Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:41 PM   #2
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

TAHLİL:

1-5 - O saflar halinde dizilenlere/ dizenlere, sonra da haykırıp sürükleyenlere, sonra da [haykırıp sürükleyince de] öğüt okuyanlara kasem olsun ki [bunlar; o saflar halinde dizilenler kanıttır ki], sizin İlahınız kesinlikle Bir Tek’tir. O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir.

Sure, tevhid ilkesine dikkat çekerek başlamıştır. Burada tevhide kanıt olarak, bu ana kadar inmiş olan Kur’an ayetlerinin içerdiği mesajlar kanıt gösterilmiştir. Ayetler “ف fe” bağlacı ile geldiğinden cümle etkisel olarak birbirine bağlıdır. Aslında bu zincirleme etki ile nitelen şey tek bir şeydir. Kasem edilerek başlayan pasajda Kur’an’ın bazı özellikleri dikkatlere sunulmaktadır. Bu özellikler şunlardır: Kur’an ayetleri insanları karşısında saflar halinde dizmekte veya insanları saflar halinde karşısında hizaya sokmakta; içerdiği gerçekler ile kitleleri sürüklemekte, karşıtlarını alt etmekte ve herkese öğüt vermektedir.
Bu özellikler Mürselat suresinde şu şekilde ifade edilmişti:

1. ‘Urf hâlinde [yığın yığın, öbek öbek, küme küme] gönderilmişlere kasem olsun ki,
2. –dolayısıyla da büküp devirenlere–
3. canlandırdıkça canlandıranlara da (kasem olsun ki),
4. –dolayısıyla ayırdıkça ayıranlara–
5- 6. ve bir öğüt bırakanlara da (kasem olsun ki), –gerek özür, gerek uyarı olmak üzere–

7. kesinlikle tehdit olunduğunuz şey elbette meydana gelecektir.

İlk inen ayetten konumuz olan bu pasajdakilere kadar tüm Kur’an ayetleri dikkate alındığında, insanı rüşde erdirme, yol gösterme ve rahmet olma açısından gerek afak ve enfüste [insanın çevresinde ve iç dünyasında] vermiş olduğu kanıtlar, gerekse kendisine özgü mucizeliği ile “dizi dizi olma” veya “saf tutturma”, “hizaya dizme”, ikna ederek, rüşde erdirerek “öğüt olma” özelliklerinin tümünü içermektedir. Kur’an, işte böyle bir kitaptır.
Bu nedenle Kur’an, Allah’ın birliğinin ve O’nun göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbi olduğunun yegâne kanıtı olarak ortaya konmuştur.
Bu ayet gurubundaki bazı ifadelerin ayrıca tahlil edilmeleri yararlı olur:

O saflar halinde dizilenlere/ dizenlere

1- 3. ayetlerde geçen bu ifadeler, bazı gelenekçiler tarafından halk kültüründeki cinsten “melekler” olarak anlaşılmıştır.
Süfyân es-Sevrî`nin A`meş kanalıyla... Abdullah İbn Mes`ûd (r.a.)’dan rivayetine göre; o, şöyle söylemiş: Saf bağlayıp duranlar “melekler”dir. Haykırıp sürenler “melekler”dir. Zikir okumakta olanlar da “melekler”dir. (İbn Kesir)

Bu durum, onların Kur’an’ı tanıyamamış olmalarından kaynaklanmıştır. Söz konusu ifadelerin “melek” olarak değerlendirilmesi aslında yanlış bir yaklaşım değildir. Ancak bu meleklerin halk kültüründeki melekler olarak değil, “haberci” anlamındaki “melekler” olarak anlaşılması gerekir. Daha önceki tahlillerimizde de belirttiğimiz gibi, Kur’an ayetleri bir bakıma “haberci melekler”dir. Nitekim bu anlamı çağrıştıran ifadeler surenin 164- 166. ayetlerinde de gelecektir. Bu konuya dair detayı daha evvel Necm ve Kadr surelerinde vermiştik. (Tebyinü’l Kur’an c. 1; s.169, 419)

Kasem cümlesi ile ilgili önceki açıklamalarımızda “muksemün aleyhler”in [kasem edilen şeylerin], ileri sürülecek tezin kanıtları olduğunu ifade etmiştik. Arapçadaki bu kuraldan dolayı, üzerlerine kasem edilen şeylerin somut olma zorunluluğu vardır. Soyut şeyler somut iddialara kanıt olamazlar. (Tebyinü’l Kur’an; c:1, s:69)
Konumuz olan ayetlerde kendilerine kasem edilen üç ayrı nitelik, bir tek şeyin sıfatıdır. O tek şey de Kur’an ayetleridir. Zira Kur’an ayetlerinin bazıları tevhidi, bazıları Allah’ın niteliklerini, bazıları insanlar için öğütleri, bazıları Allah’ın afak ve enfüsteki ayetlerini, bazıları kişisel ve toplumsal yaşam için gerekli ilkeleri, bir kısmı da geçmişe yönelik bilgileri içerirler. Böylece her gurup bir “saf” konumundadır.
Bu nedenledir ki, Kur’an’ı anlamaya cidden emek verenlerin bir kısmı bu ayetlerde nitelendirilenlerin bilginler, mücahidler olduğunu söyleseler de, çoğu Kur’an ayetleri olduğu yönünde kanaat belirtmişlerdir.

Klasik müfessirlerin çoğu, 1-3. ayetlerin meleklere işaret ettiğini ileri sürerlerken, Râzî`nin naklettiğine göre, Ebû Muslim İsfehânî bu varsayımı reddetmekte ve bu pasajın insanlar arasındaki gerçek müminlere işaret ettiğini söylemektedir. Fakat Râzî başka bir yorumda bulunmakta -bana göre en ikna edici olanıdır- ve burada kastedilenin Kur’an`ın mesajları [âyât] olduğunu ileri sürmektedir; ki, bu ayetler -müfessirin kendi ifadeleriyle- “çok çeşitli konulara değinmektedir. Bir kısmı Allah`ın birliğinin yahut O`nun ilminin, kudretinin ve hikmetinin kanıtlarına değinirken diğer bir kısmı ilahî vahyin veya yeniden dirilmenin kanıtlarını sergilemektedir. (Muhammed Esed; Kur’an Mesajı)

Katade: Burada kastedilenler Kur`ân-ı Kerîm`in zecredici [yasaklayıcı, alıkoyucu] buyruklarıdır, demiştir.
Katade de şöyle demektedir: Maksat yüce Allah`ın zikrini okuyan ve ya*zan herkestir.
Bir diğer açıklamaya göre; maksat Kur`ân-ı Kerîm`in âyetleridir. Yüce Al*lah bu ayetleri okunmak ile nitelendirmiştir. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten bu Kur`ân İsrailoğullarına hakkında anlaş*mazlığa düştükleri şeylerin çoğunu anlatır." (Neml/27 ve 76)
Kur`ân`ın âyetlerinin, "tâliyât [biri diğerinin ardından gelenler]" diye adlandırılması mümkündür. Çünkü harflerin biri diğerinin arkasından gelir. Bu*nu da el-Kuşeyrî zikretmiştir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

sonra da haykırıp sürükleyenler

Kur’an ayetlerini niteleyen bu ifade ile Kur’an ayetlerinin eşsizliği, herkesi ikna edebildiği, yalanlayıcıların ayetler karşısında tutunamamaları ve Kur’an ayetlerinin insanlığı gelişime ve geleceğe doğru sürüp götürmesi, kötülüklerden alıkoyması ifade edilmektedir.

sonra da [haykırıp sürükleyince] öğüt okuyanlar

Kur’an ayetlerinin diziler halinde duruşunun veya herkesi ikna etmesinin ya da yıldırmasının ana nedeni, ayetlerin insanlara öğüt vermesi, onları ahiret hakkında uyarmasıdır. Zaten Kur’an’ın yarıdan çoğu bunu ifade eden ayetlerden oluşmaktadır.

Sizin ilahınız kesinlikle Bir Tek’tir. O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir.


“Kanıtlarlarla sabittir ki, sizin ilahınız kesinlikle Bir Tek’tir” hükmü ile akıllı insanların nasıl bir ilahın kulları olması gerektiğine vurgu yapılarak şu mesaj verilmektedir: “Rabb olarak tanınacak olan O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin Rabbi, doğuların da Rabbi” olmalıdır. Bir sineği bile yaratmaktan aciz kişi ve nesneler rabb olarak kabul edilmemelidir. Eğer bu yanlışa düşerseniz sonunda eliniz boş kalır, emeğiniz boşa gider, üstelik kendinize de zulmetmiş olursunuz. Onun için yanlış adrese gitmeyiniz.”
Rabbimiz Kendisini göklerin, yerin, ikisi arasındakilerin ve doğuların Rabbi olarak tanıtmıştır.

RABB:

Rabb “Terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten” demektir. Rabb sözcüğünün bu anlamı doğrultusunda, ayetteki ifadede de “yerde, gökte ve ikisi arasındaki varlıkların, var olan sistemlerin hepsinin kör tesadüfe bağlı olmayıp Allah’ın plan ve programı ile olduğu vurgulanmaktadır.
“Doğuların Rabbi” ifadesindeki çoğul kullanmla “doğu” kavramının izafiliğine dikkat çekilmiştir. Gerek Güneş’in ve Dünya’nın dönüşleri, gerekse bu iki gök cisminin doğuş yerleri mevsimler itibariyle sürekli değişmekte, buna bağlı olarak da doğu yönü sabit bir nokta olmamaktadır.
“ المشارقel-meşârık” sözcüğü, “gezegenlerin dünyaya göre doğuş noktaları” anlamına gelmektedir. Bu doğuş noktaları daha çok Güneş için kullanılmaktadır. Doğuş sözcüğü karanlığın yok olması sürecini ifade ettiği için özellikle Güneş için kullanılan bir kavramdır. Senenin her gününde Güneş’in ayrı ayrı doğuş noktaları olduğu gibi, dünyanın doğu ve batısı için de farklı doğuş noktaları var*dır. Gerek Güneş`in bu şekilde hareket etmesini, gerekse dünyanın Güneş etrafındaki dönerken aldığı farklı pozisyonları gerçekleştiren güç Yüce Allah’tır. Bu nedenle O’na “Doğuların Rabbi” denmektedir.
Rabbimiz, doğuların Rabbi olduğu gibi batıların da Rabbidir. Yüce Allah’ın aynı zamanda “batıların da Rabbi” olduğunun ayette zikredilmemesinin nedeni, bu gerçeğin ayetin bağlamından [kontekstten] anlaşılıyor olmasıdır.

Artık hayır! Doğuların ve batıların Rabbine kasem ederim ki, şüphesiz Biz kesinlikle güç yetirenleriz. (Meâric/40)
(O) iki doğunun Rabbi ve iki batının Rabbidir. (Rahman/17)

Konumuz olan ayetin bu bölümü, Nahl suresindeki şu ayete benzemektedir.

Ve O [Allah], yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve sizin için dağlardan barınaklar kıldı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve sizi kendi hışmınızdan koruyan elbiseler kıldı. İşte böylece, Allah müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır. (Nahl/81)

Görüldüğü gibi, elbise insanı hem sıcaktan hem de soğuktan korumasına rağmen, Nahl/81’de elbisenin “sıcak”tan koruyacağı zikredilip “soğuk”tan koruyacağı zikredilmemiştir.

Konumuz olan ayette “batılar”dan söz edilmeyerek sadece “doğular” sözcüğünün kullanılmasını şöyle değerlendirmek de mümkündür: “Meşarik [Doğular] sözcüğü aynı zamanda “ışığın parladığı yerler” anlamına da gelir. Bu anlam bize Kur’an’ı çağrıştırmaktadır. Bu durumda “Rabbü’l-Meşrikayn” ifadesinden “Kur’an ayetlerinin saçtığı ışıkla tüm zihinlerin aydınlanmasının da Allah tarafından planlanıp uygulandığı” anlaşılır.

6- Gerçekten Biz en alt semayı ziynetlerle, yıldızlarla süsledik.
7- 10- Ve mele-i a’lâdan bir bir kırıntı kapan ve kendisini şihab-ı sakıp takip edenler hariç, sürekli azap içinde olan, kovulmak için her taraftan taşlanan ve mele-i a’lâya hiç kulak vermeyen ‘şeytan-ı marid’in tümünden koruduk. Ve asi inatçı şeytanın tümünden koruduk.

Allah’ın varlığına, birliğine; O’nun göklerin, yerin, ikisi arasındakilerin ve doğuların Rabbi olduğuna Kur’an ayetleri kanıt gösterildikten sonra, bu pasajda da, Kur’an’ın “ الملإ اعلى Mele-i a’lâ (En Yüce Depo)” olduğu üzerinden, insanın zihinsel yapısı ve evren ile ilişkisi üzerinde durularak Allah’ın göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi olduğu somut bir örnekle ortaya konmuştur.

Hatırlanacağı üzere, bu pasajın ikizi deyebileceğimiz bir benzeri Hıcr suresinde yer almıştı. Her iki pasajı “Kulak Hırsızlığı Yapan Şeytanlar” başlığı altında ele alıp tahlil etmiştik. Ancak aynı konunun detaylı açıklaması daha önce Cinn Suresi’nin tahlilinde yapılmıştı. (Tebyînü’l-Kur’an; c: 3, s: 221-225) Bu nedenle, sadece pasajda yer alan bazı sözcüklerin tahlilini kısaca tekrarlamakla yetiniyor, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.

AZ DA OLSA VAHYE KULAK VERME [KULAK HIRSIZLIĞI]:


Bu konu Kur’an’da Hicr suresinin 16–18. ayetleri ile Saffat suresinin 6–10. ayetlerinde yer almaktadır. Mevcut meal ve tefsirlerin hemen hepsi konuyu aşağı yukarı aynı anlam doğrultusunda açıklamışlardır. Ancak günümüz teknolojisi bu ayetlerdeki bazı ifadeleri müteşabih sayılmaktan çıkarmış ve bugüne kadar bu müteşabih ifadeleri açıklamak için uydurulmuş hikâyelere ters düşmesin diye bazı dilbilgisi kurallarını ihmal etmeye veya bilerek yanlış kullanmaya artık gerek kalmamıştır.
Hıcr suresinin 18. ayetindeki “استرق isteraka” fiili, genellikle “kulak hırsızlığı yapan” diye çevrilmiş olup, Kur’an’da sadece bu ayette geçer. Fiilin üç harfli hali olan “سرق seraka”nın anlamı; “çaldı, hırsızlık etti” demektir. Konumuz olan beş harfli kalıptan anlamı ise; “kulak kabarttı, kulak misafiri oldu, kaş altından baktı, çaktırmadan gözüyle izledi” demektir (Lisanül Arab cilt 4. S. 565). Yani “إستراق istirak”, hem kulak hem de gözle sinsice bir şeyler öğrenmek demektir.
Bu fiil konumuz olan ayette “من استرق السّمع Men isteraka’s-sem’a (Sem’a kulak kabartan” cümlesi içinde yer almıştır. Burada “سمع sem’” sözcüğü tümleç yapılmış olduğundan, “استرق isteraka” fiili, (kulak kabartılarak ne kadar öğrenilebilirse) “dinleme yoluyla az bir bilgi edinen, az bir şey öğrenen” demektir.
Konuyla ilgili olarak Şeytanı-ı Racim, Şeytan-ı Marid, Mele-i A’lâ, Şihab-ı Mübin ve Şihab-ı Sakıp kavramları daha önce birkaç kez ayrıntılı olarak açıklandığından, detayın o bölümlerden okunmasını öneriyoruz.

ŞİHABLARIN Bİ`SETTEN ÖNCE VARLIĞI

Bu ayetleri açıklamak için üretilen iddialardan biri de Rasülüllah’ın elçi gönderilmesine kadar gökte yıldızın olmadığı; o gelince Kur’an’ı korumak için, kulak hırsızlığı yapan şeytanları kovmak ve onlara ateş topu atmak üzere şihapların yaratıldığı safsatasıdır. Bunu Hicr/16-18 ayetlerinin tahlilinde “Kulak Hırsızlığı Yapan Şeytanlar” başlıklı detaylı yazımızda uzun uzadıya konu etmiştik. Bu konuya dair bir nakil de Razi’den vermek yararlı olur:

Üçüncü Soru:
Bazıları şöyle derler: "Mütevatir tarihler, şihabların Hz. Peygamber (s.a.s) gelmezden önce de var olduklarına delâlet etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)`in gelmesinden uzun süre önce yaşamış hakîm zatlar bundan bahsetmiş ve bu şihablar hakkında konuşmuşlardır. Bu hâdisenin Hz. Peygamber (s.a.s)`in gelişinden önce de mevcudiyeti sabit olduğuna göre, bunu Hz. Peygamber (s.a.s)`in gelişini gösteren bir hâdise saymak imkânsızdır."
Kâdî buna şöyle cevap vermiştir: Doğruya en yakın olan, "Bu durum, Hz. Peygamber (s.a.s) gelmezden önce de vardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında çoğaldı. Bu çoğalması, Hz. Peygamber (s.a.s) için bir mucize oldu" denilmesidir. ((Razi; el-Mefatihu’l-Gayb)

Klâsik anlayışta, bu ayetlerin Rasulüllah’ın kâhinlikle ilgisinin olmadığını; yani vahyin şeytanların gökte meleklerden duyup da yerde kâhinlere ilettikleri bilgiler olmadığını açıklamakta olduğu kabul edilir. Mevdudi’nin bu pasajla ilgili açıklaması şöyledir:

“Bu ayetin tazammun ettiği anlamı iyice kavrayabilmek için Rasûlullah`a (s.a) peygamberlik geldiği dönemde, Araplar arasında kehanetin çok makbul olduğunu bilmek gerekir. Öyle ki, o dönemde her yer âdeta gaybten haber getirenler, gayb hakkında bilgi verenler ile kaynıyordu. Araplar kendi geçmiş ve gelecekleri hakkında haber veren bu kimselere inanırlardı.
Bu kimseler [kâhinler] de, cin ve şeytanların kendi emirleri altında olduğunu, kendilerine gaybten haberler getirdiklerini iddia ediyorlardı. Hz. Peygamber`e (s.a) ilk kez vahiy geldiğinde, o, böyle bir atmosferde Kur`an`ın ayetlerini tebliğ etti ve bu ayetlerin kendisine Allah tarafından ve bir melek aracılığıyla geldiğini söyledi. Bunun üzerine kâfirler Hz. peygamber`e (s.a) "kâhin" demeye başladırlar. Öyle ki, şeytanın kâhinlere haber getirdiği gibi Hz. Peygamber`e de getirdiğini, onun da bu bilgileri kendilerine vahiy diye aktardığını iddia ettiler. Kur`an bu iddiaları şu şekilde cevaplamıştır. "Şeytan, kesinlikle, değil Mele-î A`lâ`ya yaklaşmak, Âlem-i Bâlâ`ya bile giremez. Şayet şeytan Mele-i A`lâ`ya yaklaşmak için çabalayacak olsa, hemen onu delici bir ateş kovalar."
Bir diğer anlamı da şöyle olabilir: "Allah`ın emriyle melekler kâinatı idare etmektedirler. Dolayısıyla onlar şeytan`ın kendilerine müdahalesinden korunmuşlardır. Şeytan bırakın onlara müdahale etmeyi, yanlarına bile yaklaşamaz." (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

Hâlbuki konumuz olan ayetlerde konu edilen vahiy değil, Allah’ın yer ve göklerde kurduğu sistemin tanıtılmasıdır.

11 - Şimdi onlara sor: “Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa Bizim yarattığımız kimseler mi?” Şüphesiz Biz onları cıvık- yapışkan bir çamurdan yarattık.

Surenin başında Allah’ın “Bir Tek’liği; göklerin, yerin ve aralarındakilerin ve Doğuların Rabbi oluşu” vurgulandıktan sonra, müşrikler akıllarını başlarına alıp doğruyu bulmaları ve buna göre hareket etmeleri için düşünmeye, mukayese etmeye, Allah’ın yarattıkları ile kendi uydurmaları arasında bir karşılaştırma yapmaya davet edilmektedirler. Bu bağlamda, Allah’ın tüm evreni ve evrendeki sayısız sistemi yaratmasının insanı yaratmasından daha çetin olduğu beyan edilmektedir. İnsanları düşünmeye davet eden “Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa Bizim yarattığımız kimseler mi?” sorusu, Kur’an’da başka ayetlerde de yer almaktadır.

Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyüktür. Ama insanların çoğu bilmiyorlar. (Mümin/57)

Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Onu [göğü] O [Allah] yaptı: Boyunu yükseltti ve onu düzene koydu, gecesini kararttı ve kuşluğunu [ışığın parlaklığını] çıkarttı. Ve ondan sonra yeryüzünü döşedi; yeryüzünden suyunu ve otlağını çıkardı, dağları da sabitledi [demirledi; sağlam bir şekilde yerleştirdi], sizin ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak [yararlanmak] üzere. (Naziat/27-33)

Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]! Ve O çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir. (Ya Sin/81)

Bu ayetlerde Rabbimizin insanları tekrar yaratabileceği gerçeğine de dikkat çekilmiş olmaktadır.

cıvık- yapışkan bir çamur

İnsanı tekrar diriltmeye kadir olan Rabbimiz, bu ifadesiyle de insanın ilk yaratılışına işaret etmektedir. Daha önce de açıkladığımız gibi, insanın toprak/çamur olan menşeine atıfta bulunulması, insanın ilk olarak cansız maddeden yaratıldığı anlamındadır. Ayetlerde insanın menşei toprak, cıvık çamur, seramik gibi ifadelerle açıklanmaktadır. Bunlarla konu edilen maddenin değişkenliğidir.

12 – Aslında sen hayret ettin, onlar ise eğleniyorlar.
13 - Kendilerine öğüt verildiği zaman öğüt kabul etmiyorlar.
14 – Ve bir ayet gördükleri zaman eğlenceye alıyorlar.
15 – 17- Ve onlar: “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki atalarımız da mı?” diyorlar.

İnsanın yaratılması ile evrenin yaratılması arasında mukayese yapılması istendikten sonra, bu ayetlerde de peygamberimiz ile müşriklerin konumu ortaya konmaktadır. Peygamberimizin Allah’ın sonsuz güç ve rahmetine hayran kalmasına karşılık, müşriklerin oyunda, oynaşta oldukları bildirilerek bu tavırları eleştirilmektedir. Bu eleştiri, aynı zamanda inkârcıların dinin gerçekliğinden ne kadar uzak olduklarını da göstermektedir.
Kur’an’da aynı mesajları veren başka ayet ve ayet gurupları da vardır:

Allah, gökleri görüp durduğunu direkler olmadan yükselten Zat’tır. Sonra O, arş üzerine istiva etti. Güneşe ve aya boyun eğdirdi. –Hepsi adı konmuş bir ecele akıp gidiyor. O, işi, Rabbinize kavuşacağınız güne kani olursunuz diye ayetleri detaylandırarak yönetir.
O’dur ki, arzı uzattı, orada sabit dağlar ve ırmaklar var etti. Orada bütün meyvelerden iki çift yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Şüphesiz bunda tefekkür eden [düşünen] bir toplum için ayetler vardır.
Ve yeryüzünde bir tek su ile sulanan birbirine komşu kıtalar var; üzümlerden bahçeler, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Ve Biz meyvelerinde onların bazısını bazısı üzerine fazlalıklı kılıyoruz. Şüphesiz aklını kullanan bir kavim için bunda bir takım deliller vardır.
Ve eğer şaşıyorsan, asıl şaşırtıcı, onların: “Biz toprak olunca mı, biz gerçekten yeni bir yaratılışta mıyız?” sözleridir. İşte bunlar Rablerini inkâr etmiş kimselerdir. Ve işte bunlar, boyunlarında demir halkalar bulunanlardır. Ve işte bunlar, ateşin ashabıdırlar, onlar orada sürekli kalıcıdırlar. (Ra’d/2- 5)

Ve o insan [o kişi], kendisini bir nutfeden [bir damla sudan] yarattığımızı görmedi mi de şimdi o, apaçık bir hasımdır [düşmandır].
Ve kendi yaratılışını dikkate almayarak Bize bir örnekleme yaptı. Dedi ki: “Kim diriltecekmiş o kemikleri? Onlar çürümüş iken!”
De ki: “Onları ilk defa yaratan, onları diriltecektir. Ve O, her yaratmayı çok iyi bilendir. O, size o yemyeşil ağaçtan bir ateş yapandır. Şimdi de siz ondan yakıp duruyorsunuz.
Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibilerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet [elbette kadirdir]! Ve O, çok mükemmel yaratandır, çok iyi bilendir.
Şüphesiz ki O bir şeyi dilediğinde, O’nun buyruğu / işi o şeye “Ol!” demektir; o da hemen oluverir. (Ya Sin/77- 82):

Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz karşılık göreceğiz? (Saffat/53)

Ama kendilerine içlerinden uyarıcı geldiğine şaşırdılar da kâfirler, “Bu şaşılacak bir şeydir! Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit mi? Bu uzak bir dönüştür” dediler. (Kaf/2, 3)

Ve onlar: “Biz yeryüzünde kaybolduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta olacağız?” dediler. Aksine onlar, Rabblerine kavuşmayı [O’nun huzuruna varacaklarını] inkâr ediyorlar. (Secde/10)

Ve onlar dediler ki: “Biz, bir kemik yığını olduğumuz ve ufalanıp toz olduğumuz vakit mi, gerçekten biz, yeni bir yaratılışla diriltilecek miyiz?” (İsra/49)

Bu, ayetlerimizi inkâr etmiş olmaları ve: “Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?” demiş olmaları nedeniyle onların cezasıdır. (İsra/98)

Size, gerçekten siz öldüğünüz, toprak ve kemik olduğunuzda, mutlak surette sizin çıkarılacağınızı mı vaat ediyor? (Mü’minun/35)

Bu konuyla ilgili olarak ayrıca Mü’minun/82, Vakıa/47 ve Naziat/11. ayetlere de bakılmalıdır.

18 - De ki: “Evet, siz de çok aşağılanmış olarak...”

Bu ayette, müşriklerin 15- 17. ayetteki “Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir. Öldüğümüz ve toprak, kemik olduğumuz zaman mı, gerçekten mi biz tekrar dirilecekmişiz? Önceki atalarımız da mı?” şeklindeki itirazlarına hem çok kısa, hem de çok geniş anlamlar içeren tek bir cümleyle cevap verilmiştir: “Evet, siz de çok aşağılanmış olarak…” Zaten inkârcılara yakışan da kendilerine böyle muamele yapılmasıdır.
Ve onlar, o gün, Allah`a teslim bayrağını çekerler, uydurmuş oldukları şeyler de kendilerinden uzaklaşıp gitmiştir. (Nahl/87)

Ve sizin Rabbiniz: “Bana yalvarın, dua edin ki size karşılık vereyim. Şüphesiz Bana ibadet etmekten büyüklenen kimseler yakında horlanmış olarak cehenneme gireceklerdir” dedi. (Mü’min/60)

19, 20 - Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki onlar karşıda duruverirler. Ve “Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü’dür” derler.
21 – -“İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü’dür!” -
22- 23 - Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cahimin [cehennemin] yoluna kılavuzlayın!”
24, 25 - Ve durdurun onları; şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: “Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?”
26 - Aksine, bugün onlar teslim olmuşlardır.
27 – Ve onların bazısı bazısına, dönmüş [yüz yüze gelmiş] soruşuyorlar [birbirlerini sorumlu tutuyorlar].
28 - Onlar: “Şüphesiz siz bize Yeminden [sağ elden, hak yoldan/ iyi konumdan/ güçten kuvvetten] gelir dururdunuz” derler.
29 -32- Diğerleri derler ki: “Bilakis, siz müminler olmamıştınız. Bizim size karşı bir gücümüz de yoktu. Bilakissiz azmış bir kavimdiniz. Onun için üzerimize Rabbimizin Söz’ü hak oldu. Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz kışkırtıcılar idik.”

Bu ayet gurubunda, üç ayrı sahne halinde müşriklerin “ahirette çok aşağılanmış olarak haşredilecekleri” tasvir edilmiştir.

BİRİNCİ SAHNE [19- 21. Ayetler]:

Artık o zorlu bir haykırıştan ibarettir. Bir de bakmışsın ki onlar karşıda duruverirler. Ve “Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü’dür” derler.
-“İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü’dür” -

Bu sahnede inkârcılar, inkâr ettiklerinin aksine, kıyameti yaşamışlar ve huzurda dikilmişlerdir. Yanıldıklarını itiraf edip “Eyvah bizlere! İşte bu, Din Günü’dür” diye pişmanlıklarını dile getirmektedirler. Allah da onlara “İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz Ayırma Günü’dür ” diyerek gerçeği yüzlerine vurmaktadır.

Yevmü’d-Din

يوم الدّين " Din Günü”, “Karşılık Günü” demektir. Bu ifadeyle “herkesin iyi ya da kötü, yaptığı tüm edim ve eylemlerin karşılığını göreceği ahiret günü” kast edilmektedir. Kavramın asıl açılımı bizzat Rabbimiz tarafından İnfitar/15-19’da yapılmaktadır:


“Din Günü girerler oraya... Onlar ondan görülmeyecek şekilde uzaklaşmış değillerdir. Ve Din Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Sonra, Din Günü’nün ne olduğunu sana ne bildirdi? Bir gündür ki o, hiç bir kimse başka bir kimse için hiç bir şeye güç yetiremez. Ve o gün buyruk yalnız Allah’ındır.” (İnfitar/15-19)

Müşrikler, yaşadıkları mahşer anının “Din Günü” olduğunu itiraf ettikten sonra, Rabbimiz de bu itiraflarını teyit ederek onlara o günün aynı zamanda “Ayırt Etme Günü” olduğunu da ihtar etmektedir.

YEVMÜ`L-FASL [AYIRT ETME GÜNÜ]: يوم [yevm] ve الفصل [el-fasl] sözcüklerinden oluşan bu ifade, “ayırt etme günü” anlamına gelen bir isim tamlamasıdır.
Kıyâmet gününe, Yevmü`l-Fasl [Ayırt Etme Günü] denmesinin sebebi, o gün hakk ile bâtılın, mümin ile kâfirin birbirinden ayrılacak olmasıdır. Bazılarının “karar günü”, “hüküm günü” olarak çevirdikleri bu ifadenin yorumsuz olarak sözcük anlamıyla çevrilmesi, bize göre en isabetli olanıdır.
“Yevmü’l-Fasl [Ayırt Etme Günü]” ile ilgili olarak daha evvel Mürselat suresinde açıklama (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s: 40-42) yapıldığından, detayın oradan okunmasını öneriyoruz.


İKİNCİ SAHNE [22- 25. AYETLER]:

Toplayın o zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ın astlarından tapmış oldukları şeyleri. Sonra da onları cahimin [cehennemin] yoluna kılavuzlayın!
Ve durdurun onları; şüphesiz onlar sorguya çekilecekler: “Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?”

Bu sahnede, mahşerin birinci aşamasından sonraki durum tasvir edilerek cehenneme sevk edilen inkârcılara “Ne oldu sizlere de yardımlaşmıyorsunuz?” diye sorulacağı, böylece geçmişteki akılsızlıkları hatırlatılıp kendilerine psikolojik yönden de azap edileceği bildirilmektedir.
Daha önce de belirtildiği gibi, Kur’an’da zulüm “şirk”, zulmeden kişiler de “şirk koşan” kişilerdir.

Ve hani bir zaman Lokman, oğluna öğüt vererek, “Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma, hiç şüphesiz ki şirk [Allah’a ortak koşmak], kesinlikle büyük bir zulümdür. (Lokman/13)

Şu iman edenler ve imanlarına zulüm giydirmeyenler [şirk karıştırmayanlar]... İşte onlar; güven kendilerinin olanlardır. Doğru yolu bulanlar da onlardır. (En’am/82)

Konumuz olan ayette zulmedenlerin “eşleri” olarak nitelenenler, müşriklerin “şirk koşan arkadaşları”, özellikle de onları şirke götüren “iblisleri” demektir. Ayetteki “Bilakis siz müminler olmamıştınız. Bizim size karşı bir gücümüz de yoktu. Bilakis siz azmış bir kavimdiniz. Onun için üzerimize Rabbimizin Söz’ü hak oldu. Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz kışkırtıcılar idik” ifadesi açıkça bunu göstermektedir. Zira bu ifade, birçok yerde geçtiği üzere, İblise ait bir ifadedir.

Ve iş olup bitince şeytan onlara şöyle diyecek: “Şüphesiz ki Allah size gerçek olanı vaad etmişti, ben ise size vaad ettim, ama sonra caydım! Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi çağırdım, siz de hemen geldiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın! Ben sizi kurtaramam siz de beni kurtaramazsınız! Ben, önceden beni Allah`a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim." Şüphesiz zalimlere, onlar için acı bir azap vardır! (İbrahim/ 22)

[İblis,] “Öyle ise izzet ve şerefine yemin ederim ki, ben onların hepsini mutlaka azdıracağım, ancak içlerinden arıtılmış kulların müstesna...” dedi.
[Allah] buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum:
And olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.” (Sad/82- 85)

O [İblis] dedi ki: “Rabbim! Beni Sen azdırdığın [beni azdırmak için yarattığın] için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara süsleyeceğim ve arıtılmış kulların hariç onların hepsini mutlaka azdıracağım!”
O [Allah] dedi ki: “İşte bu Benim üzerime aldığım dosdoğru bir yoldur. Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Şüphesiz ki onların hepsine vaad edilen yer de cehennemdir. Onun için yedi kapı vardır. O kapıların her biri için onlardan bir parça ayrılmıştır.” (Hıcr/39- 44)

Buna göre, kâfir-müşrik o gün kâfir-müşrik ile, müşrik de iblisi ile haşredilecektir.
Ayetteki “zulmedenlerin eşleri” ifadesini Ömer b. el-Hattab gibi “Zinakâr zinakâr ile birlik*te, içki içen içkici ile birlikte, hırsızlık yapan hırsızlık yapanla birlikte [has*redilir]” şeklinde yorumlamak Kur’an’a aykırı olur. Zira imanlı ama suç işlemiş, sonra da tevbe etmiş kişilerin cehenneme gitmesi söz konusu değildir.

Çoğaltma yarışı sizi eğlendirip oyaladı.
Kabirleri ziyaret edişinize dek.
Hayır… Hayır… Yakında bileceksiniz.
Sonra [bir müddet sonra], hayır… Hayır… Yakında bileceksiniz.
Hayır… Hayır… Eğer ki ılmelyakin [kesin bilgi] ile bilirseniz, cahimi [çılgınca yanan ateşi] mutlaka görürsünüz.
Sonra [bir müddet sonra] onu aynelyakin [gözle görmüşçesine gerçek olarak] mutlaka göreceksiniz.
Sonra o gün siz nimetten mutlaka sorulacaksınız. (Tekasür suresi)


ÜÇÜNCÜ SAHNE [26- 32. AYETLER]:

Aksine, bugün onlar teslim olmuşlardır.
Ve onların bazısı bazısına, dönmüş [yüz yüze gelmiş] soruşuyorlar [birbirlerini sorumlu tutuyorlar].
Onlar: “Şüphesiz siz bize [uğurlu görünerek] sağdan gelir dururdunuz” derler.
Diğerleri derler ki: “Bilakis, siz müminler olmamıştınız. Bizim size karşı bir gücümüz de yoktu. Bilakis siz azmış bir kavimdiniz. Onun için üzerimize Rabbimizin Söz’ü hak oldu. Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz kışkırtıcılar idik.”

Bu sahnede müşriklerin hiçbir mazerete, itiraza güçlerinin kalmadığı; havlu attıkları, tamamen tükendikleri ve birbiriyle tartışmaları görülmektedir.
28. ayette, cehennemliklerden bazılarının diğer bazılarına “Şüphesiz siz bize yeminden [sağ elden/ hak yoldan/ iyi konumdan/ güçten kuvvetten] gelir dururdunuz” dedikleri görülmektedir. Bu ifade genellikle “sağdan gelirdiniz” şeklinde yüzeysel olarak anlamlandırılagelmiştir. Böylece ayetin işaret ettiği incelik anlaşılmamıştır. Bu nedenle, ayetteki “yemin” ve “yeminden gelme, yaklaşma” terkibini tahlil etmenin yararlı olacağını düşünüyoruz.

YEMİN: “ اليمينYemin” aslında bir organın adı olup “sağ el” demektir. (Rağıp el-İsfehani; el Müfredat; ymn” mad.)
Ebu Mansur da “ اليمينyemin” sözcüğü eş anlamlıdır. Sağ ele “yemin” derler. Yemin kuvvettir, kudrettir. Yemin “iyi konum”dur, demiştir. (Lisanü’l-Arab; c: 9, s: 466-468)
Gerek lügatlerdeki bu bilgilerden, gerekse sözcüğün Kur’an’daki kullanımından “yemin” sözcüğünün güç, kuvvet, insanın en çok değer verdiği, en şerefli şey olduğu anlaşılmaktadır. Sağ ele “yemin” denmesi de, hem sağ elin sol ele göre daha güçlü olması, hem de sol ele göre sağ ele daha fazla değer verilmesindendir. İnsanın kendisine güç veren, destek olan birisine “o benim sağ kolumdur” demesi de buradan gelmiştir.

YEMİNDEN GELME: Bu ifade Türkçemizde “sağdan yaklaşma” olarak kullanılmaktadır. Anlamı “ahlâkî olarak yararlı bir tavsiyede bulunuyor görünmek” demektir.
Ayetin geçtiği pasaj dikkate alındığında, bu sözü söyleyen cehennemliklerin, muhataplarına şöyle demek istedikleri anlaşılmaktadır:
“Siz bize hak yoldan geldiniz. Bizi en çok değer verdiğimiz şeylerle kandırdınız. Allah’ı, Peygamberi, dini, imanı, ahlâkı malzeme yaparak bizi aldatıp müşrik duruma düşürdünüz. Demek ki, Allah ve Peygamber hakkında yalanlar düzmüşsünüz. Biz de size güvenmiştik.”
Muhatapları olan ileri gelenlerin de cehennemliklerin bu ithamlarına “Bilakis, siz müminler olmamıştınız. Bizim size karşı bir gücümüz de yoktu. Bilakissiz azmış bir kavimdiniz. Onun için üzerimize Rabbimizin Söz’ü hak oldu. Şüphesiz biz tadıcılarız. Sonra biz, sizi kışkırttık. Çünkü biz kışkırtıcılar idik” diye karşılık verdikleri ve suçlamaları kabul etmedikleri görülmektedir.
Düşmanın “sağdan” gelerek yaklaşması bize Araf suresinde geçen şu sahneyi hatırlatmalıdır:


(İblis “Öyleyse, beni azgınlığa itmene karşılık, and olsun ki, ben onlar için Senin dosdoğru yoluna oturacağım; sonra yine and olsun ki, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım ve Sen, çoklarını şükredenler bulmayacaksın” dedi. (A’raf/16, 17)

Bu ayetten anlaşılacağı üzere, düşmanın insanı aldatmak için kullanacağı zemin, “Allah’ın dosdoğru yolu”dur. Yani, Allah, peygamber, ahlak gibi yüce değerlerdir. Bu değerleri kullanarak insanı Allah ile yani Allah’ı malzeme yaparak, O’nun adına yalan, iftira düzerek aldatmaktadır.
Ayette konu edilen “Hak Söz” de rabbimizin müşrikler için aldığı “Bütün insanlar ve cinlerden [herkesten] cehennemi elbette tamamen dolduracağım” ilke kararıdır.

Ve eğer Biz dileseydik her nefse [kişiye] hidayetini verirdik. Velâkin Benden: “Bütün insanlar ve cinlerden [herkesten] cehennemi elbette tamamen dolduracağım.” sözü hak olmuştur. (Secde/13)

(Allah) buyurdu ki: “Hakk budur. Ben de şu hakkı söylüyorum:
And olsun ki, cehennemi mutlaka senden ve onların sana uyanlarından; hepinizden dolduracağım.” (Sad/84, 85)

“Rabbimizin Sözünün Hakk olması” konusu Kaf Suresi’nde (Tebyinü’l-Kur’an; c: 2, s:110, 111) işlendiğinden, ilgili bölümün oradan okunmasını öneriyoruz.
Üçüncü sahnenin de verilmesiyle, başta belirttiğimiz üç sahne de tahlil edilmiş olmaktadır. Cehennemdeki bu tartışma sahneleri değişik surelerde de tekrarlanmıştır:

Ve ateş içinde tartışırlarken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: “Şüphesiz bizler size uyan kimseler idik. Şimdi siz bizden, ateşten bir bölümü savabiliyor musunuz?" derler.
Büyüklük taslayanlar: “Şüphesiz hep onun içindeyiz. Şüphesiz Allah, kullar arasında hükmünü vermiştir.” dediler. (Mü’min/47, 48)

Ve şu, inkâr eden kimseler, “Biz kesin olarak, bu Kur`an`a inanmayız, ondan öncekine de.” dediler. Sen o zulmedenleri, Rableri huzurunda tutuklanmış, sözü bazısının bazısına geri çevirdiğini bir görsen! Za`fa uğratılan kimseler, büyüklük taslayan kimselere, “Eğer sizler olmasaydınız, kesinlikle bizler mü`minler olurduk” diyecekler.
Büyüklük taslayan kimseler, zayıf düşürülen kimselere: “Size kılavuz geldikten sonra, sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis, siz kendiniz suçlular oldunuz” derler.
O zayıf düşürülen kimseler de o büyüklük taslayan kimselere: “Bilakis gecenin ve gündüzün tuzağı! Siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na bir takım eşler kılmamızı emrediyordunuz.” derler. Bunlar azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını gizleyeceklerdir. Biz de o küfretmiş olan kimselerin boyunlarına demir halkalar geçirmişizdir. Onlar sadece yapmış olduklarının karşılığını görüyorlar. (Sebe/31- 33)

33- Şu halde şüphesiz onlar, o gün azapta ortaktırlar.
34- Şüphesiz Biz, günahkârlara böyle yaparız.

Bu ayetlerde Rabbimiz, şirk ve küfürde olanları [şirk koşanları ve şirke teşvik edenleri] azapta ortak edeceğini, yani her iki gurubu da cezalandıracağını bildirmektedir. Şirke yönelten, şirke teşvik eden, şirk koşmayı doğru işmiş gibi gösterenlerin "Biz onları saptırmadık, onlar zaten dalâlette idiler” şeklindeki itirazları işe yaramayacaktır. Rabbimizin bu iki gurubun birbirleriyle tartışmaları hakkındaki tutumu ilk kez Kaf ve A’raf surelerinde konu edilmişti. İleride Ahzab suresinde de konu edilecektir.

(Allah) buyurdu ki: “Benim huzurumda çekişmeyin! Ben size daha önce tehdit göndermiştim.” (Kaf/28)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla