Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:10 PM   #4
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

4,5Ve içlerinden kendilerine bir uyarıcı geldiğine şaştılar da o kâfirler; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden o kimseler, “Bu bir sihirbazdır, çok çok yalan söyleyen birisidir. O bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış? Bu gerçekten çok şaşılacak bir şey!” dediler.

Âyetlerden anlaşıldığına göre kâfirlerin şaşkınlıkları, mantıksızlıkları yanında kıskançlıklarından da kaynaklanmaktadır. Aslında bu durum, Kur’ân’ın bir çok âyetinde bildirildiği gibi sadece Mekkelilerde değil, geçmiş toplumlarda da görülmüştür. Yani, Mekkeliler de geçmiş toplumlar gibi kendi içlerinden birisinin peygamberliğini hazmedememişlerdir. Kendi kavimlerinden ve aşiretlerinden olan Allah’ın Elçisi dünyevî ve insanî işleri bakımdan tıpkı kendileri gibidir. Bu sebeple Mekke kodamanları, o’na itaat edip, tekliflerine boyun eğmekten ar duymuşlar, Allah’ın elçiliğinin içlerinden o’na verilmesini, yani bu kıymetli özellik ile kendi aralarından o’nun seçilmesini kabul edememişlerdir. Kabul etmeme gerekçesi olarak ise Peygamberimizin bir insan oluşunu ileri sürmüşler ve demişlerdir ki: “O da bizim gibi bir beşerdir. Gerek nesebi bakımından, gerekse yemesi-içmesi, giyim kuşamı ve gündelik işleriyle meşguliyeti bakımından bize benzemektedir. Bu durumda, böyle yüce bir makamın ve üstün derecenin, içimizden o’na verilmiş olması nasıl düşünülebilir? Bu tuhaf, şaşılacak bir şeydir.”

Mekkeli kodamanların Peygamberimize karşı gösterdikleri bu tepki, başka bir çok âyette daha dile getirilmiş olup, bunlardan bir tanesi şudur:

68.Onlar, Kur’ân’ı hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, daha önce geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?

69.Ya da onlar, elçilerini tanımadılar mı da kendilerine gelen elçi için tanıtmamaya yeltenen kimselerdir?

(Müminûn/68-69)

Diğer taraftan Mekkeli kodamanlar maddî şeylerden ibaret dünyalarında, tek bir failin kudretinin ve yapabileceklerinin bütün mahlûkatın korunmasına yetmediğini gördükleri için, kendilerine haber verilen görülmeyen âlemi de, görülenle kıyaslamışlar ve bu büyük âlemi korumak için, mutlaka her biri, bir tür korumayı üstlenmiş pek çok ilâhın bulunması gerektiği şeklinde bir kanaate saplanmışlardır. Böylece de, geçmişlerinde bir çok başarıları olan, bir çok yönden kendini yetiştirmiş bu birikimli kişiler, aklın ve fıtratın reddettiği şirk üzerinde ittifak etme ayıbına düşmekten kurtulamamışlardır. Batağa saplanmış bu mantık yürütme tarzlarıyla, bir de hayret göstererek, “İnsanlar asırlardan beri birden çok ilâha inanmış iken, içlerinden bir kişinin ortaya çıkıp da halka bir tek ilâha inanılması gerektiğini söylemesi şaşılacak şeydir!” demişlerdir.

Oysa asıl şaşılması gereken, farklı bir boyuttan farklı bir yaratığın veya başka bir toplumdan hiç tanımadıkları, aynı kültürü paylaşmadıkları birinin peygamber olarak gönderilmesidir. Zira, gönderildiği toplumun bireyleri ile aynı özden olmayan, onlarla aynı duyguları paylaşmayan, onların problemlerini bilmeyen birinin o topluma peygamber olarak gelmesinin bir mantığı ve yararı olamaz. Akla ve mantığa uygun olan, uyarıcının [peygamberin] kendileriyle aynı kuşaktan olması, onların kavramlarını, alışkanlıklarını, geleneklerini, hayatlarının detaylarını bilmesi, onlarla aynı dili konuşmasıdır, ki karşılıklı ilişki içine girilebilsin ve işlevini yerine getirebilsin. Casusların seçiminde bile aynı kural geçerlidir; eğer gönderileceği ülkede yetişmiş biri bulunamıyorsa, casusluk yapacak kişiye o ülkenin ve insanlarının konuştukları dilden başlanarak bütün özellikleri ayrıntılarına varıncaya kadar öğretilir. Ancak böyle bir ilişki sayesinde uyarıcı [peygamber], insanların nasıl düşündüklerini; ne hissettiklerini; içlerinde neler dolaştığını; ne gibi eksiklikler ve zaaflarla mücâdele ettiklerini; ne tür eğilimleri, arzuları, istekleri olduğunu; hangi işe, hangi çabaya güçlerinin yettiğini, hangilerine yetmediğini; ne gibi problemlerle karşı karşıya bulunduklarını; nelerin etkisinde kaldıklarını; nelere karşı hassas olduklarını… bilebilir ve o topluma yararlı olabilir. İki yönlü [hem insanlar bakımından hem de peygamber bakımından] başarı buna bağlıdır.

TEVHİD: 5. âyette, “birçok ilâhın bir tek ilâha indirilmesi” ifadesi ile yer alan tevhîd inancı, bütün kâinatın temelini oluşturan en önemli ve en başta gelen ilkedir. İnsan hayatı ve dolayısıyla toplum düzeni ancak bu ilke ile huzura kavuşur. Aksi hâlde bireysel hayatlarda ve toplumsal düzenlerde huzurun olabilmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple tevhîd inancının yerleştirilmesine özen gösterilmiştir. Tarihin her döneminde peygamberler tevhîd kavramı üzerinde son derece ısrarlı olmuşlar ve tevhîd inancının yerleşmesi yolunda amansız bir mücâdele vermişlerdir.

Yüce Allah, daha önceki peygamberlerin öğretilerinde olmasına rağmen tevhîd inancında sonradan meydana gelen sapmaları düzeltmek, bu inanca karışan asılsız eklentileri çıkarmak, sapmaların en ileri boyutu olan mitolojik safsataları temizlemek üzere insanlığa son uyarıcı olarak Peygamberimiz Muhammed’i (a.s) göndermiş, o’na indirdiği Kur’ân’ı da tevhîd inancının berrak ve açık seçik kılavuzu kılmıştır. Başta Mekke’de inen âyetler olmak üzere, Kur’ân’ın tüm dokusuna nüfuz ettirilen tevhîd inancı, Rabbimizin bu konuya ne kadar önem verdiğini gösteren çok açık bir göstergedir.

Tevhîd inancının bütün gerekleriyle içselleştirilmesine bu kadar önem verilmesi, huzur ve mutluluğa ancak Allah tarafından evrene yerleştirilen fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalarla uyum içinde yaşamakla kavuşulabileceğinden dolayıdır. “Birlemek” demek olantevhîd, evrenin işleyişiyle ilgili yasalar ile insanın işlemesi gereken eylemlerin ortak yasasının aynı kaynak tarafından belirlendiğinin kabulünü ve bu ortak yasaya teslim olmayı ifade etmektedir. Evrenin insan dışındaki üyelerince doğrudan kabul edilen bu birlik yasası, insanın ancak bilinçli tercihi ve övgüye değer çabası ile kabullenilmesi gereken bir olgudur. Kur’ân, tüm insanlığı bu bilinçli tercihe, bu övgüye değer çabaya davet etmektedir.

Bu konuya 6-8. âyetlerin tahlilinde tekrar değinilecektir.

SİHİRBAZLIK, YALANCILIK İDDİASI: İslâm güneşi karşısında temelsiz inançları ve sistemleri sarsılan, bu yüzden de ne yapacaklarını şaşıran kâfirler Peygamberimize karşı, aslında kendilerinin bile inanmadığı yalanlara dayanan bir propaganda savaşı başlatmışlardı. Ancak herkesin çok yakından tanıdığı Abdullah oğlu Muhammed’e yönelik itirazları ve “O sihirbazdır, çok yalancıdır” şeklindeki iftiraları fayda vermemişti. Gerek fiziksel ve zihinsel işkenceye maruz kalan yoksul ve güçsüzler, gerekse inandıkları için maddî kayıplara uğrayan zengin ve güçlüler, Müslüman olduktan sonra Peygamberimizin yanından ayrılmıyorlardı. Erkekler karılarından, kadınlar kocalarından, babalar oğullarından, oğullar babalarından ayrılmayı göze alıyorlar, hatta ana yurtlarından göçmeyi bile düşünüyorlar, ama hiçbir şey Müslümanları Peygamberimizin davetinden uzaklaştıramıyordu.

Bu duruma âdeta çıldıran Mekke kodamanları, –daha önceki sûrelerde de açıkladığımız gibi– kendi çıkarlarını korumak için gösterdikleri çabalara ilâve olarak kitleler arasındaki konumlarını da düşünerek, bu defa hacc mevsiminde Mekke’ye gelen kabileleri hedef aldılar ve propaganda faaliyetlerini onları da kapsayacak biçimde genişlettiler. Bu yola başvurmakla kitleler arasındaki konumlarını koruyabileceklerini ummaktaydılar. Peygamberimizin büyücü ve yalancı olmadığını bildikleri hâlde Mekke kodamanlarının, “Bu bir sihirbazdır, çok yalan söyleyen biridir” şeklindeki iftiralarının altındaki asıl sebep budur. Çirkin hesapları, hacc mevsiminde Mekke’ye gelenleri yeni dine ve Peygamberimize karşı şartlandırmak ve onların Peygamberimizin önderlik yaptığı gerçeğe meyletmelerini engellemekti.

Bu hususlar, tarihçi İbn-i İshâk tarafından şöyle anlatılmıştır:

Hacc mevsimi geldiğinde, Kureyş’in ileri gelenleri, yaşlı ve deneyimli olan Velîd ibn-i Muğîre etrafında toplandılar. Velîd onlara dedi ki: “Hacc mevsimi yaklaştı. Bu sezonda Arapların elçileri size geleceklerdir. Onlar şimdi Muhammed’in yaptıklarını duymuşlardır. Siz, o’nun hakkında görüş birliğine varın. Ayrılığa düşüp birbirinizi yalanlamayın. Sözleriniz birbiriyle çelişmesin.”

Onlar dediler ki: “Ey Velîd! Sen buyur söyle. Tutarlı bir görüş ortaya at da, biz de öyle söyleyelim.” Velîd, “Aslında siz söyleyin, ben sizi dinliyorum” dedi. Onlar dediler ki: “Kâhin diyelim.” Velîd, “Hayır. Allah’a yemin ederim ki, o kâhin değildir. Biz çok kâhin gördük. Bu, kâhinlerin uzaktan geldiği zannedilen, anlaşılmayan, kâfiyeli sözleri değildir” dedi. Onlar dediler ki: “Cinn çarpmış diyelim.” Velîd, “O deli değildir. Çok cinn çarpmış gördük, onları biliyoruz. Onun sözleri boğuk seslerine, insanların içlerine nüfuz etmelerine ve vesveselerine benzemektedir” dedi. Onlar dediler ki: “Şâir diyelim.” Velîd, “Bu şiir değil. Biz beyitleriyle, kıtalarıyla, açığı-kapalısı ve uzunuyla şiirin her çeşidini biliyoruz. O yüzden bu şiir değildir” dedi. Onlar, “Büyüdür diyelim” dediler. Velîd, “Büyücüleri de büyülerini de çok gördük. Bu, onların üfürüklerine ve düğümlerine benzememektedir” dedi. Bunun üzerine onlar, “Velîd ya ne diyelim?” diye sordular. Velîd, “Allah’a yemin ederim ki, o’nun sözünün bir tatlılığı var. Kökü sağlam biçimde oturmuştur. Dalları meyve vermiştir. Siz, o’nun hakkında ne söylerseniz söyleyin, mutlaka bu sözünüzün saçma olduğu ortaya çıkacaktır. Bu konuda söylenebilecek en yakın söz, ‘Bu adam bir büyücüdür. Büyü gibi etki eden bir söz söylüyor, böylece oğul ile babasını, kardeş ile kardeşini, koca ile karısını, insan ile akrabalarını birbirinden ayırıyor’ demenizdir” dedi. Bu konuda anlaşan Kureyş’in ileri gelenleri kalkıp gittiler. Hacc mevsiminde hacılar gelmeye başladığında insanların yollarına oturuyor, oradan gelip-geçen herkese Muhammed’in yaptıklarını anlatıp, o’ndan sakınmalarını söylüyorlardı…[11]

6-8.Ve içlerinden ileri gelenler yürüdüler: “İlâhlarınız üzerinde direnin ve sözünüzden, kararınızdan dönmeyin. Bu, gerçekten, sizden beklenen bir şeydir! Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik, bu ancak bir uydurmadır. Öğüt/ Kitap aramızdan o’nun üzerine mi indirildi?” –Aksine onlar Benim öğüdümden/ Kur’ân’dan yetersiz bilgi içindeler, aksine onlar henüz azabımı tatmadılar.–

Ve içlerinden ileri gelenler…

Mekke’de yaygın olan görüşü, yani bir tek Allah yerine birçok ilâhın olması gerektiği düşüncesini devam ettirmek ve Peygamberimizin açtığı tevhîd bayrağını indirtebilmek için çeşitli girişimlerde bulunanlar, –yukarıda da belirttiğimiz gibi– Kureyş’in ileri gelenleri idi.

MELE’ [İLERİ GELENLER/KONSEY]: “Dolmak” anlamına gelen ملئ[mil’] sözcüğünden türemiş olan ملاء [mele’] sözcüğünün esas anlamı, “dolu olan” [depo] demektir. Zaman içinde “reisler/başkanlar, bir toplumun ileri gelenleri, toplumun erdemlileri” için de mecâz anlamla mele’ denilir olmuştur. Bunlara mele’ denilmesinin sebebi, “kendilerinin ihtiyaç duyulan bilgi, deneyim ve anlayışla dolu” olmalarından, yani “boş adam” olmayışlarındandır. Sözcük bu anlamıyla Kur’ân’da 28 kez yer almıştır. Araplar, “ahlâk”a da mele’ derler.[12]

Bu sözcük ileride ملائ اعلى[mele-i a‘lâ] olarak yine karşımıza çıkacak ve orada daha geniş olarak açıklanacaktır.

Mekke’nin bu zavallı mele’leri [ileri gelenleri]; halktan, atalarından kalma geleneklerine bağlı kalmalarını, bilinen ilâhlarına tapmaya devam etmelerini, bu yeni çağrı ile ortaya konan ilkelere kulak asmamalarını, onunla ilgilenmemelerini istemektedirler. Çünkü bu konularla bizzat kendileri ilgilenecekler; halkın ilâhlarını, inançlarını, çıkarlarını en güzel şekilde kendileri kollayacaklardır. Bu Firavun tıynetli zatlara göre, yönetilenlerin düşünceleri, inançları, toplumsal davranışları olmamalı, insanlar sadece onlara kulluk etmelidirler.

Bu zihniyet tarih boyunca hiç yok olmamış ve inisiyatifi elde tutmak için kullanılan plânlar özde hiç değişmemiştir. Nitekim günümüzdeki zâlim yöneticiler de, kamuoyunu ilgilendiren meselelerde, halkı o konularla ilgilenmekten, o konularda düşünmekten alıkoymak için benzer yöntemler kullanmaktadırlar. Zira, gayr-i meşru yönetimler varlıklarını ancak, kitleleri temelsiz plânlar ve lüzumsuz meseleler içinde boğarak sürdürebilirler. Halkın kendi sorunlarına eğilmeleri sonucunda gerçekleri görmeleri, bu zâlimlerin işine asla gelmemektedir.

Mekke’de o günlerde bu zorbaları bekleyen en ciddî tehlike; halkın, yeni gelmekte olan ilâhî mesaja kulak vermesidir.

Biz bunu son/başka bir dinde işitmedik

SON DİN/BAŞKA DİN: Âyetteki bu ifadeden anlaşıldığına göre, Peygamberimizin üzerinde titizlikle durduğu tevhîd inancına karşı Mekkeli müşriklerin ileri sürdükleri bahanelerden bir tanesi deاخر [ahar=son/başka] dinde böyle bir inancın bulunmadığı olmuştur.

Ahar sözcüğü, “son” ve “başka” anlamlarına gelmektedir.[13] Buradaki anlamın, “son” olduğu kabul edilirse, son din tabiri ile “Hıristiyanlık” kasdedilmiş olmaktadır. Müşrikler; “Son dinde de böyle bir tevhîd anlayışı yok, o dinde teslis var. Aynı bizim, Lat’ın, Menat’ın, Uzza’nın yağmur, bereket tanrısı, meleklerin de Allah’ın kızları oldukları yolundaki inançlarımız gibi, son dindeki inanca göre de Îsâ Allah’ın oğludur” diyerek tahrif olmuş, efsanelerle orijinalliğini yitirmiş olan Hıristiyanlığı kendilerine yakın görüp, İslâm’a karşı Hıristiyanlık’tan medet ummaktadırlar.

Ahar sözcüğü, “başka” anlamında kabul edilecek olursa, Kureyş ileri gelenleri bu kez; “Muhammed’in, Allah’ı mutlak anlamda birleme [tevhîd] çağrısını şimdiye kadar hiç kimseden, komşu ülkelerdeki dinlerde de duymadık. Öyleyse o’nun bu çağrısı uydurma bir çağrıdan başka bir şey değildir” demiş olurlar. Gerçekten de o güne kadar, ne civardaki Hıristiyanlar, ne İran ve Irak’taki Mecusîler, ne de ataları ve o günkü Araplar, “Bir olan Allah’tan başka ilâh yoktur” dememişlerdir. Çevredeki değişik dinlere mensup insanlar da, Mekkeli müşrikler gibi türbelere yüz sürmekte, evlât sahibi olmak ve rızıklarının artması gibi isteklerle çeşitli ilâhlara dua etmekte, adakta bulunmakta, kurban kesmekte ve feyz aldıklarına inandıkları bu ilâhların bütün sorunlarını çözeceklerini zannetmektedirler. Dolayısıyla Mekkeli müşriklerin, “Biz bunu başka bir dinde işitmedik” sözleri şu anlama gelmektedir: “Muhammed’in, ne bizim ilâhlarımızın ne de çevrede yaşayan insanların ilâhlarının, Allah’ın saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah’ın elinde olduğu yolundaki sözleri, bugüne kadar hiç kimsenin söylemediği uydurma bir iddiadır. Yani, atalarımızdan duymadığımız ve başka dinlerde de olmayan tevhîd inancının bâtıl olması gerekir.”

Zikir [öğüt] aramızdan o’nun üzerine mi indirildi?

Bu ifadeden açıkça anlaşılmaktadır ki, peygamberlik gibi yüce bir makamın, yüksek bir derecenin, Muhammed gibi fizikî yapı olarak diğer insanlardan bir farkı bulunmayan birine verilmesi, Mekkeli müşriklerin hiç anlayamadıkları ve hazmedemedikleri bir şeydir. Çünkü bu söz, istifham-ı inkârî olup, “peygamberlik o’na verilmemeliydi” anlamına gelmektedir. Onlara göre, bir insanın ulaşabileceği en yüksek derece olan peygamberlik, eğer bir insana ve içlerinden birine verilecekse, bu kişi insanların en şereflisi olmalıdır. Muhammed ise zengin olmadığı, başkaca makam ve sosyal imkânlara da sahip bulunmadığı gerekçesiyle onların nezdinde insanların en şereflisi ve kıymetlisi değildi. Dolayısıyla peygamberliğin o’na verilmemesi gerektiği kanaatindeydiler. Şerefin ancak mal, makam ve taraftar ile elde edilebileceğini sanan bu zavallılar, sıradan bir insanın da şerefli olabileceğini kabul edememekteydiler.

Kâfirlerin Peygamberimize karşı olan bu tutumları başka âyetlerde de dile getirilmiştir:

90-93.Ve “Bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Yahut senin hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı. Onların aralarında şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi göğü parçalar hâlinde üzerimize düşürmelisin yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut senin altın süslemeli bir evin olmalı yahut göğe yükselmelisin. Ancak, senin yükselişine, öğrenip öğreteceğimiz bir kitabı bize indirmene kadar asla inanmayız” dediler. Sen de ki: “Rabbim noksanlıklardan arınıktır. Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki!”

94.Ve insanlara yol gösterimi/Kur’ân gelince, kendilerinin iman etmelerine, sadece “Allah bir beşeri mi elçi gönderdi?” demeleri engel olur.

95.De ki: “Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette Biz onlara gökten elçi olarak bir melek indirirdik.”

(İsrâ/90-95)

Kâfirlerin bu ölçüleri, yöntemleri ve değer yargıları günümüzde de değişmemiştir. Mekkeli inkârcıların maksatlarının ne olduğu Rabbimiz tarafından şöyle açıklanmıştır:

29.Tam tersi, Ben bunları da babalarını da kendilerine hak/gerçek ve açıklayıcı bir elçi gelinceye kadar kazançlandırdım.

30.Ve hak/ gerçek kendilerine geldiği zaman onlar: “Bu, bir büyüdür ve şüphesiz biz onu bilerek reddedenleriz/ inanmayanlarız” dediler.

31.Yine onlar: “Bu Kur’ân, şu iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” dediler.

32.Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Şu basit dünya hayatında, onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık Biz. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye Biz, onların bir kısmını bir kısmının üzerine derecelerle yükselttik. Ve Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.

(Zuhruf/29-32)

Müşriklerin yukarıdaki âyette geçen iki şehir ifadesi, “Mekke” ve “Tâif”i işaret etmektedir. Çünkü onların ileri gelenleri, yönetimi ellerinde bulunduran kodamanları, bu iki şehirde yaşamaktadırlar. Bu tipler, gelen her yeni peygamberin davetini duyduklarında eskiden beri aynı tepkiyi vermişler ve hemen din yolu ile liderliklerini korumaya ya da lider değillerse onu elde etmeye kalkmışlardır. Bu iki şehrin kodamanları da Yüce Allah’ın bilerek Muhammed’i peygamber seçtiğini, yalnız o’nun bu işe lâyık olduğunu bildiklerinden, Allah’ın rahmetinin hazinelerini o’na açtığını duyduklarında hem kıskançlıklarından kudurmuşlar, hem de iktidarlarının sarsılacağı düşüncesiyle büyük bir endişeye kapılmışlardır.

Müşriklerin Peygamberimize karşı uyguladıkları yöntem, –daha evvel Kamer sûresi’nde görüldüğü gibi– Sâlih peygamber için de kullanılmıştı:

23.Semûd da o uyarıları yalanladı: “24,25.Bizden bir tek insana mı, o’na mı uyacağız? Öyle yaparsak kesinlikle bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, Öğüt; Kitap, aramızdan o’na mı bırakıldı? Hayır, aksine o, çok yalancı, küstahtır” dediler.

(Kamer/23-25)

Müşriklerin hiç değişmeyen bu tutumları, ileride Nûh peygamberle halkı arasında geçen olaylarda tekrar karşımıza çıkacaktır:

23.Andolsun ki Biz, Nûh’u toplumuna elçi gönderdik de o, “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Hâlâ Allah’ın koruması altına girmeyecek misiniz?” dedi.

24,25.Bunun üzerine, toplumundan kâfir; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenileri gelenler, “Bu, sizin gibi bir beşerden başka bir şey değildir. Size fazlalık sağlamak istiyor. Eğer Allah isteseydi, kesinlikle melekleri indirirdi. Biz evvelki atalarımızda bunu duymadık. Bu, yalnızca kendisinde delilik bulunan bir adamdır. Öyle ise, bir süreye kadar o’nu umutla bekleyin” dediler.

(Müminûn/23-25)

Tahlilini yaptığımız pasajda, kâfirlerin dikkat çekilmiş özelliklerinden biri de kıskançlıklarıdır. Tarihçi İbn-i İshâk, onların bu kıskançlıkları hakkında şunları nakletmiştir:

Ebû Süfyân ibn-i Harb, Ebû Cehl ibn-i Hişâm ve Zühre oğulları’ndan müttefiki Ahnes ibn-i Şüreyk İbn-i Amr ibn-i Vehb es-Sakafî evinde namaz kılmakta olan Peygamberimizi (salât ve selâm üzerine olsun) dinlemek için çıkıp gittiler. Her biri kendisine uygun bir yer bulup dinlemeye koyuldu. Kimsenin kimseden haberi yoktu. Bütün gece boyunca şafak atana kadar o’nu dinlediler. Tanyeri ağarınca ayrılıp gittiler. Yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınadılar. “Bir daha böyle yapmayalım. Eğer milletin alt tabakasından bazıları sizi böyle yaparken görürlerse bu onları etkiler” deyip ayrıldılar. İkinci gece de tekrar herkes gelip yerini aldı. Yine o’nu dinlemeye koyuldular. Sabah olana kadar o’nu dinlediler. Tan yerinin ağarması üzerine dağıldılar. Yolda yine karşılaştılar. Birbirlerine önceki gün söylediklerinin aynısını söylediler. Sonra ayrılıp gittiler. Üçüncü gece olunca yine herkes eski yerini aldı. Bütün bir gece o’nu dinlediler. Tan yeri ağarınca oradan ayrıldılar. Yolda tekrar karşılaştılar. Birbirlerine, “Bir daha böyle bir iş yapmayacağımız üzerine anlaşmadan buradan ayrılmayacağız” deyip bu konuda anlaştılar. Sonra ayrılıp gittiler… Sabah olunca Ahnes ibn-i Şüreyk bastonunu aldı, kalktı. Ebû Süfyân’a gitti. Ebû Süfyân evindeydi Ahnes, “Ey Ebû Hanzala! Muhammed’den duydukların hakkındaki görüşün nedir? Söyle bakalım” dedi. Ebû Süfyân dedi ki: “Ey Ebû Sa‘labe! Allah’a yemin ederim ki, bildiğim ve anlamını anladığım şeyler işittiğim gibi, anlamını anlamadığım ve ne demek olduğunu çıkaramadığım şeyler de duydum.” Ahnes dedi ki: “Yemin ettiğin Allah’a ben de yemin ederim ki, ben de öyleyim! Ahnes daha sonra oradan ayrıldı. Ebû Cehl’e gitti. Onu da evinde buldu. “Ey Ebû Hakem! Muhammed’den duydukların hakkındaki kanaatin nedir?” diye sordu. Ebû Cehl, “Ne işitmişim?” diye söze girdi, “Biz Abdulmenaf oğulları ile şan-şerefte yarışıyorduk. Onlar yedirdiler biz de yedirdik, onlar taşıdılar [yüklendiler], biz de taşıdık [yüklendik], onlar verdiler biz de verdik. Nihâyet her alanda onlarla eşit biçimde atbaşı gidiyorduk. Yarışan iki süvari gibiydik. Onlar tam bu sırada, “Gökten kendisine vahiy gelen bir Peygamberimiz var” dediler. Buna ne zaman ulaşacağız? Allah’a yemin ederim ki, asla o’na inanmayacak ve o’nu doğrulamayacağız! Bunun üzerine Ahnes kalktı ve çekip gitti…[14]

Bu tarihî belgeye göre, Mekkeli müşriklerin tavrı kıskançlıktan başka bir şey değildir. Ebû Cehl, üç gün boyunca mücâdele ettiği ve her defasında yenik düştüğü gerçeği, kıskançlığından ötürü kabul edememiştir! Peygamberimizin hiç kimsenin ulaşmasına imkân bulunmayan yüce bir makama ulaşması, Ebû Cehl gibi diğer Mekkeli ileri gelenlerin de kıskançlık ve hasetlerini çekmiştir.

Yukarıdaki âyetler, tarihçi İbn-i İshâk’ın, bu sûrenin “Giriş” bölümünde aktardığımız nakilleri dikkate alınarak değerlendirilirse hayalimizde şu manzara canlanır: Peygamberimiz tarafından susturulan Kureyş ileri gelenleri birbirlerine, “Haydi yürüyün, ilâhlarınız üzerinde sabır ve sebat edin. Bu, gerçekten arzu edilen bir şeydir! Yani, Muhammed’in gayesi, dinini anlatmak değil, aksine bize hâkim olup, çoluk çocuğumuz hakkında istediği gibi hükmetmektir. O nedenle Muhammed’in işini bitirmek için başka bir çareniz yok. İşte sizden beklenen budur” diyerek, Ebû Tâlib’in evindeki toplantıdan ayrılmışlardır.

Aksine onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler,

Bu ifade ile kâfirlerin davranışlarının esas sebebi ortaya konmuştur. Çünkü bu ifade, onların ileri sürdükleri reddetme gerekçelerinin tümünün aslında birer bahane olduğu anlamına gelmektedir. Yüce Allah’ın, Onlar Benim Zikrimden bir kuşku içindeler ifadesinin takdirini şu şekilde yapmak mümkündür: “Onlar seni değil Bizi yalanlıyorlar. Senin doğruluğundan asla şüphe etmiş değillerdir. Fakat sen, gönderdiğim Zikr doğrultusunda, emrolunduğun gibi onlara tebliğ edince, hemen şüphelenmeye başladılar. Oysa daha önce senin doğruluğun hakkında tereddütsüz yemin ediyorlardı.”

Gerçekten de Mekkeli kodamanların ileri sürdükleri şüphelerin tamamı tutarsız birtakım sözlerden ibarettir. Buna karşılık Muhammed’in (a.s) doğruluğunu gösteren deliller ise, apaçık ve kesindir. Dolayısıyla kâfirlerin, Muhammed’in (a.s) peygamberliğini doğrulayan delillerin doğruluğunu ve o’nun peygamberliği hususunda ileri sürdükleri bahanelerin tutarsızlığını görmemeleri mümkün değildir. Ama onların asıl kuşkuları, “zikr” diye ifade edilen Kur’ân’dır. Kur’ân’ın, insan sözleri ile mukayese kabul etmeyen ifadesi ve ortaya koyduğu gerçekler onları şaşırtmaktadır. Ancak onlar yine de Kur’ân’ın Allah katından geldiğine inanmamaktadırlar.

Mekkeli kodamanların bu inkârları, En‘âm sûresi’nde biraz daha ayrıntılı olarak yer almıştır:

33.Biz onların söylediklerinin seni kesinlikle üzdüğünü elbette biliyoruz. Ama onlar aslında seni yalanlamıyorlar; ama şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapan o kimseler Allah’ın âyetlerini bile bile reddediyorlar.

34.Ve elbette ki senden önce de elçiler yalanlanmıştı da kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabretmişlerdi. Ve Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Hiç şüphesiz ki, sana, elçilerin haberlerinden bir kısmı gelmiştir de.

(En‘âm/33-34)

…aksine onlar henüz azabımı tatmadılar

Kur’ân hakkında şüphe duyan kâfirler, bu ifade ile doğrudan azap tehdidiyle yüz yüze getirilmişlerdir. Bu ifadenin takdiri şöyle yapılabilir: “Onlar, Ben onlara azabımı tattırmadığım, onları özgür bıraktığım için sağlıklı bir şekilde olayları araştırmayı, sağ duyulu yaklaşmayı ve tefekkürü terk ettiler. Eğer onlar o azabı tatmış olsalardı, böyle davranmazlardı. Şimdilik azaptan uzakta bulunuyorlar. Ama onu bir tattılar mı artık böyle bir şeyi asla söylemezler. Çünkü o zaman onlar her şeyi anlayacaklardır. Onlar da eski kavimler gibi çağrışacaklar, ama iş işten geçmiş olacaktır.”

Bilindiği gibi Peygamberimiz onlara, küfürlerinde ısrar etmeleri hâlinde başlarına ilâhî azabın geleceğini ihtar etmekte idi.

Fakat küfürlerindeki ısrara rağmen azabın hemen gelmemesi, Muhammed’in (a.s) doğruluğu hususunda kâfirleri şüpheye düşürüyordu. Bu durum Kur’ân’da Enfâl sûresi’nde şöyle anlatılmıştır:

31.Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman da, “İşittik, dilersek bunun gibisini biz de söyleriz, bu, geçmiş toplumların efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi.

32.Bir vakit de onlar, “Ey Allah’ım! Eğer bu, Senin katından gelmiş bir hakkın/gerçeğin ta kendisi ise, hiç durma üstümüze gökten taşlar yağdır veya bize çok acı veren bir azap ver” demişlerdi.

33.Hâlbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildi. Bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.

(Enfâl/31-33)

Şüpheci kâfirlerin azapla tehdit edilmelerinden sonra Yüce Allah, onların arasından Abdullah oğlu Muhammed’i, Kendisine peygamber olarak seçmesini çok görmelerine karşılık, verdiği cevaba, onlara bir soru yönelterek başlamıştır.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla