Tekil Mesaj gösterimi
Alt 2. March 2011, 01:22 PM   #5
dost1
Site Yöneticisi
 
dost1 - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
 
Üyelik tarihi: Sep 2008
Mesajlar: 3.016
Tesekkür: 3.567
1.083 Mesajina 2.384 Tesekkür Aldi
Tecrübe Puanı: 100000
dost1 is on a distinguished road
Standart

Selamun Aleykum! Değerli Kardeşlerim!

Yunus Peygamber gemiye binmemiştir ve denize atılarak balık yutmamıştır.
Konuyu bütünüyle görmek için yapılan bir çalışmayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

YÛNUS PEYGAMBERİ ve HÛT'UN YUTMASI:

Hût sözcüğü, dil bilimcilerinin bir kısmına göre "balık", bir kısmına göre de "büyük balık" demektir. Bu anlamıyla sözcük, tatlı ve tuzlu sularda yaşayan soğukkanlı omurgalıların genel adı olmakla beraber, eski çağlardan beri bilinen burçlar kuşağındaki bir takımyıldızın adı olarak da kullanılmaktadır.
Ancak Kur'ân'ı doğru anlamak için sözcüklerin teamüldeki kullanımını değil, gerçek anlamlarını bilmek gerekmektedir.
Hut sözcüğünün geçtiği eski şiirlerden biri Ve Sahip lâ hayre fi şebabihi Hûten, izâ mâ zâdenâ ... şeklindedir.
Sözcük bu mısrada "ağır ağır da yutsa, çabuk çabuk da yutsa, kendisine kâfi gelmeyen[doymayan, doyma duygusu olmayan]" anlamında kullanılmıştır.

Bu temel açıklamadan anlaşıldığına göre, hût sözcüğü aslında doyma hissi olmadığı ve doyduğunu bilmediği için balıklara yakıştırılmış bir sıfattır, balık demek değildir.

Nitekim herkesin bildiği gibi, sularda yaşayan balığın esas adı "semek"tir. Balıklarda doyma hissinin olmaması, yemelerine ara verme sebebinin doymaları değil de tıkanmaları olması bugün artık bilimsel bir bilgidir.

Balıkların bu özelliklerini bilmeyen amatör akvaryumcuların, günlük ihtiyacın üzerinde yemleme yaptıkları takdirde çatlayarak ölen balıklarla karşılaştıkları, günlük hayata yansımış bir gerçektir.

Balık oburluğunun balık cinsleri itibariyle gösterdiği özellikler ise Su Ürünleri Fakültelerinin araştırma raporlarına da girmiş durumdadır.

Buna göre, hût ve havt sözcüklerinin anlamlarını "hırs, doyumsuzluk" olarak ifade etmek mümkündür.

Hût sözcüğünün Kur'ân'da yer aldığı pasajlardaki anlatım dikkate alındığında, sözcüğün daima "sebebiyet mecaz-ı mürseli" şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Yani, sebep olan "hırs ve doyumsuzluk" zikredilmekte fakat hırsın insanda sebep olduğu "bunalım ve karamsarlık" kastedilmektedir.

Kur'ân'ın anlatım özellikleri ve Âyet çeşitleri dikkate alındığında, bazı sözcüklerin mecaz anlamlarda kullanıldığı, dolayısıyla da Yûnus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşâbih olduğu anlaşılmaktadır:

1- Kalem Sûresinin 48. Âyetindeki makzum sözcüğü aslında "boğazın tıkanması, sıkıntıdan nefes alamamak" demektir.

Sözcüğün bu anlamı Türkçeye "nefes nefese, soluk soluğa, havasızlıktan boğulacak hâlde" deyimleriyle çevrilebilir. Ancak bu nefes darlığı, içinde bulunulan dertten, sıkıntıdan, ıstıraptan da kaynaklanabilir. Nitekim Yûnus peygamberle ilgili diğer Âyetler göz önüne alındığında, bu nefes darlığının sözcüğün hakikat anlamına uygun olarak havasızlıktan değil, sıkıntıdan kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

2- Enbiyâ Sûresinin 87. Âyetindeki Yûnus peygamberin "karanlıklar içinde" olduğu bildirilmiştir. Buradaki karanlık da yine sözcüğün hakikat anlamına uygun olan "ışıksızlık" değil, zihinsel bunalımdır. Bunu anlamak için Bakara Sûresinin 257. Âyetine bakmak gerekir:

(Bakara: 257) Allah, iman sahiplerinin Velî'sidir [yol gösteren, yardım eden, koruyan yakınıdır]; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfre sapanlara gelince, onların yakın kimseleri tâğûttur ki, kendilerini nurdan karanlığa çıkarır. Bunlar cehennem halkıdır. Orada sürekli kalacaklar onlar.

Görüldüğü gibi, ne Yüce Allah karanlıkta kalanları kurtarmak için onlara ışık tutacağını söylemekte, ne de Tağut, saptırdıklarını ışıklarını söndürmek suretiyle karanlığa sürüklemektedir. Dolayısıyla nûr "manevî aydınlık, mutluluk; karanlık da zihinsel karanlık, bunalım" anlamına gelmektedir.

3- Enbiyâ Sûresinin 88. Âyetindeki Rabbimiz Yûnus peygamberi "ğamm"dan kurtardığını bildirmektedir. Ğamm sözcüğü ve türevleri hakikat manasında "bulut" demektir. Fakat sözcük mecâzen "keder, üzüntü, sıkıntı, bunalım, karanlık" anlamlarında da kullanılır.

Nitekim Türkçeye de bu anlamıyla geçmiştir. Dolayısıyla ğamm sözcüğü bu Âyette Yûnus peygamberin buluttan kurtarıldığını değil, üzüntüden, sıkıntıdan kurtarıldığını ifade etmektedir.

4- Sâffât Sûresinin 142. Âyetindeki onu hut yutmuştu ifadesi, Yûnus peygamberle ilgili diğer Âyetler göz önüne alındığında, Yûnus peygamberin üzüntüye boğulduğu, sıkıntıya düştüğü, bunalıma girdiği anlamına gelmektedir.

Yûnus peygamberin dopdolu [yükünü tamı tamına almış] bir gemiye doğru kaçtığı [gittiği] hatırlanacak olursa, dopdolu olması sebebiyle gemiye binememesi onu üzmüş, bunalıma düşürmüş olmalıdır.

Gerek hût sözcüğünün esas anlamı, gerekse Yûnus peygamber ile ilgili ifadelerin müteşâbih olması, Yûnus peygamber ile ilgili Âyetlerdeki hut sözcüğünün "balık" anlamında kullanılmadığını göstermektedir.

Buradan hareketle denilebilir ki, Kehf Sûresinin 61–63. Âyetlerinde geçen Mûsâ peygamberin hût' u da Yûnus peygamberin hût 'u gibi balık değil, düşmüş olduğu bunalımdır, karamsarlıktır.

Üzerinde durulması gereken bir başka nokta da 141. Âyette geçen ساهم - sâheme ve المدحضين - müdhadîyn sözcükleridir. Genellikle Âyet Sonra o, kura çekti ve kaybedenlerden oldu şeklinde meallendirilmiştir. Oysa biz bu iki sözcüğün konumuz olan Âyete alışılmışın dışında bir anlam kazandırdığı kanaatindeyiz. Bu nedenle her iki sözcüğü de daha yakından inceleyeceğiz:

ساهم - SÂHEME:
Bu sözcüğün kökü سهم - sehm sözcüğüdür. Sehme , bazen "nasip, haz" anlamında kullanılsa da, sözcüğün esas anlamı "ok"; kumarda, kur'a çekiminde kullanılan ok demektir. Sözcük "yüzün değişmesi[hastalıktan, can sıkıntısından, mahcubiyetten sararması, kızarması]" anlamında da kullanılır.

Konumuz olan Sâheme ise, aynı kök fiilin Mufaale kalıbından gelen bir sözcüktür. Mufaale kalıbı fiile "müşâreket [işteşlik]" anlamı kazandırdığından, Sâheme fiili de bu kalıpta "ok çekişti" anlamına gelmektedir.

141. Âyete bu anlam gözetilerek bakıldığında, Yûnus peygamberin bindiği gemide birileri ile tartıştığı [karşılıklı okları çekiştikleri] ya da Yûnus peygamberin kendi kendisiyle mücadele edişi, aklı ile hissi arasındaki oklaşması, kavgası anlatılmak istenmiştir. Zaten 145. Âyette o sakim iken [fikir sancısı çeker iken]" ifadesi yer almaktadır. Müşâreket her zaman çokluk arasında olmayıp tek kişide de olabilir. Yûnus peygamber kendi kendine yapmış olduğu fikir jimnastiği de işteşlik içeren bir eylemdir.

المدحضين - MÜDHADÎYN:
Bu sözcüğün kökü دحض - d-h-d fiili olup "kaygan bir mahalden ayağı kaydı" demektir. Konumuz olan müdhadîyn sözcüğü bu fiilin if'al kalıbından gelmiştir ve anlamı "ayağın kaydırılması" demektir. Sözcük atın, devenin ayağının kayması anlamında kullanıldığı gibi, kişinin tezi için ileri sürdüğü delillerin iptal edilmesi, işe yaramaması anlamında da kullanılır.

Buna göre, konumuz olan sözcüğün anlamı da "ayağı kaydırılmışlardan, delili iptal edilmiş, tezi çürütülmüş olanlardan" demektir.

Sözcük, konumuz olan Âyetten başka şu Âyetlerde de kullanılmıştır:

(Kehf: 56) Ve Biz, Elçileri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Küfretmiş olan kişiler de hakkı bâtılla iptal etmek [ortadan kaldırmak] için mücadele ediyorlar. Ve onlar, Âyetlerimizi ve korkutuldukları şeyleri alaya aldılar.

(Mü'min: 5) Onlardan önce Nûh kavmi ve onlardan sonraki bir takım hizipler yalanladı. Her ümmet, kendi elçilerini yakalamak için teşebbüste bulundu; kendisiyle hakkı bâtılla gidermek için mücadele ettiler. Ben de onları yakalayıverdim. İşte, azabım nasıl oldu?

(Şûrâ:16) Ve kendisine icabet edildikten sonra Allah hakkında tartışanlar; onların kanıtları Rableri katında iptal edilmiştir. Ve onların üzerinde bir gazap vardır, çetin azap da onlar içindir.

Artık anlaşılmış olmalı ki, Yûnus peygamber ne kura çekmiş, ne de kurada kaybetmiştir. O, kaçış sebeplerinin gerekçelerinin geçerli olmadığını anlamıştır. Ya da birileri ona bunu anlatmıştır.

KAÇMAK-HİCRET:
Âyette Yûnus peygamberin kaçtığı, hem de sahibinden kaçan bir köle gibi kaçtığı anlatılmaktadır. Bunun açık anlamı "görevden kaçmak"tır. Hicret ise üstlenilen görevi, görevi verenin izni veya emri ile bir başka yerde sürdürmeye gitmektir. Peygamberimiz Mekke'den ayrılırken görevden değil Mekkelilerden kaçıyordu. Amacı üstlendiği görevi başka ortamlarda devam ettirmekti. Bu nedenledir ki, peygamberimizin hicreti hem emirle olmuş, hem de hicret edenler övgüye mazhar olmuşlardır. Peygamberimizin hicreti ile Yûnus peygamberin kaçışı arasındaki temel fark budur.

(Müzzemmil: 10) Onların söylediklerine/söyleyeceklerine sabret! Ve güzelce ayrıl onlardan.

(Bakara: 218) Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda gayret gösteren kimseler, Allah'ın rahmetini umarlar. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

(Âl-i İmrân: 195) Bunun üzerine Rableri onlara karşılık verdi: "Şüphesiz Ben, sizden erkek olsun, kadın olsun –Ki bazınız bazınızdandır– [hepiniz aynısınızdır] çalışanın amelini zayi etmem. Binaen aleyh göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, Benim yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler; elbette onlardan kötülüklerini örteceğim ve Allah katından bir sevap olarak, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Ve Allah, sevabın güzeli Kendi katında olandır.

Saffat Sûresinin 145. Âyetindeki Sonra Biz, o hasta iken [fikir sancısı çekerken]... ifadesinden, Yûnus peygamberin de İbrâhîm peygamber gibi bir hayli fikir işkencesi, zihinsel çile çektiği anlaşılmaktadır.

Sâffât Sûresinin 142–145. Âyetlerinden anlaşılan durum şudur:

"Yûnus peygamber Allah'a tövbe edip yakarmış, Allah da onu içinde bulunduğu karanlıklardan, bunalımdan kurtarmıştır. Yûnus peygamber daha sonra kavmine gitmiş, onları tekrar Allah'a çağırmıştır. Kavmi de bu kez çağrısına kulak vermiş, yüz bini aşkın nüfusuyla Yûnus peygambere iman etmiştir."
Kaynak:İşte Kur'an

Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sevgi,saygı ve muhabbetle.
Allah'a emanet ediniz.
__________________
Halil Ay
dost1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
dost1 Adli üyeye bu mesaji için Tesekkür Eden 3 Kisi:
Anonymous (4. March 2011), kamer (3. March 2011), Miralay (3. March 2011)