinde bulunulur. Hatta bazen "Hükümet-i İslâmiye" diye hitap eden, Hükümetin hakemliğine razı olduğunu açıklayan,(Tarihçe-i Hayat s.230,231) hükümetten şikayette bulunmayan, bilakis hükümete şikayet edilmesi gerektiğine kanaat ederek,(Tarihçe-i Hayat s.249) böylece sisteme meşruiyet kazandıran, hayatının son anlarına kadar da bu inançta olan Said Nursi, yazdığı kitaplarını her fırsatta Kur'an gibi vasfediyor; Kur'an-ı Kerim'e, ilahî hükümlere özgü sıfat ve tanımlamaları da (Bakara/256, Lokman/22, Âl-i Imrân/103), kendi eserlerine yakıştırarak şöyle diyor: "Risaletü'n Nur" bu asırda, bu tarihte bir "Urvetül-Vüska"dır. Yani çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir "Hablullah"dır. "Ona elini atan, yapışan necat bulur.(Asa-yı Mûsa.s.82)

Nur talebelerine göre şakirtlerin yaptığı işler, ilâhi koruma ve telkin(!)lerle yapılmaktadır."Asr-ı Saadet'ten beri böyle harika bir surette mu'cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde "Risale-i Nur'un kahraman bir katibi olan Hüsrev'e "Yaz!" emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuz'daki yazılan Kur'an gibi" yazıldığına inanırlar. (Asa-yı Mûsa.s.85) Risale-i Nur’un ise bu asırda en yüksek ve en kutsî bir tefsir olduğuna, Hakikatlarının semavî, Kur'an'î olduğuna ve Kur'an okundukça O'nun da okunacağına, O'nu muhakeme etmenin Kur'an'ı muhakeme etmek olduğuna inanırlar. (İşarâtü’l İcaz.s.333; İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.369, Türkiye’de Nurculuk Davası s.369)

ALLAH (c.c.) hesap günü Kur'an'dan sorumlu olunacağını bildirdiği halde bakın onlar neden sorgulanacaklarına inanıyor ve ümit ediyorlar: "Melaikeleri ehli hak ve hakikat yolunda gidenler için birer munis arkadaş yapan ve Risale-i Nur'un Şakirtlerini talebe-i ulûm sınıfına dahil edip Münker-Nekir suallerine Risale-i Nur ile cevap verdiklerini merhum kahraman şehid Hafız Ali'nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur'la cevap vermemizi rahmet-i ilahiyyeden dua ve niyaz eden...” (Asa-yı Mûsa.s.85)

"...Hint dinlerinin hemen tümünde, Antik Mısır mistisizminde, ve Yahudi toplumunun ruhaniyatçı anlayışında nefsin tezkiyesi, çile, ruhun kurtuluşu, aşk ve irfan motiflerinin egemen olduğunu görüyoruz. "ALLAH'ı O'ndan korkmaksızın ve O'ndan hiçbir fayda dilemeksizin sevmek." bunlardandır. Tasavvufçu Rabiatu'l-Adeviyye de (h. 195), cennet arzusu ve cehennem korkusu ile değil, sadece kendisine kavuşmak için ALLAH'a ibadet ettiğini söyler. Rabia; "Ateşinden korktuğum yahut cennetini umduğum için sana ibadet etmedim. Sana sadece zatın için ibadet ettim." demek suretiyle ALLAH'ın iradesinin gereği olan düzenlemeyi hiçe sayarak ALLAH'a iftira eder. Yine Rabia; "Kur'an'ı indirirken, kendisine korkarak ve umarak dua etmemizi emrettiği için Yüce ALLAH'ın yanlışlık yaptığı, cennete bizi teşvik etmek ve cehennemden sakındırmakla haksızlık ettiği"ni ileri sürer... "Bunları bizden isteyen ALLAH'ın bizi yanlış yollara sevk ederek bizi aldattığı"nı belirterek ALLAH'a iftirasını sürdürür... Çünkü bütün bunlar yerine sadece zatını isteyecekmişiz..! Cennetini istemeyecek ve cehenneminden korkmayacakmışız..! Cennet ümidi ve cehennem korkusu ile insanların kendisine yönelip ibadet ettiği ve madde boyutundan soyutlanmadıkları gerekçesiyle müslümanların yöneldikleri Kabe'yi, Rabia, "put" diye nitelemekte ve "yeryüzünde ibadet edilen şu put" demektedir. Çünkü kendisini cenneti istemeyecek ve cehennemden korkmayacak kadar madde boyutundan soyutlanmış kabul etmektedir. Tasavvuf şairi Yunus Emre de; "Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları /Bana Seni gerek Seni." (diyor)

ALLAH (c.c.) Kur'an'da cehennemi vasfederken; "İşte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır."(Meâric/11-14, Abese/34-37) diye buyuruyor. Said Nursi ise, güya takvanın alâmeti olarak böylesi bir cehennemi kabul edeceğini söylüyor. "Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalâlet-i mutlakadan kurtarmağa, lüzum olsa, dünyevi hayat gibi, uhrevî hayatımı da feda etmeyi bir saadet bilirim; binlerce dostlarım ve kardeşlerimin cennete girmeleri için, cehennemi kabul ederim. (Sikke-i Tasdiki Gaybi gir. Böl.; Tarihçe-i Hayat s.600; İthamları Reddediyorum. s.52,220; İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.288; Türkiye’de Nurculuk Davası s.288)

Yine âyet-i kerime'de;
"Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır... "(Secde/16) buyurulduğu halde, Said Nursi ise; "Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Kur'an'ımız yeryüzünde cemaatsız kalırsa Cennet'i de istemem; orası da zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmağa razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Tarihçe-i Hayat. s.600) diyor.

Rasûlullah (s.a.v.), Hudeybiye'de geceleyin yağan yağmurdan sonra, sabahleyin sahabîlerine yöneldi; "Aziz ve celil olan Rabb'ınızın ne buyurduğunu bilir misiniz?" buyurdu. Sahabiler: "ALLAH ve Rasûlü en iyi bilendir" dediler. Rasûlullah buyurdu ki; "ALLAH; "Kullarımdan kimi bana mü'min, kimi kafir (olarak) sabaha erişti. Her kim "ALLAH'ın fadl ve rahmetiyle üzerimize yağmur yağdı" dedi ise işte o bana iman etmiş, yıldıza iman etmemiştir. Her kim de fulan ve fulan yıldızın nev'i (yani batıp doğması) ile üzerimize yağmur yağdı" dediyse işte o, Bana iman etmemiş, yıldıza iman etmiştir,” (Buhari.C.2 s.831,988)

Yine Peygamber (s.a.v.)'in oğlu İbrahim'in öldüğü gün güneş tutulunca, insanların güneşin İbrahim'in ölümünden ötürü tutulduğunu söylemeleri üzerine Rasûlullah (s.a.v.);

"Şüphesiz güneş ile ay ALLAH'ın âyetlerinden iki âyettir. Bunlar hiçbir kimsenin ölümü ve de hayatı için tutulmazlar... buyurur. (Buhari.C:3 s.1014, 1015,1031,1021,1022,1034; C:7 s.3018)

Said Nursi'nin talebeleri ise Isparta'da kuraklığın olduğu bir dönemde Üstadlarının Isparta'ya teşrifleriyle nebatâtı yeniden hayata kavuşturacak şekilde yağmurun yağdığını, böyle bir yağmurun bir de doksan üç tarihinde yağmış olduğunu bu tarihin ise Üstadlarının doğum tarihi olduğunu söylüyor, o zaman da yağmış olmasının gerekçesini o sebebe bağlıyorlar. (Sikke-i Tasdiki Gaybi gir. Böl. (Mustafa, Rüştü, Lütfi, Hüsrev, Bekir ve Refetin tesbitleri.)) ALLAH'ın kudreti ve dilemesiyle olabilen bir takım tabiat hâdiselerinin vukuunu, bu tür sebeplere bağlıyor, bunlara inanmayı da adeta imanlarının artması olarak değerlendiriyorlar. Oysa tabiat hâdiselerinin vukuunu, önemli kişilerin doğum ve ölümüne bağlayan inancın, İslâm öncesi cahiliyye insanının imanı olduğunu biliyoruz. (İslâm İnancında Gayb Problemi. s.55)

Hakikaten kimilerinde, mücadele tablolarındaki samimi grafiği bile sorgulatacak hezayanlar görmek mümkündür. Nitekim bir insanın davasında gösterdiği samimiyeti, o insanın doğruluğuna delil değildir. Hayatı kafirlerin hapishanelerinde geçen, o mahkemeden bu mahkemeye süründürülen samimi bir mücadele adamından sadır olan gayr-i İslâmî ifadeleri anlamak ve bir yerlere oturtmak oldukça zordur.

RİSALE-İ NUR - SAİD NURSİ


3

Said Nursi'nin Kürt kavmiyetçisi olmadığını vurgulamak için kitaplarından alıntılar yapılarak müntesipleri tarafından hararetle savunulan görüşlerinde bakın ne ilginç ilmi(!) tesbitleri var:


"ALLAHü Zülcelâl Hazretleri, Kur'an-ı Kerim'de; "öyle bir kavim getireceğim ki, onlar ALLAH'ı severler, ALLAH da onları sever. "(Mâide/54) diye buyurmuştur. “Ben de bu beyan-ı ilahi karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri alem-i İslâm'ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım... (İthamları Reddediyorum. s.216 (Mülakat, Nurculuk Hakkında, Erzurum, 1964, Hürsöz Yay. s.34’ten alıntı ile) s.292 (İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası, s.268’den alıntıyla))
Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafından olan Türkler ise, müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır...

"Nerede Türk varsa müslümandır.”(Tarihçe-i Hayat.s.223) ifadesi ve "Müslümanlıktan çıkan veya müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır... (İthamları Reddediyorum. s.217-218 (Mektubat’tan alıntılanmış.); İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.268,273); Tarihçe-i Hayat.s.223) ifadelerinin ALLAH aşkına İslâmî ve ilmi bir delili var mıdır? Bu ne demektir? Bu "Müslümanlıktan çıkan bir erkek, erkeklikten de çıkmıştır." demek gibi tutarsız bir ameldir. "Tutarsızdır" diyorum çünkü insanın ırkı, cinsiyeti, rengi, dünyaya geldiği coğrafya gibi unsurları kendi isteğiyle tercih etmediği gibi "Sahip olduğum bu özellikleri beğenmiyorum" diyerek de iradesiyle o özelliklerini değiştiremez.

Diğer taraftan tağuta karşı isabetli ve cesurca çıkışları ise bu kez taraftarlarınca sulandırılıp kılıfına uydurulmak istenmiş, "asıl amacının tağuta karşı olmak filan olmadığı" yönünde izahlara kalkışılarak onurlu ifadeler de aslî anlamından saptırılmıştır. (Bkz: İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. 220… (Türkiye’de Nurculuk Davası. s.220…) Bu konuda ithamları red bağlamında yazılmış kitaplara, savunmalara, mahkemelerdeki savunmalara bakılabilir.)

Rabb'ımız (c.c.) gaybın bilgisini ancak Kendisine has kılmıştır. Peygamberlerinden de seçtiklerine, dilediği kadar bildirmiştir.(Âl-i İmrân/179)

Kitaplarını vahiy, kendilerini de Peygamber gibi gören bu insanlar, "gayb" konusunda da insanı hayrete düşürecek kadar ileri geri konuşmuşlardır. Said Nursi, cefr hesaplarıyla kitaplarının ana temasını oluşturan konulan tesbite çalışmıştır. Çıkarmış olduğu sonuçları da "Üç aşağı beş yukarı isabet eder" diyerek şüpheye mahal yokmuş gibi, "Doğrudur, doğrudur, tastik ederim" vs. ifadeleriyle İslâmî olmayan böyle bir yönteme ve sonuçlarına hem kendisi inanmış hem de yoluna tabi olanlar kanmıştır.

ALLAH (c.c.)'nün, gayb ile ilgili apaçık âyetleri (Bakara/255, Âl-i İmrân/179, Maide/109, En'âm/50, Tevbe/78,94, Yûnus/20, Hûd/23, Mü'minun/92, Haşr/22, Cuma/8 karşımızda duruyor. "Göklerde ve yerde gaybı ALLAH'tan başka bilenin olmadığı"nı (Neml/65) bilip inanıyoruz.

İbn Arabî'nin "Olayların tarihi vukuundan sonra yazılır, bense vukuundan çok önce yazıyorum" ( İslâm İnancında Gayb Problemi. s.173) söylemesi gibi, Said Nursi de istikbale yönelik birçok hadiseyi gayr-i İslâmî bir yöntem olan ebced hesaplamalarıyla sayıp dökmüştür. (Asayı Musa.s.76…; Sikke-i Tastik-i Gaybi. “Karadağın bir meyvesi” ismiyle yazılan böl…; İthamları Reddediyorum. s.46..; Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.783) Bu inanışlarını da kendisiyle sınırlamamış İmam Ali (r.a.)'ı vs. bu bilgilendirmelerin ortağı olarak zikretmiştir. Böylece yaptığı işe meşruiyet kazandırmak arzusu ile İmam Ali'yi de kaynak göstermiştir, kullanmıştır.

Örneğin, Said Nursi'nin, şu soruya verdiği cevap, ALLAH'tan korkan herkesin tüylerini ürpertecek cesarettedir. ALLAH'a karşı cesaret(!) ise, gerçekte cehaletin ta kendisidir:
"Sual; Gavs-ı Azam gibi büyük veliler bazı vakitte geçmiş ve geleceği hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette açıklık sûretinde haber veriyorlar da, gelecekten gizli işaretlerle bahsederler?

el-Cevap: "La ye'lemul ğaybe illallâhu" (Gaybı ancak ALLAH bilir) (Cin/26-27) âyetiyle" ifade ettikleri kutsî yasağa karşı kulluk bilinci ile bir edepli tavır takınmak için açıkça anlatmaktan işaret mesleğine gitmişlerdir ..." (Sikke-i Tastik-i Gaybi, Saidi Nursi, s.132)

Zaten soruyu soran açıkça, geçmişin bilindiği gibi geleceğin de bilindiğini söylüyor. Ve öyle inanıyor. Ancak diyor ki, neden gelecekten açıkça bahsedilmiyor da, işaretlerle bahsediliyor? Said Nursi de aynı inanışla karşılık veriyor. Üstelik ilgili âyetleri de zikrederek, bilmediği gibi bir ihtimali de ortadan kaldırıyor. Yani gaybı ancak ALLAH'ın bilebileceği ile ilgili âyeti de söylüyor. Bu da yetmiyormuş gibi âyetlerin kutsî bir yasak içerdiğini de zikrediyor. Ya daha sonra; işte bunlara rağmen geleceği bilen bu şahıslar "madem ALLAH böyle demiş(!) o halde edepli tavır takınmak ve kulluk sorumluluğunu gözetmek için gelecekten açıklıkla bahsetmiyorlar da(!) işaretle bahsediyorlar" diyor. SubhanALLAH..!

Güya, ALLAH'ı yalanlamamak için böyle yapmışlar! Gerçekte ise ALLAH'ı yalanlamışlar!
ALLAH, (c.c.) âyet-i kerimelerin de şöyle buyuruyor;
"De ki: "Ben size, ALLAH'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem... Gaybın anahtarları ALLAH'ın yanındadır; onları O'ndan başkası bilmez..."(En’âm/50,59)

"Ona (Muhammed'e) Rabbinden bir mucize indirilse ya! De ki: "Gayb ancak ALLAH'ındır... "(Yûnus/20)

"De ki: "Ben, ALLAH'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim."(A'râf/188)

"De ki: "Göklerde ve yerde, ALLAH'tan başka kimse gaybı bilmez. Ve onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler."(Neml/65)

"O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar. "(Cin/26-27)

Peygamber (s.a.v.)'den gaybe ve istikbale âid şeyleri bilmenin yalnız ALLAH'a mahsus olduğuna dair bir çok hadis rivayet edilmiştir! (Buhari/ 2/990, 8/3748, 9/4352,4353, 10/4657, 16/7254)

Hz. Aişe (r.a.) rivayetinde şöyle demiştir; "Kim O'nun (Hz.Peygamber'in) yarın ne olacağını bildiğini sanıyorsa, şüphesiz ALLAH'a en büyük iftirayı atmış olur. Zira ALLAH Teala: "De ki: "Göklerde ve yerde gaybı ALLAH'tan başka kimse bilmez..." (Neml/65) buyurmaktadır. (İbn Kesir. C:11 s.6171; Buhari/C:16 s.7254;Müslim/İman)

"Kur'an-ı Kerim'de gayb bilgisinin ulûhiyyet vasıflarından olduğu ve insanların bilgi edinme vasıtalarının dışında kaldığı, ancak ALLAH'ın bazı peygamberlerini dilediği bilgilere muttali kıldığı açıkça belirtilmiştir. Kur'an'a göre gaybe ait haberlerin yegâne kaynağı vahiydir . Şîa mensuplarının, Hz. Peygamber'in kendisine gelen vahiylerin bir kısmını yalnız Hz. Ali'ye bildirdiğini, bu sebeple Ali'nin bilgilerinin de vahye dayandığım iddia etmeleri, Resûlullâh'ın nazil olan vahiylerin tamamını bütün ümmete tebliğ ettiğini ifade eden Kur'an âyetleriyle çelişir (Mâide/67, Hûd/12, Kehf/27). Ayrıca bu iddialar, Hz. Aişe, Hz. Ali ve İbn Abbas gibi sahâbîlerden nakledilen rivayetlere de aykırıdır. (Buhari, "İlim",39, "Cihad";71; Müslim; "Edahi", 8; Müsned,1,108)

Aişe (r.a.) dedi; "Her kim Rasûlullah ALLAH'ın Kitabı'ndan bir şey ketmetti diye zulmederse, ALLAH'a karşı büyük iftira etmiş olur. işitmedin mi? ALLAH: "Ey Rasûl! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et, etmezsen onun risaletini eda etmiş olmazsın!" (Mâide/67) buyuruyor.” (Müslim/İman)

"Kur'an'daki hurûf-u mukatta'a ile diğer bazı âyetlerin bâtınî manalarına dayanan cifir, özellikle İsmâiliyye ve İhvân-ı Safa mensuplarınca bâtınî yorumların temel kaynağı haline getirilmiştir.” (İslâm Ansiklopedisi C:7 cefr mad…s.217)

"Kaynağı itibariyle şeriat-hakikat ikilemi şeriatın zahirî ve bâtınî ikilemine râcidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu ayrımı yapmamışlardır. Bu ayrım her şeyin zahirî ve bâtınî olduğu gibi Kur'an'ın, hatta Kur'an'dan her âyetin ve her kelimenin bir zahiri, bir de bâtını olduğunu söyleyen Şia ile başlamıştır.” (Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.s.95)

Said Nursi'nin taraftarları, statükonun selameti için Şiilik'te kıyâmî boyutun ön plana çıkmasından ötürü, Şiilere ve Şiîliğe öfke saçarken, Üstadlarının dinamiklerini Şia'dan aldığını ve birçok konuda onları da geride bıraktığını bilmez veya bilmemezlikten gelirler.
Said Nursi, Kur'ân'ın batınî manası olduğunun da ötesinde, vakit bulabilseymiş Kur'an'ı bütün harfleriyle hesap ederek ilahî şifrelerini çıkaracakmış..! "Rumûzât-ı Semâniye" adlı risalesinde şöyle diyor: "...Her bir harf çok işârât meyvelerini veriyor, çok meanileri de ifade ediyor. Adeta Kur'an harfleri muazzam bir mütenevvi İlahî şifrelerdir... "Rumûzât-ı Semâniye"yi yazdığım zaman hem çok acele te'lif edilmiş, hem de benim eski mahfuzatıma itimad ederek takribi iki mikyas yaptım. Onun ile hem eski ulemânın hesaplarına binaen Kur'an harflerinin i'caz cihetinde sırlarını yazdım.... Daha tam tamına tahkiki bir tarzda bütün Kur'an'ı bütün harfleriyle ve kelam ve kelimâtıyla hesap etmeye ve letâif-i i'câziyeyi onunla tam takviye etmeye vakit bulamadım...” (Zülfikar Mecmuası. Fihriste-i Rumûzat-ı Semâniye. 29.Mek. 8.Kıs. 8.Remz. (Risale-i Nûr Külliyatı. Bediüzzaman Said Nursi. C:2. s.2321 Yeni Asya yay. ist. 1996); Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.773-783)

"Said Nursi'nin de bu metotla Kur'ân'ın otuz yerinde "Nûr Risaleleri”ne işaret edilmiş olduğunu açıklamaya çalıştığı görülür.” (İslâm Ansiklopedisi C:10 ebced mad.s.70 Bkz; Said Nursi’nin Şualar. s.234-236,572-594; Sikke-i Tasdiki Gaybi. Birinci şua; Hakkın Müdaafası. 214-227 ve diğer eserleri…) Böyle bir yaklaşımın ALLAH'a iftira olduğu söylenilmesi gerekirken, bakın Nur talebeleri'nin kanaati nedir?

"Risale-i Nur'a Kur'ân'ın işari mana tabakasında Cifr ve ebcede bakan ve işaret eden "İşârât-ı Kur'an Risalesi"in de otuz üç âyet kadar kaydedilmiştir. Rumûzât-ı Semâniye, Kastamonu lahikaları, ve onüçüncü ve ondördüncü Şualar'da ve nihayet Emirdağ Lahika mektuplarında belki on beş âyet daha vardır. Bütün bunların tamamı belki elli âyeti bulmaktadır... Kur'an ve hadisi şeriflerle beraber, evliyaların "Risale-i Nur"a işaretlerinin tamamı, Üstad umum o işaretler için "Bin" demiş. Fakat bence bütün o işaretlerin yekûn teferruatlarıyla beraber mecmu'u, binden çok fazladır.

Lakin Hazreti Üstadca bin olarak ifade edilmiştir. Elbetteki manidardır. Yani nasıl ki Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'in mu'cizâtının mecmu'u için, islâm muhakkikleri "bin" demişler, küsuratı nazara almamışlardır, öyle de, Hazret-i Üstad'a ve "Risale-i Nur"a gaybî işaretlerin mecmu'u dahi, küsurlar nazara alınmazsa, bin olması, yani öyle kabul ve kaydedilmesi şayan-ı tefekkürdür.” (Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.790,792)

İlm-i esrar-ı hurûfla en çok alakadar ve meşgul olan Hz. Muhyiddin-i Arabî (!)in neden herkesten evvel ve daha çok “Risale-i Nûr” ve Üstad Bediüzzaman hakkında gaybî işaretler bırakmamış? diye varid olan bir suale Hazreti Üstad:

Hazreti Muhyiddin, benim ileride onun mesleğini bir derece tenkid edeceğimi hissettiği için, ben ve “Risale-i Nûr” hakkında işaretleri perdeleyerek bırakmış. Yoksa aslında onun çok işaretleri vardır.” (Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.791) diyebiliyor ve kendisi gibi cefri olan Muhyittin-i Arabî’nin de gaybı, hem de Said Nursi’nin onun mesleğini bir derece tenkid edeceğine varıncaya kadar bildiğini (nazik bir ifadeyle “hissettiği”) söyleyecek kadar İslâm inancına taban tabana muhalif inancın sahibi Said Nursi:

Ne yazık, hayret için de görüyoruz ki, hem bu metodu (Cifr) alabildiğine kullanıyor hem de bu işin İslâm dışı bir usûl olduğunu söylüyor. Tıpkı gayb ile ilgili konuda olduğu gibi, doğruyu bildiği halde böyle bir şeye başvurduğunu da maalesef bütün açıklığıyla izah ediyor.
Muhyiddin-i Arabî’yi, bir hakikat harikası, aldansa bile aldatmayan, mühim bir meşrep sahibi, yüksek ve kuvvetli bir iman sahibi, hâdî (hidayete ermiş, mürşid, rehber, hidayete erdiren) v.s. iltifatlarıyla tanımladıktan sonra (Lem’alar.s.39,45) kendisine sorulan cifr ile ilgili bir soruya da şu cevabı veriyor:

Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyarımızın fevkinde bize daha hayırlı bir ihtiyar işimize hakimdir. İlm-i cifr meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan hakiki vazifeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır esrar-ı Kur’aniye’ye o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Kemâl-ı iştiyâk ve zevk ile mütecevvih olduğum vakit kapanıyordu. “La ya’lemul ğaybe illALLAHu” (Gaybı ancak ALLAH bilir) yasağına karşı edep dışı davranmak ihtimali var. İman ve Kur’an’ın esas hakikatlerini kat’i delillerle ümmete anlatmak ilm-i cifr gibi gizli bilgiler yoluna başvurmaktan yüz derece daha fevkinde ve bir meziyet ve kıymeti vardır. Bu kudsî vazifede kat’i hüccetler ve muhkem deliller su-i isti’male meydan vermiyorlar. Fakat cifr gibi muhkem kaidelere dayanmayan gizli ilimlerin kötü emeller için kullanılma ihtimali vardır…(Lem’alar.s.41 (Dokuzuncu Lem’a); Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.760)

Bu tür vasıtalara başvurarak bir takım hâdiselerin beyan edilmesiyle ortaya çıkan gayr-i İslamiliğin o denli alenî olması karşısında şu izahatları da yapmaktan kendisini alamıyor,

İman hizmetin de bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tamiratçı lazım gelirken… halkları ürküttürmek ile manevi kuvveti kırmak cihetiyle ve sebepleriyle… ve bütün o manilere karşı “Risale-i Nûr” şakirtlerinin manevi kuvvetlerinin takviyesine medar ikramat-ı ilahiyeyi beyan ederek “Risale-i Nûr” etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak… hikmetiyle bu tür şeyler yazdırılmış… Yoksa haşa kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfuruşluk etmek ise, “Risale-i Nûr”un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. Bu benim değil “Risale-i Nûr”un kerametidir. “Risale-i Nûr” ise Kur’an’ın malıdır ve tefsiridir*… Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasa idi daha münasip olurdu. Fakat bu kadar hadsiz karşı gelenler ve çok kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında bizlere manevi kuvvet ve cesaret ve sebat ve metanet vermek için kat’i mecburiyet oldu bende yazdım…” (İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası s.287; (Türkiye’de Nurculuk Davası s.287.))

*Yalan hadis uydurup bunu da Rasûlullah (s.a.v.)’e nisbet edenlerin de gerekçeleri arasında bu tür savunmalar vardır.
Zaten cefrî (ceffâr)** olan bir insandan bundan başka bir şey beklenilmez.


** Daha çok Şiiler tarafından geleceğe ilişkin haberlerin bildirilmesinde kullanılan cifr (cefr)le uğraşanlara denir (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.C:7 s.215)

“…Hatta bazen halk arasında dolaşan ve Kur’an-ı Kerim’in şifa ile ilgili âyetlerinin ebced hesabına göre rakamların yazılıp bunlarla yapılan muskalar bulunmaktadır ki, bu rakamların şifa vereceğine inanmak küfürdür. Bu gibi hususlar Hz.Peygamber’in sünnetinde olmadığı gibi ashab, tâbiin ve büyük imamların böyle bir şeye başvurmadıkları ilmen ve tarihen bilinen bir husustur. Ebced hesabına dayanarak ortaya çıkan Hurûfilik, bu işi Kur’an ile fal bakmaya kadar götürmüştür. Bir devlet kuruluşu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, devletin dini anlayışını yansıtmak üzere 19602larda yayımlanan “ALLAH Bizimle” adlı bir kitapçıkta ebced hesabı ile Hz. Peygamber (s.a.v.) ile ilgili olan bir âyet, 27 Mayıs 1960 askeri darbesine tarih düşürmeye çalışmıştır. Oysa bu hesaplar, bir israiliyat uydurması olup İslâm ile hiçbir ilgisi bulunmamaktır… İslâm tarihinde ilk kez Yahudiler yapmışlardır.” (Şamil İslâm Ansiklopedisi. Ebced mad.)
“ALLAH hiç kimseye gaybdan haber verme hususunda bir ilim ve yetenek vermemiştir. Yalnız bazı peygamberlere âhiret, melekler ve cinlerle ilgili bilgiler bahşetmiştir ki “Cümmel hesabı” diye isimlendirilen cifr hesabına şiddetle karşı çıkmışlardır. İbn Hacer el Askalânî, buna itimat etmenin caiz olmadığını söyler. İbn Abbas’ın da bu hesabı sihir cümlesinden saydığı nakledilmektedir.” (A.g.e; cifr hesabı.s.307) Bkz: İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri. M.Reşit Rıza. El-Hüseyni s.51.)

Bu konuda İbn Kesir ise tefsirinde ebced hesabı ile Hurûf-u Mukatta!aya çeşitli manalar vermek isteyenler hakkında gemişçe izahat verdikten sonra şunları söyler:Bu harlerle vakitlerin bilindiği, olayların, fitne ve savaşların zamanlarının çıkarılacağını öne sürenler ise Kur’an’da olmayan şeyler iddiâ etmekte ve uçulması gerekmeyen yerde uçmaya çalışmaktadırlar.” (İbn Kesir C:2s.146) “Ebcedle ilgili bazı hadislere de rastlanmakta, ancak İbn Teymiyye bunların başlıcalarını verip ravilerini tenkit ederek güvenilir olmadıklarını açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır.” (İslâm Ansiklopedisi. Ebced mad.s.68. Bkz; İbn Kesir.C:2s.146; İslâm’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri. M.Reşit Rıza Çev. Ahmet Hamdi Akseki. D. İ. B. Yay. S.39-80)

-Hurûfilik; Harflerden dinsel anlamlar çıkaran bir Alevi tarikatıdır. İran’lı Şihâbeddin Fazlullah Esterâbâdî (1339-1394) tarafından kurulmuştur. Bu inanca göre; “yaratıcı olan harftir.” Yunan Pitagorasçılığına ve Yahudi Kabalasına dayanan fikirlerden etkilenerek gelişmiştir. Hurûfilik konuşan insanı Tanrılaştırır… İnsan konuşan Tanrı, (Kelâmullah-ı Nâtık)dır… Bâtınîlerin Hurûfilik etkisi altındaki görüşleri de şöyledir; Kelime-i Tevhid (La ilâhe illALLAH) sözü Arap harfleriyle üç harfle yazılır, bunlar da Lam, Elif ve He harfleridir. Bu üç harf aklı, nefsi ve feleki gösterir. Yedi hecedir. Bu heceler insan başının iki gözü, iki kulağı, iki burun deliği ve bir ağzı olmak üzere yedi delikli organlarına işarettir. On iki harfle yazılışı da, insanın on iki organını belirtir. Demek ki, Kelime-i Tevhid, aslında insanı dile getirir ve ALLAH’ın insanda belirdiğini kanıtlar. Özet olarak denilebilir ki, Hurûfilik anlayışında varlık, harflerle açıklanır. Bu tutum, antikçağ Pitagorasçılığının varlığı sayılarla açıklamasının başka bir biçimidir. Bâtınîliğin temel düşüncesini sürdüren Hurûfilik’te amaç, insandır. İnsanın açıklanması ALLAH’ı da açıklar. (Tarih Boyunca Alevilik. Tarık Mümtaz Sözengil.Çözüm yay. S.49)

Said Nursi’nin inanışları söz konusu olduğunda ise, maalesef olayı güya ilmi açıdan ele alarak eleştirileri cevaplayan Nurcular’ın verdikleri izahlar daha bir hayret vericidir. Cifr ilminin gayb haberleri(!) konusunda kullanabilirliğine Muhyiddin-i Arabî, Bîstamî ve Konevî’den (Sadreddin el-Konevi’nin vefatından önce tasavvuf ve İbn Arabî’nin felsefesinden ve Vahdet-i Vücût’tan uzaklaştığı, reddettiği, ömrünün son yıllarını Kitap ve Sünnetle geçirdiğine dair rivayetler için bak: Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm. S.129,130) örnekler getirildikten sonra İslâm inancına ve naslara taban tabana zıt, ilmi dayanaktan yoksun şu alıntı da ayrıca delil olarak verilir:“…Hz. Ali kıyametin kopacağı ana kadar olacak bütün mühim hâdiseleri ilm-i cifr yoluyla açıklamıştır. Hz. Ali’nin evlatlarının da cifr ve camiayı bildikleri…” (İlmi ve Hukiki Açıdan Nurculuk Davası. s.378…; Türkiye’de Nurculuk Davası. s.378…) anlatılır. Yineİmam Cafer-i Sadık’ın yazdığı “Cifr” kitabında, ta kıyamete kadar muhtaç olunan her şey o kitapta mevcuttur.”
(Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. Envar Neşriyat. s. 764) deniliyor.

Cifr’in, Kur’an’ın açık prensiplerine, sahih hadislerin kesin hükümlerine ve sahabi ve onların izleyicilerinin (r.a) yoluna ters düştüğünden bahsedilmezken bizzat bu gayr-i İslâmi işin failleri delil gösterilerek doğruluğu isbata çalışılıyor. Buna daİslâm Alimlerinin cumhuru ne demişler, onu bilmek lazımdır. Evet cumhur ulemânın fikrinin, Cifr ilmi hakkında müsbet olduğu ileride ispatlanacaktır…” (Bkz: Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. Envar Neşriyat. s. 764 ) denilerek, hiçbir ciddi dayanağı olmayan çoğu Şia kaynaklarına dayalı ve de sahih olmayan(!) rivayetlerle İmam Ali ve İmam Cafer’e nisbet edildikten sonra, İbn Arabî ve Said Nursi v.s gibilerin cifri kullanmış olması ise, işin meşruluğuna delil getirilmiştir. Oysa söz konusu olan, şayet cifrin İslâm dinindeki yeri ise, esas alınması gereken ölçü Kur’an ve Sünnet olmalıydı. Nurculuğu, Nurculuk tarikatının tasavvuf ölçüleriyle değerlendirilip bu değerlendirmeyle de sonuca; “İslâmidir.” Derseniz bu ne İslâmi olur ne de ilmi bir tarafı olur. Farklı bir açıdan; mahkum hakim yapılarak karar verilir ve buna da ilmi izah denilir(!).*

* HemZahiren ve sarih olarak Cifr ve Ebced’in esasları Kur’an’dan ve hadislerden gelmiş olduğu hakkında kesin bir malumat yoktur.” Diyecek, hem de; “Amma lisan-ı haliyle(!) âyetlerinin ifadelerindeki ima ve işaretlerin remzleriyle; “Evet vardır!” denilebilir…” diyeceksiniz. (Bkz. Risale-i Nûr’un Kudsi Kaynakları s.751…)

Yine, “Ebced ve cifr ilmiyle elbetteki muhaddisler taifesi, Usûl-i Şeriat uleması sınıfı, fukaha ve müçtehidler grubu veya Kur’an hafızları ve tecvidçiler zümresi ve akide ve ilm-i kelam alimleri herhalde uğraşmış değillerdir. Çünkü; bunların başka işleri ve başka vazifeleri vardır.

__________________
Enam sur. 116: Yeryüzündeki insanların çoğunluğunauyarsan, seni Allahyolundan saptırırlar. Sadece sanıya uyarlar onlar ve sadece saçmalarlar.
gavs isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla