Tekil Mesaj gösterimi
Alt 25. April 2009, 09:46 PM   #7
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

“ بعلBA`L”

“ بعلBa`l” kelimesi aslında “yağmurun senede ancak birkaç kez düştüğü yüksek arazi” demektir. (Lisanü’l-Arab; c. 1, s.459,460) Arapların anlayışında, eşlerden erkek olana “ba’l” denir. Bir başkasına herhangi bir açıdan üstün olan her şeye bu isim verilmiştir. Bu nedenle Araplar, Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ettikleri ilahlarının bir takım üstünlüğe sahip olduklarına inandıklarından onları “Ba’l” diye adlandırırlardı. (el-İsfehani; el Müfredat, “ba’l” mad.)
Bu kelimenin türevleri Kur’an’da “koca” manasında kullanılmıştır (Bakara/228, Hûd/72, Nûr/31).

“Ba’l” sözcüğü, konumuz olan Saffat/124’te özel isim olarak yer almıştır ve Ba’l putunu ifade etmektedir. İlyas ve elçilik yaptığı kavmin putu olan Ba’l hakkında birçok nakiller mevcuttur. Merhum Mevdudi bu nakilleri ele alarak gayet veciz bir özet hazırlamıştır. Bu nedenle kaynaklardan alıntı yapmıyor, Mevdudi’nin bu özetini sunuyoruz:

Sami toplumları kadim dönemlerde bu kelimeyi "ilâh" anlamında kullanmışlar ve bir tanrıya özel isim olarak vermişlerdir. Bilhassa "Baal" Lübnan`daki Fenikelilerin en büyük erkek tanrısı olarak şöhret bulmuştur. Karısı "İştir" ise büyük tanrıça idi. Araştırmacılar arasında "Baal" ile Güneşin mi, Mars gezegeninin mi, "İştir" ile de Ay`ın mı, Zühre yıldızının mı kastedildiği ihtilaf konusudur. Ancak her halükârda Babil`den Mısır`a kadar tüm Ortadoğu`da özellikle Lübnan, Şam ve Filistin`de Baal`e tapmanın yaygın olduğu tarihçe sabittir. İsrailoğulları, Mısır`dan çıktıktan sonra Filistin`e ve Doğu Ürdün`e geldikleri dönemde, Tevrat`ın şiddetle şirki reddeden bölümlerine ve "müşriklerle evlenmeyiniz" şeklindeki apaçık hükmüne rağmen müşriklerle evlenmiş, onlarla sosyal ilişkiler kurmuş ve dolayısıyla şirk hastalığı onlara da bulaşmıştır. Kitab-ı Mukaddes`in açıklamasına göre, İsrailoğulları`ndaki bu ahlâkî ve dini çöküş, Hz. Musa`nın halifesi, Hz. Yeşu b. Nun`un vefatını müteakip başlamıştır. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

İlyas, İsrailoğullarından gelen bir peygamberdir. Kur`an`da biri Saffat/123’te, diğeri de En`am/85`te olmak üzere iki kez anılmıştır. Günümüz araştırmaları Hz. İlyas’ın (as) M.Ö. 875 ve 850`de yaşadığını kabul etmektedirler. Cil`ad, kadim dönemlerde Ürdün`ün kuzey bölgesi ve Yermuk nehrinin güneyinde bulunmaktaydı. Kitab-ı Mukaddes`te Hz. İlyas`ın (as) ismi "İlya Tişbi" olarak zikredilmektedir. Kısa tarihçesi şöyledir:
Hz. Süleyman`ın (as) ölümünden sonra, saltanatı, oğlu Rehobam`ın beceriksizliği ve liyakatsizliği dolayısıyla ikiye parçalanmıştır. Kudüs ve Güney Filistin, Hz. Davud`un torunlarına kalırken, Kuzey Filistin, merkezi Şamriya olmak üzere "İsrail" adıyla müstakil bir devlet haline gelmiştir. Her iki devletin durumu da oldukça kötü bir mahiyet arz ediyordu. Öyle ki, İsrail devleti tâ başlangıcında bile şirk, putperestlik, zulüm, fısk ve fücur içindeydi. Hatta İsrail hükümdarı, Ahyap, Sayda [Lübnan] hükümdarının kızı Ezbil ile evlendikten sonra, bu fesat daha da çoğaldı. Bu müşrik kraliçenin etkisiyle kendisi de şirke düşen Ahyab, İsrail`de Baal Tanrısı adına mabetler, adak yerleri inşa ettirdi. Böylelikle Allah`ın yerine Baal Tanrısı`na tapılmaya başlanmış ve Baal Tanrısı için adak adama, kurban kesme adet haline gelmiştir.
İşte böyle bir dönemde Hz. İlyas (as) ortaya çıktı ve Cil`ad`dan gelerek, "Şayet sen bu şirk üzerinde ısrar edersen Yüce Allah sana su vermeyecek, hatta toprağına kırağı bile düşmeyecek" diyerek hükümdar Ahyab`ı uyardı. Sonuçta Hz. İlyas Peygamber`in (as) bu uyarısı gerçekleşmiş ve tam üç yıl hiç yağmur yağmamıştır. Bunun üzerine Ahyab, Hz. İlyas`ı bulmak için arattırmaya başlamış ve onu bulduğunda kendisinden yağmur yağması için dua etmesini istemiştir. Hz. İlyas dua etmeden önce şart koşarak İsrailoğullarının hepsini toplamış ve Allah ile Baal Tanrısı arasındaki farkı göstermeye çalışmıştır. O "Baal Tanrısı`na tapanlar tanrıları için kurban kessinler, ben de Allah için kurban keseceğim. Ateş kimin kurbanına gelirse, bilinsin ki o hak üzeredir" dedi ve hükümdar Ahyab da bu şartı kabul etti. Bunun üzerine Karmal dağında İsrailoğullarıyla Baal`a tapan 850 kişi toplandı. Sonuçta ateş Hz. İlyas`ın kestiği kurbana değince, Hz. İlyas (as) herkesin önünde Baal`ın sahte bir tanrı olduğunu ve gerçek ilahın ise sadece Allah olduğunu ve kendisini peygamber olarak görevlendirdiğini ispatlamış oldu.
Dolayısıyla Baal tanrısına tapanlar yenilmiş oldular ve Hz. İlyas da (as) onları öldürttü. Sonra yağmur yağması için dua etti ve tüm ülke yağmurla sulandı. Fakat böyle bir mucize bile Ahyab`ı bir müşrik olan karısının yıkıcı etkisinden kurtaramadı. Kraliçe, Hz. İlyas`a düşman olmuş ve tıpkı Baal`e tapanların öldürülmesi gibi peygamberi öldürmeye yemin etmişti. Bu şartlar altında Hz. İlyas ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ve yıllarca Sina Dağı`nın eteklerindeki bir mağarada gizlendi. Bu olayla ilgili olarak Allah`a figânı Kitab-ı Mukaddes`te şöyle yer alır: "İsrailoğulları ahdini bozdu; sunaklarını alaşağı etti ve peygamberlerini kılıçtan geçirdi; yalnızca ben kaldım; şimdi de beni öldürmek istiyorlar." (1 Krallar, 19:10)
Aynı dönemlerde Kudüs’teki Yahudi hükümdarı Jeroham, İsrail`in hükümdarı olan Ahyab`ın kızıyla evlendi. Bu müşrik prensesin tesiriyle fısk ve fücur İsrail`de de yayılmaya başlayınca, Hz. İlyas (as) Yahudi devletine karşı da görevini yerine getirmek için, hükümdar Jeroham`a bir mektup yazdı. Bu mektup Kitab-ı Mukaddes`te şu şekilde kaydedilmiştir:
"Ve ona peygamber İlyas’tan şu yazı geldi: "Atan Davud`un Allah`ı Rab şöyle diyor: Madem ki, baban Yehoşafat`ın yollarında ve Yahuda kralı Asa`nın yollarında yürümedin, fakat İsrail krallarının yollarında yürüdün ve Yahuda`da ve Yerüşalim`de oturanlara, Ahab evinin yaptığı gibi zina ettirdin ve baban evinde senden daha iyi olan kardeşlerini öldürdün; işte Rab, senin kavmini ve oğullarını ve karılarını ve bütün malını büyük vuruşla vuracak ve hastalık yüzünden günden güne bağırsakların çıkıncaya kadar bağırsak hastalığı ile ağır hastalanacaksan" (II. Tarihler: 21:12-15) .
Bu mektupta Hz. İlyas`ın söylediği her söz harfiyen doğru çıktı ve düşmanları hükümdar Jeroham`ın saltanatını yerle bir ettiler, karılarını alıp götürdüler ve kendisi de bir iç hastalığa yakalandı.
Birkaç sene sonra Hz. İlyas (as) yeniden İsrail`e döndü ve hükümdar Ahyab ile oğlu Ahya`yı doğru yola getirebilmek için uğraştı. Ancak tüm uğraşlarına rağmen Şamriya hanedanına yayılan fısk ve fücuru gidermek mümkün olmadı. Bunun üzerine Hz. İlyas "Allah`ım! Bu hanedanı yok et!" diye dua etti ve daha sonra da Allah onu katına aldı.
Bu olayın ayrıntıları için Kitab-ı Mukaddes`in aşağıda yazılan kısımlarına bakınız. (1. Krallar bölüm: 17,18,19,21; II. Krallar bölüm: 1,2; II. Tarih bölümü: 21)
"Baal" sahip, efendi, reis, koca anlamlarında kullanılır (Örneğin Bakara/128, Hûd/72, Nur/31). Sami toplumları kadim dönemlerde de bu kelimeyi "ilâh" anlamında kullanmışlar ve bir tanrıya özel isim olarak vermişlerdir. Bilhassa "Baal" Lübnan`daki Fenikelilerin en büyük erkek tanrısı olarak şöhret bulmuştur. Karısı "İştir" ise büyük tanrıça idi. Araştırmacılar arasında "Baal" ile Güneşin mi, Mars gezegeninin mi, "İştir" ile de Ay`ın mı, Zühre yıldızının mı, kastedildiği ihtilaf konusudur. Ancak her halükârda Babil`den Mısır`a kadar tüm Ortadoğu`da özellikle Lübnan, Şam ve Filistin`de Baal`e tapmanın yaygın olduğu tarihçe sabittir. İsrailoğulları Mısır`dan çıktıktan sonra Filistin`e ve Doğu Ürdün`e geldikleri dönemde, Tevrat`ın şiddetle şirki reddeden bölümlerine ve "müşriklerle evlenmeyiniz" şeklindeki apaçık hükmüne rağmen müşriklerle evlenmiş, onlarla sosyal ilişkiler kurmuş ve dolayısıyla şirk hastalığı onlara da bulaşmıştır. Kitab-ı Mukaddes`in açıklamasına göre, İsrailoğulları`ndaki bu ahlâkî ve dini çöküş, Hz. Musa`nın halifesi, Hz. Yeşu b. Nun`un vefatını müteakip başlamıştır:
"İsrailoğulları Allah`ın huzurunda kötülük yaptılar ve Baal`e tapmaya başladılar. ... ve onlar Allah`ı bırakarak Baal ve İştir`e tapmaya başladılar" (Hakimler 2:11-13)
"Böylece İsrailoğulları, Kenanlılar, Hititler, Asurlular, Farisîler ile evlenmeye ve onların tanrılarına tapmaya başlamışlardır. (Hakimler 2:5-6) Yine Kitab-ı Mukaddes`in açıklamalarından aynı dönemlerde İsrailoğulları arasında Baal`e tapmanın çok yaygın olduğunu anlıyoruz. Öyle ki İsrailoğullarının putlara kurban kestikleri bir yerleşim bölgesinde, Allah`tan korkan bir İsrailli dayanamayıp, bir gece oranın kurbangâhını yıkınca hemen ertesi gün halk toplanıp, sırf şirkin mabedini yıktığı için o İsrailliyi öldürmeye kalkışmışlardır. (Hakimler 6:25-32)
Ancak daha sonraları Hz. Samuel, Hz. Talût, Hz. Davud ve Hz. Süleyman bu durumu düzeltmişler ve sadece İsrailoğullarını ıslah etmekle kalmayıp tüm ülkeyi şirkten temizlemişlerdir. Ancak Hz. Süleyman`ın ölümü üzerine bu fitne yine canlanmış ve özellikle Kuzey Filistin`deki İsrail devletinde Baal`e tapınma yaygınlaşmıştır. (Mevdudi; Tefhimü’l-Kur’an)

133 - Şüphesiz Lût da gönderilenlerdendir [elçilerdendir].
134- 136 - Hani Biz onu ve geride kalıp batanlar içinde kalan bahtsız kadın hariç ehlinin tamamını kurtarmıştık. Sonra diğerlerini helak etmiştik.
137- 138 - Ve siz elbette sabahleyin ve geceleyin onların üzerine uğrayıp duruyorsunuz. Hâlâ akletmiyor musunuz?

Geçmişe ait örneklerin beşincisi Lut peygamberdir. Pasajda kısaca Lut’un (as) da bir elçi olduğu; onun ve -bahtsız, zavallı kadın hariç- ailesinin kurtarılıp diğerlerinin helak edildiği bildirilmektedir. Sonra da Kur’an indiği dönemde yaşayanlara, bu kavme ait kalıntıların yanından sürekli gelip geçtikleri ve bu kavmin akıbetlerini gördükleri hatırlatılmaktadır. Bu hatırlatmayla özellikle tevhid çağrısına kulaklarını tıkayan müşriklere akıllarını başlarına almaları çağrısı yapılmaktadır.
Ayetteki “geride kalıp batanlar içinde kalan bahtsız kadın” ifadesi ile; hicret söz konusu olunca kavmini, oradaki malı mülkü, rahatı, akraba ve çevresini tercih ederek kocasıyla gelmeyen ve böylece azaba müstahak olan Lût`un karısı kast olunmaktadır. “Bahtsız kadın” olarak çevirdiğimiz “ عجوزacuz” sözcüğü, Hud/72’nin tahlilinde ele alınmış ve orada genişçe açıklanmıştır
Lut’un peygamber olarak gönderildiği kavmin “peygamberleri yalanlama” ve toplumsal boyuttaki “cinsel sapkınlıkları”na bu surede değinilmemiştir. Konunun detayı şu surelerdedir:
A`raf/80-84, Hud/77-83, Hicr/58-77, Enbiyâ/74-75, Şuarâ/160-175, Ankebût/28-34 ve Neml/54-58.

139- Elbette Yunus da gönderilenlerdendir [elçilerdendir].
140- Hani o, dolu bir gemiye doğru kaçak bir köle gibi kaçmıştı.
141- Sonra o, ok çekişti, sonra da kanıtı iptal edilenlerden [tezi çürütülenlerden] oldu.
142- Sonra onu Hut [açgözlülük- bunalım] yutmuştu. O ise kınayıcıydı [pişman olmuştu].
143, 144- Sonra eğer, şüphesiz o, Allah`ı tesbih edenlerden olmasaydı, kesinlikle diriltilecekleri güne kadar onun [hut’un] karnında [karanlıklarda, bunalımda] kalacaktı.
145- Sonra Biz, o hasta iken;[fikir sancısı çekerken] onu sahile attık.
146- Onun üzerine geniş yapraklılardan bir ağaç bitirdik.
147- Ve onu, yüz bin hatta daha çok kişiye elçi olarak gönderdik.
148. Sonunda inandılar, bunun üzerine Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık.
Geçmişten verilen örneklerin altıncısı Yunus peygamberdir. Burada Yunus ile ilgili çok önemli bilgiler verilmiştir. Yunus kendisine verilen görevden bunalıp sabredememiş, kaçak bir köle gibi kaçmıştır. Daha sonra yaşadığı zihinsel mücadele sonucu hatasını anlayıp tövbe etmiş ve içine düştüğü bunalımlardan kurtulmuştur. Sonra da Rabbimizin rahmeti ile görevine sarılıp elçilik görevini yerine getirmiştir.
Hatırlanacağı üzere, Rabbimiz, daha evvel ismini vermeden lakabıyla Yunus’a değinmiş, peygamberimize de onun gibi yapmamasını, sabırla elçilik görevini sürdürmesini tembihlemişti.

Öyleyse Rabbinin kararına karşı sabret; balık/bunalım arkadaşı gibi olma. Hani o bir kez aşırı bunaldığında Rabbine seslenmişti.
Eğer Rabbinden ona bir iyilik ulaşmasaydı, kınanmış bir durumda, boş bir yere atılacaktı.
Ancak, Rabbi onu seçti, sonra da iyilerden kıldı. (Kalem/48- 50)

Konumuz olan pasajda, Yunus’un bu durumu kısa işaretler ile nakledilmektedir.

Yunus kıssası İsrailiyat etkisiyle algılanmış ve bu hususta birçok efsane oluşturulmuştur. Biz bu pasajda birçok noktayı tahlil edeceğiz. Ancak önce klasik kaynaklardan birkaç nakil yapacağız:

Yunus (a.s.)`ın Balığın Karnındaki Durumu:

Taberî`nin rivayetine göre, Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Şanı yüce Allah, Yunus`u balığın karnında hapsetmeyi murad edince, balığa onu al, fakat etini çizme, kemiğini kırma, diye vahyetti. Ba*lık onu aldı, sonra karnında olduğu halde denizdeki yerine kadar indirdi. De*nizin dibine ulaşınca, Yunus bir ses işitti. Kendi kendisine: Acaba bu ne? di*ye sordu. Şanı yüce Allah balığın karnında olduğu halde ona: Bu denizde*ki canlıların tesbihidir, diye vahyetti. Bunun üzerine o da balığın karnında olduğu halde tesbih etti. Melekler de onun tesbihini işittiklerinde: Rabbimiz, biz alışılmadık bir yerde zayıf bir ses duyuyoruz, dediler. Yüce Allah şöyle buyurdu: Bu benim kulum Yunus`tur. Bana karşı geldi. Ben de onu deniz*de balığın karnında hapsettim. Melekler: Her gün ve her gece ken*disinin salih ameli sana yükselen o salih kul mu, diye sordular. Yüce Allah: Evet diye buyurdu. O vakit ona şefaatte bulundular, Yüce Allah da balığa bu*yurduğu gibi onu "hasta olduğu halde" kıyıya bırakmasını emretti. Yüce Allah`ın kendisini nitelendirdiği hastalığı da, balığın onu sahile et ve kemiği yaratıl*mış, yeni doğmuş küçük bir çocuk gibi bırakması idi."
Rivayet edildiğine göre, balık, gemi ile birlikte başını yukarı doğru kaldı*rarak yol alıyor ve nefes alıyordu. Yunus da bu arada tesbih getiriyordu. Ka*raya varıncaya kadar balık o gemiden ayrılmadı. Sağlam bir şekilde onu dı*şarı bıraktı. Onda hiçbir değişiklik olmamıştı. Bunun üzerine müslüman ol*dular. Bunu da Zemahşerî Tefsir`inde zikretmiş bulunuyor.
İbnu`l-Arabî de dedi ki: Bana arkadaşlarımızdan birçok kişi İmamu`1-Ha-remeyn Ebu`l-Mealî Abdu`l-Melik b. Abdillah b. Yusuf el-Cüveynî`den şöy*le dediğini haber vermişlerdir: Ona ‘Yaratıcı herhangi bir cihette midir?’ diye sorulmuş. ‘Hayır, O bundan yüce ve münezzehdir’ diye cevap vermiş. Ona: Buna delil nedir, diye sormuşlar. O da şöyle demiş: Buna delil Peygamber (sav)`ın: "Benim Yunus b. Metta`dan daha faziletli olduğumu söylemeyiniz hadisidir. Ona: Bu rivayette delil olacak taraf nedir, diye sorulunca, şöyle de*miş: Bu açıklamayı benim şu misafirim bin dinar alıp onunla bir borcunu ödeyinceye kadar yapmayacağım, dedi. Bunun üzerine iki kişi kalkıp: Bu bin di*narı ödemeyi biz üzerimize alıyoruz, dediler. el-Cüveynî: Hayır, iki kişi bu*na kefil olmasın. Çünkü bu ona ağır gelir, dedi. Birileri: Onu ödemeyi ben üze*rime alıyorum, dedi. Bunun üzerine el-Cüveynî şöyle cevap verdi: Yunus b. Metta kendisini denize attı ve balık onu yuttu. Denizin dibinde üç karanlık içine gömüldü ve "Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Şüphesiz ki ben zalimlerden oldum" diye -Yüce Allah`ın haber verdiği şe*kilde- seslendi. Muhammed (sav) ise yeşil Refref`in üzerine oturup onunla me*leklerin kalem cızırtılarını işiteceği noktaya kadar yukarılara ulaşıp Rabbi onunla söyleşip vahyettiği şeyleri ona vahyettiği sırada, denizin karanlıklarındaki balığın karnında Yüce Allah’a Yunus’tan daha yakın değildi. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Yunus (a.s)`ın Kendisini Denize Atması ve Kura Çekmek:

Taberî`nin naklettiğine göre, Yunus (a.s) gemiye bindiği vakit, gemi şid*detli bir fırtınaya tutuldu. Gemidekiler: Bu sizden birinizin günahı sebebiy*ledir, dedi. Yunus bu günahı işleyenin kendisi olduğunu bilerek: Bu benim günahım sebebiyledir, haydi beni denize atınız, dedi. Onlar ise kura çekme*den böyle bir teklifi kabul etmediler. "Kura çekmişti de kaybedenlerden ol*muştu."
Bunun üzerine onlara: Ben bu işin benim günahım sebebiyle olduğunu size söylemiştim, dedi. Ancak onlar yine onu ikinci defa kura çekmeden at*mayı kabul etmediler. İkinci kurada da o yenilenlerden oldu. Fakat üçüncü bir defa daha kura çekmeden onu denize atmayı kabul etmediler. Üçüncü ku*rada da yenilenlerden oldu. Bunu görünce kendisini denize attı. Bu iş gece karanlığında olmuştu, onu balık yutmuştu.
Rivayet edildiğine göre, o, gemiye yüzünü örterek binmiş ve uzakça olma*yan bir yerde uyumaya çekilmişti. Tam bu esnada esen şiddetli bir rüzgâr neredeyse gemiyi batıracaktı. Gemidekiler bir araya gelip dua ettiler ve ‘Şu uyu*yan adamı da uyandırın, o da bizimle birlikte dua etsin’ dediler. Onlarla bir*likte Allah`a dua etti ve fırtına dindi. Arkasından Yunus tekrar yerine dönüp uykuya daldı. Bir rüzgâr daha esti, nerdeyse gemi suda batacaktı. Yine onu uyandırdılar, Allah`a dua ettiler ve rüzgâr dindi.
Onlar bu halde iken oldukça büyük bir balık onlara doğru başını kaldır*dı ve gemiyi yutmak istedi. Bunun üzerine Yunus onlara: Arkadaşlar bu ben*den dolayı oluyor. Beni denize atacak olursanız, siz yolunuza devam eder*siniz; rüzgâr da, sizi korkutan tehlikeler de biter. Onlar: Kura çekmeden se*ni atmayız, dediler. Kura kime çıkarsa, onu denize atarız. Derken kura çek*tiler ve kura Yunus`a çıktı. Arkadaşlar beni atınız, benden dolayı bu işler ba*şınıza geliyor, dediyse de onlar: Hayır, bir defa daha kura çekmeden bu işi yapmayız, dediler. Yine kura çektiler ve yine kura Yunus`a çıktı. Onlara: Ar*kadaşlar beni denize atınız, benden dolayı bu işler başınıza geliyor, dedi. İş*te Yüce Allah`ın: "Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu", yani ‘kura ona çıkmıştı’ buyruğu bunu anlatmaktadır. Bunun üzerine Yunus`u alıp ge*minin baş taraflarına denize atmak üzere götürdüler. Baktılar ki balık ağzı*nı açmış bekliyor. Bu sefer geminin öbür kıyısına onu getirdiler, yine balı*ğı gördüler. Öbür tarafa onu götürdüler, yine balığın ağzını açmış bekledi*ğini gördüler. Yunus bu durumu görünce, o kendi kendisini attı ve balık da onu yakaladı. Yüce Allah balığa: Ben onu sana rızık olarak vermedim. Senin karnını onun için bir kap kıldım, diye vahyetti. Balığın karnında kırk gün kal*dı. "O bakımdan karanlıklar içerisinde: "Senden başka ilâh yoktur, Seni ten*zih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum" diye seslenmişti. Biz de duasını kabul edip kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz mü`minleri işte böy*le kurtarırız." (Enbiya/87-88) Bu husus daha önceden de geçmişti. Bu*na dair açıklamalar ileride de gelecektir. (Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an)

Kur’a’nın Kendisine Çıkması

İbn Abbas, Yûnus (a.s)`un kıssasıyla alâkalı olarak şunları anlatmıştır. "O, kavmiyle birlikte Filistin`de oturuyordu. Derken, bir kral onlarla savaştı, onlardan dokuz buçuk kabile esir aldı. Sonraları geriye sadece iki buçuk kabile kaldı. Hâlbuki Allah Teâlâ, İsrailoğullarına, "Düşmanınız sizi esir alır veya başınıza bir musibet gelirse, bana dua edin, kabul edeyim" diye vahyetmişti. Onlar, bunu unutup da esir düşünce, Allah Teâlâ bir müddet sonra, İsrailoğullarının peygamberlerinden birisine, "Falanca kavmin kralına git ve ona İsrailoğullarına bir elçi [peygamber] göndermesini söyle" diye vahyetti. Derken bu kral da, kuvvetinden ve emin bir zat oluşundan dolayı Yûnus (a.s)`u seçti. Yûnus (a.s) da, "Allah bunu sana emretti" deyince, kral, "Hayır, ben, emin ve kuvvetli birisini göndermekle emrolundum. Sen ise, işte tam bu vasıftasın" dedi. Bunun üzerine Yûnus (a.s), "İsrailoğulları içinde, benden daha kuvvetlileri var. O halde ne diye onları göndermiyorsun?" dedi. Kral onda ısrar edince, Yûnus (a.s) öfkelendi, çekip gitti. Derken, Rum Denizi [Akdeniz]`ne geldi ve orada dopdolu bir gemi gördü. Derken, gemidekiler onu da gemiye aldılar. Gemi, denizin ortasına gelince, neredeyse batacak oldu. Bunun üzerine gemiciler, "İçinizde günahkâr ve asi var. Eğer böyle olmasaydı, herhangi bir fırtına ve apaçık bir sebep olmaksızın, böyle bir manzara gemide olmazdı!" dediler. Tüccarlar da, "Bizim başımıza böylesi şeyler gelmiştir; binaenaleyh, biz böyle bir şeyle karşılaştığımızda kur`a çekeriz. Kur`a kime isabet ederse, onu, suya atar boğardık. Çünkü tek bir kimsenin boğulması, herkesin ve her şeyin suya gark olmasından daha hayırlıdır" dediler. Derken, kur`a Yûnus (a.s)`a çıktı. Bunun üzerine tüccarlar, "Günah işlemeye biz, Allah`ın nebisinden daha uygunuz" dediler. Bu işi ikinci, üçüncü kez tekrarladılar. Ama her defasında da kur`a Yûnus (a.s)`a çıktı. Bunun üzerine Yûnus (a.s) "Durun, bu günahkâr benim" dedi, bir örtüye bürünerek kendisini denize attı.
Derken o balık onu yuttu. Allah Teâlâ da o balığa, "Onun kemiklerini kırma ve mafsallarını birbirinden koparma!" diye vahyetti. Derken bu balık, onu, önce Mısır`daki Nil nehrine, daha sonra Fars denizine, oradan el-Betâik Denizi`ne, derken Dicle`ye götürüp, derken onun yüzüne çıkararak, Nusaybin topraklarında düz ve geniş bir yere attı. Hz. Yûnus (a.s) bu sırada, üzerinde tüyü ve deri bulunmayan yolunmuş bir civciv gibiydi. Derken Allah, onun üzerine "Yaktın" ağacı bitirdi. O, hem bunun gölgesinden yararlanıyor, hem de, güçlenip kuvvetleninceye kadar onun mahsulünden istifade ediyordu. Daha sonra o toprak, ağacı yedi bitirdi. Derken, kökünden yere devrildi. Yûnus (a.s), buna son derece üzüldü. Bunun üzerine, "Ya Rabbi, bu ağacın altında güneşten ve rüzgârdan korunuyor, onun ürününden yiyordum. Şimdi ise bu ağaç yere devrildi" deyince ona, "Yûnus! Sen, bir anda biten ve bir anda kökünden koparak yere yıkılan ağaca üzüldün, bu kadar kederlendin ama yüz bine ve daha fazlası insana üzülmedin. Onları bırakıp gittin. Onlara git!" denildi." Olayın hakikatini en iyi bilen Allah’tır. (Razi; el Mefatihu’l-Gayb)
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla