Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:00 PM   #2
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

6-8.O hâlde onlardan geri dur. O günde Çağırıcı’nın, bilinmedik/ yadırganan bir şeye çağırdığı o günde gözleri düşkün düşkün, o davetçiye hızlıca koşarak kabirlerinden çıkarlar. Sanki onlar darmadağın çekirgeler gibidirler. O, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenler, “Bu, zor bir gündür” derler.

Bu pasajda Mekkeli müşriklerin hâlleri sergilenmekte ve Peygamberimize o zavallılardan yüz çevirmesi, onları kendi hâllerine bırakması telkin edilmektedir: “Artık onları kendi hâline bırak! Çünkü sen onlara en ikna edici delilleri getirdin ve kıyâmeti inkâr ettikleri, peygamberlerini yalanladıkları için cezalara çarptırılan kavimlerden ibret verici, caydırıcı tarihî örnekler verdin. Tüm bunlara rağmen onlar hâlâ ders almıyorlar. Onları kendi hâline bırak, artık onlarla sözlü münâkaşada bulunma, onlarla kaynaşma, samimî olma ve onlardan geri dur!”

Hatırlanacak olursa, Rabbimiz Peygamberimize Kalem/44′de, Onları Bana bırak!;Necm/29′da da, Onlardan mesafelen! şeklinde telkinlerde bulunmuştu. Yukarıdaki âyette verilen emir ise öncekilerden daha kapsamlıdır. Zira burada kullanılan tevella sözcüğü,sallâ sözcüğünün karşıt anlamlısı olup “destek vermemek, yardımcı olmamak, sırt çevirmek” anlamına gelmektedir.

MÜNADİ [ÇAĞIRICI]: Kaf/41-42′nin tahlilinde de değindiğimiz gibi, söz konusu çağırma, ister vasıtalı, ister vasıtasız olsun, Çağırıcı bizzat “Rabbimiz”dir.

نكر [NÜKR]: Âyetin orijinal metninde yer alan نكر [nükr] sözcüğünün;

* Bugün yaygın olarak kullanıldığı gibi, “inkâr edilen, çirkin, kabul görmeyen” anlamı esas alınırsa, “Çağırıcı”nın onları münker olan [kabul etmedikleri, çirkin buldukları] şeye çağırdığı;

* منكّر [münekker=yadırganan, ihtimal verilmeyen] anlamı esas alınırsa, çağırıcının onları cehenneme, yani onlara göre olmaması gerekene çağırdığı anlaşılır. Nitekim Araplar, “Bunun böyle olmaması gerekirdi”, “Bu, olmamalıydı”, “O kişi münkerden nehyeder” [olmaması gerekenden yasaklar] gibi ifadelerde hep aynı sözcüğü kullanırlar.

خشّاعا ابصارهم [HUŞŞÂ‘AN EBSÂRUHUM [GÖZLERİ DÜŞKÜN DÜŞKÜN]: Bu deyim, “gözleri huşu içinde” demektir. Gözlerdeki bu huşu, korkudan, pişmanlık ve utançtan ya da dehşetten kaynaklanmış olabilir. Yani çağırılanlar; olayın veya başlarına geleceklerin korkusuyla; olayın dehşetiyle; duydukları pişmanlık ve utançla gözleri huşu içinde kabirlerden çıkacaklar ve çağırıcıya doğru fırlayacaklardır. Bu kimseler âyette darmadağın çekirge sürüsüne benzetilmiştir.

Bu benzetme, onların çok olmaları ve dalgalanmaları bakımından yapılmış olabileceği gibi, onların şaşkınlığını ve güçsüzlüğünü ifade etmek için de yapılmış olabilir. Bu konuyla ilgili şu açıklama isabetli bir tespittir:

İşte o gün insanların mezarlarından çıkışı çekirgelere benzetilir. Peki, neden çekirgelere? Allah neden bu örneği seçmiştir? Son yüzyılda haşereler üzerinde mikro kameralar ve sistemli gözlemle yapılan araştırmalar bize neden çekirgelerin örnek olarak gösterildiğini açıklamaktadır. Her şeyden önce çekirge sürüleri çok kalabalıktır. Milyarlarca çekirge bir araya gelerek kilometrelerce uzunluk ve genişlikteki kapkara bir yağmur bulutunu andırırlar. Bu sürülerin bazılarının 3-5 km. genişliğinde ve metrelerce derinlikte olduğu tesbit edilmiştir.

Ayrıca çekirgeler yumurtalarını toprağın içine tohum gibi yerleştirirler ve çekirge larvaları uzun bir müddet toprağın altında kaldıktan sonra yeryüzüne çıkarlar. Nereden çıkarlar? Toprağın altından…

Şimdi örnek olarak Amerika’nın New England bölgesinde yaşayan çekirgeleri inceleyelim. Bu çekirgeler 17 yaşına bastıkları yılın Mayıs ayında, uzun yıllardan beri yaşadıkları yeraltındaki karanlık yarıklardan toprak üzerine çıkarlar. Eğer insanlara, “Sizi karanlık bir yere kapatacağız ve saatiniz olmadan, dış dünyayla bağlantınız olmadan 17 gün sonra hep beraber dışarı çıkacaksınız” deseniz, emin olun birçok insan 17 günlük süreyi bile doğru tahmin edemez. Dünya’dayken maddî bedeni mezara konmuş insanların, âhirette topluca yaratılmalarına bundan güzel örnek olur mu? Kısacası çekirgeler ve insanlar benzer şekilde toprağın altında uzun bir müddet kaldıktan sonra topluca çok kalabalık olarak yeryüzüne çıkarlar.[9]

O kâfirler, “Bu, zor bir gündür” derler.

Bu ifadeden, âhiretin, kâfirler ve müminler için farklı olacağı anlaşılmaktadır. Çünkü kıyâmetteki korku ve dehşet sadece kâfirler içindir:

8-10.Çünkü, o boruya üflendiğinde, işte o, o gün, çok zorlu, çok çetin bir gündür. Yalnız o, kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmiş kimseler için hiç de kolay değildir.

(Müddessir/8-10)

Müminler o gün güvende olacaklardır:

101,102.Şüphesiz tarafımızdan kendilerine “En Güzel” hazırlanan kimseler; işte onlar, cehennemden uzaklaştırılmışlardır. Onlar, cehennemin uğultusunu duymazlar. Onlar, nefislerinin istediği şeyler içinde sürekli kalıcıdırlar.

(Enbiyâ/101-102)

89.Kim bir iyilik-güzellik getirirse, onun için getirdiğinden daha hayırlısı/getirdiğinden dolayı bir hayır vardır. Ve onlar o gün korkudan güvende olanlardır.

(Neml/89)

31.Cennet de, Allah’ın koruması altına girmiş kişilere uzak olmayıp yaklaştırılmıştır.

32-35.İşte bu, çokça yönelen ve çokça koruyan Rahmân’dan; yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’tan görülmediği, duyulmadığı; sezilmediği yerlerde bile saygıyla, sevgiyle, bilgiyle ürperen ve gönülden bağlı olan herkes için söz verilendir.–“Selâm ile oraya girin. İşte bu sonsuzluk günüdür.”– Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.

(Kaf/31-35)

9.Onlardan önce Nûh’un toplumu da yalanlamıştı. Öyle ki kulumuzu yalanladılar ve “O, gizli güçlerce desteklenen/deli birisidir” dediler. Ve o alıkonulmuştu; her türlü faaliyetine engel olunmuştu.

Görülüyor ki, kendi toplumu Nûh peygamberi sadece yalanlamakla kalmamış, ona “mecnûn” diyerek hakaret etmiş, elini kolunu bağlamış ve tebliğ görevini yerine getirmesine engel olmuştur.

Hatta o’nu ölümle de tehdit etmiştir:

116.Onlar dediler ki: “Ey Nûh! Eğer vazgeçmezsen, iyi bil ki, kesinlikle sen taşlanarak öldürülenlerden olacaksın!”

(Şu‘arâ/116)

Yüce Allah, sûrenin 4. âyetinde bildirdiği önemli haberler‘i bu âyetten itibaren açıklamaya başlamıştır. Açıklanan bu önemli haberlerin sayısı beş tane olup hepsi de geçmiş dönemlerde yaşamış peygamberlerin ibret alınması gereken serüvenleri hakkındadır. Bu haberler hem insanlar için birer “vaz geçirici”, hem de Peygamberimizin kalbini yatıştıran ve yükünü hafifleten bir mesaj özelliği taşımaktadır. Çünkü hepsi de Peygamberimizin durumunun önceki peygamberlerden farklı olmadığını gösteren bilgiler içermektedir.

Rabbimiz bu tür mesajlarını her zaman –bu âyette olduğu gibi– işareten değil, bazan da net sözcükler kullanarak vermiştir:

33.Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah’ın âyetlerini bile bile reddediyorlar.

34.Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.

(En‘âm/33-34)

Bu âyette Peygamberimize verilen mesajı şöyle takdir etmek mümkündür: “Onlardan önce Nûh’un kavmi yalanladı. Yani, o yalanlama fiilini senin kavminden önce Nûh kavmi yaptı ve Allah’ın peygamber gönderdiğine inanmadı. Öyle ki, o kulumuza yalan isnat ettiler ve o’na “mecnûn” [cinnlenmiş, delirmiş] dediler. Hem de zecredildi, yani tebliğden men edilmek için çok azarlandı, incitildi, eziyet gördü; eğer tebliğden vazgeçmezse taşlanarak öldürülmekle tehdit edildi.”

10.Bunun üzerine Nûh Rabbine yalvardı: “Ben gerçekten yenik düşürüldüm, bana yardım et!”

Bu âyette kendi toplumu tarafından etkisiz bırakılarak tebliğ görevini yerine getiremez hâle getirilen Nûh peygamberin çaresizlik içinde kendisini peygamber olarak görevlendiren Allah’a dönerek gücünün tükendiğini ve yenik düştüğünü bildiren yakarışı dile getirilmiştir. Bu yakarıştan sonra Nûh peygamber kendisine verilen işi bizzat işin sahibine [Allah'a] teslim etti. Teslim eder etmez, o güçlü ve karşı durulmaz Rabb da gerekeni hemen yaptı:

11.Biz de hemen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik.

Âyette geçen sel gibi boşalan bir su ile göğün kapılarını açıverdik ifadesi, bir “istiare-i temsiliyye”dir. Bulutlardan yağan yağmurun ne kadar fazla olduğu, gök kubbenin yarılıp kuvvetli bir selin yeryüzüne akmasına benzetilerek anlatılmıştır. Şiddetli yağmuru ifade etmek için Arapça’da kullanılan, “Gökyüzünün olukları aktı, kırbalarının ağızları açıldı” deyimleri ile Türkçe’de kullanılan “sanki gök delindi” deyimi aynı türden ifadelerdir.

12.Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık; derken sular ayarlanmış bir iş üzerine birbirine kavuştu.

Nûh tufanı ile ilgili olarak gerek İsrâîliyâttan ve gerekse uydurma rivâyetlerden beslenen birçok hikâye mevcuttur. Biz, Kur’ân dışı anlatımların doğru olmadığı kanaati ile Rabbimizin verdiği bilgilerle yetinmeyi ve, Her türlü noksanlıklardan arınmış Rabbimiz! Sen’in bize öğrettiklerinden başka bilgimiz yok (Bakara/32) demeyi tercih ediyoruz.

Bu olayların Kur’ân’daki ayrıntılı olarak anlatımı Hûd/25-49’da gelecektir.

13,14.Nûh’u da, iyilikbilmezlik edilen kişiye bir ödül olmak üzere, korumamız/ gözetimimiz altında akıp giden levhaları; tahtaları ve çivileri/urganları olan filika/ küçük gemi üzerinde taşıdık.

Âyette geçen الواح [elvâh] sözcüğü, لوح [levh] sözcüğünün çoğuludur. Levh ise, –Müddessir ve Burûc sûrelerinde açıkladığımız gibi– “her ne maddeden olursa olsun, tahta gibi yassı olan şeyler”dir.[10]

دسر [düsür] sözcüğü دسار [disâr] sözcüğünün çoğuludur. Disâr ise, “gemi tahtalarını birbirine bağlayan bağ, kenet, perçin [çivi] veya halat”a denir.[11]

Buna göre âyette geçen ذات الواح و دسر [zât-ı elvâh ve düsur] ifadesi ile, “gemi” kasdedilmiş olmaktadır. Yani, söylenmek istenen nesnenin adı verilmeyip nitelikleri açıklanmıştır. Nitekim Hûd/37-38′de bu nesne için فلك [fülk=gemi] sözcüğü kullanılmıştır. “Gemilerde bulundurulan sandal” demek olan filika sözcüğünün de Latince’ye buradan geçmiş olması muhtemeldir. Verilen bilgilere göre Nûh peygamberin gemisi, tahtaları bir takım bağ, perçin veya halat ile birbirine bağlanmış bir saldan ibarettir.

GÖZETİMDE AKIŞ: Nûh peygamberin salının Rabbimizin gözetiminde akışı, salın ve salda bulunanların Allah tarafından korunduğunu, gözetildiğini, tehlikelerden uzak tutulduğunu ifade etmektedir.

Çünkü tufanın boyutu onların gözetilmelerini gerektirmektedir:

42.Ve gemi onlarla, dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu. Ve Nûh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna seslendi: “Yavrucuğum! Bizimle beraber bin, kâfirlerle; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenlerile beraber olma!”

(Hûd/42)

nankörlük edilen kişiye bir mükâfaat olmak üzere

Âyette, toplumu tarafından alaya alınan, görevden alıkonan, aşağılanan ve eziyet gören Nûh peygamberin, bütün bunlara karşı sabrederek direnmesinin mükâfaatı olarak Allah tarafından gözetildiği bildirilmektedir. Yani, Nûh peygamber tufandan kurtarılarak toplumunun kendisine yaptıklarına karşı onurlandırılmış olmaktadır. Onun Allah’a şükredişinin âhiretteki mükâfaatı ise burada açıklanmamıştır.

BUGÜNE MESAJ: Bu âyette aynı zamanda şu mesaj da verilmektedir: Allah yolunda tüm gücünü harcamasına rağmen çaresizlik içinde yenik düşen dava adamı, davayı bu davanın asıl sahibine teslim edip O’na sığınması durumunda, Allah’ın yardımı ile tekrar güç kazanır. Böyle durumlarda her şeyin yaratıcısı ve hâkimi olan Allah, dinine hizmet eden kişiyi zâlimler karşısında onurlandırır ve emrinde olan evren güçlerini o dava adamının hizmetine vererek ona yardım eder.

15.Ve andolsun Biz, bunu bir âyet olarak bıraktık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?

Âyetteki bu işaret zamiri ile gösterilenin ne olduğu konusunda iki değişik açıklama yapılabilir:

* Bu zamiri ile, “gemi” [sal] kasdedilmiştir ve ibret olarak bırakılan da “salın kalıntıları”dır. Bu kalıntılar geçmişte bulunmuş, görülmüş olabilir veya ilerideki yıllarda bulunacaktır.

* Bu zamiri ile, “olay” kasdedilmiştir. Alınacak ibret de, Nûh peygamber ile toplumu arasında yaşanan olaylardır.

Yüce Allah bu konuyu Ankebût sûresi’nde şu ifade ile bildirmiştir:

15.Böylece Biz, o’nu ve gemi halkını kurtardık ve gemiyi/ cezayı/ kurtuluşu âlemlere bir alâmet/gösterge yaptık.

(Ankebût/15)

MÜDDEKİR: Bu sözcüğün aslı, ذكر [zikr] sözcüğünden türemiş olan مذتكر [müztekir] sözcüğüdür. İftial babından ism-i fail olan sözcükte, مذدجر [müzdecer] sözcüğünde olduğu gibi ت [te] harfi د [dal]a kalbedilmiş, sonra da ذ [zal], د [dal]a idgam edilmiştir. مدّكر [müddekir] sözcüğü, tıpkı متذكّر [mütezekkir] sözcüğü gibi, “düşünen, ibret alan ve kıyas yapan” anlamını ifade eder. Bu durumda âyette geçen, O hâlde var mı ibret alıp düşünenifadesi, bir teşvik unsuru olabileceği gibi, sakındırıcı, caydırıcı bir unsur da olabilir.

16.Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?

Sonuç, Kur’ân’da tasvir edildiği gibi gerçekleşmiş, inkârcıların başına gelen yakıcı ve karşı durulmaz azap hakkında önceden yapılmış uyarılar doğru çıkmıştır. Fussılet/16′da uğursuz günler olarak nitelenen bu azap günleri, Hâkka/7′de bildirildiğine göre, yedi gece ve sekiz gün devam etmiştir.

Nûh peygamberin ülkesi ve tufanın gerçekleştiği yer [coğrafî bölge] hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Hûd sûresi’nde Nûh peygamberin gemisinin karaya oturduğu yer جودىّ [Cûdi] adıyla zikredilmiştir. Lisânü’l-Arab ve Tâcü’l-Arus‘da “Cûdi, Zeccac’a göre Âmid [bugünkü Diyarbakır] yöresinde, bazılarına göre Musul yakınlarında, bazılarına göre de Hindistan’da bir dağın adıdır” diye açıklanmaktadır.[12]

ÖNEMLİ NOT:

Âyetin orijinalinde geçen نذر [nüzür] sözcüğü, نذير [nezîr] sözcüğünün çoğuludur. Kur’ân’da başka âyetlerde de geçen nüzür sözcüğü hem mastar hem de ism-i fail olarak kullanıldığından, sözcüğün anlamını “uyarılar” veya “uyarıcılar” olarak değerlendirmek mümkündür.

Nüzür, âyette kendisinden önce geçen عذابى [azâbî=azabım] sözcüğü ipucu kabul edilerek نذرى [nüzürî] şeklinde takdir edilebilir ve sözcüğün sonundaki harfin uyak için hazfedilmiş olduğu düşünülebilir. Bu durumda nüzürî sözcüğünün sonuna ekli bulunan “benim” anlamındaki iyelik zamiri, sözcüğe “uyarılarım, uyarıcılarım” anlamını vermiş olur.

Bu kabule göre; nüzür sözcüğü ile hem gönderilmiş mesajlar ve caydırıcı özelliği olan önemli haberler, hem de gönderilmiş peygamberler kasdedilmiş olmaktadır. Âyetin hitabı da hem inançsızlara, hem de uyarıcı peygambere yönelik olmaktadır. Geçmişte helâk edilmiş olan müşrik kavimlerin hepsi de elçileri yalanlayıp “Allah hiçbir şey indirmedi” dedikleri için sadece kendilerine gönderilmiş olan elçiyi değil, bütün elçileri yalanlamış durumuna düşmüşlerdir. Âyetin Peygamberimize yönelik mesajında da bu gerçeğe işaret edilmekte ve “senin işinin sonu da tıpkı o uyarıcıların işlerinin sonu gibi olacak” denilmektedir.

17.Andolsun Biz, Kur’ân’ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?

Bu âyet, sûrede anlatılan her kıssanın arkasından tekrarlanarak bu kıssaların dikkate alınıp düşünülmesi ve onlardan ibret alınması gerektiği mesajı verilmektedir. Bir önceki âyette ilâhî mesajı yalanlayan toplumların tepesine inen acıklı azaplar hatırlatıldıktan sonra, aklını kullananların Kur’ân’ı anlamaya, dolayısıyla hidâyete davet edildiği bu âyetin takdiri şöyle yapılabilir: “İşte Kur’ân, önlerinde duruyor. Ellerinin altındadır, yararlanmalarına açıktır. Kolay anlaşılabilir. Kolay ezberlenebilir. Okunmayı ve üzerinde düşünmeyi özendiren bir çekiciliği vardır. Ayrıca doğru ve sade olmanın çekiciliğine sahiptir. İnsan fıtratı ile uyumludur. Rûhu coşturur, duyguları harekete geçirir. Çarpıcı açıklamaları bitmez. İstediği kadar reddedilsin, bu yüzden yıpranmaz, değerini yitirmez. İnsan kalbi onu her irdeleyişinde yeni bir şeyler öğrenir. İnsan onunla ne kadar kaynaşırsa ona olan ilgisi, ülfeti daha da artar.”

Bu âyetten, “Biz Kur’ân’ı öğüt almaya hazır hâle getirdik” anlamını çıkarmak da mümkündür. Zira Arapça’da يسّرناقته للسّفر [yessera nâkatehü li's-seferi=devesini sefere hazırladı], يسّر فرسه لالمغزى [yessera ferasehü li'l-muğzî=atını savaşa hazırladı] cümlelerinde olduğu gibi, يسّر [yessera] fiili, “hazırlama” anlamında da kullanılır.[13]

Bize göre bu âyet yukarıdaki mesajlardan başka, Kur’ân’ın mucize oluşuna da dikkat çekmektedir. Nûh peygamberin hikâyesi ile birlikte o’na verilen mucize anlatıldıktan sonra bu âyet ile Peygamberimize zımnen şöyle denmektedir: “And olsun ki, Kur’ân’ı zikir için, yani herkese hatırlatmak, kendisiyle âleme meydan okumak için ve asırlar boyu sürüp gitsin diye kolaylaştırdık. Böylece yanına gelen herkesin bir mucize ortaya koyman için dilekte bulunmasına gerek kalmamıştır. Senin mucizen de Kur’ân’dır.”

18.Âd da yalanladı. Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?

Caydırıcı özelliği bulunan “önemli haberler”in ikincisi bu âyetle başlamaktadır. Kıssanın giriş cümlesi olan bu âyetin başında herhangi bir bağlacın bulunmaması, başka bir yere gönderme yapılmadığını, bu kıssanın bağımsız bir parça olduğunu göstermektedir.

Buradaki istifham da yine “istifham-ı inkarî” olup sorunun cevabı beklenmemekte, sadece söylenecek söze dikkat çekilmektedir.

ÂD KAVMİ: Arap tarih bilgilerine göre, Yemen’deki Hadramevt ile Umman arasında Ahkâf diye bilinen geniş bir beldenin halkı olan Âd kavmi, muhteşem sarayların bulunduğu İrem adlı dillere destan büyük kenti ile meşhur, siyasî ve ekonomik açılardan da büyük bir gücü temsil etmekte idi. Aynı zamanda zorbalıkta ve zulümde de şöhret sahibi olan Âd kavmi, yeryüzünde kendilerinden daha güçlü hiçbir şeyin bulunmadığına inanıyordu.

Kur’ân’ın bu halkla ilgili olarak dile getirdiği büyük mücâdele, onlara kendi içlerinden biri olan Hûd’un peygamber olarak gönderilmesi ile başlar. Âd kavmi ile Hûd peygamber arasındaki bu mücâdele, bu sûreden başka A‘râf, Şu‘arâ, Ahkâf ve Fussilet sûrelerinde de anlatılır (bkz. A‘râf/65-72, Şu‘arâ/123-140, Ahkâf/21-28, Fussılet/13-16).

Mücâdelenin, bu sûrenin 18-22. âyetlerindeki anlatımı, Âd kavminin sadece yalanlayışına ve uğratıldığı azaba işaret şeklindedir. Âd kavmi ve olay hakkındaki detay diğer sûrelerdedir. Âd ve Semûd kavimlerinin Kur’ân’daki haberlerini özetleyen bir bölüm, Fecr sûresi’nin tahlilinde bulunmaktadır.[14]

19,20.Şüphesiz Biz onların üstüne, uğursuz, uzun bir günde dondurucu/uğultulu, insanları koparıp atan bir rüzgâr gönderdik; sanki onlar kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibiydiler.

صرصر [sarsar], “soğuk veya gürültülü fırtına” demektir.[15]

Âyetteki uğursuz nitelemesi, astrologların [yıldız falcılarının] zannettikleri gibi günün kendisi ile ilgili bir uğursuzluk değildir. Çünkü bu uğursuzluk, herkesi ve her şeyi kapsamamış, o gün sadece Âd kavmi için uğursuz bir gün olmuştur. Böyle olmasına rağmen bu korkunç belânın çarşamba günü başladığı şeklindeki görüş oldukça yaygınlaşmış, hatta çarşamba gününün uğursuzluğuna inanan bazıları o gün herhangi bir işe başlamamayı âdet hâline getirmişlerdir.

Âyetteki اليوم [yevm=gün] sözcüğü ile herhangi bir gün değil, geniş anlamda “zaman” kasdedilmiştir. Nitekim âyette yevm sözcüğünü niteleyen مستمرّ [müstemirr=sürekli] sözcüğü de, yevm sözcüğünün çoğulu olan eyyam [günler] sözcüğü gibi aynı manayı, birçok günlerin geçtiğini ve zamanın akıp gittiğini ifade etmektedir. Son derece sert, korkunç, tüyler ürpertici olaylarla geçen o uğursuz zaman dilimi [yevm], hikâyenin burada kısaca anlatılması sebebiyle bir ölçü verilerek belirtilmemiştir.

Ancak buradaki kısa anlatım başka âyetlerde detaylandırılmıştır:

15.Âd’a gelince de onlar, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: “Güç bakımından bizden daha çetin kim vardır?” dediler. Onlar şüphesiz kendilerini oluşturan Allah’ın güç olarak kendilerinden daha çetin olduğunu görmediler mi? Ve onlar Bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.

16.Bu yüzden Biz de onlara bu en basit dünya hayatında rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azabı ise elbette daha çok rezil edicidir. Onlara yardım da edilmez.

(Fussılet/15-16)

6.Âd’a gelince; onlar gürültülü ve azgın bir fırtına ile değişime/yıkıma uğratılıverdiler.

7.Allah, o fırtınayı üzerlerine yedi gece ve sekiz gün; geceli gündüzlü peşpeşe musallat etmişti. Öyle ki, o toplumu, fırtınanın içinde, içi boş hurma kütükleri gibi yere serilmiş hâlde görürsün.

8.Bak şimdi görebilir misin onlara ait herhangi bir kalıntı?

(Hâkka/6-8)

Hâkka/7′de helâk edilenlerin, Sanki onlar kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibiydilerşeklinde nitelenmesi, Âd kavminin bazı özelliklerini ima etmektedir. Bu imaya göre, âyetten onların uzun boylu, iri cüsseli, çok güçlü oldukları, olay anında rüzgâra karşı tedbir aldıkları, kurtulabilmek için çok çırpındıkları, ama rüzgâr tarafından âdeta kurutulup un-ufak edildikleri anlaşılmaktadır.

21.Peki, Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?

22.Andolsun Biz Kur’ân’ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?

23.Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25.Bizden bir tek insana mı, o’na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o’na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler.

Daha önce 16-17. âyetlerde dile getirilen bu ifadelerin burada da aynen tekrarlanması, içeriğinin zihinlere iyice yerleştirilmesi ve anlatılan her kıssadan ibret alınması içindir.

SEMÛD KAVMİ: Arap tarih bilgilerine göre Hicaz ile Sûriye arasında, Vâdii’l-Kurâ’da yaşamış eski bir Arap kabilesi olan Semûd kavmi, Tarih-i Taberî‘ye göre, Semûd b. Casır b. İrem b. Sâm b. Nûh’un neslidir. Daha evvel Fecr suresinde ayrıntılı bilgi verilmiştir.

Semûd kavmine elçi olarak Sâlih peygamber gönderilmiştir. Semûd kavminin ismi Kur’ân’da 26 yerde geçmektedir. Kur’ân’da Âd kavmi gibi ibret tablosu olarak sunulan Semûd kavmi ile Sâlih peygamber arasındaki mücâdele hakkında Taberî, İbnü’l-Esîr ve İbn-i Kesîr’in eserlerinde rivâyetlere dayandırılmış detaylar mevcuttur. Ancak Kur’ân’da yer almayan ve arkeolojik bulgulara dayanmayan bu detaylar, gerek güvenilir olmamaları ve gerekse bizi ilgilendirmemeleri nedeniyle burada alıntılanmamıştır. Semûd kavmi ile ilgili bilgiler Kur’ân’da A‘râf/73-79, Şu‘arâ/141-159, Neml/45-53, Hûd/61-68, Şems/11-15, Fussılet/17-18, Hâkka/4-8 ve bu sûrenin 23-32. âyetlerinde yer almaktadır.

Rabbimiz bu sûrede Semûd kavmine –diğer kıssalarda olduğu gibi– olayların özeti şeklinde değil, gâyet ayrıntılı bir biçimde yer vermiştir. Bu ayrıntılı anlatım, Semûd kavminin kendilerine gönderilen peygamberi yalanlarken hangi gerekçeleri ileri sürdükleri, toplumun ahlâkî niteliğinin ortaya çıkarılmasını sağlayan dişi deve fitnesi ve sonuçta bu deveye ne yaptıklarına ilişkin bilgileri içermektedir. Bir bakıma Peygamberimizin durumu da Sâlih peygamberin durumuna benzemektedir.

Semûd kıssasında azap ve helâke ait olayların geçmiş zaman kipiyle anlatılmasına karşılık, dişi devenin fitne olarak gönderilmesi haberinin gelecek zaman kipiyle verilmesi, söz konusu kıssanın sanki Peygamberimiz zamanında yaşanan canlı bir olaymış gibi hissedilmesini sağlamaktadır. Bu ifade tarzı hem Peygamberimizin sabır ve hakka davet konusunda Sâlih peygamberi örnek almasını sağlamak, hem de düşmanlarına karşı ilâhî yardım geleceği hususunda Allah’a duyduğu güveni sağlamlaştırmak içindir. Yüce Allah sanki, “Ben senin destekleyicinim, seni kesinlikle destekleyeceğim” demektedir.

Semûd’la ilgili bilgilerin yer aldığı âyetlerin ifadesine göre Semûd kavmi, Sâlih peygambere inanmamak için üç sebep göstermiştir:

1) Sâlih, bir insandır. Oysa peygamberlerin insanlardan üstün bir varlık olması gerekir.

2) Sâlih, kendi içlerinden çıkmıştır. Oysa peygamberin mucizevî bir yolla gelmesi gerekir.

3) Sâlih, toplum içinde sıradan bir insandır. Oysa peygamberlerin en azından gücü ve şöhreti olan bir kabilenin reisi, bir grubun lideri olması gerekir.

Bu itirazlardan, Semûd kavminin Allah’ın yukarıdaki özelliklere sahip birini peygamberlik görevi için seçebileceğini düşünmedikleri anlaşılmaktadır.

Mekkeli müşrikler de aynı cehâlet içindeydiler ve Muhammed (as)’in peygamberliğini aynı gerekçeleri öne sürerek reddediyorlardı. “Muhammed bizim gibi sıradan bir insan olduğu hâlde, aramızda doğmuş ve büyümüşken, yönetici düzeyinde birisi değilken ve bize mucizevî bir yolla da gelmemişken, şimdi kalkmış Allah’ın kendisine peygamberlik verdiğini iddia etmektedir” diyorlardı. (Müşriklerin bu tavrı karşımıza Sâd sûresi’nin ilk bölümlerinde gelecektir.)

Yapılan çağrının özüne değil de çağrıyı kimin seslendirdiğine bakan kibir kaynaklı bu kof anlayış, tarih boyunca inkârcıların kalplerini sürekli kemiren bir kuşkuya dönüşmüş ve onları helâke sürükleyen sebeplerin başında yer almıştır. Oysa tüm varlıkların yaratıcısı ve vahyin indiricisi olan Yüce Allah, vahyini algılamaya hazırlıklı ve tebliğe yetenekli olanı seçmeyi herkesten daha iyi bilmekte ve vahyini dilediği kimseler vasıtasıyla insanlara iletmektedir. Sırf kendi ölçülerine uygun olmadığı gerekçesiyle Allah’ın elçi olarak gönderdiği kimselerden kuşku duymak ve gelen mesajı irdelemeden, düşünmeden reddetmek ancak körelmiş vicdanlara özgü bir davranıştır. Bu anlayışın hâkim olduğu sapık vicdanlar, çağrıyı seslendirenin kim olduğuna bakarlar ve kendi ölçülerine göre sıradan biri olarak gördükleri elçinin peşinden gitmeyi gururlarına yediremezler. Böyle yaptıkları için de çağrının içeriğine bakıp onun doğruluk ve haklılık derecesini göremezler. Bir insanın peşinden gitmenin, ona saygı göstermeyi gerektireceğini bildiklerinden, bencilliklerinden fedakârlık etmek ve o kişiye uymak ağırlarına gider. Böylece onu ne dinlemek ne de sözlerine inanmak isterler.

MÜŞRİKLERİN TUHAF YAKLAŞIMI: Bu sapık insanların, Bizden bir tek insana mı, o’na mı uyacağız? O takdirde biz kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz şeklinde tepki göstererek Yüce Allah’ın kendilerini çağırdığı yolu sapıklık olarak görmeleri gerçekten de tuhaf ve şaşkınlık uyandırıcı bir tavırdır.

Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır

Âyetteki bu ifade, müşriklerin daha da pervasızlaştığını ve kendilerine gönderilen elçiyi alenen yalancılık ve küstahlıkla suçladıklarını göstermektedir. Kişinin davasını maske olarak kullandığı, aslında makam ve şöhret ihtirasına kapılarak kişisel çıkarları uğruna hareket ettiği yolundaki bu tür suçlamalar, her dava adamına yöneltilebilen suçlamalardır. Sâlih peygamber de bu tür suçlamalara maruz kalmaktan kurtulamamış, kendisine vahiy gelmediği hâlde gelmiş gibi davranarak yalancılık ve küstahlık yaptığı ileri sürülmüştür. Benzer iddiaların Peygamberimiz için de dile getirildiği bir vâkıadır.

Rabbimiz müşriklerin bu tür iddialarına Necm sûresi’nde şöyle cevap vermiştir:

1.Gurup gurup inmiş âyetlerin her bir inişini kanıt gösteririm ki 2.arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır. 3.O, boş iğreti arzusundan da konuşmuyor. 4.Onun size söyledikleri; inen o ayet gurupları, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.

(Necm/1-4)

26.Yarın onlar, çok yalancının, küstahın kim olduğunu bileceklerdir

Yani, yarınlar onlara gerçeği gösterecek, yakalarını bu gerçeğin pençesinden kurtaramayacaklardır. Şımarık yalancılar yakında yok edici bir sınav [belâ] ile yüz yüze geleceklerdir.

Âyetteki غدا [ğaden=yarın] sözcüğü klâsik Arapça’da, “bugünün ertesi olan gün” anlamında olduğu kadar, görece yakın bir zamanı belirtmek üzere “zaman içinde” veya “yakın bir zamanda” anlamında da kullanılır. Nitekim Araplar, men lem yekün meyten fi’l-yevmi mâte ğaden [bu gün ölmeyen bir kimse yarın ölecektir] derler. Bu cümledeki yarın, “uzak olmayan bir zamanda” anlamındadır.[16]

Sûrenin 1. âyetindeki yaklaşan saat ifadesiyle olduğu gibi, bu âyetteki yarın sözcüğü ile de “kıyâmet günü” kasdedilmiştir.

Semûd kıssasının anlatımındaki söz akışı bu âyetle yön değiştirmiş ve sanki şimdiki zamana dönülmüştür. Böylece geçmişteki olaylar sanki henüz olmuş havasına sokulmuştur. Bir sonraki âyetle de ileride neler olacağı bildirilmiştir. İleride neler olacağına yönelik haber ise açık bir tehdit üslûbu ile sunulmuştur.

Bu üslup, Kur’ân’daki kıssa anlatımlarında sık karşılaşılan bir üsluptur. Bu yöntemle hikâyelere canlılık kazandırılır, böylece bu hikâyeler geçmişte olup bitmiş olaylar olmaktan çıkar, gözler önünde cereyan eden yaşanmış olaylara dönüşürler. Kıssayı okuyanlar veya dinleyenler kendilerini olayın içindeymiş gibi hissederler, olayın içindeki kahramanlarmış gibi olayı yaşarlar. Öyle ki, Âdem olurlar İblis’le mücâdele ederler, Nûh olurlar tufanı yaşarlar, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ… olurlar. Sonuç olarak bu üslûp, okuyucuları veya dinleyicileri olayların içine sokan, olayların sonrasındaki gelişmeler hakkında merak uyandıran bir üslûptur.

27,28.Şüphesiz Biz onlara, kendilerine görev olmak üzere sosyal destek kurumları kurmalarını ve onları ayakta tutmalarını emredeceğiz.

Onun için sen onları gözetle ve sabret. Ve onlara bu kurumları ayakta tutacak zekât; vergi ve harcamada bulunma görevlerinin, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; herkesin kamuya ne miktarda katkıda bulunacağı da belirlenmiştir.

27, 28. ayetlerin lafzi manası, “ Şüphesiz Biz onlara, kendilerine fitne olmak üzere dişi deveyi göndereceğiz. Onun için sen onları gözetle ve sabırlı ol. Ve onlara o suyun, kendi aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver; her içiş hazır kılınmıştır.” şeklindedir.

DİŞİ DEVE: Arapların, الناقة [en-nâkah] dedikleri “dişi deve”, göçebeler ve hayvancılıkla geçinenler için eti, sütü ve gücü itibariyle çok değerli olan 5 yaşına girmiş “dişi deve”dir.en-Nâkah [dişi deve] sözcüğü hakkında daha detaylı bilgi Şems sûresi’nin tahlilindedir.[17]

Âyette konu edilen “dişi deve”nin ayrıntıları, bu sûrenin 23-32, A‘râf/73-79, Hûd/61-68 ve Şu‘arâ/141-159 âyetlerinden oluşan Kur’ân pasajlarında yer almaktadır.

ALLAH’IN DEVESİ: Sûrede sözü edilen dişi deve, Sâlih peygamberin değil, “Allah’ın devesi”dir. Çünkü âyette bu deve için, ناقة اللّه [Allah'ın devesi] ifadesi kullanılmıştır. Herhangi bir şeyin veya yerin Allah’a izafe edilmesi, o şeyin veya yerin halka, kamuya, tüm insanlığa ait olduğunu gösterir. Nasıl “Beytullâh” [Allah'ın Evi] hiç kimseye ait olmayan, hiç kimsenin sahiplenemeyeceği, herkesin hür ve eşit olduğu ve Allah’ın belirlediği esaslar dışında davranılamayacak bir yer ise, Allah’ın devesi de o günkü şartlarda toplumun fakirlerinin, yetimlerinin, miskinlerinin, kısaca ihtiyacı olan herkesin ortak ve serbestçe yararlandığı, kamu malı olan 5 yaşında güçlü bir dişi deve idi. Allah’ın devesi‘nin bu anlamda tekabül ettiği çağdaş işlev, bugünkü sosyal güvenlik kurumlarıdır. Kısacası Salat ve Salat’ın ikamesi ve zekat, infakın mecazi anlatımıdır. Bunun böyle olduğu 28. âyette daha iyi anlaşılmaktadır.

Âyette الماء [su] sözcüğünün önünde bulunan belirlilik takısı [ال], kasdedilen su‘yun bildiğimiz su olarak anlaşılmaması gerektiğini göstermektedir. Zaten A‘râf/74′de, Düşünün ki, Âd’dan sonra sizi halîfeler yaptı. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın şeklinde tanıtılan Semûd kavminin de büyük bir uygarlığa sahip olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu âyetteki su‘yu, “içme suyu” olarak değerlendirmek, böylesine güçlü bir kavmi üç-beş deve çobanına indirgemek ve koskoca bir uygarlığı da küçük bir kuyuya veya pınara mahkûmmuş gibi göstermek anlamına gelir ki, bu, akla da Kur’ân’a da terstir. Yirmi yedinci âyette geçen “beş yaşındaki dişi deve”, nasıl bildiğimiz sıradan bir deve değilse, o “su” da bildiğimiz su değildir. Bize göre o “su”, ülkedeki gelir ve servetin toplamını; o “su”yun paylaşımı da, söz konusu gelir ve servetin âdil dağılımını ifade etmektedir. “Gelir”, belli bir dönem içinde kişilere ya da gruplara yapılan ödemelerin net toplamı; “servet” ise mal, mülk ve mâlî varlık birikimi demektir.

Bu âyet genellikle Şu‘arâ/155 âyeti ile açıklanmaya çalışılmıştır. Hâlbuki o âyetteki شرب [şirb=içiş]ler paylaşıma değil, katılıma yöneliktir. Yani, o âyetteki şirb ile, herkesin kazancının bir bölümünü en-nâkah [dişi deve] için vermesi gerektiği kasdedilmiştir ki, bu, hazineye vergi ya da sosyal kurumlara aidat ödemek demektir. Semûd kavmi ile ilgili âyetlerdeki ifadelerden anlaşılıyor ki, toplumsal düzene yönelik kurallar [şeriat], ilk kez bu kavme gönderilmiştir.

Buradaki paylaşımın deve ile halk arasında olduğunun sanılması gibi bir yanlış anlama ihtimaline karşı, bir hususun daha üzerinde durmakta yarar görüyoruz. Bu âyette onlarzamiri, onlara haber ver ve onların aralarında ifadelerinde olmak üzere iki kez kullanılmıştır. Birinci ve ikinci onlar zamirleri arasında ne lâfzen ne de mana itibariyle bir farklılık söz konusu değildir. Yani, birinci zamir de ikinci zamir de aynı kitleyi temsil etmektedir. Bunun aksi olarak, onlara haber ver ifadesindeki onlar zamirinin hem halkı hem de deveyi kapsadığı düşünülürse, peygamberin deveyi de muhatap alıp Allah’ın mesajını deveye de bildirmesi durumu ortaya çıkar ki, bu, mantıksızdır. Diğer taraftan,onların aralarında ifadesini de “deve ile halk arasında” olarak anlamak yanlıştır. Çünkü eğer âyet deve ile halk arasındaki bir paylaşıma yönelik olsaydı, ifadenin بين القوم والنّاقة [beyne'l-kavmi ve'n-nâkati] şeklinde olması gerekirdi.

her içiş hazır kılınmıştır.

Âyetteki bu ifade, taksimin ölçülerinin belirlendiğini, yani miktar ve zamanının ayarlandığını bildirmektedir. Herkes kendi payını zamanında gidip alacaktır.

29.Bunun üzerine arkadaşlarına/ idarecilerine seslendiler. O da alacağını alıp sosyal kurumları ayakta tutan gelir kaynaklarını kurutarak sistemi çökertiverdi.

DEVENİN ÖLDÜRÜLÜŞ TARZI: Devenin öldürülmesi عقر [‘akara] fiili ile ifade edilmiş olup konuyla ilgili ayrıntı Şems sûresi’nin tahlilinde verilmiş olduğundan, burada bazı hatırlatmalarla yetinilecektir:

* ‘Akara fiilinin türediği عقر [‘akr] sözcüğü, ilk anlamıyla “bir şeyin doğasını değiştirmek, orijinalliğini bozmak, yaralamak” demektir. Sözcük zamanla “deve, at, koyun, sığır gibi hayvanların inciklerinin [diz ile topuk aralarının] kesilmesi” şeklinde daha özel bir anlamda kullanılır olmuştur. Arapların uyguladığı yönteme göre, söz konusu hayvanlar önce incikleri kesilmek sûretiyle yere düşürülür, sonra boğazlanırdı.[18] Âyetten anlaşıldığına göre, dişi devenin öldürülmesi de bu yöntem uygulanarak gerçekleştirilmiştir. Akr sözcüğünün Türkçe’deki en uygun karşılığı bize göre “tırpanlamak” sözcüğüdür.

*Söz konusu deve, bildiğimiz sıradan bir deve olmayıp “Allah’ın devesi” olarak nitelendirilen, yani kamuya ait bir mal veya kurumdur. Bu husus göz önüne alındığında, dişi devenin [kamuya ait olan mal ya da kurumun], ayakta durmasını sağlayan organları [beslenme kaynakları, dayanak noktaları, vergi veya aidat gibi gelir kaynakları] kesilmek sûretiyle ortadan kaldırıldığı anlaşılmaktadır. Bir başka bir ifade ile toplum, kamu yararına çalışan bu deveyi, onu beslemeyerek ya da besleyenlerin verdiklerini çeşitli yolsuzluklarla çalarak yere sermiş ve ölmesi için ilk hareketi yapmıştır. Bu davranışının sonucu olarak Semûd kavmi, A‘râf sûresi’nde bildirildiği gibi, sosyal adaleti sağlamayan toplumları bekleyen âkıbete uğrayarak perişan bir hâle gelmiş/getirilmiştir.

Âyette صاحبهم [arkadaşları] olarak bahsi geçen kişi, o kentte bozgunculuk yapan anarşist çetenin en azılı üyelerinden birisidir:

48.Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı.

(Neml/48)

11.Semûd azgınlığı sebebiyle yalanladı; 12âhirette en mutsuz olacak olanları/liderleri görevi kabul edip gittiği zaman,

(Şems/12)

Bu âyetin en güzel tefsiri yine Kur’ân’da mevcuttur:

45.Andolsun ki ‘Allah’a kulluk edin’ diye Semûd’a da kardeşleri Sâlih’i elçi gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki gurup oluverdiler.

46.Sâlih dedi ki: “Ey toplumum! İyilikten önce niçin kötülüğü çabuklaştırmak istiyorsunuz? Merhamet olunmanız için Allah’tan bağışlanma dileseniz ne olur!”

47.Onlar, “Senin sebebinle ve seninle beraber olan kişiler sebebiyle başımıza uğursuzluk geldi/seni ve beraberindekileri uğursuzluk belirtisi sayıyoruz” dediler. Sâlih, “Uğursuzluğunuz Allah katındadır. Daha doğrusu siz, kendini ateşe atan/imtihana çekilen bir topluluksunuz” dedi.

48.Ve o şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan, iyileştirme yapmayan, Dokuz kişilik bir grup vardı. 49.Allah’a yeminleşerek, “Gece o’na ve ailesine baskın yapacağız, sonra da velîsine/haklarını koruyacak yakınlarına, ‘Biz, o ailenin yok edilişine şâhit olmadık/olay sırasında orada değildik ve biz kesinlikle doğru olanlarız’ diyeceğiz” dediler. 50.Ve onlar, böyle bir tuzak kurdular, şüphesiz Biz de onların farkında olmadığı bir ceza ile cezalandırdık.

51.İşte bak! Onların tuzaklarının âkıbeti nice oldu, şüphesiz Biz onları ve toplumlarını toptan yerle bir ettik. 52.İşte, onların, şirk koşmak sûretiyle işledikleri yanlışlar yüzünden çatıları çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç şüphesiz ki bunda, bilen bir toplum için bir alâmet/gösterge vardır.

53.İman eden ve Allah’ın koruması altına girmiş olan kişileri de kurtardık.

(Neml/45-53)

157.Buna rağmen onlar Destek Kurumu’nu, gelir kaynaklarını kurutarak yok ettiler de pişman olanlar olarak sabahladılar.

(Şu‘arâ/157)

78.Bunun üzerine hemen onları, şiddetli sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.

(A‘râf/78)

30.Peki, azabım ve uyarılar nasılmış?

Bu âyetteki ifade, 1 kez azaptan önce Nûh kıssasında, 2 kez de Âd kıssasında azaptan hem önce hem de sonra olmak üzere toplam 3 kez aynen tekrarlanmıştır. Bu âyette ise azaptan önce olmak üzere Semûd kıssasında 4. kez tekrarlanmaktadır.

Araplar, yaptıkları fevkalâde işleri başkalarına gösterirlerken “Nasıl olmuş?” derler. Meselâ hasmını iyice hırpalayan biri, bir başkasına hırpaladığı kişinin hâlini göstererek, “Nasıl perişan ettim ama!” der. Birçok kez söylediğimiz gibi, Arap örfüne göre inmiş olan âyetler, burada da maksada uygun olarak ve o günkü Arapların anlayacağı şekilde anlaşılmalıdır. Dolayısıyla, bu ifade tarzı Rabbimizin azap edişinin müthişliğini, azametini anlatmaktadır. Bu kıssada azaptan önce kullanılan ve hayret, aşağılama, paylama ve tehdit içeren bu ifade, gelecek azabın müthiş, perişan edici, helâk edici olduğunu bildirmektedir.

Nitekim Semûd kavminin helâkı gerçekten de müthiş olmuştur:

66.Artık ne zaman ki emrimiz geldi, Sâlih’i ve o’nunla birlikte iman etmiş olan kişileri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. O günün perişanlığından da kurtardık. Hiç şüphesiz ki senin Rabbin, o güçlü, mutlak üstün olandır.

67.Ve şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseleri korkunç bir gürültü yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.

68.Sanki orada hiç zengince yaşamamışlardı. Haberiniz olsun! Hiç şüphesiz Semûd toplumu gerçekten Rablerine inanmadılar. Haberiniz olsun! Semûd için uzaklık verildi.

(Hûd/65-68)

43,44.Semûd’da da alâmetler/ göstergeler vardır. Bir zaman onlara: “Belirli bir süreye kadar yararlanın!” denmişti. Sonra onlar Rablerinin emrinden çıktılar da kendilerini, bakıp dururlarken yıldırım yakalayıverdi.

45.Artık onlar, kendilerini toparlayacak herhangi bir güce sahip olmadılar. Yardım görenler de olmadılar.

(Zâriyât/43-45)

31.Şüphesiz Biz onların üzerine korkunç tek bir ses gönderdik; ağılcının topladığı çalı-çırpı gibi oluverdiler.

Bu âyetteki anlatımlar da Kur’ân’ın ilk muhatapları olan Arapların örflerine göredir. Yani, âyette denmektedir ki: “Biz onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Onlar her şeyden habersiz evlerinin önünde bakışıp dururlarken gökten yıldırım çakar gibi şiddetli bir gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler.”

ağılcının topladığı çalı çırpı

Bu benzetme, düşünülmesi gereken bazı anlamlar içermektedir. Âyette geçen محتضر [muhtezir] sözcüğü, “hazırlık yapan çoban” demektir. Çobanın burada işaret edilen hazırlığı çalı-çırpı toplamaktır.

Bu nedenle, çoban hangi amaca yönelik çalı-çırpı topluyorsa, helâke uğrayanların âkıbetinin de toplanan çalı-çırpının o amaç doğrultusundaki sonu gibi olduğu anlaşılmalıdır. Yani,

* Çobanın hazırlığı hayvanlarına barınak olacak bir ağıl yapmak için kuru ot ve çalı toplamak ise, helâke uğrayanların da kuruyup kırılarak yere yığılmış çalı-çırpı birikimi hâline geldikleri anlaşılır.

* Çobanın hazırlığı hayvanlarına yedirmek üzere kuru ot ve dökülmüş ağaç yaprağı toplamak ise, helâke uğrayanların da hayvanların önüne konan o kuru ot ve yaprak yığınına benzedikleri anlaşılır.

* Çobanın hazırlığı hayvanlarını ısıtmak üzere yakacak çalı-çırpı ve kuru ot toplamak ise, helâke uğrayanların da yanmış çalı-çırpı kırıntıları gibi oldukları anlaşılır.

* Çobanın çalı-çırpı toplamak şeklindeki hazırlığı yukarıdaki amaçların birine değil de hepsine birden yönelik ise, helâke uğrayanların durumunun da ağılın bir kenarına toparlandıktan sonra basılıp çiğnenerek ufalanan çalı-çırpının durumuna döndüğü anlaşılır.

Bu çarpıcı ve tüyler ürpertici sahnenin arkasından insanların dikkatleri hemen Kur’ân’a çekilmekte, insanlar Kur’ân üzerinde düşünmeye ve Kur’ân’ın gerçeklerini irdelemeye özendirilmektedir:
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla