Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:01 PM   #3
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

32.Andolsun Biz Kur’ân’ı düşünme/öğüt için kolaylaştırdık/hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?

Kur’ân’ın çokça düşünülmesi için tekrarlanan bu âyet hakkındaki düşüncelerimizi yukarıda ifade etmiştik.

33.Lût’un toplumu, uyarıları yalanladı.34,35.Biz onların üzerine ufak taş yağdıran bir fırtına gönderdik. Lût’un ailesi bundan ayrı tutuldu. Onları katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık; Biz kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen kimseyi böyle mükâfâtlandırırız.

Bu pasajda farklı bir anlatım dikkati çekmektedir. Lût peygamberin yalanlandığı haber verilerek yapılan girişten sonra kıssanın sonuna geçilmiş ve Lût kavminin cezalandırıldığı bildirilmiştir. Kıssanın başlangıcı ile sonu arasındaki olaylar ise daha sonra anlatılmıştır. Bu üslûp Kur’ân’ın sadece belirli bir mesajı vermek için kullandığı hikâye etme yöntemlerinden biridir.

Lût peygamber ve kavminin kıssası Kur’ân’ın başka yerlerinde ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Bu sûrede sadece Yüce Allah’ın ilâhî mesajı yalanlayanlara ne kadar ağır ve acıklı bir ceza verdiğini vurgulamak ve insanların bundan ders almasını sağlamak amaçlandığından, kıssanın ayrıntılarına girilmemiştir.

Âyette geçen حاصب [hâsib] sözcüğü, “taşları savuran kasırga” demektir.[19] Nitekim başka âyetlerde de Lût kavmi üzerine “balçıktan taşlar” yağdırıldığı bildirilmektedir. Böyle bir âfetten sadece Lût peygamberin yandaşları ile eşi dışındaki aile bireyleri sağ olarak kurtulabilmiştir. Âyetin ifadesine göre, ilâhî bir lütuf olan bu kurtuluş, onlara şükrediciliklerine karşılık olarak verilmiştir.

SEHER VAKTİ: السّحر [es-seheru] sözcüğü, “sabah vaktinden az önceki zaman” demektir.[20]Bu vakit, gecenin son altıda-biri olarak da tanımlanmıştır.

Sözcük, müste’nef [satır başı] bir ifade olan, Onları katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık cümlesi içinde ise, ya kurtarma vaktini ifade etmekte, ya da kurtarılanlara sağlanan istisnânın ne şekilde sağlandığını anlatmaktadır. Kurtarılanların, kendilerine belâya engel olan bir koruyucu verilmesi veya belânın onlara isabet etmemesi sayesinde bu helâkten kurtulduklarını söylemek mümkünse de, o bölgeden ancak Yüce Allah’ın emri ile uzaklaştıkları için kurtulduklarını söylemek de mümkündür. Buna göre,Onları katımızdan bir nimet olarak seher vaktinde kurtardık ifadesi, “Biz onlara gecenin sonunda o beldeden çıkmalarını emrettik, onlar da çıkıp kurtuldular” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, seher vakti, “helâk vaktini” işaret etmiş olmaktadır. Seher vaktinde uzaklaştırma ise, “helâkten uzaklaştırma”, yani azaptan istisnâ edilme anlamına gelmektedir.

Çünkü Rabbimiz hışmını genellikle insanların dinlenme anlarında, hiç beklemedikleri zamanlarda indirmektedir:

4.Ve Biz nice kentleri değişime, yıkıma uğrattık. Azabımız onlar gece uyurlarken yahut gündüz dinlenirlerken onlara gelivermişti.

(A‘râf/4)

Bu âyetler Rabbimizin dilerse inananları bu dünyada da suçlular arasından kurtaracağına işaret etmektedir. Ancak bu kesin bir vaat değildir.

Buna karşılık Rabbimizin inananlar ile inanmayanları âhirette bir tutmayacağı kesindir, taahhüt altındadır:

145.Ve herkes sadece Allah’ın bilgisiyle vakitlendirilmiş bir yazgı olarak ölür. Ve kim dünya karşılığını dilerse, kendisine ondan veririz. Kim de âhiret karşılığını isterse ona da ondan veririz. Ve Biz, sahip olduğu nimetlerin karşılığını ödeyenleri karşılıklandıracağız.

(Âl-i İmrân/145)

65.Ve eğer Kitap Ehli iman etmiş ve Allah’ın koruması altına girmiş olsalardı, kesinlikle onların kötülüklerini örter ve kesinlikle nimeti bol olan cennetlere koyardık.

(Mâide/65)

36.Andolsun Lût, onları Bizim yakalamamıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar uyarıları kuşku ile karşıladılar

Bu âyette Lût peygamberin üzerine düşen görevi yaptığı açıklanmış, Lût kavmine verilen cezanın ise onların yalanlamalarına karşılık olarak verildiği ve ancak uyarıdan sonra uygulandığı vurgulanmıştır.

Aslında bütün peygamberler kavimlerini âhiret azabıyla uyarmışlardır. Uyarı yapılmadan kimse cezalandırılmamış ve cezalandırılmayacaktır:

15.Kim, kılavuzlanan doğru yolu bulursa, sırf kendi iyiliği için kılavuzlanan doğru yolu bulmuştur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı başkasının yükünü çekmez. Ve Biz, bir peygamber göndermedikçe, azap ediciler olmadık.

(İsrâ/15)

59.Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi ana kente göndermedikçe, memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değildir. Zaten Biz, halkı şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan kimseler olmayan memleketleri değişime/yıkıma uğratıcı değiliz.

(Kasas/59)

Bizim yakalamamız

Bu ifade, Rabbimizin yalanlayıcıları dünyada belâlar ile âhirette de cehennem ile cezalandırdığına dikkat çekmektedir. Bu mesaj Kur’ân’da başka yerlerde de verilmiştir:

12.Rabbinin kıskıvrak yakalaması gerçekten çok şiddetlidir.

(Burûc/12)

16.En büyük bir yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphesiz Biz, suçluyu yakalayıp ceza vererek adaleti sağlayanlarız.

(Duhân/16)

14-16.İşte bu nedenle, yalanlayan, yüz çeviren, en çok mutsuz olacak olan kişiden başkasının girmediği, alevlendikçe alevlenen bir ateşe karşı Ben sizi uyardım.

(Leyl/14-16)

38-40.İndirilmiş âyetler ve vahiy, tanık olarak saf saf dikildikleri gün, Rahmân’ın [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'ın] izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. Ve o izin verilen, doğruyu söyler: “İşte bu, hak gündür. Artık dileyen Rabbine bir sığınak edinir. Şüphesiz Biz sizi yakın bir azap ile uyardık.” O gün, kişi iki gücünün/mal ve çevresinin ne takdim ettiğine bakar/yaptıklarıyla yüz yüze gelir ve kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenkişi: “Ah ne olaydı, ben bir toprak olsaydım” der.

(Nebe/40)

37.ve andolsun o’nun konuklarından cinsel yönden yararlanmaya kalkıştılar. Biz de onların gözlerini körleştiriverdik/ kabilelerini, soylarını silip süpürüverdik: “38.Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!”

“Murat almak” olarak çevirdiğimiz مراودة[müravede] sözcüğü, ارادة [irâde] sözcüğü gibi رود [revd] mastarından türemiş olup مطالبة [mütâlebe] sözcüğüyle eş anlamlıdır. Ancak;mütâlebe sözcüğü somut şeyler için, mürâvede sözcüğü ise soyut şeyler için kullanılır.[21]

Âyetten anlaşıldığına göre, halktan bazı kişiler Lût peygamberin misafirlerinden ahlâksız istekte bulunmuşlar ve kötü emellerine ulaşmak için Lût (as) ‘a baskı yapmışlardır. Lût peygamberin konukları, –Ankebût/31-32′den öğrendiğimize göre– İbrâhîm peygambere gelen elçilerdir. Elçilere karşı takınılan bu ahlâksız tutum üzerine, bu girişimde bulunanların gözleri silinmiştir. Gözlerin silinmesi ifadesinden, ahlâksızların gözlerinin, yüzlerinde izleri bile kalmayacak şekilde kör edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca burada “Ayn” sözcüğünün “soy, kabile, zürriyet” anlamı dikkate alındığında cinsi sapıklık nedeniyle üremelerinin durduğu nesillerinin yok olup gittiği de anlaşılır. Lisanü’l Arab ve Tacü’l Arus’ta açıklandığına göre bu sözcüğün, görme, göz, güneş, pınar, yağmur, mal, altın, insan, hayat, TOPLUM, BELDE HALKI …. gibi yüzden çok anlamı vardır.

AZABI ve UYARILARI TATTIRMA: Haydi, azabımı ve uyarılarımı tadın! ifadesi, yine Arap örfüne göre söylenmiş olup “yaptığının cezasını gereği gibi tat!” anlamına gelir. Nitekim Araplar, “Yaptığından ötürü bu acıyı tat!” derler. Aslında, “Yaptığını tat!” demek, hemen her dilde “cezanı çek!” demektir. Hatta, “Sen suçlusun, bu cezayı hak ettin, cezanı çek, sana acınmaz!” manasında olan bu temenni, cezayı çeken suçlu tarafından işitilmediği bilinmesine rağmen, “Canın çıksın, oh olsun!” şeklinde bile söylenmektedir. Dolayısıyla bu âyetteki Azabımı tadın! ifadesi, “Acıyı tadın!” anlamına, Uyarılarımı tadın! ifadesi de “Yaptıklarınızı tadın!” anlamına gelmektedir. Bir bütün olarak, Azabımı ve uyarılarımı tadın!ifadesi ise, “Uyarılar karşısında gereğini yapmamanız, uyarılara uymamanız ve yanlışı yapmanız sebebiyle hak ettiğinizi tadın” demektir.

Çekilen acının, “acıyı tatma” şeklinde ifade edilmesi, zevklerine düşkün olan inkârcılarla alay edildiğini göstermektedir. Bu alaycı üslup sadece bu âyete mahsus değildir:

49,50.–“Tat bakalım! Şüphesiz sen, çok güçlü ve çok üstün biri idin! Şüphesiz işte bu, sizin kendisine kuşku duyup durduğunuz şeydir.”–

(Duhân/49)

14.“Öyleyse bu gününüzle karşılaşmayı unuttuğunuzdan/ terk ettiğinizden dolayı tadın azabı! Hiç şüphesiz ki Biz cezalandırdık sizi. Ve yapmış olduğunuza karşılık sonsuzluk azabını tadın!”

(Secde/14)

Lût peygamber ve kavmi arasında geçen olayların ayrıntıları Hûd/77-83 ve Hicr/61-74. ayetlerde verilmiştir.

Bu olayın [Sodom ve Gomora'nın Yıkılışı] Kitab-ı Mukaddes’te ayrıntılı olarak yer almaktadır.[22]

38. ayetteki “Kararlı” olarak çevirdiğimiz مستقرّ [müstekırr] sözcüğünün bu anlam ekseninde diğer anlamları da gözetilerek değerlendirilmesi durumunda, âyetin aşağıdaki şekillerde anlaşılması mümkündür:

* Onları savuşturulması mümkün olmayan bir azap bastırıverdi. Sözcüğün bu anlamına göre azap onlara yönelmiş ve onların üzerinde karar kılıp sabitleşmiştir. Hiç kimsenin bu azabı bertaraf etmeye ve ona karşı koymaya gücü yetmez.

* Onları devamlı bir azap bastırıverdi. Sözcüğün bu anlamına göre, söz konusu azap, onların ölümleriyle son bulacak bir azap değildir. Çünkü onlar helâk edildiklerinde cehenneme sürüleceklerdir ve hakk ettikleri azap âhirette de devam edecektir. İnsanın dünyada iken başına gelen belâ ve musibetlerin acıları ölüm ile son bulur ama ölüm bile onları bu âhiret azabından kurtaramaz. Bu azap süreklidir.

* Sadece onların üzerine çullanmış bir azap bastırıverdi. Sözcüğün bu anlamına göre, azap sadece onların üzerinde etkili olan bir azaptır ve başkasına zarar vermez.

39.Ve andolsun sabah erkenden, onları kararlı bir azap bastırıverdi: “Haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!”

37. âyetin bir parçası olarak kullanılan bu ifade, burada müstakil bir âyet olarak karşımıza çıkmıştır. Bu ifade ile şimdiki zamana dönülmekte ve kıssanın ilk cümlelerinde açıklandığı gibi, taşları savuran sert kasırga azabı hatırlatılarak bu azabın pençesinde kıvrananlara seslenilmektedir.

40.Andolsun Biz Kur’ân’ı düşünme/ öğüt için kolaylaştırdık/ hazırladık. O hâlde var mı ibret alıp düşünen?

Bu âyet ile ilgili açıklama 17. âyette verilmişti.

41.Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcılar gelmişti. 42.Onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli birinin yakalayışıyla yakalayıverdik.

Bu âyetlerde, caydırıcı özelliği olan önemli haberlerin beşincisi olarak, hikâyesi dillerde dolaşan, herkes tarafından bilinen Mûsâ ve Firavun kıssası yer almaktadır. Böylece bu sûredeki azap sahneleri, bu kez Arap Yarımadası dışında meydana gelmiş olan bir başka azap halkası ile noktalanmış olmaktadır. Kur’ân’ın birçok sûresinde detaylı olarak yer alan bu kıssa, diğer kıssalardan farklı olarak bu sûrede sadece başlangıcı ve sonu bildirilip başkaca hiçbir detay verilmeden konu edilmiştir.

Bu kıssanın sûredeki diğer kıssalardan dikkat çekici bir farklılığı da, uyarıcıların gönderildiği topluluk için diğer kıssadakiler gibi “Firavun’un halkı” yerine أل فرعون [Firavun ailesi] ifadesinin kullanılmış olmasıdır.

“Firavun’un yönetim kadrosu” anlamına gelen bu ifade, Firavun’un kendi kavmini özgür irâdeden yoksun bırakacak kadar baskı altında tuttuğunu, onlara kendini zoraki rabb ve ilâh olarak dayattığını göstermektedir:

21-24.Sonra da Firavun, yalanladı ve karşı geldi. Sonra çabucak arka döndü. Sonra toplayıp seslendi de: “Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” dedi.

(Nâziât/23-24)

38.Firavun da, “Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilâh bilmedim. Ey Haman, benim için çamur üzerine hemen ateş yak; tuğla imal et de Mûsâ’nın ilâhı hakkında bilgilenmem için bana bir kule yap. Ve şüphe yok ki o’nun yalancılardan biri olduğuna kesinlikle inanıyorum” dedi.

(Kasas/38)

29.Firavun: “Benden başka ilâh edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan yaparım” dedi.

(Şu‘arâ/29)

Çevresinde yakın kadrosundan başka irâde sahibi bir kimsenin bulunmadığı Firavun, halkını en küçük bir konuda dahi kendisine karşı çıkamayacak duruma getirmiş, ezici ve acımasız bir diktatördü. Halkının göçmesine ve kaçmasına engel olduğu gibi, kimseye zihinsel özgürlük bile tanımıyordu.

Nitekim kendi izni olmadan Allah’a inandıkları için sihirbazlarına olmadık cezaları reva görmüştü:

120-122.Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler ise boyun eğip teslim olmuş kimseler hâlinde bırakıldılar. “Âlemlerin Rabbine; Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine iman ettik” dediler.

123-126.Firavun dedi ki: “Ben size izin vermeden önce ona iman mı ettiniz? Şüphesiz bu, halkını şehirden çıkarmak için, şehirde kurduğunuz gizli bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz. Kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi kesinlikle asacağım.” Çok bilgili, büyüleyici, etkin bilginler de dediler ki: “Hiç şüphesiz biz sadece Rabbimize dönenleriz. Senin bizi, yakalayıp cezalandırman da sırf Rabbimizin âyetleri gelince onlara iman etmemizden dolayıdır.” –“Ey Rabbimiz! Bize çok çok sabır ver de gevşemeyelim, zaafa düşmeyelim, boyun eğmeyelim. Canımızı da Müslümanlar olarak al!”–

(A‘râf/120-126)

Aynı konu hakkında Tâ-Hâ/70-71 ve Şu‘arâ/46-49′a da bakılabilir.

Halkının tam anlamıyla mustazaf olması [tüm hareketlerinin kısıtlanmış, elinin kolunun bağlanmış olması] sebebiyle Peygamber irâdesiz halka değil, irâde sahibi Firavun ve yakın kadrosuna gelmiştir. Çünkü Firavun ve ailesi [yakın kadrosu] inanırsa, halkı da inanacaktı.

46.Ve hiç kuşkusuz Biz, Mûsâ’yı âyetlerimizle/ alâmetlerimizle/ göstergelerimizle Firavun’a ve onun ileri gelenlerine elçi gönderdik de o: “Gerçekten ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim” demişti.

(Zuhruf/46)

23,24.Andolsun Mûsâ’yı Firavun’a, Hâmân’a ve Karun’a âyetlerimizle ve açık bir delil ile elçi olarak gönderdik de onlar: “Bu bir sihirbaz, büyük bir yalancıdır” dediler.

(Mümin/23-24)

39.Karun’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da yıkıma uğrattık. Andolsun ki Mûsâ onlara apaçık deliller ile gelmişti de onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Hâlbuki onlar, geçiciler değillerdi.

(Ankebût/39)

24.Firavun’a git, şüphesiz o azdı” dedi.

(Tâ-Hâ/24)

43.Sizin kâfirleriniz; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimseleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa yazıtlarda sizin için kurtulacaklarına dair Allah tarafından verilmiş bir senet veya ferman mı var? 44.Yoksa onlar, “Biz birbirine yardım eden/ intikam alabilen bir topluluğuz” mu diyorlar?

Bu pasajda, kurtuluş için üç yolun mevcut olduğu; ancak müşriklerin bu yollardan hiç birinin üzerinde bulunmadığı bildirilmektedir. İlk muhatap Mekkeli müşrikler olmakla beraber bugün için tüm insanlık bu âyetlerin muhatabı durumundadır.

Bu âyetler, kurtuluş için insanlarda bulunması gerekli üç özelliği şöyle sıralamıştır: A) Ayrıcalıklı [hayırlı] olmak; B) Kurtulacağına dair Allah tarafından verilmiş bir senet veya fermana [berâet] sahip olmak; C) Allah’a karşı koyabilecek bir güce sahip bulunmak.

Muhataplarına, cevaplarını içlerinde barındıran bazı sorular yönelterek insanların bu üç özelliğe de sahip olmadıklarını vurgulayan Yüce Rabbimiz, kendini kurtarmak isteyenlerden akıllarını başlarına almalarını talep etmektedir.

Hatırlanacak olursa buna benzer bir ifade Kalem sûresi’nde de geçmişti:

36.Neyiniz var, nasıl hükmediyorsunuz? 37,38Yoksa içinde, ders aldığınız şeyler: “Siz bu âlemde neyi seçerseniz/beğenirseniz o kesinlikle sizin olacak” garantisi verilmiş olan size ait bir yazılı belge mi var? 39Ya da size karşı kıyâmet gününe kadar sürecek, “Siz her ne hüküm verirseniz kesinlikle öyle olacak” diye üzerimizde yeminler/taahhütler; üstlenmeler mi var?

40.Sor bakalım âhireti yalanlayan o kişilere, içlerinden böyle bir şeyi hangisi garanti etmektedir? 41.Yoksa onların ortakları mı var? O hâlde ortaklarını getirsinler, eğer doğrulardan iseler.

(Kalem/36-41)

44. âyetteki, Yoksa onlar, ‘Biz birbirine yardım eden/intikam alabilen bir topluluğuz’ mu diyorlar? ifadesi, Mekkeli müşriklerin Peygamberimize uyanlara değer vermediklerine, onları adam yerine koymayarak kendilerini üstün gördüklerine işaret etmektedir.

Tıpkı Nûh’un kavmi içerisindeki bazı ileri gelen inkârcıların yaptıklarının bildirildiği gibi:

27.Buna karşılık, toplumunun kâfirlerinin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmişolanlarının ileri gelenleri: “Biz seni sadece bizim gibi sıradan bir insan olarak görüyoruz. Sana sığ görüşlü aşağı tabakalarımızdan/ ayak takımımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizim aleyhimize bir fazlalığınızı da görmüyoruz. Tam tersine biz, sizi yalancılar sanıyoruz” dediler.

(Hûd/27)

Sûrenin 43-44. âyetleri, inkârcıların [Mekke müşriklerinin] bu âyetlere kadar anlatılmış olan kıssalardan hisse almaları gerektiğini ihtar eden mesajlar içermektedir.

43. âyette önce doğrudan Mekke müşriklerine hitap edilmektedir: “Peki, ey Mekke müşrikleri, sizin de onlarınkine [kıssalarda anlatılan eski toplumların başına gelenlere] benzer bir acı âkıbete uğramanızın önündeki engel nedir? Sizin kâfirleriniz onlardan hayırlı mı? İçinizdeki kâfirlerin onlara göre ayrıcalığı nedir? Yoksa kitaplarda sizin için bir berâet mi var? İndirilmiş kitapların sayfaları sizin suçsuzluğunuz yolunda tanıklık ediyor da kâfirliğin ve inkârcılığın töhmetinden kurtuluyor musunuz? Hayır; ne o, ne bu! Sizler o eski kâfirlerden daha iyi değilsiniz. Allah’tan gelmiş hiçbir kitabın sayfaları da sizin suçsuzluğunuzu kanıtlayan bir belge içermiyor. Buna göre, önünüzde sizden önceki kâfirlerin karşılaştıkları acı sonla karşılaşmaktan başka bir alternatif, başka bir yol yok.”

Yapılan bu uyarıdan sonra 44. âyette muhatap değişmekte, fakat yine müşrikler kast edilerek toplumun tümüne şu mesaj verilmektedir: “Yoksa onlar, ‘Biz birbirine yardım eden/intikam alabilen bir topluluğuz’ mu diyorlar? Bu şaşkınlar kendilerini kalabalık görünce güçlerine hayran oluyorlar ve ordularının büyüklüğü yüzünden gurura kapılarak, ‘Zafer bizimdir, bizi kimse yenemez, bizim ordularımızı hiç kimse bozguna uğratamaz’ mı diyorlar?”

Bu sorulardan müşriklerin yanlış akıl yürüttükleri ve yaptıkları yanlış hesaptan dolayı adım adım bir açmaza doğru sürüklenmekte oldukları anlaşılmaktadır.

Bir sonraki âyet, onları bekleyen acıklı sonu mucizevî bir açıklıkla kendilerine haber vermektedir:

45.Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönerek kaçacaklardır.

O dönemde, bir kısmı çaresizlik içinde Habeşistan’a göç etmiş olan, diğer kısmı ise Peygamberimizle birlikte Mekke’de kuşatma altında bulunan Müslümanlar, mazlum, çok mağdur ve hatta bazıları neredeyse açlıktan ölecek hâle gelmiş bir durumda idiler:

214.Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli size gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara yoksulluklar, sıkıntılar dokundu ve sarsıldılar; hatta elçi ve beraberinde iman edenler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” derlerdi. –Dikkat edin! Gerçekten Allah’ın yardımı pek yakındır.–

(Bakara/214)

Böyle zor bir dönemde bu tablonun tersine dönebileceğini değil iddia etmek, hayal etmek bile mümkün değildi. Bu nedenledir ki; Kureyş müşriklerinin çok güvendikleri ve gururlandıkları kuvvetlerinin kırılacağını, kalabalık ordularının işe yaramayacağını ve cari sistemlerinin çökeceğini hicret’ten beş yıl önce beyan eden bu âyet bir mucizedir. Çünkü Rabbimizin bildirdiği bu haber aynen gerçekleşmiş ve müşrikler Bedir savaşı’nda acı bir bozguna uğramışlardır.

Tarih kitaplarından okunmasını önerdiğimiz bu savaşta, sayıları 305 kişiden ibaret olan Müslümanlar, donanım olarak kendilerinden kat kat üstün durumdaki 1.000 kişilik müşrik ordusunu mağlûp etmiş ve onları tıpkı âyette söylendiği gibi arkalarını dönüp kaçmak zorunda bırakmışlardır.

Müşriklerin Bedir savaşı’nda uğradıkları bozgun, onların bu dünyada karşılaşacakları son bozgun olmadığı gibi, başlarına gelecek en ağır ve en dehşetli bozgun da değildi. Bu, geçmişte böyle olduğu gibi, her zaman da böyle olmaya devam edecektir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla