Tekil Mesaj gösterimi
Alt 27. September 2008, 11:12 PM   #7
ÖmerFurkan
Site Yöneticisi
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 450
Tesekkür: 33
85 Mesajina 163 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
ÖmerFurkan will become famous soon enoughÖmerFurkan will become famous soon enough
Standart

26. Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık [yaptık]. O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla], hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar, hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır.

Bu âyette anlatım üslûbu değişmiş ve doğrudan muhataba seslenilerek, Dâvûd peygambere bahşedilen halîfelik görevine ve o görevde nasıl davranması gerektiğine değinilmiştir.

Halîfe ve hilâfet sözcükleri, sonraki dönemlerde kendi öz anlamlarından farklılaşarak kavramlaşmış ve âyetlerde geçen halîfe sözcükleri de hep bu kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır. Bunun sonucu olarak da yine yanlış inançlar ve hurafeler ortaya çıkmıştır. Özellikle belirtmek gerekir ki, bu sözcükleri yanlış anlamlandırma alışkanlığı günümüzde de kısmen devam etmektedir. Bu nedenle halîfe sözcüğünün Kur’ân’daki kullanımlarının iyi bilinmesi gerekir.

Halîfe sözcüğü, yaygın olarak kavramlaşmış anlamı ile, “Allah’ın yeryüzündeki adalet temsilcisi, yeryüzünü adaletle yönetmek için görevlendirilmiş yönetici” olarak bilinir. Nitekim İslâm ülkelerindeki devlet başkanlarına ve Yavuz Sultan Selim sonrasındaki Osmanlı padişahlarına bir süre “halîfe-i rûy-i zemin” denilmiştir.

Halîfe sözcüğü, sözlük anlamı olarak, “arkadan gelen” demektir.[37] Nitekim Dâvûd peygamber de kendisinden önce İsrâîloğulları’nın yöneticisi olan Tâlût’tan sonra devlet başkanı olmak sûretiyle Tâlût’un halîfesi olmuştur. Buna göre âyetteki Biz seni yeryüzünde bir halîfe yaptık ifadesi, kulların işlerinin yaratma açısından Allah’a nisbet edildiği göz önünde bulundurularak, “Biz senin, Tâlût’tan sonra devlet başkanı olmanı sağladık, Tâlût’un yerine seni geçirdik” anlamına gelmektedir.

Dâvûd peygamberin halîfe seçilişi, 21. âyette, iz tesevverü’l-mihrâbe [hani onlar mihraba çıkıp varmışlardı] cümlesi ile başlayan olaylar sonucu olmuştur. İsrâîloğulları’nın bu seçimi, Kitab-ı Mukaddes’in ll. Samuel; 5/1-4 ve l. Tarihler; 11/1-4 anlatılmıştır.

DEVLETLEŞME ve DEVLET BAŞKANININ GEREKLİLİĞİ: Şüphesiz ki insan sosyal bir varlıktır. Bu özellik onun çok sayıdaki ihtiyaçlarını tek başına karşılayamayacak şekilde yaratılmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, istese de toplu hâlde yaşamaktan vazgeçemez. Yüce Allah insanı, değişik ihtiyaçlarını toplum içinde farklı meslekler icra ederek ve aralarında iş bölümü yaparak gidermelerini sağlayacak beceri ve yeteneklerle donatmıştır. Her insan kendi beceri ve yeteneği doğrultusunda sosyal hayata katılmakta ve diğer insanlarla her alanda ve her düzeyde çeşitli ilişkiler kurmaktadır. Sonuçta insanların maddî ve manevî ihtiyaçları birbirleriyle kurdukları bu ilişkiler sayesinde giderilmiş olmaktadır. Ancak toplum içindeki bu alma-verme ilişkisi âdil bir düzen içinde gerçekleşmelidir ki, insanlar barış içinde yaşayabilsinler, hayırlarda yarışabilsinler. Bu düzenin sağlanabilmesi ve insanlar arasında çıkabilecek anlaşmazlıkların giderilebilmesi için herkesin tartışmasız olarak kabul edeceği bir otoriteye ihtiyaç vardır. İşte, bu otorite “devlet”, devletin en üst makamında bulunan kişi de “devlet başkanı”dır.

Hatırlanacak olursa, 22-23. âyetlerde, Dâvûd peygamberin yanına gelip o’na yönetim görevini veren halkın talebi, kendi içlerinde birbirlerine yaptıkları hakksızlıkların giderilmesi ve kendilerinin doğru yolun ortasına yöneltilmesi şeklindeydi. Konumuz olan 26. âyette ise Yüce Allah Dâvûd peygambere yönetimin nasıl olması gerektiğini bildirmiştir. Rabbimiz bu âyetlerle bir taraftan yöneticilerimizden ne istememiz gerektiği konusunda bizleri eğitmekte, diğer taraftan da örnek bir yöneticinin halkını nasıl yönetmesi gerektiğini Dâvûd peygambere ve o’nun şahsında tüm yöneticilere öğretmektedir. Yüce Allah’ın kurulmasını istediği düzenin ana ilkelerini belirleyen bu âyetlere göre, yöneticiler toplumlarını hakk üzere yönetmeli, hevâlarına teslim olmamalıdırlar. Eğer bir devlette iktidarın kullanılma biçimi yönetenlerin hevâlarına göreyse, yöneticilerin kendi menfaatlerine yönelik davranışları halkın büyük zararlara uğramasına neden olur. Çünkü böyle bir iktidar düzeni, halkın daima yöneticilerin menfaatleri doğrultusunda kullanılıp yönlendirilmesi sonucunu doğurur. İktidar bir bakıma yöneticilerin çıkar elde etme ve bunu sürdürme manivelası haline geldiği gibi, halk da iktidarı kullanan yöneticilerin hevâ ve heveslerini tatmin aracı haline dönüşür. Bu durum toplumla devlet arasında olması gereken karşılıklı rızanın bozulmasına yol açacağından, bir gün her şey rayından çıkar ve toplum sosyal karışıklıkların eşiğine gelir. Eğer yeniden âdil bir uzlaşma sağlanamazsa, karışıklıklar önü alınamayan sosyal felaketlere dönüşerek halkı da, yöneticileri de perişan eden bir yıkılış süreciyle noktalanır.

Âyette, O hâlde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla] şeklinde Dâvûd peygambere verilen talimat, böyle kötü sonuçların ortaya çıkmaması için yöneticilerin hakka uygun, adaletli uygulamalar sergilemelerinin gerektiğini bildirmektedir.

HEVÂ YOLDAN ÇIKARIR, YOLDAN ÇIKMAK İSE AZABA GÖTÜRÜR: Hevâ, kişiyi, basit dünya lezzetlerine kapılarak onların içine batmaya çağırır. Bunların içine batmak ise kişiyi, gerçek mutlulukları elde etmek için yapılması gerekli olan sâlih amellerden uzaklaştırır. Çünkü, “basit dünya lezzetlerinin içine batmak” ile “sâlih ameller işlemek”, birbirine zıt davranışlardır ve bunlardan biri artarsa diğeri azalır, biri gerçekleşirse diğeri yok olur.

Bu sebeple Dâvûd peygambere, Hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır denilmiştir. Hevâya tâbi olmanın sonu, adım adım Allah yolundan sapmaktır. Allah yolundan sapmak ise, azapların en kötüsüyle karşı karşıya kalmak demektir. Hevâlarına uyarak Allah’ın yolundan sapanlar, çok kötü bir azaba davetiye çıkarmış olurlar. Oysa hesap gününü göz önünde bulunduranlar, yaptıklarının hesabını verememekten ve cezaya çarptırılmaktan korkarlar. Böylece ne hevâlarına uyarlar, ne de basit dünya lezzetlerinin esiri olurlar.

BİR İBRET TABLOSU: Bir peygamber olan Dâvûd’a (a.s) bile hevâya uymamasının öğütlendiği, o’nun gibi bir halîfenin bile sorumlu tutulacağının bildirildiği 26. âyet Kur’ân’da duruyorken, bazıları “hilâfet” diye kutsal bir makam ve “halîfe” diye de kutsal bir kişi oluşturmuşlardır. Bu makam ve kişilerin nasıl kutsallaştırıldığının bir ibret vesikası olarak, halîfelerin günahları sebebiyle sorumlu tutulmayacağına dair ifadelerin bulunduğu bir rivâyete atıfta bulunulan ve klâsik eserlerin hemen hepsinde yer alan bir rivâyeti okuyuculara aktarmayı yararlı görüyoruz:

Mervanoğulları halîfelerinden birisi, Ömer ibn-i Abdülaziz’e, “Bize, ‘Halîfe olan kimselerin aleyhine kader kalemi hareket etmez ve ona günah yazılmaz’ (yani padişahlar, krallar günah işleseler de onlara günah yazılmaz) şeklinde ulaşmış olan haberi [rivâyeti] sen de duydun mu?” demiş, bunun üzerine de, Ömer ibn-i Abdülaziz, “Ey müminlerin emîri! Halîfe mi daha üstündür, yoksa peygamber mi?” deyip, sonra da, Ey Dâvûd! Gerçekten Biz seni yeryüzünde bir halîfe kıldık. O halde insanlar arasında hakk ile hüküm ver [hakk aracılığıyla zulüm ve kargaşayı engelleyip adaleti sağla], hevâya [keyfe, arzuya] uyma. O takdirde seni Allah’ın yolundan saptırır. Muhakkak Allah yolundan sapanlar, hesap gününü umursamadıklarından kendileri için çok şiddetli bir azap vardır âyetini okumuştur.

27.Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline!

28.Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah’ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız?

29.Bu, temiz akıl sahipleri onun âyetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.

Bu âyet grubu [27-29. âyetler] ayrı bir necm’dir. İçerdiği mesajlar evrensel bir beyanname mahiyetinde olup bu necm’in kendinden önceki ve sonraki âyetlerle herhangi bir bağı bulunmamaktadır. Ne var ki, sahabe Kur’ân’ı tertip ederken necm ayrımı yapmamış ve bu necm’i Dâvûd peygamber ile Süleymân peygamber kıssalarının arasına yerleştirmiştir. Böylece Peygamberimize örnek verilen kıssalar bölünmüş ve pasaj zor anlaşılır hâle gelmiştir. Bu necm’in, Dâvûd peygamber kıssası çerçevesinde olmadığı kesin olup pasaj içindeki konumu da anlaşılmaz hâldedir. Dolayısıyla, bu sûreyi ve bu âyetleri iyi anlayabilmek için 27-29. âyetlerin bağımsız olarak ele alınması gerekir.

Ancak tarih boyunca Kur’ân ile ilgili çalışma yapanlar konuya bu şekilde yaklaşmamışlardır. Bize göre bu kişiler ya mushafın sahabe tarafından tertip edildiğini bilmemekte ve tertibin Allah tarafından yapıldığına inanmaktaydılar ya da gerçeği bilmelerine rağmen bunu açıkça ifade etme cesaretini gösterememişlerdir.

Râzî’nin bu âyet grubu ile ilgili zorlama yorumunu alıntılayarak takdiri okuyucuya bırakıyoruz:

ÂYETLER ARASI MÜNÂSEBET:

Biz diyoruz ki: Birisi şöyle bir soru sorabilir: “Allah Teâlâ, bu sûrenin başında, kâfirlerden alaycı olan kimselerin, öldükten sonra dirilme ile Kıyâmeti inkâr etme hususunda, alabildiğince ileri gittiklerini ve Ey Rabbimiz! Hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver (Sâd/16) dediklerini nakletmiştir. Allah Teâlâ, onların böyle söylediklerini nakledince, bunun cevâbını vermemiş, tam aksine, Onlar ne derlerse sabret. Kulumuz Dâvûd’u hatırla (Sâd/17) demiştir. Halbuki, Kıyâmetin hakk oluşu ile, Dâvûd’dan (a.s) bahsetme arasında bir münasebetin olmadığı malumdur. Derken, Cenâb-ı Hakk, Dâvûd (a.s) kıssasını açıklamaya geniş yer vermiş, bu kıssanın akabinde de, Göğü, yeri ve bunların arasında bulunan şeyleri ifadesini getirmiştir. Allah’ın hikmetini isbat etmenin, Dâvûd (a.s) kıssasıyla bir münasebeti olmadığı da malûmdur. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, gökleri ve yeri yaratmasında hikmet bulunduğundan bahsedip, haşir ve neşrin hakk olduğu meselesinin isbatını da buna dayayınca, bundan sonra, Kur’ân’ın şerefli, üstün, faydası ve hayrı çok bir kitap olduğunu belirten beyana yer vermiştir. Halbuki, bu kısmın da, önceki sözlerle ilgisi olmadığı meydandadır. Durum böyle olunca, bu bölümler birbirleriyle alâkası olmayan, birbirinden uzak birtakım bölüm ve fasıllar olmuş olur. Durum böyle olunca, burada bu noktada Kur’ân’ı kıymetli ve şerefli bir kitap olarak nitelemek nasıl yerinde olur?”

İşte sorunun tamamı bundan ibarettir. Buna cevap vererek şöyle deriz:

Hukemâ şöyle demiştir: “Bir kimse, câhil, ısrarlı, mutaassıp bir kimse ile karşı karşıya gelir ve bu kimsenin, o taassup ve ısrarına iyice daldığını görürse, bu kimsenin, o mesele ile ilgili olan sözünü yarıda kesmesi gerekir. Çünkü, bu kimse her ne zaman, o meseleyi daha çok izah etmek isterse, karşı tarafın, o meseleyi kabul hususunda duyacağı nefret de o nisbette fazlalaşır. Binâenaleyh, bu durumda uygulanacak metod, o meseleyle ilgili sözü burada kesmek ve o birinci meseleden tamamen uzak, yeni bir söze geçmek ve bu sözü, o mutaassıp kimseye, birinci meseleyi unutturacak bir biçimde uzatmaktır. Karşı tarafın zihni, bu yeni mesele ile meşgul olup, birinci meseleyi unuttuğunda, beri taraf, söz esnasında, bu yeni mesele içinde, birinci mesele ve matlûba uygun mukaddimeler sokar. Çünkü, bu mutaassıp kimse, bu esnada bu mukaddimeyi kabul edecektir. O bunu kabul edince de, beri taraf, o ilk meseleyi isbat hususunda bu uygun mukaddimeye tutunur. Böylece, o mutaassıp karşı taraf, susturulmuş ve yenilmiş olur.” Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Kâfirler, haşri, neşri ve Kıyâmeti inkâr hususunda istihzâvâri, Ey Rabbimiz! Hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver (Sâd/16) deme noktasına gelince, Cenâb-ı Hakk, “Ey Muhammed! Bu meseledeki sözü burada kes ve bu meseleden tamamen uzak olan başka bir söze başla, geç” demiştir ki, işte bu başka söz de Dâvûd (a.s) kıssasıdır. Çünkü, bu kıssanın haşr ve neşr meselesiyle alâkası olmadığı malumdur. Cenâb-ı Hakk bu kıssayı genişçe açıklayıp, kıssanın sonunda da, “Ey Dâvûd! Biz seni yeryüzünde bir halîfe yaptık. Öyleyse sen de insanlar arasında adalet ile hükmet” (Sâd/26) buyurmuştur. Bu sözü duyan herkes, “Ne güzel yaptı! Çünkü o’na, adalet ile hükmetmesini emretti” diyecektir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk sanki, “Ben sana, sadece hakkı emretmedim. Tam aksine, Ben alemlerin Rabbi olmamın yanısıra, bir de, ancak adalet ile iş yaparım ve bâtıl ile hükmetmem!” demiştir. İşte bu noktada da, karşı taraf yine, “Ne güzel yaptı! Çünkü, ancak hakk ile hükmetti!” diyecektir. Binâenaleyh, bu noktada (karşı tarafa) “Allah’ın hükmünün, bâtıl ile değil, adalet ile olması gerektiğini kabul ettiğine göre, senin, haşr ve neşrin vâki olacağını da kabul etmen gerekir. Çünkü, şâyet böyle olmasa, o zaman, hayırlara kendisini ulaştırma hususunda kâfirin Müslümana tercih edilmiş olması gerekirdi ki, işte bu durum hikmetin zıddı ve bâtılın da tâ kendisi olurdu” denilir. Binâenaleyh, işte bu güzel ve ince metodla Cenâb-ı Hakk, karşı tarafın, kendisinden kurtulması mümkün olmayacak bir biçimde, haşri ve neşri inkâr edenlere karşı, kesin bir ilzam ve susturmayı murad etmiştir. Böylece, Kıyâmeti inkâr hususunda, onunla istihza etme derecesine çıkan bu karşı taraf işte bu yolla susturulmuş ve ilzam edilmiş olur. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’da, ilzam etme hususunda işte bu ince metoddan bahsedince, pek yerinde olarak, Kur’ân’ı mükemmel ve üstün olarak tavsif ederek, İndirdiğimiz mübârek bir kitap buyurmuştur. Çünkü düşünmeyen, tefekkür etmeyen ve ilâhî muvaffakiyet kendisinin yardımına koşmayan kimseler, bu büyük Kur’ân’ın yüce sırlarına vakıf olamaz. Zira Kur’ân, gerçekte, âyetler arasındaki tertibin en mükemmelini ihtiva etmişken, o, işin zâhirine bakarak, Kur’ân’da bir sıranın bulunmadığını iddia etmektedir. Bu âyetlerin tefsiri hususunda kafamızda mevcut olan şeylerin tamamı bundan ibarettir. Muvaffakiyet Allah’dandır.[38]

Görüldüğü gibi Râzî, beşerî ilişkilerden örnek vermek sûretiyle “birbiri ile alâkası olmayan bölümler”e anlam kazandırma çabasındadır. İki kişi arasındaki tartışma için “belki” kabul edilebilir olan bu yöntem, Peygamberimiz ile müşrikler arasındaki tartışmanın konu edildiği ve Peygamberimizin maneviyatını yükseltmek ve o’nu yönlendirmek için kendisine geçmişten örneklerin verildiği bu pasajda, Yüce Allah’ın, verdiği iki örneğin arasında konu ile alâkasız bir bildiride bulunduğu anlamına gelir ki, bu kabul edilemez. Çünkü bu durum, Kur’ân’ın iniş ve tebliğ ölçüleriyle bağdaşmaz.

Bu genel açıklamadan sonra tekrar âyetlerin tahliline dönüyoruz.

27.Ve Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve aralarında olanları boşuna oluşturmadık. Bu, kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kişilerin zannıdır. Cehennem ateşinden dolayı şu kâfirlerin; Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden şu kişilerin vay hâline!

Evrenin amaçsız yaratılmadığı, aksi düşüncenin ise belirli birkaç kâfirin zannı [sanısı] olduğu vurgulanan âyette, iki ince nokta daha vardır. Bu iki noktayı şöyle açıklayabiliriz:

Birinci nokta, Türkçe’ye “şu” işaret zamiri ile çevirdiğimiz ellezîne ism-i mevsulüdür. İsm-i mevsul, muarrafattan [belirtili varlıklar için kullanılan sözcüklerden] olduğu için âyetteellezîne ism-i mevsulü ile işaret edilen kişilerin o gün toplum içinde tanınan bir takım beyinsizler olduğu anlaşılmaktadır.

İkinci nokta da zann sözcüğüdür. Cümledeki konumu itibariyle buradaki zann sözcüğü, 24. âyetteki zann sözcüğünden farklı anlamdadır. Dikkat edilirse burada sözcük hem bir “yergi cümlesi” içinde yer almış, hem de te’kitsiz [“inne” veya “enne” olmadan] kullanılmıştır. Dolayısıyla 24. âyette “yakîn” [kesin bilgi] anlamına gelen sözcük buradazann sözcüğünün diğeri anlamı olan “sanı, kuşku” anlamına gelmektedir. Bu anlama göre, evrenin boşuna yaratılmadığı gerçeğinin aksini savunan “şu inançsızlar”ın bu iddiaları bilimsel değildir [kesin bilgiye dayanmamaktadır], sadece kendi sanılarıdır. Çünkü bilimsel olarak incelenip “yakîn” ölçüsünde bilgiye sahip olunduğunda tesbit edilebilir ki, evren boş ve gereksiz yere yaratılmamıştır.

Evrenin yaratılma amacıyla ilgili Kur’ân’da birçok âyet bulunmaktadır:

115.Peki siz, Bizim sizi sadece boş yere oluşturduğumuzu ve şüphesiz sizin yalnızca Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?

(Müminûn/115)

38.Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve ikisi arasındakileri oyun oynayanlar olarak oluşturmadık.

39.Biz, o ikisini sadece hak/ gerçek ile oluşturduk. Fakat onların çoğu bilmiyorlar.

40.Şüphesiz ki, Ayırma Günü onların hepsinin buluşma yeridir/ kararlaştırılmış buluşma vaktidir.

(Duhân/38-40)

8.Kendi içlerinde hiç düşünmediler mi ki, Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre için oluşturmuştur? Ve şüphesiz insanlardan çoğu, Rablerine kavuşmayı kesinlikle bilerek reddedenlerdir/ inanmayanlardır.

(Rûm/8)

85.Ve Biz gökleri, yeryüzünü ve aralarındaki şeyleri ancak hak/gerçek ile oluşturduk ve elbette ki, o kıyâmet, kesinlikle kopacaktır. Şimdi sen aldırış etme ve güzel muamele et.

(Hicr/85)

36.Yoksa o insan başıboş bırakılacağını mı sanır?

(Kıyâmet/36)

190-194.Göklerin ve yeryüzünün oluşturuluşunda, gecenin ve gündüzün ardarda gelişinde, elbette, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anan; göklerin ve yerin oluşturuluşu üzerinde: “Rabbimiz! Sen, bunu boş yere oluşturmadın, Sen, tüm noksanlıklardan arınıksın. Artık bizi Ateş’in azabından koru! Rabbimiz! Şüphesiz Sen, kimi o ateşe girdirirsen artık onu kesinlikle rezil etmişsindir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına işyapanlar için yardımcılardan da hiç kimse yoktur. Rabbimiz! Şüphesiz ki biz, “Rabbinize inanın!” diye çağıran bir nidacıyı duyduk ve hemen inandık. Rabbimiz! Artık bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi “iyi adamlar” ile birlikte, geçmişte yaptıklarımızı ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızı bir bir hatırlattır/öldür. Rabbimiz! Ve bize, elçilerin üzerine vaat ettiğin şeyleri ver, kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz Sen, verdiğin sözden dönmezsin” diye iyiden iyiye düşünen kavrama yetenekleri olanlar için nice alâmetler/göstergeler vardır.

(Âl-i İmrân/190-194)

28.Yoksa, iman eden ve de sâlihâtı işleyenleri Biz, yeryüzündeki o bozguncular gibi mi yaparız? Yoksa Allah’ın koruması altına girmiş o kimseleri din-iman tanımayıp kötülüğe batanlar gibi mi yaparız?

Yani, siz iyi bir insan ile kötü bir insanın sonunun aynı olacağını mı sanıyorsunuz? Bu ifadeler, âhirette kötülerin iyilerle bir tutulacağına, hatta belki de iyilerden daha üstün konumda olacaklarına inanan ve “Mürcie” adıyla bilinen kimselerin[39] bu inançlarının bâtıl olduğunu göstermektedir.

Âhirette ceza ve mükâfatın olmaması hâli, Allah’ın adaletine kesinlikle ters düşen bir durumdur. Bu çarpık anlayışa göre, iman edip her türlü musibeti ve belâyı göze alarak doğru davranışlarda bulunanların aptal, günahı meslek edinip her türlü kötülüğü işleyenlerin de akıllı sayılmaları gerekir. Böyle bir anlayış, Yüce Allah’a yapılan pervasızca bir bühtan olur.

29.Bu, temiz akıl sahipleri onun âyetlerini düşünsünler ve öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz bereketli bir kitaptır.

مبارك [mübârek] sözcüğü, “hayır ve mutluluğu bollaştıran” demektir.[40] Âyet kısaca, bu eşsiz Kitap ile ilişki kuranların, her türlü yararı; maddî ve manevî bolluğu elde edeceğini bildirmektedir.

30.Dâvûd’a Süleymân’ı da bahşettik. O ne güzel kuldu! Şüphesiz O, Rabbine çokça dönendi.

31.Hani kendisine akşamüstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; “32.Ben, mal, servet, çıkar sevgisini, Rabbimin anılmasından dolayı sevdim.” –Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.– “33.Geri getirin onları bana!” dedi. Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.

34,35.Andolsun ki Biz Süleymân’ı da çeşitli badirelerden, sıkıntılardan geçirerek saflaştırmıştık/ olgunlaştırmıştık. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü; “Ey Rabbim! Beni koru/bana maddî ve manevî pislik bulaştırma ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk hibe et/ bağışla! Şüphesiz ki Sen, bol bol hibe edensin/ bağışlayansın” dedi.

36-38.Bunun üzerine Biz de, o’nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o’nun emrine verdik.

-39.İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut.-

40.Şüphesiz ki o’nun için yanımızda bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

Peygamberimizin eğitimine bu pasajda da devam edilmektedir. Geçmişte gönderilmiş elçilerin tebliğ sürecinde gösterdikleri sabır ve sebat anlatılmakta, böylece Peygamberimiz de bu örneklere göre davranmaya yönlendirilmektedir.

Bu âyet grubunda Peygamberimize verilen örnek, Süleymân peygamberdir. Süleymân (a.s) da babası Dâvûd (a.s) gibi, hakkında çok fazla efsane uydurulmuş bir peygamberdir.

Âyetlerin tahliline başlamadan önce, Kur’ân âyetlerini asılsız hikâyelerine malzeme yapmaktan kaçınmayan bazı uydurmacıların dinî kitaplara geçmiş hikâyelerinden konuyla ilgili bir kaçını teşhir ve uyarı maksadıyla kısaca nakletmek istiyoruz:

Süleymân’ın atları muayene ederken ve onları koştururken, ikindi namazını kılmayı unuttuğu anlamını çıkarmışlardır. Bazıları ise, Hz. Süleymân’ın ikindi ve akşam namazı sırasında bir virdi olduğunu ve virdlerini unutup güneş battığı için, atların getirilmesini emrettiğini, sonra da atlar getirildiğinde, onların ayaklarını kestiğini, başka bir deyişle atları Allah’a kurban ettiğini söylemişlerdir. Zira atlar o’nu Allah’ı anmaktan alıkoymuştur.[41]

Bazı müfessirler, hattâ tevârat bi’l-hicâb [perdenin arkasına gizlendiler] ve ruddûhâ aleyye [onu bana getirin] şeklindeki ifadelerde geçen zamirlerin, güneşe işaret ettiğini söylemektedirler. Yani, ikindi vakti geçmiş ve güneş batmıştı. Hz. Süleymân bunun üzerine kâinatı idare eden meleklere, güya, “Güneşi geri getirin de, ikindi namazını eda edebileyim” demiştir. Böylece güneş geri gelmiş ve Hz. Süleymân namazını eda etmiştir.[42]

Bu tefsiri desteklemek için bazı zevat, birtakım hadisleri öne sürerek, güneşin battıktan sonra geri gelme olayının birkaç kez vukû bulduğunu iddia etmişlerdir. Bu yüzden mirac mucizesini, güneşin geri gelmesi olarak zikrederler. Hendek savaşı sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.), battıktan sonra güneşi geri getirdiğini, yine Hz. Ali, Hz. Peygamber’in (s.a.) kucağında uyuduğu için ikindi namazını kılamadığından dolayı, Hz. Peygamber’in dua ederek güneşi geri getirdiğini söylerler.[43]

Müfessirlerden bir başka grup da bu âyetlerin anlamını, ön yargısız bir kimsenin okuyup anladığı gibi anlamışlardır. Bu müfessirlerin yorumuna göre bu hadise şöyledir: “Hz. Süleymân bir dizi yağız atı sürdüğü zaman, “Bu atları sadece Allah rızası için seviyorum. Öyle ki onlarla cihad edilerek Allah’ın kelimesi yükselsin” demiştir. Sonra atları koşturdu. Atlar o kadar hızlı koşmuşlardır ki gözden kaybolmuşlardır. Daha sonra atları geri getirmiştir.” İbn-i Abbâs’a göre Hz. Süleymân onların bacaklarını ve boyunlarını okşamıştır.[44]

1) Hz. Süleymân’a (a.s), bir adada bulunan bir şehrin haberi ulaşır. Böylece o, ordusuyla birlikte, rüzgâra binerek oraya çıkar. O şehri alıp, kralını öldürür. Bu arada, insanların en güzel yüzlüsü olan, Cerâde ismindeki kral kızını da ele geçirir ve onu kendisine ayırır. Bu kız Müslüman olur. Süleymân (a.s) onu sever. Ama kız, hep babası için ağlar. Bunun üzerine, Hz. Süleymân (a.s) bir cinne emir verir ve o kız için babası şeklinde bir heykel yaptırtır. Heykele kızın babasının elbiselerinden giydirir. Kız, sabah-akşam hizmetçileriyle birlikte hep o heykelin yanına gidip ona secde ederler. Derken Âsaf, bu durumu Süleymân’a (a.s) haber verir. Bunun üzerine Hz. Süleymân (a.s) o heykeli kırdırtıp, kadını cezalandırır. Daha sonra tek başına bir sahraya çıkıp, oraya kül yaydırıp, Allah’a tevbe için, külün üzerine oturur.

Süleymân’ın (a.s), Emine adında bir ümm-i veledi [çocuğunun annesi olan bir câriyesi] vardı. Tuvalete gittiğinde, yahut hanımlarıyla yatmak istediğinde mührünü ona emanet ederdi. Hz. Süleymân’ın (a.s) mülkünün kuvveti de, o mühründe saklı idi. Yine bir gün mührünü o kadının yanına bıraktı. Şeytân, Hz. Süleymân (a.s) şeklinde, bir denizci kıyafetiyle kadının yanına gelip, “Emine! Mührümü ver” dedi. Böylece mührü eline geçirip, Süleymân’ın (a.s) tahtına oturdu. Kuşlar, cinnler ve insanlar, ona gelip gitmeye başladı. O (sahrada), Hz. Süleymân’ın (a.s) görünümü değişmişti. Bu sırada mührünü almak için, Emine’nin yanına vardı. Ama Emine o’nu tanımadı ve kovdu. Böylece Hz. Süleymân (a.s) bir suç işlemiş olduğunu anladı. Derken ev ev el açıp dilenmeye başladı. “Ben Süleymân’ım” dediğinde, insanlar üzerine toprak atıp, o’na sövüp sayıyorlardı. Daha sonra, balıklarını taşımak sûretiyle, balıkçıların yanında çalışmaya başladı. Onlar, (ücret olarak) o’na her gün iki balık veriyorlardı.

Hz. Süleymân (a.s), evinde o puta tapıldığı gün sayısınca, yani kırk gün bu hâl üzere oldu. Âsâf ve İsrâîloğulları’nın ileri gelenleri, Hz. Süleymân’ın (a.s) kılığına girmiş olan şeytânın verdiği hükümleri ve kararları yadırgamaya başladı. Bunun üzerine Âsâf, Hz. Süleymân’ın (a.s) hanımlarına birtakım sorular sormaya başladı. Onlar, “Bu, bizler hayızlı iken de bizlerle birleşiyor. Üstelik, cünüplükten ötürü de yıkanmıyor” dediler. –Şeytânın hükmünün bu kadınlar hariç, diğer bütün konularda geçerli olduğu da ileri sürülmüştür.– Derken uçup kaçtı ve o mührü denize attı. Mührü bir balık yuttu ve bu balık neticede, Hz. Süleymân’ın (a.s) eline geçti. Hz. Süleymân (a.s) balığın karnını yardı, bir de baktı ki mührü orada. Mührünü alıp, Allah’a secdeye kapandı. Böylece mülkü yeniden eline geçti. O şeytânı yakalayıp, bir kaya parçasının içine tıkayıp, o kayayı denize attı.

2) O hükümdarın kızı, bu heykele ibâdete başlayınca, Hz. Süleymân (a.s) fitneye düşmüş oldu. Mührü elinden düştü ve mührü eline alamadı. Bunun üzerine Âsâf, “Sen bir günahından [hatandan] ötürü bu fitneye düşürüldün. Binâenaleyh Allah’a tevbe et” dedi.

3) Süleymân (a.s), şeytânlardan birisine, “İnsanları nasıl fitneye düşürüyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine şeytân, “Mührünü bana ver de, sana göstereyim” dedi. Hz. Süleymân (a.s), mührünü ona verince, şeytân mührü denize attı. Böylece Hz. Süleymân’ın (a.s) elinden mülkü gitti. Şeytân böylece Hz. Süleymân’ın (a.s) tahtına oturdu.

Bu rivâyetleri anladığına göre, bu görüşte olanlar, “Âyetteki, Andolsun ki Biz, Süleymân’ı imtihan ettik [fitneye düşürdük] ifadesinden, Allah Teâlâ’nın o’nu bu şekilde imtihan etmesi; ve tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik ifadesinden de, bu şeytânın o’nun tahtı üzerine oturması kasdedilmiştir” derler.

4) Hz. Süleymân’ın (a.s) fitneye düşüşünün sebebi, üç gün insanlara gözükmemesidir. Bundan dolayı o’nun mülkü elinden alındı, bir ceza olmak üzere, tahtına bir şeytân oturtturuldu.[45]

Üçüncü bir grup müfessire göre ise, Hz. Süleymân, “Bu gece, 70 hanımımla birden yatacağım ve her hanımımdan bir mücahid doğacak” diye yemin etmiştir. Ancak bu yemini yaparken “inşâallah” demediği için o gece sadece bir hanımı hamile kalmış ve ondan da yarısı ceset bir çocuk doğmuştur. Bunu üzerine hanımı bu çocuğu Hz. Süleymân’ın tahtı üzerine bırakmıştır. Bu hadisi Ebû Hüreyre’nin Hz. Peygamber’den (s.a.) rivâyet ettiği nakledilir. Bu hadisi Buharî, Müslim ve diğer muhaddisler çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Buharî’de bile muhtelif yerlerde ve muhtelif senetlerle bu hadis nakledilmiştir. Bu hadislerde Hz. Süleymân’ın hanımlarının sayısı bazan 60, bazan 70, bazan 90 veya 99, bazan da 100′e kadar varmıştır.[46]

Diğer bir yorum ise İmâm Râzî tarafından yapılmıştır: “Hz. Süleymân bir hastalığa yakalanmış veya başka bir tehlike dolayısıyla sıkıntı ve üzüntü içinde zayıflayarak bir deri bir kemik kalmıştı. Yani, öyle bir hâle gelmiş ki, cansız ceset denecek kadar zayıflamıştır.” Fakat bu yorum Kur’ân’a uymaz. Çünkü Kur’ân’daki ifade aynen şöyledir: Andolsun Biz Süleymân’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra Bize yöneldi. Bu âyeti okuyan herhangi bir kimse, söz konusu cesedin Hz. Süleymân’ın cesedi olmadığını hemen anlar. Anlaşılan odur ki, Hz. Süleymân bir hata yapmış ve bunun üzerine Allah kendisini uyarmıştır. Sonuçta ise hatasını idrak eden Hz. Süleymân, Allah’a yönelmiştir.[47]

1) Hz. Süleymân’ın (a.s) başına gelen fitne [imtihan] şöyledir: Onun bir oğlu oldu. Bunun üzerine şeytânlar, “Eğer bu yaşarsa, aynen babası gibi bize hükümran olur. Öyleyse ne yapıp edip, onu öldürmemiz gerekir” dediler. Hz. Süleymân (a.s) bu komployu öğrenip, o oğlunu, bulutlar arasında büyütmeye başladı. Bir gün işleriyle meşgulken, o çocuk ölü olarak, tahtının önüne düşüverdi. Hz. Süleymân (a.s) o anda, bu konuda Allah’a tevekkül etmediği için, hata etmiş olduğunu anlayıp, Rabbinden bağışlanmasını istedi ve O’na rücû etti.

2) Hz. Peygamber’in (s.a.v) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Hz. Süleymân (a.s), ‘Ben, her biri Allah yolunda mücahede eden bir arslan doğursun diye, her gece 70 hanımımı ziyaret edeceğim’ dedi. Fakat bu arada “inşâallah” demedi. Derken, bütün kadınlarını dolaştı, hiçbiri hamile kalmadı; bunlardan sadece birisi hamile kaldı ki, o da, yarım adam doğurdu. Derken bu çocuk, Hz. Süleymân (a.s) tahtında otururken, o’nun yanına getirildi ve kucağına verildi. ”Nefsim, kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, şâyet Hz. Süleymân (a.s), “inşâallah” [eğer Allah dilerse] demiş olsaydı, onların hepsi de, birer arslan gibi, Allah yolunda cihâd ederlerdi.” İşte, âyetteki, Biz Süleymân’ı imtihan ettik ifadesinden kasdedilen budur.

3) “Allah’ın, kendisine verdiği şiddetli bir hastalık sebebiyle, biz Süleymân’ı imtihan ettik ve o’nun kürsîsi üzerine, ondan olan bir ceset atıverdik. Bu, hastalığın şiddetinden ötürüdür” demektir. Çünkü Araplar, zayıf ve çelimsiz çocuklar hakkında, “Bu, kasabın kütüğü üzerindeki bir et ve ruhsuz bir ceseddir” derler. “Sümme enâbe” ifadesi, “sıhhatli ve sağlıklı durumuna döndü” demektir. Binâenaleyh lâfız, bu tür izahlara muhtemel iken, onu, biraz önce söylediğimiz o tutarsız izahlara hamletmeye gerek yoktur.[48]

Abartılı uydurmalarla insanların ne hâle getirilmek istendiğini daha iyi gösterebilmek için, listeye bir de bu âyetlerle ilgili meşhur bir rivâyeti ekliyoruz:

Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:

“Cinn taifesinden bir ifrit dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücum etti –yahut Peygamber buna benzer bir kelime söyledi–. Lakin Allah beni galip getirip ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu göresiniz diye mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleymân peygamberin, Yâ Rabbi! Beni mağfiret et ve bana benden sonra kimseye olmayacak bir mülkü bağışla! demiş olduğu hatırıma geldi.” Ravi Ravh, “Peygamber o ifriti hor olarak kovdu” demiştir.[49]

BU İTHAMLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ: Yukarıdaki safsataların içinde bir yorumu yer alan Râzî bile, bu konuda uydurulanların asılsızlığı yönünde bazı tespitlerde bulunmuştur ki, bu tespitler de ayrı bir ibret vesikası durumundadır. Aynen aktarıyoruz:

1) Eğer şeytân, gerek şekil, gerek fonksiyonel olarak, peygamberlerin kılığına girebilseydi, bu durumda, şeriatın hiçbir hükmü hususunda bir güven kalmazdı. İnsanların rüyalarında Hz. Mûsâ (a.s), Hz. Îsâ (a.s), Hz. Muhammed (s.a.v) şeklinde gördüğü kimseler, bu durumda adı geçen peygamberler değil, aksine, saptırmak ve iğva etmek için bunların suretine bürünmüş şeytanlar olduğu kabul edilebilirdi. Böyle bir kabulün ise bütün hakk dinleri kökünden bâtıl kılacağı malumdur.

2) Eğer şeytân, Allah’ın peygamberi olan Hz. Süleymân’a (a.s) bunları yapabilseydi, o’nun bütün âlim ve zâhid kimselere karşı da bunları yapabilmesi gerekirdi. Bu durumda da, onun onları öldürebilmesi, eserlerini paramparça etmesi ve evlerini-barklarını yıkıp dökebilmesi gerekirdi. Bunun herhangi bir âlim hakkında söz konusu olması imkânsız olduğuna göre, böyle şeyler, yüce peygamberler hakkında haydi haydi imkânsız olur.

3) Allah’ın hikmet ve ihsanına, şeytânı, Hz. Süleymân’ın (a.s) hanımlarına musallat kılması nasıl uygun düşer? Böyle bir şeyin çirkin olduğunda şüphe yoktur.

4) Eğer Süleymân’ın (a.s), o hükümdarın kızına o heykele tapma hususunda müsaade ettiğini söylersek, bu, bizzat Hz. Süleymân’dan (a.s) kaynaklanan bir küfür olur. Yok eğer o buna kesinlikle müsaade etmemiş ise, bu günah o kadına aittir. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk, o’ndan kaynaklanmayan bir fiil yüzünden Hz. Süleymân’ı (a.s) neden cezalandırsın?[50]

Çoğunluğunun rivâyet senetleri kuvvetli hadislerdir. Bu yüzden hadisin sıhhat bakımından reddedilmesi [tenkit edilmesi] mümkün değildir. Fakat hadisin aklen kabul edilmesi ise imkân haricidir. Çünkü bizzat hadisin muhtevası, Resûlullah’ın (s.a) böyle bir şey söylemediğini âdeta haykırıyor. Çok kuvvetli bir ihtimale göre Hz. Peygamber (s.a.) bu olayı Yahudilere istinaden ve başka birine misal olarak anlatmıştır. Dinleyenler de yanlış anlamışlar ve Hz. Peygamber’den (s.a.) bu olayı gerçek bir hâdiseymiş gibi rivâyet etmişlerdir. Böylesine akla aykırı hadisleri, sırf kuvvetli senet dolayısıyla kabul ettirmeye çalışırsak din bir eğlence hâline gelir. Herkes bizzat kış mevsiminde gecelerin, 10-11 saatten fazla olmayacağını hesaplayabilir. Hz. Süleymân’ın en az 60 hanımı olduğunu kabul eder, bir saatte de hiç nefes almadan 6 hanımına uğradığını ve 10-11 saat sürekli onlarla birlikte olduğunu düşünecek olursak bunun fiilen mümkün olmadığı sonucuna varırız. Sanıyorum Hz. Peygamber (s.a.) bu kadar mantıksız bir hikâyeyi gerçek bir olay olarak anlatmamıştır. Ayrıca hadislerin hiçbir bölümünde Hz. Süleymân’ın tahtı üzerine atılmış olan ceset ile yarı ceset çocuğun bir ilgisi olduğuna dair bir ima bile yoktur.

Dolayısıyla Hz. Peygamber’in (s.a.) bu olayı, bu âyetin tefsiri münasebetiyle anlattığını iddia etmek mümkün değildir. Belki bu çocuğun doğuşundan sonra Hz. Süleymân’ın tevbe-istiğfar etmesini makul karşılayabiliriz, ama, Ey Allahım! Bana benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir saltanat ver şeklindeki duasını makul karşılamak mümkün değildir.

Bu rivâyetler yukarıdaki yorumu desteklemek için zikredilmelerine rağmen, yukarıdaki yorumdan daha da anlamsızdırlar. Hz. Ali ile ilgili hadisi İmâm İbn-i Teymiyye, her yönüyle ele aldıktan sonra uydurma olduğunu isbatlamıştır. İmâm Ahmed b.Hanbel, “Bu hadis asılsızdır”, İbn-i Cevzi ise “Kuşkusuz bu hadis uydurmadır” demişlerdir. Hendek savaşı ile ilgili hadis, bazılarına göre zayıf, bazılarına göreyse uydurmadır. Mirac hadisesine gelince bu olayın anlatımı şöyledir: “Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber’den mirac’ı isbatlamasını isteyince o, “Kudüs yolunda falan kafilede filan hâdise vukû buldu” demiştir. Mekkeli müşrikler o kafilenin Mekke’ye ne zaman varacağını sorduklarında Hz. Peygamber, “Şu gün gelecektir” diye cevap vermiştir. O gün geldiğinde, Kureyş kâfirleri bütün gün o kafileyi beklemiş ve akşam olmuştur. Bunun üzerine Resûlullah kafile gelmeden önce güneş batmasın diye dua etmiş ve gerçekten de kafile güneş batmadan önce gelmiştir. Bazı raviler bu hâdiseyi rivâyet ederlerken, o gün güneşin bir saat geç battığını söylemişlerdir. Böylesine önemli bir hadis için, bu kadar zayıf şâhitliklerin kabul edilmesi mümkün mü? Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi güneşin geri gelmesi ve günün bir saat uzaması büyük bir olay olduğu için, tüm dünyanın bu olayları bilmiş olması gerekirdi ve sadece birkaç insanla sınırlı kalmazdı.[51]

Konumuz olan âyetlerle ilgili asılsız rivâyetleri ve bu rivâyetler yüzünden klasik kaynaklara giren sayfalarca gereksiz açıklamayı ibret nazarlarına sunduktan sonra, kaldığımız yerden âyetlerin tahliline dönüyoruz:

30. Dâvûd’a Süleymân’ı da bahşettik. (O) ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendi.

Bu âyet, Peygamberimize ve tüm insanlığa örnek olarak gösterilen Süleymân peygamberin tanıtıldığı pasajın ilk âyetidir. Âyetin ilk cümlesinden, önceki âyetlerde sayılmış nimetlere ilâve olarak Süleymân’ın (a.s) da Dâvûd peygambere lütfedilmiş bir nimet olduğu anlaşılmaktadır.

Bu pasajda Süleymân peygamber, tekâmül sürecinde geçirmiş olduğu “pişme” ve “olgunlaşma” aşamaları ön plâna çıkarılarak anlatılmıştır.

(O) ne güzel kuldu! Şüphesiz o çokça dönendi.

Âyetin ikinci cümlesindeki “mahsûs bi’l-medh” [övülen şahıs] mahzûftur [gizlidir], yani adı cümlede sözcük olarak yer almamıştır. Bu kişinin Dâvûd veya Süleymân peygamberden herhangi birisinin olabileceği ileri sürülebilirse de, bize göre Süleymân peygamber olması daha uygundur. Zira öncelikle dil bilgisi kuralları oradaki zamirin yakına raci [dönük] olmasını, dolayısıyla hemen bir önceki şahıs olan Süleymân’a (a.s) yönelik olarak anlaşılmasını gerektirmektedir. Ayrıca, buradaki evvâb sıfatının Dâvûd peygambere ait olduğu kabul edilirse, evvâb olduğu daha önce aynı sûrenin 17. âyetinde de bildirilen Dâvûd (a.s) için bu sıfat lüzumsuz bir tekrar niteliği arz etmiş olur. Hâlbuki evvâb sıfatının Süleymân peygambere ait olması durumunda, Süleymân peygamberin de babası gibi erdemli bir kişi olduğu anlaşılır ve bu anlayış, Süleymân peygamberin Dâvûd peygambere verilmiş bir nimet olduğunu bildiren 30. âyetle de bire bir örtüşür.

31-33.Hani kendisine akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu; “Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.” –Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.– “Geri getirin onları bana!” (dedi.) Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.

Bu âyetlerdeki mecaz ve kinâyeler, cehlin elinde hurafelere dönüşmüş ve Süleymân peygamber ile ilgili gerçek dışı uydurmalar üretilmiştir. Dâvûd, Süleymân ve Eyyûb peygamberler hakkındaki asılsız hikâyeler Kur’ân’ın inişinden önceki dönemlerde oluştuğu için, Rabbimiz bu elçilerine sürülen lekeleri silmek ve onları aklamak üzere Kur’ân’da onlara ait bazı ayrıntılar bildirmiştir.

Hani kendisine akşam üstü iyi cins ve rahvan atlar sunulmuştu;

Âyette, icazen ifade edilmiş olan akşam üstü deyimi, Süleymân peygamberin ömrünün veya iktidarının son dönemini işaret etmektedir. Hatırlanacak olursa, Asr sûresi’nin tahlilinde de asr sözcüğü ile normal ikindi vaktinin değil, ömrün son dönemlerinin kastedildiğini söylemiştik.

iyi cins ve rahvan atlar,

Süleymân peygamberin atları âyette الصّافنات[sâfinât] ve الجياد[ciyâd] olarak nitelenmiştir.Sâfin, “bir ayağını tırnağı üzerine diken ve üç ayak üstünde duran” ve ciyâd da; “hızlı koşan” demektir.[52] Atların bu sıfatlarla anlatılması, onların hem duruşlarının hem de hareketlerinin mükemmelliğini göstermektedir. Bize göre Süleymân peygamberin atları, o’nun ordusundan kinâyedir, atların kalitesi de ordunun gücünü ve kabiliyetini simgelemektedir. Çünkü, bugün iyi bir ordu, nasıl hava filoları, zırhlı araçları, güdümlü füzeleri ve uçak gemileri ile ifade ediliyorsa, o günlerde de (hatta yakın döneme kadar) iyi bir ordunun göstergesi atlar, süvari birlikleri idi.

Rivâyetlerle, dinin akılla ilişkisini kesmek ya da kaynağını bulandırmak isteyenler, Süleymân peygamberin atları ile ilgili olarak da epeyce rivâyet üretmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu rivâyetlerden atların 1.000 tane olduğu, Süleymân’a (a.s) babası Dâvûd’dan (a.s) miras kaldıkları şeklinde olanları olduğu gibi, Hasan Basrî’nin ağzından bu atların denizden çıktıklarını, hepsinin kanatlı ve nakışlı olduğunu ileri sürenleri de vardır. Ali adı kullanılarak bu atların 20 tane olduğu, İbrâhîm et-Teymî adı kullanılarak da 20.000 tane olduğu diğer iddialar arasındadır. İbn-i Zeyd adına uydurulan ve Eski Yunan mitolojilerindeki Poseidon ve Pegasus’u çağrıştıran rivâyet ise daha da ilginçtir: Süleymân (a.s) bu atları şeytânlara denizden çıkarttırmıştır ve hepsi de kanatlıdır.

“Ben, hayır [servet, çıkar] sevgisini, Rabbimin zikrinden dolayı sevdim.”

Süleymân peygamberin önemli bir özelliğini dile getiren bu ifadeden, o’nun servet düşkünü, hevâsına uyan, zevk ü sefa meraklısı biri olmadığı anlaşılmaktadır. Onun serveti [zenginliği, çok nitelikli ordusunu] sevmesinin sebebi, “Rabbini anmak”tır, “i’lâ-yı kelimetullah”tır, “cihat”tır. Yani o, iyi bir orduyu çapulculuk, yağmacılık veya baskı kurma amacıyla değil, Rabbini zikretmek için, Allah adına cihat etmek için kurmuştur. Nitekim Sebe kraliçesi’ne yazdığı davet mektubunda da Süleymân’ın (a.s) Allah adına hareket ettiği açık ve net olarak görülmektedir:

Süleymân’ın mektubunu alan Sebe melikesi, “Ey ileri gelenler! Şüphesiz ki bana kesinlikle çok saygın/şerefli bir mektup bırakıldı. Şüphesiz ki o mektup, Süleymân’dandır ve ‘Bana karşı büyüklük taslamayın, teslimiyet göstererek/Müslüman olarak bana gelin!’ diye yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden, engin merhamet sahibi Allah adınadır” dedi.

(Neml/29-31)

–Sonunda onlar perdenin arkasına girdiler.–

Bu ifadeden, Süleymân peygamberin o görkemli ordusunun bir dönem zayıfladığı ve Süleymân peygamberin cihadı bıraktığı anlaşılmaktadır. Yani, o dönemde Süleymân peygamberin ordusu işe yaramaz hâle gelmiş; o mükemmel atları gözden kaybolmuştur.

“Geri getirin onları bana!” (dedi.)

Bu ifadeden de, ordusu zayıflayan Süleymân peygamberin, hemen aklını başına topladığı ve yeniden güçlü bir orduya sahip olmak için gayret göstermeye başladığı anlaşılmaktadır.

Hemen onların bacaklarını, boyunlarını sıvazlamaya başladı.

Bu ifade ise, Süleymân peygamberin yine o mükemmel atlara sahip olduğunu, yani yeniden güçlü bir ordu kurduğunu ve bu sebeple çok mutlu olduğunu anlatmaktadır. Atların bacaklarını ve boyunlarını okşaması, duyduğu bu mutluluğu veya orduya verdiği değeri göstermektedir.

BU PASAJDAKİ BAZI ZAMİRLERİN MERCİİ: Bazıları 33. âyetteki, Geri getirin onları ifadesini çarpıtarak, “Güneşi bana geri getirin!” şeklinde değiştirmişler ve buradan yola çıkarak da şu hikâyeyi uydurmuşlardır:

Süleymân ikindi namazını kaçırmıştı, gün battıktan sonra hatırladı ve “Güneşi bana geri getirin!” dedi. Güneş geri geldi, o da ikindi namazını kıldı.

Hatırlanacak olursa, zihinlere sokulmaya çalışılan bu safsatanın benzer bir versiyonu iki kez de Peygamberimiz için dile getirilmişti. Halbuki söz konusu âyette ne güneşten ne de namazdan söz edilmektedir. Dolayısıyla âyetten, teknik olarak böyle bir anlam çıkarılması mümkün değildir. Zaten böyle bir olayın gerçekleşebileceğini her şeyden önce akıl kabul etmez. Ayrıca âyette Süleymân peygamberin geri getirilmesini istediği şey onları zamiri ile ifade edilmiştir. Dilbilgisi kurallarına göre cümlenin anlaşılması için zamirin merciinin lâfzen veya takdiren paragrafta mevcut olması zorunludur. Paragrafta ise “güneş” değil,sâfinât [atlar] sözcüğü mevcuttur.

Güneşin geri geldiği safsatasını uyduranlar, –tabir yerinde ise– kaş yapayım derken göz çıkarmışlar, Süleymân peygamberi tebcil edelim derken o’nun Kur’ân’da bildirilen kişilik yapısına ve sözlerine ters düşmüşlerdir. Şöyle ki:

Rabbimiz Süleymân peygamberi, “Allah’a dönen, yaptığını Allah’ın zikri için yapan, güzel bir kul” olarak nitelemiştir. Hikâyede geçen namazı savsaklama davranışı ise Süleymân peygamberin Kur’ân’da bildirilen niteliklerine uymamaktadır. Çünkü Kur’ân’da bize tanıtılan Süleymân peygamber –her ne kadar ikindi namazı ile yükümlü olduğunu sanmasak da– yükümlü olduğu namazı savsaklamaz.

Âyetteki ifadeye göre Süleymân peygamber, Hemen geri getirin bana onları! demiştir. Çevresindeki insanların, güneşi geri getirmeleri imkânsız olduğuna göre, acaba Süleymân peygamber bu emri kime vermiştir? Güneşi geri getirebilmek sadece Rabbimizin kudretinde olduğuna göre, bunu istediği iddia edilen Süleymân’ın (a.s) bu isteğini doğrudan Allah’a yöneltmesi, bunu da bir emir şeklinde değil, “Rabbim güneşi geri gönder!” diye dua şeklinde belirtmesi gerekir. Onun bir emir üslûbuyla Allah’a karşı böyle bir küstahlık yapması ise asla düşünülemez.

Âyetteki zamirin güneşi işaret ettiğini söyleyen uydurmacıları boşlukta bırakan bir diğer nokta da, Süleymân peygamberin emir verdiği muhatapların çoğul olmasıdır. Eğer Süleymân peygamber Allah’a hitap etse idi, ifadenin tekil olması gerekirdi.

Âyetlere göre Süleymân peygamberin isteği yerine gelmiştir. Safsatacıların iddia ettiği gibi, eğer Süleymân peygamber güneşin geri getirilmesini istemiş olsa ve bu isteğine uygun olarak güneş de gerçekten geri gelseydi, bu olay dünyanın her tarafından görülür ve sadece bu safsatacıların kitaplarında değil, pek çok tarihî belgede de yer almış olurdu.

Bu uydurmacılar, Süleymân peygamberin atları okşamasını da çarpıtıp atların ayaklarını ve boyunlarını kılıçla vurduğunu söylemişlerdir. Güya bu atlar Süleymân peygamberin ikindi namazını geçirmesine sebep olmuşlar, o da atları suçlu bularak onları cezalandırmıştır. Hâlbuki Süleymân peygamberin atları okşamasının anlamı, tekrar kavuştuğu atlardan [yeni baştan kurduğu nitelikli ordudan] duyduğu mutluluğu ifade etmek, onların düşmanı savuşturmada en önemli, en değerli vasıtalar olduğunu göstermektir.

Âyetteki sözcüklerin hiç birinden, güneşle veya atlarla ilgili hikâyeleri doğrulayan tek bir anlam çıkmamasına rağmen, bu konudaki uydurmalar ciltlere sığmayacak kadar çoktur. Ancak daha fazla ayrıntıya girmeyi gereksiz görüyor, bu safsataların Kur’ân ile uyumsuzluklarının gösterilmesine harcanacak çabayı, âyetlerin daha iyi anlaşılması için harcamanın daha yararlı olacağına inanıyoruz.

34-35. And olsun ki Biz Süleymân’ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık]. Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık. Sonra o, döndü, “Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin” dedi.

SÜLEYMÂN’IN FİTNELENDİRİLMESİ: Âyetteki, And olsun ki Biz Süleymân’ı da fitneye düşürmüştük [çeşitli badirelerden geçirerek saflaştırmıştık, olgunlaştırmıştık] ifadesinden, Süleymân peygamberin de tıpkı babası Dâvûd peygamber gibi, bir takım eğitici süreçlerden geçirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bize göre o’nun düşürüldüğü fitnenin bir bölümü, babası Dâvûd peygamberden yönetimi devralmadan önceki dönemde yaşamış olduğu acılardır. Yoksa, âyetleri yanlış yorumlamaları sonucu, Kur’ân’da bildirilenin dışına çıkarak karanlığa taş atanların uydurdukları olaylar değildir. Çünkü Süleymân’ın (a.s) fitnesi hakkında Kur’ân’da ayrıntı verilmemiştir.

TAHTIN ÜSTÜNDEKİ CESET: Âyetteki, Ve tahtının üzerine bir ceset bırakmıştık ifadesi, fitnelendirmeden bahseden cümlenin devamı değildir. Bu, Süleymân peygamberin tahtının üzerine bir ceset bırakılmasıyla ve o’nun da bu cesedi bulmasıyla fitnelendirilmediği anlamına gelmektedir. Süleymân (a.s) bu şekilde imtihan edilmemiştir. Tahtın üzerine ceset bırakıldığını bildiren cümle, o’nun fitneye düşürüldüğünü bildiren cümleden ayrı bir cümledir. Eğer aksi olsa idi, cümlenin başında takip ve tertip anlamı ifade eden ف[fe] bağlacının olması gerekirdi. Oysa orijinal metinde âyetin başında و [vav] bağlacı bulunmaktadır.

Süleymân peygamberin tahtının üzerine bir ceset bırakılması, bize göre kinâye yollu bir anlatımdır. Süleymân peygamberin bir dönem iktidarda işe yarar işler yapmadığından kinâye olabilir. Nitekim toplumda işe yaramayan kişilere Arapça’da, الميّت المتحرّك [meyyit-i müteharrik=hareketli ölü] denmektedir. Muhtemelen Süleymân peygamber bir dönem için elinde olarak veya olmayarak pasifleşmiş, çok zayıf düşmüştür, iktidarda olmasına rağmen muktedir değildir, âdeta yaşayan bir ölü durumuna düşmüştür.

Süleymân peygamberin neden böyle kötü bir dönem yaşamış olabileceğine dair birden fazla gerekçe göstermek mümkündür: Sebep, belki Süleymân peygamberin liyakatsiz yardımcılar ve danışmanlar edinmesidir, belki de Bakara/102′de bildirildiği gibi kötü düşünceli insanların yaptıkları “o kâfir oldu, o’na itaat edilmez” cinsinden olumsuz propagandalardır. Ya da Sebe/14′den anlaşılacağı gibi, kendisinden sonra devletinin yıkılışına seyirci kalan dirâyetsiz oğludur.

SÜLEYMÂN’IN DÖNÜŞÜ: 35. âyetten anlaşılıyor ki, muktedir olamadığı iktidarının kötüye gidişini fark eden Süleymân peygamber, aklını başını alıp işlere azîmle sarılmaya karar vermiş ve bu aşamada Yüce Allah’a dua etmiştir: Ey Rabbim! Beni koru [maddî ve manevî pislik bulaştırma] ve bana, benden sonra hiç kimseye yaraşmayan bir mülk ihsan et! Şüphesiz ki Sen, bol bol ihsan edensin.

MÜLK: الملك [mülk] sözcüğü, “kudret” demek olup burada varlık ve zenginlik anlamında değil, “devlet”, “iktidar” anlamındadır.[53] Nitekim, “Adalet mülkün temelidir” özdeyişindeki mülk sözcüğü de buradaki gibi “devlet” veya “yönetim” anlamına gelir. Çünkü adalet her devletin temelidir; adaletin olmadığı devletler [yönetimler] temelsiz oldukları için yıkılmaya, yok olmaya mahkûmdurlar.

36-40.Bunun üzerine Biz de, o’nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o’nun emrine verdik. İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut. Şüphesiz ki o’nun için nezdimizde bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

36. âyetin başında bulunan ve bizim “bunun üzerine” diye çevirdiğimiz ف[fe] takip edatı, Süleymân peygambere verilen nimetlerin sayıldığı cümleyi, 35. âyetteki Süleymân peygamberin duasının yer aldığı cümleye bağlamaktadır. Buradan anlaşıldığına göre, Yüce Allah Süleymân peygamberin duasına cevap vermiş ve o’nun mülkünü [devletini, yönetimini] ticarî, iktisadî ve siyasî yönlerden çok güçlendirmiştir.

RÜZGÂRIN SÜLEYMÂN’IN HİZMETİNDE OLUŞU: Rüzgârın Süleymân peygamberin emrinde olması, o’nun rüzgârı binit olarak kullanması veya ordusunu bir yerden bir yere rüzgârla sevk etmesi demek değildir. Rüzgârın o’nun emrinde olması, rüzgâr marifetiyle hızla hareket edebilen yelkenli gemilere sahip olması ve bu gemilerle deniz aşırı ülkelere gidebiliyor olmasıdır. Nitekim Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberin denizcilikte ulaştığı noktayı şu cümlelerle anlatmaktadır:

Hiram ile Hz. Süleymân’ın ortak deniz ticaret filosu, o çağda bilinen denizlerin neredeyse en uç noktasına ulaştı. Düzenli seferlerin bazıları gidiş dönüş üç yıl sürüyordu.[54]

Kitab-ı Mukaddes de Süleymân peygamberin büyük bir deniz ticareti geliştirdiğini ve ticaret filosunun yanı sıra Tarsis adı verilen donanmasının da bu denizlerde etkin olduğunu kaydetmektedir.

Ayrıca Süleymân peygamberin Edon bölgesinde bulunan Akabe’deki maden ocaklarından çıkarılan bakır ve demiri eritmek ve işlemek için Ezion-Geber [Etsyon-Geber]‘de kurduğu fırın, bugünkü arkeolojik araştırmalarla da doğrulanmıştır:

Etsyon-geber’den, hem Ofir’le yapılan ticarette bir liman, hem de büyük ölçekli bir bakır arıtma merkezi olarak yararlanan Hz. Süleymân’ın, bu kenti İ.Ö. 950 dolayında kurduğu hemen hemen kesinlikle bilinmektedir.[55]

Bu konuda Kur’ân şu bilgileri vermektedir:

12.Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; ve Biz erimiş bakır madenini o’na sel gibi akıttık. Ve eli altında Rabbinin izniyle/ bilgisiyle iş görmekte olan yabancı kişileri boyun eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık.

13.Onlar, Süleymân’a özel karargâhlar, heykeller/ resimler ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi! Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın! Ama kullarım içinde, verilen nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!–

(Sebe/12-13)

Süleymân peygamberin sahip olduğu güçler ve o’nun zenginliği, Kitab-ı Mukaddes’in I. Krallar, 10. Bab. Ayrıca II. Tarihler, 1 ve 9. Bab’da ayrıntılı olarak anlatılmıştır.

SÜLEYMÂN PEYGAMBERİN EMRİNDEKİ ŞEYTÂNLAR/CİNNLER: Süleymân peygamberle ilgili bu âyetlerdeki gerçek ve ibret verici bilgiler, bazı kimseler tarafından yine saptırılmış ve birçok asılsız, gerçek dışı hikâye ortaya çıkmıştır. Süleymân peygamberin emrindeki şeytânlar konusunda düzülen efsanelerin tümü, âyetteki şeytânlar ifadesinin, Kur’ân’daki tanımı dışında, halk kültürüne yerleşmiş hayalî yaratıklar olarak kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kur’ân’daki şeytân ile halk kültüründeki “şeytân” arasında hiçbir alâka bulunmamaktadır.

Hatırlanacak olursa, Tekvîr ve Nâs sûrelerinin tahlili yapılırken “şeytân” konusuna da değinilmiş ve okuyucu bir miktar bilgilendirilmişti. Orada yapılan açıklamalarda şeytân‘ın sözlük anlamının kısaca, “hakktan uzak olan” demek olduğu; bir kavram olarak şeytân‘ın ise “hakka ve akla aykırı hareket eden her türlü kişi, güç ve kurumun ortak ve karakteristik adı” olduğu belirtilmişti. Süleymân peygamber kıssasında sözü edilen şeytânlar da, bu tip şeytânlardır. Yani, Süleymân peygamber hakkında sürekli gerçek dışı sözler söyleyip iftiralar yayan ve o’nun aleyhinde plânlar kuran kişilerdir.

Bu durumun iyi anlaşılabilmesi için, konuyu anlatan Kur’ân âyetlerini topluca sunuyoruz:

36-38.Bunun üzerine Biz de, o’nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o’nun emrine verdik.

(Sâd/36-38)

17.Ve yerli ve yabancılardan ve kuşlardan oluşturulmuş orduları Süleymân için bir araya getirildi. –Sonra onlar düzenli olarak sevk edilirler.–

18.Sonunda Karınca Vadisi’ne geldikleri zaman, bir karınca: “Ey karıncalar! Evlerinize girin, Süleymân ve orduları bilinçsizce sizi kırıp geçirmesin!” dedi.

19.Sonra da Süleymân, dişi karıncanın sözünden/kararından dolayı gülerek tebessüm etti. Ve “Rabbim! Bana, anne-babama lütfettiğin nimetinin karşılığını ödememi, hoşnut olacağın sâlihi işlememi gönlüme getir ve rahmetinle beni sâlih kullarının içine kat” dedi.

(Neml/17-19)

12.Süleymân için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay olan rüzgârı boyun eğdirdik; ve Biz erimiş bakır madenini o’na sel gibi akıttık. Ve eli altında Rabbinin izniyle/ bilgisiyle iş görmekte olan yabancı kişileri boyun eğdirdik. Ve onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından tattırdık.

13.Onlar, Süleymân’a özel karargâhlar, heykeller/ resimler ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlar. –Ey Dâvûd ailesi! Nimetlerin karşılığını ödemek için çalışın! Ama kullarım içinde, verilen nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!–

(Sebe/12-13)

82.Ve şeytanlardan, kendisi için dalgıçlık eden ve bundan daha düşük iş yapan şeytanları da boyun eğdirdik. Ve Biz onlar için koruyucular idik.

(Enbiyâ/82)

102.Ve kendilerine Kitap verilenler, Süleymân mülküne dair şeytânların okuyup durdukları şeylere uydular. Hâlbuki küfretmemişti; Süleymân Allah’ın ilâhlığını, rabliğini bilerek reddetmemişti, ama o şeytanlar küfretmişti; bilerek reddetmişlerdi; insanlara sihri ve Bâbil’de iki peygambere/ iki krala; Hârût ve Mârût’a indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki Hârût ve Mârût, “Biz saflaşmanız için bir ateşten malzemeyiz, sakın küfretme; gerçeği bilerek reddetme!” demedikçe hiç kimseye hiçbir şey öğretmezlerdi. Sonra herkes, o ikisinden erkekle eşinin arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. –Ne var ki onlar onunla Allah’ın bilgisi olmadan hiç kimseye zarar veremezler.– Herkes, kendilerine zarar vereni, yarar vermeyeni öğreniyorlardı. Andolsun ki onu satın alanın âhirette hiçbir nasibi olmayacağını da kesinlikle biliyorlardı. Ve o, benliklerini karşılığında sattıkları o şey, ne çirkin bir şeydi! Keşke biliyor olsalardı!

(Bakara/102)

Yukarıdaki âyetlere dikkat edilirse, Süleymân peygamberin emri altında olan kişiler için bazı âyetlerde (Neml/17 ve Sebe/12) cinn, bazı âyetlerde de (Sâd/37, Enbiyâ/82 ve Bakara/102) şeytân sözcüğü kullanılmıştır. Yani, bu âyetlerde cinn ve şeytân olarak nitelenenler, aslında aynı kişilerdir. Demek oluyor ki, Süleymân peygamberin emrinde bulunan cinnler, “hakka ve akla aykırı hareket eden” kişiler olmaları nedeniyle, –tıpkı Mekkeli müşriklerin ve Medineli münâfıkların bazılarının nitelendirildiği gibi– şeytân diye nitelendirilmişlerdir. (“Kur’ân’da Şeytân” başlıklı çalışmamız bu sûrenin sonundadır.)

BUNLARIN KİMLİĞİ: Yukarıdaki âyetlerde, Süleymân peygamberin emrinde çalışan ve o’na zoraki hizmet eden şeytân nitelikli cinnler hakkında, sadece hünerli zanaatkâr kimseler oldukları şeklinde bir bilgi verilmiş, ama nereden geldikleri ve fizikî yapıları hakkında herhangi bir ayrıntı verilmemiştir.

Cinn olarak nitelenen bu varlıkların kimler olduğu konusunda doğru bir tahlil yapılabilmesi için öncelikle “dinler tarihi” bilgisine ihtiyaç vardır. Babası Dâvûd peygamberden sonra o’nun mirasçısı olarak ülkesinin hükümdarı olan Süleymân peygamber, Ya‘kûb peygamberin soyundan gelen bir Benî İsrâîl peygamberidir. Bu nedenle hem Müslümanların hem de Ehl-i Kitab’ın [Yahudi ve Hıristiyanların] inandığı ve değer verdiği bir kişidir. Süleymân peygamber ile ilgili haberler Ehl-i Kitap’ta da mevcuttur. Eldeki Tevrât’ın muharref [bozulmuş] olması sebebiyle dinî bir kaynak olarak dikkate alınması mümkün değilse de, tarihî bir kaynak olarak ele alınmasında hiçbir sakınca yoktur. Çünkü yazılı dinî metinler de tarihin temel kaynakları arasındadır.

Nitekim Ana Britannica ansiklopedisi de, Süleymân peygamberle ilgili olarak verdiği bilgilerin kaynağını Eski Ahit olarak göstermiştir:

Hz. Süleymân’ın yaşamı ile ilgili bilgilerin hemen tümü Eski Ahit’ten kaynaklanır.[56]

Dolayısıyla bu konunun, eldeki Kitab-ı Mukaddes’ten de incelenmesinde yarar vardır.

Bu konu Tevrât’ın I. Krallar ve II. Tarihler bölümlerinde ayrıntılı olarak yer almaktadır.

Buralardan anlaşılacağı üzere, Kitab-ı Mukaddes, Süleymân peygamberin hizmetinde olan kişilerin, babası Dâvûd peygamberin hünerli zanaatkâr adamları ile onlara usta başılık yapan Sur kralının gönderdiği Huram Baba ve emrindeki hünerli kişiler, zanaatkârlar olduğunu kaydetmektedir. Süleymân peygamberin emrindeki şeytân nitelikli cinnlerin hünerli zanaatkârlar olduğunu bildiren Kur’ân âyetleri ile, bir tarihî kaynak olarak değerlendirdiğimiz Tevrât’ın bilgileri bu konuda aynıdır. Zaten Kur’ân’ın bu âyetlerini duyan Ehl-i Kitap da, bu anlatıma itiraz etmemiştir. Bütün bunlar, Süleymân’a hizmet eden cinnleri, halk kültüründeki hayalî cinler olarak açıklayanların hiçbir kaynak ve dayanaklarının olmadığını göstermektedir.

Süleymân peygamber hakkında yalan ve iftira kampanyaları düzenleyen, o’ndan kurtulmak ve iktidarını devirmek için ellerinden gelen her şeyi yapan şeytân nitelikli cinnler, bu hünerli ama zoraki çalışan zanaatkârlardır.

Süleymân peygamber, bu durumun bilincinde olarak onlardan zoraki de olsa yararlanmayı sonuna kadar sürdürmüştür:

Ama kullarım içinde, verilen nimetlerin karşılığını ödeyen de çok azdır!–

14.Ne zaman ki Biz o’nun ölümünü gerçekleştirdik; o’nun ölümüne, onlara değneğini yiyen yeryüzü canlısından başka hiçbir şey delâlet etmedi. Onun öldüğünü anlamalarına, onlara sadece değneğini yiyen yer canlısı/kurt sebep oldu. Ne zaman ki yüz üstü yere düştü, ortaya çıktı ki: “O yabancılar Süleymân’ın bilmedikleri ölümünü bilmiş olsalardı, o alçaltıcı azap; hasret, gurbet esaret, ağır işler, zincire vurulmuşluk içinde kalmazlardı.”

(Sebe/14)

38. âyette geçen zincire vurulmuş ifadesi, onların bildiğimiz zincirlere bağlandığı anlamına gelmez. Bu ifade, onların kontrol altında tutulduklarından kinâyedir.

Bunun üzerine Biz de, o’nun emriyle istediği yere yumuşacık akıp giden rüzgârı, şeytânları; tüm dalgıç ve yapı ustalarını ve zincirlere bağlanmış olan diğerlerini o’nun emrine verdik.

Yukarıdaki âyet grubundaki altı çizili ifadeler, Süleymân peygamberin sözü edilen nimetlere, Allah’ın bahşetmesi ile ulaştığını belirtmektedir. Allah’ın Süleymân peygambere böyle güzel ihsanlarda bulunması, hayatının bu nimetlere sahip olmadan önceki dönemde o’nun, evvâb [Allah'a dönen, Allah'a gönülden bağlı olan] olması sebebiyledir.

İşte bu, Bizim hesaba gelmez ihsanımızdır. Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tut.

Yani, sana sayısız nimetler bağışladık. Artık dilersen ikram et; dilediğine ver, bağışla, ihsan et; dilersen de tut; dilediğinden men et. Sana hesap sorulmayacaktır.

Burada Süleymân peygambere verilen mülk ve diğer lütuflar anlatılmasına rağmen İslâm düşmanları bu âyeti kullanarak çok çirkin rivâyetler uydurmuş ve bunu da maalesef Peygamberimizin adını kullanarak yapmışlardır:

Yüce Allah’ın, İşte bu Bizim … bağışımızdır buyruğunda, Süleymân’a verilen cima gücüne işaret edilmektedir. Onun 300 hanımı, 700 câriyesi vardı. Sırtında yüz erkeğin suyu vardı.[57]

Buna benzer rivâyetlerde, âyetteki Artık sen dilersen başkalarına ver veya vermeyip tutifadesinin anlamı maalesef “belden aşağı”ya çekilmiş ve âyete “ister menini akıt; o hanımlarla cinsel ilişkide bulun, ister bulunma, serbestsin” açıklaması getirilmiştir.

Şüphesiz ki o’nun için nezdimizde bir yakınlık ve güzel bir dönüş yeri vardır.

Bundan önceki âyetlerde Süleymân peygambere dünyada verdiği nimetlerden bahseden Rabbimiz, bu cümle ile de o’nun âhiretteki durumunu açıklamış ve nimetler içinde olacağını bildirmiştir.
ÖmerFurkan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla